Thursday, May 29, 2025

Her darbe aynı değil

 ,,Her 27 Mayıs kaçınılmaz olarak, aklıma, liberallerin, “Darbecilere karşı demokrasiyi savunuyoruz”, “Yetmez ama evet” yaygarasıyla muhalefeti paralize ederek süreç olarak faşizmi desteklemeleri geliyor. Artık onlar yok; bu kez rejim, kendisine bir gün gidici olduğunu anımsatan herkesi darbecilikle suçlamaya çalışıyor.

Salı günü Alev Coşkun’un anımsattığı gibi “1960-1980 tarihleri arasında ülkemizde üç askeri darbe oldu. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980. Kimi yazarlar tüm bu askeri hareketleri bir torbanın içine koyarlar ve hepsinin lanetlenmesi gerektiğini belirtirler.” Halbuki, hukukçu Ozan O. Varol’un, “Demokratik Darbe” (Harvard International Law Journal / Vol. 53/2 201) başlıklı çalışmasında sergilendiği gibi “darbe-demokrasi” ikilemi, göründüğünden çok daha karmaşıktır.

Örneğin, Nicos Poulanzas’ın işaret ettiği gibi darbeler, genellikle hegemonya krizlerinin içinde şekillenir. Bu tür krizler, kapitalizmin yeniden üretimini tehlikeye atar, tehlike toplumsal muhalefetin (sınıf mücadelesinin) yükseldiği dönemlerde daha da büyür. “Darbeler” öncelikle, kapitalizmin istikrarını sağlamak için gündeme gelirler, demokrasi kurmak için değil; her zaman bir şiddet öğesi içerirler; gelişmelerinin olası yönü önceden kestirilemez, onu kapitalizmin gereksinimleri, sınıflar arası dengeler belirler.

(...)

Varol darbeleri meşrulaştırmaya çalışmıyor ama önemli bir şeyi hatırlatıyor: Her askeri müdahale, demokrasiye düşman değildir. Özellikle seçimle gelmiş ama artık gitmek istemeyen rejimlerin olduğu, sivil direnişin zayıf kaldığı, alternatif yolların tıkandığı koşullarda, ordu bazen kapitalist sınıfın genel çıkarları doğrultusunda demokrasinin önünü açan geçici bir güç olabilir.

Ancak her darbe özünde bir kapitalist devlet operasyonudur, yönü de önceden kestirilemez. Bu nedenle sosyalistler darbeleri çare olarak görmez ve desteklemez.

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/her-darbe-ayni-degil-2404926

Monday, May 26, 2025

Doğru bir adım ama yanlış yönde...

 


DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan, “eşitlikçi bir kardeşlik hukukunun tesis edildiği, herkesin özgürlüklerinin yasal teminatının olduğu bir yeni anayasa” arzuladıklarını söylemiş. Yeniden aday olması tehlikeye girmeye başlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir süredir, “Darbecilerin değil, sivillerin ortaya koyduğu yeni bir anayasaya ihtiyacımız var” diyor. Ben de aynı fikirdeyim. Yeni bir anayasa gerekiyor. Ancak aklıma hemen, o fıkradaki, yağcılık yapmaya çalışan genç bürokratın, “Ülke bir uçurumun kenarına gelmişti. Liderimiz ileri doğru çok cesur bir adım attı” sözleri geliyor. Ülkemiz de bugün, bir uçurumun kenarına geldi ve doğru bir adımı yanlış yöne bakarak atma tehlikesi var. 

ESKİ, YENİ, DARBECİ…

“Darbecilerin yaptığı” anayasa haklar, özgürlükler ve Kürt sorunu alanlarına kısıtlamalar koyan baskıcı bir anayasaydı ama hakların ve özgürlüklerin olmazsa olması laikliği biçimsel olarak da olsa “güçler ayrılığı” ve “hukuk düzeni” temelinde koruyordu. O anayasa kapitalist demokrasinin en temel özelliği olan ikili hükümet yapısını da koruyordu: Yasalar Meclis’te yapıldığı için “seçilmişlerin” bir anlamı, “atanmışların” da anayasayı koruma yetkisi vardı. 

