Sunday, May 27, 2012

Bir laboratuvar olarak Yunanistan-

(24 Mayıs 2012 Sendika.org)
Yunanistan bugünlerde, sınıf mücadelesi, komünist siyaset konularıyla ilgilenenler, kapitalizmin ufkunu aşmak için mücadele edenler açısından tam anlamıyla bir laboratuvar oluşturuyor. Bu laboratuvardan yeterince yararlanamadığımızı düşünüyorum. Hatta, bende, tartışmaların, esas olarak, adeta “SYRIZA’ya karşı tutum” sorunsalı etrafında, kitlelerin ve proletaryanın talepleri, beklentileri ve olası kazanımları değil de grup ve partilerin kendi beklentileri, olası kazanımları bağlamında sürdüğü izlenimi oluşuyor. 

Komünist (en genel anlamda) hareketin içindeki, toplumsal muhalefetin dalgası yükselmeye başladığında çok daha kolay görülebilir hale gelen, iki kısırlaştırıcı eğilimin Yunanistan’da da dikkat çekmeye, konjonktürü etkilemeye başladığı görülüyor.Halkçılık (popülizm) ve ikamecilik eğilimlerinin özelliklerinin, dinamiklerinin, potansiyel etkilerinin gözlemlenmesi ve anlaşılması açısından da Yunanistan değerli bir laboratuvar oluşturuyor 

Laboratuvarın mekanı, zamanı, ufku 
Yaklaşık üç yıldır Yunanistan’da kapitalizmin var olan kriz yönetme modeline, neo-liberal küreselleşmeye karşı muhalefet yükseliyor, sınıf çelişkileri sertleşiyor. 
Yunanistan aynı zamanda Avrupa Birliği’nin üyesi, Avrupa ekonomisinin bir parçası. Bu nedenle Yunanistan’da yükselen toplumsal muhalefet ve sınıf mücadelesi, tüm Avrupa’da yükselmekte olan toplumsal muhalefet ve derinleşmekte olan sınıf çelişkileriyle aynı zamanı paylaşıyor. Bu açıdan, Avrupa çapında bir genel kabarmadan (büyük küme) bir de bunun içinde Yunanistan’daki kabarmadan (büyük kümenin alt kümesi) söz etmek gerekiyor. Dahası, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin ekonomilerinin, Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerin ekonomilerine eklemlenme biçimlerinin emperyalist karakteri düşünülerek tüm Avrupa çapında yükselen toplumsal muhalefetin ortak bir kaderi paylaştığı da söylenebilir. 

Ortak bir kaderi paylaştığını düşündüğüm bu muhalefet karşımıza salt bir yoksullaşmaya işsizliğe karşı bir tepki, direniş olarak çıkmıyor. Bu muhalefet, “işgal hareketlerinde” gündeme gelen demokrasi tartışmalarının sergilediği gibi aynı zamanda, tüm diğer dünya görüşlerine kapalı, tüm insanları yalnızca bir tarzda, sermayenin nesneleri olarak var olmaya zorlayan, etkinliklerini verimlilik, karlılık ölçütüne kıyasla değerlendiren, manipüle eden ve denetleyen, doğayı, yaşam dünyalarını sermaye birikimine yakıt yapan, nihilist bir varoluşa karşı da bilinçli, yarı bilinçli ya da içgüdüsel bir tepki olarak şekilleniyor. 

Tüm bu olaylar aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizini düzenleyen mekanizmaların tükendiğini, kapitalizmin yine bir“geçiş sürecine” girdiğini gösteren bir mali kriz içinde yaşanıyor. Bu “durum” Yunanistan’da yaşanmakta olanların sonuçlarının Yunanistan’la sınırlı kalmayacağını gösteriyor. 

“Bugün” durum 
Yunanistan’da yaklaşık üç yıldır, “halk” sokaklarda, protesto gösterileri düzenliyor meydanları işgal ediyor, polisle çatışıyor, rejimin önlerine getirdiği kemer sıkma politikalarına “hayır benim istediğim bu değil” diyor. 