“Darbecilerin yaptığı” anayasanın, 20’den fazla değişiklik paketiyle 100’den fazla maddesi değişti. Dahası o anayasa, siyasal İslamın “pasif devrimi”“süreç olarak faşizm” içinde, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini sağlamak için 2007’de, Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Kurulu’nun yapısını değiştirmek için 2010’da, nihayet, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmek için 2017’de olmak üzere üç kez değişti, “öze” ilişkin unsurları (içeriği) yeniden şekillendi. Şimdi, “ikili hükümet” yapısı yok, güçler ayrılığı yok. Dahası birçok kez gördük ki bu “pasif devrim sürecinin” gerektirdiği anlarda rejim kendi yaptığı anayasayı da laiklik ilkesini de kolaylıkla çiğniyor. Karşımızda, artık, siyasal İslamın “pasif devrim” sürecinin ürünü ve aracı olan, sivil ama darbecilerin anayasasından daha baskıcı (Ne ironi ama!) bir anayasa var. 

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız


Thursday, May 22, 2025

En ‘yeni Ortadoğu’da İsrail



Trump Ortadoğu gezisinde İsrail’e uğramadı, Suudi Arabistan için bölgedeki “En güvenilir müttefikimiz” ifadesini kullandı. O, Suudi Arabistan’da, Katar’da ve BAE’de 3 trilyon dolara yakın ticari-askeri anlaşmalar imzalarken Batı medyasının, siyasi liderlerinin Netanyahuhükümetine yönelik tavrında bir değişiklik başlıyordu. Bu, uluslararası mahkemelerde yargılanma tehdidiyle karşı karşıya olan Netanyahu için diplomatik açıdan belki de en travmatik haftalardan biriydi.

(...)

Batı medyası, siyasetçileri de artık, tarih önünde bir soykırımı kolaylaştırmış olma konumuna düşmekten korkmaya başlayarak tutumlarını değiştiriyorlar. The Guardian, The Economist, Financial Times ve New York Times, Wall Street Journal gibi yayınlar hatta BBC, İsrail’in Gazze’deki yaptıklarını “utanç verici” ve “insani felaket” olarak nitelendirmeye başladılar. Fransa, İngiltere, Kanada liderleri, ortak açıklamalarında, “Netanyahu hükümeti bu korkunç eylemleri sürdürürken seyirci kalmayacağız. İsrail’in yenilenen askeri saldırılarını durdurmaması ve insani yardım üzerindeki kısıtlamalarını kaldırmaması halinde, karşılık olarak daha somut adımlar atacağız” diyorlardı.

(...)

DİNCİ FANATİKLER

Tüm bu felaketi, Aristotelesçi bir dille ifade edersek bir de çok önemli bir “fail nedeni” var: Dinci fanatiklerin birbirini besleyen fantezileri. (Belki de sanrıları demek gerekiyor.)

Bir tarafta, Filistin halkının seküler direniş cephesini (İsrail’in de yardımıyla) bölen dinci Hamas’ın, yıllardır uyguladığı radikal, uzlaşmaz politikalarının arkasındaki, “Şeria Nehri’nden Akdeniz’e” fantezisi. Sonuç: Hamas’ın, sonrasını hesaplamadan (Ya hesapladıysa?) tezgâhladığı 7 Ekim 2023’teki kanlı pogrom saldırısı: 2 bin 500 ölü, 250 dolayında rehine.

Diğer tarafta, İsrail’de, Filistinlilerin bir halk olarak varlığını bile kabul etmeyen, dinci faşistlerin “Fırat Nehri’nden Nil Nehri’ne büyük İsrail”fantezisi. Sonuç: Hapisten kurtulmaya çalışan hırsız Netanyahu’nun, dinci faşistlerle kurduğu hükümetin, ordu ve istihbarat şeflerinin uyarılarına kulaklarını tıkayarak başlattığı, Gazze’yi, bir soykırımla “temizleyerek” yerleşime açma projesi. Ve tabii, Batı’nın yaklaşık 19 aydır başka yöne bakarken İsrail’e sattıkları silahlarla katledilen 100 binden fazla Filistinli ve yıkımın, bombalanan hastanelerin, sağlık merkezlerinin, ambargonun sonucu, açlıktan, susuzluktan hastalıklardan ölmeye devam eden, gerçek sayısı belirsiz on binlerce çocuk.

Şimdi, çoktan utancından intihar etmiş olması gereken Hamas liderliği hâlâ bir sorumluluk üstlenmeden konuşuyor, pazarlık yapıyor. Bir faşist soykırım utancı altında kurulan İsrail, tarih önünde soykırım yapmış bir ülke konumuna düştü. Her yerde dinci akımlar, maddi çıkarlarını, hurafelere sararak gizlemeye devam ediyorlar, yarattıkları felaketlere da halk katlanmak zorunda kalıyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız




Monday, May 19, 2025

En ‘yeni Ortadoğu’

 



Arab News’den bir yorumcu, ABD Başkanı Donald Trump’ın 13 Mayıs tarihli Riyad konuşması “Sadece Suudi-ABD ilişkileri için değil, tüm bölge için bir dönüm noktası olarak tarih kitaplarına geçeceğine şüphe yok” diyordu. Birçok yorumcu bu konuşmayla tüm Ortadoğu’da paradigmaların değiştiğini iddia ediyor: “Hemen anlaşma arzusu jeopolitik kaygıların önüne geçti.” 

Trump’ın konuşmasının bir yüzünde bölgesel uzlaşma vurgusu, geçmiş Amerikan politikalarının hatalarının kabulü; özellikle İran’a uzatılan “zeytin dalı”, Suriye’ye uygulanan yaptırımların kaldırılması ve Filistinliler için daha iyi koşullar yaratma taahhüdü var. Bu değişiklik vaatlerinin öbür yüzü ise emperyalist rekabete, bu rekabetin bölgeye dayattığı siyasi gericiliğe ilişkindir, özgürlüğe, adalete ve refaha değil. 

TİCARET-POLİTİKA

(...)

Trump’ın Riyad ziyaretinin temel amacı işte bu gidişatı ticari anlaşmalarla tersine çevirmekti. ABD, 2 triyon dolara ulaşan yatırım, silah, ileri teknoloji transferi anlaşmalarıyla, Körfez ülkelerini yeniden kendi yörüngesine çekmeye çalışıyor. Özellikle yapay zekâ, bulut bilişim ve savunma sanayisi gibi stratejik alanlarda Çin’in etkisini sınırlamak için “dijital egemenlik”kavramını öne çıkarıyor. ABD’nin Suriye’ye uyguladığı yaptırımları kaldırması ve Lübnan’ın yeniden inşasına destek sözü, Pakistan’la sıfır gümrüklü ticaret anlaşması planı, Trump ile Netanyahu arasında artan gerginliğe ilişkin yorumlar, Çin’in bölgedeki jeopolitik ve ekonomik hamlelerine karşı hamleler olarak öne çıkıyor. 

EMPERYALİZM-SİYASİ GERİCİLİK

Trump konuşmasında, Körfez ülkelerinin-özellikle Suudi Arabistan, BAE ve Katar’ın-bölgesel dönüşümdeki rolünün altını çizdi, “barış, refah ve ilerleme” temalarını sıkça kullandı. Trump’ın “yeni Ortadoğu” vizyonu, bölge ülkelerinin kendi ulusal geleneklerine sahip çıkarak ilerlediğini, Batı’nın müdahaleci politikalarının başarısız olduğunu vurguluyor. Ancak bu söylem, Körfez ülkelerinde ekonomik ve toplumsal dönüşüm överken otoriter yönetimlerin, ifade özgürlüğü, siyasi katılım ve temel haklar konusunda, demokratik hareketler üzerinde baskı ve terörü meşrulaştırıyor

(...)

Yazının tamamı içn tıklayınız

Thursday, May 15, 2025

Biri ‘çözüm’ mü dedi?

 


PKK’nin yaptığı “kongre açıklaması”, Türkiye’nin çetin ve çok katmanlı Kürt sorununu yeniden en öne çıkardı. Silahlı mücadeleyi sonlandırma, siyasal zeminde çözüm arama, ilk bakışta umut verici bir barış çağrısıdır. Ancak açıklamanın içeriği dikkatlice“okunduğunda” birçok soru akla takılıyor.