Rejimin, tüm itirazlara, imkansızlıklara karşın sürekli aynı şeyleri dayatması karşısında “halk” giderek, karşısında hastalıklı bir yapı olduğunun ayırdına vardı ve ufkunu genişletmeye başladı. Seçimlerle iktidara gelen bir PASOK hükümetinin, halkın oyuna baş vurmaya kalkınca, bir uluslararası mali sermayenin yönetim “komitesi” (AB - Trilateral Komisyon- İMF ve Avrupa Birliği kompleksi) tarafından görevinden alınması, bardağı taşıran son damla oldu. “Halk”, çoktan bir informel (gayri resmi) sömürge haline gelmiş bir ülkede, “örtülü” diktatörlük altında yaşıyor olduklarının ayırdına varmaya başladı. 
Bu koşullarda gerçekleşen genel seçimler, beklendiği gibi iki düzen partisi PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi’ne bir koalisyon kurarak eski politikalarında ısrar etme şansı verseydi, yaklaşık üç yıldır sürmekte olan durum, yukarda değindiğim özellikleriyle devam ediyor olacaktı. Ancak seçimler beklenmedik bir sonuç üretti. Üç yıldır devam eden durum yeni bir “hakikat” (dolayısıyla olasılıklar) üreterek değişti. Egemen sınıf ve kapitalizm Yunanistan’da yönetme kapasitesini kaybetmiştir, neo-liberal hegemonya kırılmıştır. Bu anlamda tarih Yunanistan’da belirsiz bir sürece girmiştir. Bugün durum budur! 

Bu yeni süreç iki olasılıktan birine açılacak gibi görünüyor. Birinci olasılıkta, kapitalizm ve egemen sınıf, ya “halkı” yeniden ikna ederek 17 Haziran seçimlerinden yeni hükümeti kuracak bir biçimde çıkacaktır, ya da 17 Haziran seçimlerinden güçlenerek çıkması beklenen SYRIZA’yı eski programın temel bileşenlerini uygulama konusunda yeterince taviz vermiş olarak hükümeti kurmaya zorlayacaktır. Bu olasılıkta, bugün açılmış olan çatlak kapanacak, zaman “dünkü” haline geri dönecektir. 

İkinci, daha zayıf bir olasılık olarak, SYRIZA seçimlerden taviz vermeyi kabul etmeyerek çıkacak, hükümeti kuracak ve “halka”, yapı içinde kalarak neyin nereye kadar yapılabileceğini gösterecek, “halk” bu hükümeti nereye kadar destekleyeceğine, nereden sonra “halk” olmaktan çıkarak sınıflara bölünmeye, proletarya hareketine dönüşmeye başlayacağına karar verecektir [1]. Bugünkü durumun belirleyici özelliği bence budur. 

Bu iki olasılıktan hangisinin şekilleneceğine, “bugünkü” durumun yeni bir duruma mı açılacağına yoksa önceki duruma mi geri döneceğineyse, bugünkü durum içindeki siyasi öznelerin “halk” ve toplumsal muhalefetle ilişkilerinde benimseyecekleri tutumlar karar verecektir. Bu nedenle, “halkçılık” ve “ikamecilik” eğilimlerinin olası etkilerini gözlemlemek, yakından izlemek ve tartışmak, o deneyleri ortak hafızaya katmak büyük önem taşıyor. 

Popülizm (halkçılık
Konumuz gereği bizi burada “sol” popülizm ilgilendiriyor, faşizm, ya da Siyasal İslam gibi sağ popülizm değil. Popülizm,“bütün sınıflara birden yaslanarak siyaset yapmaya çalışmak” olarak tanımlanabilir. Bu siyasi akım, çelişkili sınıf çıkarlarına sahip sınıflardan oluşan bir insan grubunun (halk) arzularının tümünü birden temsil edecek bir talepler bütününün, programın var olabileceğine inanır. 

Gerçekte, farklı sınıflardan oluşan bir grubu, yükselen bir toplumsal muhalefet olarak, birlikte hareket etmeye başladıysa, burada aslında bir “hegemonik moment” oluştuğundan, diğer bir deyişle, halkı oluşturan sınıflardan birinin kendi çıkarını halkın çıkarı olarak sunmayı başararak, geri kalanını bir hareket olarak bir araya toplayabilmiş olmasından söz etmek gerekir. 

Popülizm bu hegemonyanın ürünü olarak bu sınıf çıkarlarını gizleyen bir işlevi bilerek ya da bilmeyerek üstlenir. 

Sol popülizm esas olarak, büyük sermayeye, yabancı sermayeye, işgale, dinci etnik, ulusal baskıya karşı tepkisini dışa vurmaya başlayan küçük burjuvazinin, kendini sınıf olarak değil, sınıflar çelişkisinin dışında ve üstünde gören öz bilincinin, halk sınıfları arasında yaygınlaşmış egemen bilinç haline gelmiş olmasının ürünüdür. Bu anlamda, sol popülist siyasetin liderliğini kabul etmiş bir halk hareketi, küçük burjuvazinin “çelişkili sınıf pozisyonları” olarak nitelenen istikrarsız ekonomik ideolojik siyası tepkisini yansıtan istikrarsız bir oluşumdur. 

Bu hareket yükselirken, hedeflerine ulaşır görünürken bütünlüğünü korur. Bu hareket başarısız olmaya, ivmesi kırılmaya başladığı zaman, halk sınıfları üzerindeki hegemonyasını da kaybetmeye başlar. Bu durumda, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de bütünlüğünü, bir sonraki aşamada, proletarya ve sermaye sınıflarından birinin hegemonyası altında yeniden kazanmak üzere, kaybetmeye başlar. 
Popülizm, toplumsal muhalefeti, içindeki sınıf ayrımlarının üzerinden aşan bir biçimde yorumlama ve etkileme çabasına ilişkindir. Popülizmle “toplumsal muhalefeti”, “ hareketini” birbirine karıştırmamak gerekir, popülizm bir siyasi projenin, bir akımın adıdır, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de onun ilgi nesnesi. 

İkamecilik 
İkamecilik, gerek siyasi kararları alırken, gerekse de bu kararları almaya açılan düşünsel süreçlerde, siyasi partiyi, ya da hareketi (bilinçli, kararlı bir grup insanın iradesini) sınıfın iradesi ya da eyleminin yerine koymaya çalışmaktır. 

İkamecilik, pratikte, işçi sınıfının yapacak gücü, örgütlenmesi olmadığı koşullarda, onun adına davranmaya, onun yapamadıklarını yapmaya kalkışmak olarak kendini gösterir. Bu durum, ya siyasi örgütün ya da kendini bu kez siyasi örgütün yerine ikame etmiş bir liderliğin hem sınıftan hem de sınıfın nesnel koşullarından kopmuş, ya da kopuk olduğunun bir göstergesidir. 

Marx’ın Rus Nardonik devrimcilerinin eylemlerini düşünürken işaret ettiği gibi, işçi sınıfının henüz tarih sahnesine çıkmadığı ya da yeni şekillendiği bir dönemde, “halk” adına gerçekleştirilen Narodnik eylemler, ikamecilikten ziyade, bir grup aydının, tarihin koşullarına onurlu başkaldırısıdır. Ama halk hareketleri bir kez oluştuktan, proletarya mücadelesi tarih sahnesine çıktıktan sonra, onun adına davranmak, tam anlamıyla ikamecilik, hatta siyasi intihar anlamına gelmeye başlamıştır. 

Düşünsel süreçlerde ortaya çıkan ikamecilik genellikle, siyasi konjonktürleri yorumlarken, projeler tasarlarken, örgütün, partinin özellikleriyle, sınıfların, “halk” hareketlerinin, toplumsal muhalefetin özelliklerini birbirine karıştırmakla ilgili bir durumdur. Bu siyasi analizlerde, ya da taktikleri, projeleri tasarlarken, toplumsal muhalefetin, “halk” hareketinin andaki taleplerinin, yerine örgütün çıkarlarını, taleplerini, ikame ederek düşünmekle ilgilidir. 

Popülizm, toplumsal muhalefeti, “halk” hareketini, liderliği altına almaya çalışan bir akımdır ve bu bağlamda hem sosyalist hareketin kendini koruması gereken bir akımdır, hem de toplumsal muhalefetin özelliklerinden biri olarak ilişki kurması hatta işbirliği yapması gerekebilecek akımlardan biridir. Muhafazakar partiler, faşist partiler bu kategoriye girmez ler. Ama sol popülist hareketler, az sonra değineceğim gibi reformist hareketler, toplumsal muhalefete ait oluşumlar olduklarından, bu muhalefetin içindeki hegemonya mücadelelerinden sosyalistlerin kaçınmasının olanaksızlığından dolayı, bu kategoriye girerler. 

Tam bu noktada Marx ve Engels’in Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi liderliğine — Bebel, Liebknecht, Fritzsche, Geiser, Hasenclever, Bracke- gönderdikleri 1879 tarihli mektuptaki bir saptamayı anımsamak yararlı olabilir. 

“Fakat bu baylar (Hochberg, Bernstein, Schramm) daha önce gösterildiği gibi tam anlamıyla küçük burjuva kavramları savunmaktadırlar. Almanya kadar küçük burjuva olan bir ülkede, tabii ki bu kavramların bir geçerliliği vardır, ama yalnızca Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin dışında. Eğer bu baylar bir Sosyal Demokrat Burjuva parti kurmak istiyorlarsa, bunu yapmaya tabii ki hakları vardır. Bundan sonra onlarla pazarlık edilebilir, koşullara göre anlaşmalar yapılabilir. (August Bebel, Wilhelm Liebknecht, Wilhelm Bracke ve diğerlerine mektup, MECW- Bütün eserler- Cilt 24, sd 253) 

Burjuva sosyal demokrat akımlara parti içinde yer yoktur. Bunlar, burjuva sosyal demokrat parti kurabilirler, komünistler koşullara bağlı olarak onlarla pazarlık eder. Anlaşmalar yapabilirler. 