'DEMOKRATİK TOPLUM'

Açıklamanın kritik kavramı “demokratik toplum”, ilk bakışta umut verici görülebilir. Ancak eleştirel bir yaklaşım, onun adeta herkesin içine kendi arzusunu yazacağı bir boş gösterge olarak planlandığını düşündürüyor.

Örneğin, “demokratik toplum” hangi üretim tarzına dayanıyor? Özel mülkiyetin, sermayenin ve piyasaların yeri ne? Sınıflarortadan kalkıyor mu, yoksa yalnızca kimliklerin temsiliyle mi yetinilecek? Bütün bu sorular yanıtsız bırakıldığında, “demokratik toplum” kavramı, yalnızca bir retorik süsü haline gelerek devletin yeniden yapılanmasına dair elit düzeyde bir pazarlığın zeminini döşemeye başlıyor.

Bu noktada bir başka temel gerilim devreye giriyor: Siyasal İslamın ekonomik krizi derinleşiyor, muhalefeti ilk kez halkla ve emekçi sınıflarla buluşmaya başladı. Toplumsal desteği hızla eriyen rejim ömrünü uzatmak için yeni ittifaklar arıyor. Bu arayışla geçmişte bir çok kez kandırdığı Kürt siyasi hareketine yeniden dönüyor.

Türkiye’de siyasal İslam’ın rejimi, salt güçler ayrılığını tasfiye eden bir başkanlık sistemi değil, aynı zamanda devletin, toplumun tüm dokularını, modern hukuku, eğitimi, kültürü, gündelik hayatı İslamcı ilkelerle dönüştürmeye ilişkin bir projedir. Böylesi bir rejim karşısında laikliği açıkça savunmadan “demokrasiden” söz etmek, en hafif tabirle naifliktir.

Demokratikleşme, yalnızca sandık değildir; aynı zamanda laik, eşit yurttaşlığa dayalı, seküler bir kamu aklını da gerektirir. Eğer Kürt sorununun çözümünde laiklik dile getirilmeden bir mutabakat aranıyorsa, o zaman kurulacak yeni rejim, yalnızca başka bir otoriter, belki de faşizan bir rejim olacaktır. Kısacası, siyasal İslam’ın iktidar elitleri ile Kürt hareketinin askeri, kültürel ve siyasi seçkinleri arasında yapılan bu görüşmeler, Kürt halkının yaşam koşullarına, refahına ve geleceğine dair pek bir şey vaat etmiyor.

SİYASİ VE AHLAKİ...

Açıklamada vurgulanan bir diğer nokta da Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’nın reddidir. Bu, yüzeyde bir halkın reddedilmiş haklarını savunma çağrısı gibi görünse de gerçekte siyasal İslamın Cumhuriyetin kurucu ilkelerine yönelik tasfiye girişimiyle örtüşüyor.

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Tuesday, May 13, 2025

Şimdi tarihte neredeyiz?

 Trump’ın “antikalıkları” yine, “Tarihte neredeyiz?” tartışmalarını hızlandırdı. The Economist, İsveçli tarihçi Johan Norberg’in, 3000 yıllık dönemde, Atina’dan Abbasilere, Anglosakson hegemonyasına kadar uygarlıkların “altın çağlarının” başlayışını, son erişini araştıran “Peak Human” (Mayıs, 2025) başlıklı kitabını tanıtıyordu: Altın çağ, ticarete, yabancılara, yeni fikirlere açık yönetimler altında başlıyor. İçe kapanmaya, yabacıları dışlamaya, farklı düşünceleri bastırmaya başlayan yönetimler altında sönümleniyor. Bugün, uygarlığın, yine bir sönümlenme döneminde miyiz? 

Uygarlıkların bu dönemlerinde her zaman büyük savaşlar yaşanıyor. Halen İngiltere hükümetine “acil stratejik savunma incelemesi raporu” hazırlanırken danışmanlık yapan politika/istihbarat analisti Fiona Hill’e, (Trump’a önce danışmanlık yaptı sonra azil soruşturmalarında Trump’a karşı ifade verdi -Trump Hill için “derin devlet tiplerinden”diyormuş) göre “Dikkatle bakarsak III. dünya savaşının çoktan başlamış olduğunu görebiliriz”. 