Komünistlerin partisi, başka sınıflara ait görüşlerin temsilcilerini içinde barındıramaz. Ama bunların partileriyle pazarlık yapabilir anlaşmalar yapabilir. Söz konusu popülist ya da reformist bir akımın etkisi altındaki toplumsal muhalefet, “halk” hareketi olduğunda, bunun içindeki farklı sınıf çıkarlarını, bilinç düzeylerini göz önüne almak, bu hareketi etkileyen, sol ya da sosyal demokrat partilerle, bu hareketin, bu konjonktürde önüne koyduğu hedeflerine ve çıkarlarına ulaşmasını kolaylaştırmak amacıyla pazarlıklar, anlaşmalar yapılabilir, yapılmalıdır. Komünist hareketin siyasi bağımsızlığını korumak, işte tam da burada, bu pazarlıkları ve anlaşmaları sağlıklı bir biçimde yapabilmek için gereklidir. 

Bu bağlamda, Bolşeviklerin, bir aşamada, işçi sınıfı tüm köylükle birlikte hareket ederken, köylülük henüz sınıflar temelinde bölünmemişken, popülist bir köylü partisi olan Trudoviklerin (Sosyalist Devrimcilerin) tarım programını benimsemekten çekinmemiş olmalarını da anımsayabiliriz. 

Partinin çıkarlarını (kendini koruma refleksini) “halk” hareketinin, toplumsal muhalefetin, ve bunun içinde işçi sınıfı hareketinin çıkarlarının önüne koymak ikameci bir yaklaşım olmayacak mıdır? Son tahlilde parti sınıfa ve harekete hız vermek, yön vermek, siyasi hedeflerine ulaşmasını sağlamak için mi var yoksa parti olarak var olmaya devam etmek için mi var? 

Reform ve devrim 
Ne zaman, reform ve devrim konusunda düşünecek olsam, aklıma çok saygı duyduğum ama hayattayken bir türlü anlaşamadığım emektar bir komünistin, “fabrika tuvaletinin temizliği için mücadele etmeyen, devrim için mücadele edemez” sözü gelir. Bu komünistin bir de “sosyalistlerin bir yerdeki varlığı ile yokluğu arasında mutlaka fark olmalıdır. Sosyalistin varlığı fark yaratmalıdır” saptaması var. Bu da konuyla ilgili. 

Bu saptamalardan ben öncelikle şu sonucu çıkarıyorum. Komünist hareketin mücadelesinin bir boyutu, işçi sınıfının günlük yaşamındaki hak ve özgürlüklere ilişkin kazanımları için mücadele etmektir. Bu bir gün fabrika tuvaletinin bakımı için işi bırakmayı örgütlemek olabilir, bir başka gün fabrikayı işgal etmeyi örgütlemek. Bu anlamda komünistin varlığı günlük mücadelenin sorunlarının çözülmesi açısından bir fark yaratmalıdır. Yoksa bu varlığın anlamı tartışmalıdır. 

Ama Komünist hareket aynı zamanda siyasi bir harekettir. Diğer bir değişle siyasi iktidarı hedefleyen bir harekettir. Öyleyse varlığı bu alanda da bir fark yaratmalıdır. Yaratamıyorsa, bu varlığın anlamı tartışılmalıdır. 

Bu kısa saptamalar “devrim ve reform arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?” sorusuna açılıyor. 

İşçi sınıfının, “halkın” yaşamında el atılması, uğruna mücadele edilmesi, kazanılması gereken o kadar haklar sorunu var ki... Nereden başlamalı? Hangi reformları savunmak gerekir? 

Ben bu soruya cevap verirken iki etkeni birden göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, toplumsal muhalefetin hedef aldığı elde etmeyi amaçladığı haklara ilişkin talepler. İkincisi, ucu açık bir süreç de olsa, şimdilik kaydıyla da olsa, siyasi iktidara açılan devrimci bir proje tasarımı. 

Belli bir konjonktürde, reformizme düşmeden gündeme alınması gereken reform hedefleri kümesini bence bu devrimci tasarımın hedeflerinin oluşturduğu kümeyle, toplumsal muhalefetin hedeflerinin oluşturduğu kümenin kesiştiği yerde buluyoruz. Bunlar hem olanaklı, hem de kazanım mücadelesi toplumsal muhalefete, halk hareketine ve nihayet onun içinde işçi sınıfı hareketine ivme kazandırabilecek, böylece yeni talepleri gündemine almasına olanak verebilecek reform talepleridir. 