Büyük savaşlar da “coğrafyaların, ekonomik kaynakların” yeniden paylaşımıyla ilgilidir. Financial Times’da Gillian Tett, bir “jeoekonomi (kaynakların yeniden paylaşımı) çağındayız”diyor. Neoliberalizm geride kalırken “Şimdi ticaret, finans ve güvenlik politikalarının artık, ayrı kulvarlarda aktığı değil; iç içe geçtiği, milliyetçi reflekslerle biçimlenen bir dönem başladı.” 

KRİZ VE LİDERLİK

Bu tartışmaların ortasında The Econonmist, Charles Kindleberger’in ünlü “The World in Depression” (1973) çalışmasını anımsatıyordu: “Krizi yönetecek politikaları ve iradeyi sunacak bir liderlik (hegemon) yoksa kriz daha da derinleşiyor.” 

(...)

Bu boşluğu kapatmaya aday bir ülke olarak Çin henüz liderlik edecek bir düzeyde yeterli ekonomik, askeri, kültürel çekim gücene sahip değil. Bir olasılıkla, Çin, bu gücü biriktirirken, ABD’nin etkisinin daha da azalmasını, kurduğu düzenin dahada dağılmasını bekliyor. 

Avrupa Birliği seçkinleri sık sık AB’nin hegemonik çekim gücünden, düzen getirme kapasitesinden söz ediyorlar ama AB’nin ekonomik siyasi askeri/teknolojik araçları ve gelişmekte olan ülkeler karşısında (dün bir sömürgeci, bugün Gazze soykırımına gözlerini kapatan bir merkez olarak), “kültürel sermayesi” sıfıra yakın. Ayrıca faşist partiler Trump rejiminin de desteğiyle yükselirken AB’de, içe kapanma, parçalanma eğilimi güçleniyor. 

Avrupa’dan Afrika’ya yerel savaşlar, Gazze soykırımı, Ukrayna’daki, Hindistan Pakistan arasındaki nükleer savaş riskleri 1930’ların içine kapanan faşizmin, “jeoekonomik” rekabeti, savaş olasılığını besleyen dünyasını anımsatıyor. 

Keynes’in 1930’la “bu krizi yaratan kafalar, bizi Bu krizden çıkaramazlar” diyordu. Keynes’e göre, “Gemi batarken kaptan ve tayfalar, cankurtaran kayıklarını alıp, kaçmaya hazırlanıyorlardı”. Şimdi yolcuların kendi başlarının çaresine bakmaları, kapitalist uygarlığın bu batmaya başlayan gemisini bir yolunu bulup terk etmeleri gerekiyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Friday, May 09, 2025

"Yüzü Kelebeklerle Örtülü " ya da Yabancılaşma, kırılganlık, hafıza ve direniş

 

Ergin Yıldızoğlu (K24; 09. 05. 2025)

“Nilay Özer’in şiirleri çağdaş faşizmin incecik estetik perdelerle örttüğü şiddet dilini sökmeye girişir; sessizlikle, suskunlukla, kopuşla konuşur.”


(...)

Yüzü Kelebeklerle Örtülü, Nilay Özer’in dördüncü ve bence en derinlikli şiir kitabı ve o tedirginlik de kendini daha çok hissettiriyor. Estetik hazla, onun yanı sıra varlığı duyumsanan ama bilgisi tam olarak kavranamayan anlam arasındaki gerilim ister istemez akla Kant’ın III. eleştirisindeki (9. Bölüm) “güzel” kavramının analizini getiriyor. Gerçekten de şiirleri okurken oluşan bu gerilim, estetik yargının öznelliğiyle nesnel evrensellik iddiası arasındaki Kantçı gerilimle bir paralellik taşıyor. Ancak bu noktada “güzel” kavramının yeterli olmadığı da bir gerçek. Özer’in “estetik zaman” anlayışı da bu Kantçı estetikle bağdaşıyor. Zamana dair anlatısal bir sıralamadan çok, deneyim öncesi bir kategori olan bir dağılma, zamanın şiirsel düzlemde yeniden kurulması gerektiğini ima ediyor. Bu da okuyucuyu salt anlamaya değil, hissetmeye ve yeniden düşünmeye zorluyor.

Nilay Özer
Yüzü Kelebeklerle Örtülü
Everest Yayınları
Eylül 2024
80 s.