Yunanistan’da durum 
Bugün (başta sınırlarını tanımladığım haliyle) durumun ana bileşenleri şöyle. 
Yaklaşık üç yıldır yükselen toplumsal muhalefet son seçimlerde yeni bir durum yarattı, yükselmeye devam ediyor. 
Bu toplumsal muhalefet Yeni Demokrasi ve Pasok Partilerinden kitlesel bir kopuşa, neo-liberal hegemonyanın kırıldığına işaret ediyor. 
Bu toplumsal muhalefetin içinde, bir hegemonya mücadelesi sürüyor. Sol taraftan esas olarak SYRIZA, KKE, ANTARSYA, Sağ tarafta faşist parti ve milliyetçi parti. Bugünkü durum, soldan gelen hegemonya mücadelesinin etkisinin. Sağdan gelenden daha yüksek olduğunu gösteriyor. 

Sol tarafta, en etkin, hegemonya pozisyonuna yakın merkezin SYRIZA olduğu anlaşılıyor 

SYRİZA bir “sol blok”, bir taraftan bakınca reformist, diğer taraftan bakınca popülist özellikler sergiliyor. Bu nedenle de, kan kokusu almış sırtlan misali, AB egemen sınıfları, bu popülist, reformist hareketin iç çelişkilerinin, yapısal istikrarsızlığının üzerine giderek toplumsal muhalefeti daha ileri çekmesini, KKE ve ANTARSYA ile güç birliği yapmasını, toplumsal muhalefetin düzen dışına kaçmasını engellemeye, hatta SYRIZA’yı toplumsal muhalefete ihanet etmeye zorlamaya çalışıyorlar. Bunu başarabilmek için, SYRIZA ile diyalog kuruyor, yakınlaşıyor, Marx ve Engels’in mektuplarında değindikleri gibi, pazarlık edip, anlaşma yapmanın yollarını arıyorlar. 

Bunu başarırlarsa, sol içinde bir işbirliği şansı, bir tarihsel moment kaçmış olacak, toplumsal muhalefet, önüne koyduğu taleplerin hiçbirini elde edemeyeceği için ivmesi kırılacak, yeniden iktidarsızlık ruhuna geri dönecek. Bu geri dönüş başladıktan sonra meydan, bu süreçte, SYRIZA’yı yalnız bırakmış, birlikte savaşmak yerine hedef almış olan sol örgütlere, yenilginin nedenleri arasında görülecekleri, toplumsal muhalefet sola güvenini kaybettiği için, kalmayacaktır. 

Reformlar için mücadele etmeyenlere, yenilgiyi engellemek için bir şeyler yapmak yerine sırada bekleyenlere halk itibar etmeyecektir. Uzun yıllar sonra ilk kez, sınıf mücadelesini devletin içine taşıyacak bir iktidar olasılığı ortaya çıktığında, bunu dört elle yakalamaya çalışmayanların, “Hele bir dalalım içine bakalım ne olacak?” cesaretini, basiretini gösteremeyenlerin liderlik iddialarını, toplumsal muhalefet, halk hareketi ciddiye almayacaktır. 

Sol bir ittifakın, yürütme organının başını, yasamada çoğunluğu ele geçirmesi, tabii ki riskli bir iştir. Siyaset, hele gerçek,devleti kurcalamaya başlayan, devrimci siyaset, çok daha riskli bir iştir. Ama kısa bir süre için bile olsa, (ki bu sürenin kısa mı olacağı, yoksa başka bir sürece açılan bir başlangıç mı olacağını kimse şimdiden bilemez) devlet alanını doğrudan sınıf mücadelesine açmak, “halk” ile hatta proletarya ile devlet arasındaki diyaframı yırtmak, egemen sınıfların halktan yana reformları engellemek için atacakları taklaları, gündeme getirecekleri komploları teşhir edebilme şansı bu risklere değmez mi? 

Dipnot 
1.Belli bir soyutlama düzeyini koruyabilmek için, “halk”, toplumsal muhalefet kavramlarını, salt “tarihin nesnesi” olarak değil, yaratıcı olasılıkları yaratan potansiyellerine atıfla adeta kendi beyni olan bir şeyin, bilinçli bir varlığın adı gibi kullandım. Daha sonra, siyasi öznelerin tavırlarını konuşmaya başladığımda, bu kez halk ve toplumsal muhalefet kavramlarını, tam anlamıyla nesnel, tarihin nesnesi olarak devinen, kendiliğinden hareketlerin adı olarak kullanacağım. 

ergin.yildizoglu@gmail.com

Tuesday, May 22, 2012

Eyvah “Grexit”!


Geçen hafta piyasalar Nisan ortalarından bu yana gerilemekte olduklarının ayırdına vardılar. Hafta sonu değerlendirmelerinde adeta “panik” havası vardı. Bu “yeni” ruh halinin kaynağında “Grexit” korkusu yatıyor.  Günlük yaşama, ekonomik kriz sayesinde bir sözcük daha katıldı: Greece (Yunanistan) ve Exit (çıkış) sözcüklerinden oluşan “Grexit”!