Özer’in şiirinde nesneler çoğu zaman düzenli bir anlatının içinde değil, bir sezginin, bir hissin ya da eksik bir düşüncenin taşıyıcılarıymış gibi yer alıyor. Örneğin, “sevgilime bir hediye: siyah kadife kutuda altı ölü kuş” şiirinde, (daha sonra yakından bakmak için döneceğim) şiirin kendisi ne tam bir temsil ne de bir anlatım değil, Kant’ın “estetik fikir” adını verdiği, duyularla algılanan ama akıl tarafından tam olarak kavranamayan bir yoğunluk sunuyor.

Tam olarak kavranamayan ama bir bütünlüğü ima eden anlamdaki eksikliği tamamlayarak bütünlüğü aramak da okuyucuya düşüyor. Nilay’ın şiirlerinde, “tuzda yanan salyangoz” ve “zamanda yanan aşk”, “kayasından kopmuş bir midye”, “incirler kendi sütleriyle kendi içlerini emziriyor” örneklerinde gördüğümüz gibi, hemen her sayfada bizi karşılayan, şaşırtan, çok zengin ve hemen her zaman özgün metaforlar, onların açtığı kapılardan giren türlü simgeler, kimileri tamamen okuyucuya ait anlam parçacıkları, anılar, mekânlar, zamanlar ve bunların tasavvur edilebilen bir bütünlük oluşturabileceğine ilişkin algı ve de umut, şiirlerin verdiği estetik hazzın belki de en önemli kaynağını oluşturuyor.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, May 08, 2025

Almanya’dan sonra İngiltere

 


“Reform UK” (RU) adlı bir faşist parti, yerel seçimlerde çok başarılı oldu, Runcorn ve Helsby’deki milletvekilliği ara seçimlerini kazanarak Muhafazakârları geride bıraktı; İşçi Partisi’nin geleneksel kalelerinde güçlü bir varlık gösterdi. Şimdi, İngiltere’de yaklaşık yüz yıldır süren iki parti egemenliğine dayanan siyasi yapı sarsıyor. “Süreç olarak faşizm”, Almanya’dan sonra İngiltere’de de hızlanıyor.

YAPI SARSILIYOR

(...)

RU’nun bu çıkışı, geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy veren işçi sınıfı bölgelerinde (“kırmızı duvar”), Brexit’ten bu yana ciddi bir siyasal yeniden yapılanmanın yaşandığını kanıtlıyordu. Bu tablo, özellikle Brexit’in mimarı Nigel Farage liderliğinde yeni bir enerji kazanan RU’nun performansı, seçmenin bir süredir mevcut merkez partilerinden uzaklaşarak yeni arayışlara yöneldiğini gösteriyordu.

RU’nun yükselişi, İşçi Partisi için ciddi bir ideolojik sınav oluyor. İP, bir yandan göçmen dostu ve çok kültürlü bir İngiltere idealini ve büyük sermayenin çıkarlarını savunmaya çalışıyor; diğer yandan sendikaların geleneksel desteğini korumaya, beyaz işçi sınıfı seçmenin “gö甓toplumsal güvenlik” ve “ulusal kimlik”gibi sağ söylemlerle biçimlenen kaygılarına cevap vermeye çalışıyor. 

(...)

İP’nin, ağırlıklı olarak eğitimli, beyaz yakalı ve büyük kentli, tabanının yüzde 40’ı göçün ülkeye katkı sağladığını düşünürken partiden kopan, çoğu işçi sınıfı kökenli seçmenlerin yüzde 55’i göçün “çok fazla” olduğuna inanıyor. İşçi Partisi bu ikilemi ne ideolojik ne de politik olarak aşabiliyor.

NE YAPMALI?

(...)

AfD gibi Reform UK de liberal demokrasinin ürünüdür. Kapitalizmin yapısal krizinin içinde ya liberal demokrasiye karşı gerçek bir toplumcu, ekolojik demokratik bir seçenek yeniden yaratılacak ya da “süreç olarak faşizm” canavarı, toplumun dokusunu kemirmeye devam edecek. Seçim kazanmak artık yeterli değil! “Geleceği hangi siyaset biçimi belirleyecek”sorusuyla karşı karşıyayız.


yazının tamamını okumak için tıklayınız