“Grexit” şöyle bir resmi çağrıştırıyor: Yunanistan, İspanya ve Portekiz zincirleriyle Avro Bölgesini peşinden sürüklüyor. Avro bölgesi de uluslararası borç piyasalarıyla bağlı olduğu dünya ekonomisini... Bu katar, ilerde bir yerlerde çökmüş olduğunu herkesin bildiği bir tren yolu köprüsü üzerinde hızlanarak ilerliyor. Bu resme bakanların büyük çoğunluğunun ilk tepkisi Yunanistan’ı, diğer borçlu ülkeleri suçlamak oluyor. Ama, “iyi de, her borçluya, bu borcu vermiş olan bir de alacaklı yok mu?”, “borçları verirken akılları neredeydi?” diye soranlar giderek artıyor. Bu soru da bizi Avrupa Birliği projesinin “çirkin hakikatine” götürüyor.

Bu “toparlanma” da geçiciymiş
Geçen hafta önde gelen borsaların indeksleri geride kalan altı ayın en sert  haftalık düşüşlerini yaşadılar. ABD’de Standard and Poors 500’ün haftalık kaybı yüzde 4.3 olurken, Nisan başından bu yana toplam kaybı yüzde 9’a ulaştı. Financial Times World Index’ın Mayıs başından bu yana toplam kaybı hafta sonunda yüze 9’a ulaştı. Financial Times 100 haftayı toplam yüzde 5.5 kayıpla kapatırken son altı ayın en düşük düzeyine iniyordu. Diğer AB borsalarında haftalık kayıplar yüzde 4 ile yüzde 7 arasında değişirken FT Avrupa 300 indeksinin haftalık kaybı toplam yüzde 9’u aştı.

Bu ortamda, Facebook hisselerinin satışı beklenen başarıya ulaşmadı. Bloomberg’in hesaplarına göre, dünyanın en zengin yatırımcıları geçen hafta borsalarda toplam 33 milyar dolar kaybettiler. Hafta sonunda bir adım geri çekilip de borsaların bu yılkı performansına bakanlar, yılın ilk üç ayında görülen toparlanma havasının geçici olduğu, gerileme eğiliminin en azından (iyimser bir yaklaşımla) Temmuz ayı ortalarına, Yunanistan seçimlerinin ekonomik ve siyasi sonuçları belli olana, kadar süreceği sonucuna ulaşıyorlardı.

Financial Times, Lex köşesi, haftayı, “Avro bölgesinin parçalanmasına giden bir yolun açıkça görülmeye başlandığı günler” olarak tanımlıyordu. Lex’e göre bu yolun haritası şöyle: Yunanistan’da, 17 Haziran seçimlerinden SYRIZA birinci parti olarak çıkıyor. Kurtarma paketi konusunda anlaşma olmuyor, tüm dış kaynak kesiliyor. Avrupa Merkez Bankası Yunanistan’ı Avro bölgesi ödeme sisteminden dışlıyor. Yunanistan, acilen faiz dışı fazla yaratmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyor. Yeniden kullanılmaya başlayan Drahma ve toplam ekonomik hasıla hızla çöküyor. Dövizle borçlanmış olanlar arasında iflaslar hızla yayılıyor. Barclays Capital’in heaplarına göre, bu süreçte Avro bölgesinden Yunanistan’a irade dışı  150-200 milyar Avro (Avro bölgesi toplam hasılasının yaklaşık yüzde 2.5)  transfer gerçekleşiyor. Lex’e göre “bununla sınırlı kalsa denetim altında tutulabilir, ancak, İspanya gibi ülkelere bulaşması kaçılmaz bir süreç bu”;  “tüm bunlar Avrupa liderlerinin ve Yunanistan seçmeninin üzerine çok büyük bir sorumluluk yüklüyor.”

Halkın yaşamıyla kumar oynayanlar...
Ancak bu sorumluluk konusunda, yüzde 60’ı “kemer sıkma” politikalarına hayır diyen Yunan seçmeni farklı düşünüyor. SYRİZA’nin lideri Tsipras da, geçen hafta Almanya Şansölyesi Angela Merkel’i “Avrupa halkının yaşamıyla kumar oynamakla” suçluyordu. Tsipras seçimleri kazanır, yeni hükümeti kurarsa, Yunanistan’a, Almanya - IMF – Avrupa Merkez Bankası eliyle dayatılan “kemer sıkma” politikalarını, bunlara bağlı ödeme planını kabul etmeyeceğini, buna karşılık, Avro bölgesinde kalması, büyümeye öncelik veren politikaları uygulaması için Yunanistan’a gerekli mali desteğin verilmesini isteyeceğini söylüyor.

Tsipras’ın tutumu ilk  anda “hem suçlu hem güçlü” deyimini anımsatıyorsa da bakış açısını biraz değiştirince başka bir sonuca ulaşmak olanaklı. Bakış açısını değiştirmek için de “Grexit” olasılığına, yazının başında aktardığım “iyi de her borçluya, bu borcu vermiş olan bir de alacaklı yok mu?”  sorusuna dönmek gerekiyor.

Birincisi, Grexit’in Avro bölgesine, uluslararası mali sermayeye getireceği maliyetin çapını kimse ön göremiyor. Kaba hesaplar bir triyon Avroya kadar çıkabiliyor. Grexit’in başka ülkelerde yaratacağı siyasi tepkilerin getireceği yükleriyse mali hesaplara dayanarak öngörmek olanaklı olamıyor (Wall Street Journal 18/05/12).  European Council On Foreign Relations’dan Sebastian Dullien’in işaret ettiği gibi, Grexit’in merkez bankalarına getireceği mali yükün yanı sıra, “bulaşıcılık”, 1 Triyon Avro gibi bir destekle engellense bile, borçlu ülkelerin borçlanma faizlerindeki yükseliş, şirketleri, hane halkı harcamalarını, büyük baskı altına alacak, resesyonu, işsizliği daha da derinleştirecek. Bu açıdan bakınca, Yunanistan çıksın, kriz denetim altına alınsın Avro güçlensin hesapları tam anlamıyla bir kumar. Tsipras’ın uyarısı da başta Almanya olmak üzere bu kumarı oynamaya hazırlananları hedef alıyor.
Bu kumarı oynarken, sonuçlardan Yunan halkını sorumlu tutmak ise büyük haksızlık. Bu haksızlığı görebilmek için, Eurostat’ın derlediği verilere bakmak gerekiyor.

Eurostat verileri, bu gün PIGS olarak aşağılanan borçlu ülkelerin, ödemeler dengesinin Avroyu benimsedikten sonra hızla bozulduğunu gösteriyor (John Rosenthal, World Affaires, Mayıs/Haziran) Buna karşılık Avronun kullanılmaya başlandığı 2002 yılına kadar Almanya’nın ödemeler dengesi açık verirken, Avroyla birlikte bu açık kapanarak, hızla fazlaya dönüşmüş., Almanya’nın cari hesap fazlasının yarısı, 2009 yılında diğer üye ülkelerle yaptığı işlemlerden kaynaklanmış. Avro, verimliği, rekabet gücü düşük ülkelerin elinden döviz kurunu ayarlama olanağını alınca, Almanya bu ülkeleri pazar olarak kullanmaya başlamış. Almanya’nın bugünkü siyasi etkisinin arkasındaki finansal gücün, cari hesap fazlasının en azından yarısını, o sırada bu ülkelere neredeyse Almanya’nın borçlanma faizleri üzerinden verilen kredilerle yapılan ticaret yaratmış. Kısacası Avro sayesinde Almanya bu ülkelerin içini boşaltmış, kendi kasalarını doldurmuş. Bu sürdürülmesi olanaksız süreç çökünce de, Almanya şimdi dönüp gerekirse, çoluk çocuk aç kalıp  borçlarınızı ödeyin istiyor.  Bu emperyalist dinamik ve baskı da AB projesinin “çirkin hakikatini” oluşturuyor. Piyasalar, bu projenin devamı, batık alacakların tahsil edilmesi, Avrupa halklarının muhalefetinin bastırılması konusunda Almanya’nın gücüne güvenemediklerinden paniğe kapılmaya başladılar.

Wednesday, May 16, 2012

Hayaletlerin haftası

(14 Mayıs 2012)
Yaklaşık dört yıl önce, 1930’ların “Büyük Buhran”ına göndermeyle “Bu kriz o kriz” diyerek, bundan sonra bizi bekleyen olası siyasi gelişmelere dikkat çekmiştim. Cuma günü, Financial Times’ta Stephen King’in, “1930’ların Hayaletleri Geri Geldi” başlıklı yazısını okuyunca yazara hak vermeden edemedim. Gerçekten de geçen hafta izlediklerimiz, bu “hayaletleri” anımsatıyordu. 

Hâlâ depresyondayız 
Fransız, ama özellikle Yunanistan seçimlerinin çağırdığı “hayaletlere” gelmeden önce ekonomik ortama, hani derler ya, “maddi zemine” kısaca bir bakalım. 

Avrupa Komisyonu bahar dönemi Ekonomik Öngörü raporunu yayımladı. Raporun sunuş yazısı “Ekonomik toparlanma ufukta görünüyor, ama yol uzun ve taşlı olacak” sözleriyle başlıyordu. “Ufuk çizgisine, tanımı gereği, ulaşılamaz ki” diye söylenerek, raporun özet bölümünü okumaya başlayınca da, yoldaki aracın ufuktaki toparlanmaya gidemeden devrilme olasılıklarının daha da artmakta olduğunu düşünmeden edemedim. 

Rapor 2008-09 “Büyük Durgunluk”tan çıkışın, istikrar tedbirlerinin (kurtarma ve kemer sıkma –EY) uygulanmasına paralel olarak başladığını savunuyor, ancak bu çıkışın uzun süreceğini vurguluyor; önümüzde “ılımlı bir resesyon” ardından “düşük oktanlı” bir toparlanma varmış. Rapor, belli ki, İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King’in “Bu çıkışı olmayan bir çöküştü” (“bust withouth boom”) saptamasına (Financial Times 03/05/12) katılmıyordu. Ancak, geçen hafta Fransız ve Yunanistan seçimlerinden sonra oluşan, Avrupa’da bu “istikrar tedbirlerine karşı bir ayaklanma başladığına” ilişkin genel kanı, raporun Avrupa’yı krizden çıkaracak politikalar dediği “şey”in altındaki zeminin hızla dağılmaya başladığını gösteriyor, Mervyn King’in saptamasını destekliyordu. 

Bu sırada, sözde “ekonomik toparlanmanın” amiral gemilerinden JP Morgan, adeta piyasaları sarsarak “Uyumayın, mali kriz hâlâ burada” dedi. JP Morgan, piyasalarda 2 milyar dolar kaybettiğini açıkladı. JP Morgan’ın hisse senetleri de yüzde 9 gerileyerek bankanın değerinde, Wall Street Journal’ın deyişiyle 13 milyar dolarlık bir delik açtı. 

Bu açıklamada, karşımızda denetimsiz bir “oyuncunun” ya da yasadışı bir hareketin olmadığının vurgulanması önemli. Kısacası, risk hesapları tutmamış. Her mali kriz, risk hesapları “tutmadığından” patlak vermez mi? 

Dahası, krizin temel dinamiklerinin hâlâ anlaşılamamış olması, siyasi sonuçlarının gelmeye devam edeceğini gösteriyor. Örneğin, 2007’de patlayan kredi balonu (55 trilyon dolarlık dünya ekonomisinde 1000 trilyonluk bir finansal balon oluşmuştu), kapasite fazlası (aşırı birikim – talep yetersizliği yükü) temizlenmeden, sermaye birikimine, tüketim kapasitesine enerji verecek yeni üretim alanları, teknikleri yaratılamadan ya da talan (merkeze servet transfer alanları - emperyalist paylaşım) alanları bulunmadan Batı kapitalizmi bu krizden çıkamayacak. Bu koşullar gerçekleşemediğinden de, hükümetler ısrarla yükü emekçilerin, orta sınıfların sırtına yükleyerek sistemi ayakta tutmaya çalışacak. Bu da tarihin olasılıklar yelpazesi içinde isyan, devrim, askeri ya da faşist darbe, hatta savaş olasılıklarını güçlendirmeye devam edecek. 

1930’ların hayaletleri 
Financial Times’taki yorumunda Stephen King, hâlâ “şu veya bu biçimde Büyük Depresyon’da olduğumuzu” saptadıktan sonra, yukardaki paragrafta vurguladığım soruna değinerek, bugünkü kemer sıkma politikalarındaki ısrarı, alacaklıların tüm sorumluluğu borçlulara yükleme çabasını, 1930’ların Altın Standardı sisteminde kalma ısrarına, rekabeti arttırmak için fiyatlara ve ücretlere yüklenme politikalarına benzetiyor. Böylece, Viyana’nın en büyük bankalarından Creditansalt 1931’de çöktü, o zamana kadar “Büyük Durgunluk” olan şey “Büyük Buhran”a dönüştü. “Birkaç yıl sonra da Viyana Hhalkı sokaklarda Hitler’i selamlıyordu” diyor. (Financial Times, 10/05/12). Borçlarını ödeyemeyenler, yabancı alacaklıları suçluyordu, milliyetçilik yabancı düşmanlığı güçleniyordu. Tabii kapitalizm düşmanlığı da. 

Bence King, Avrupa Birliği’nin karşı karşıya olduğu ironiyi de, çok iyi özetliyor: “Avro bölgesinin krizini başarıyla çözebilmek için daha fazla Avrupa (Birliği-EY) gerekiyor, ama gittikçe artan sayıda Avrupa seçmeni daha az Avrupa istiyor.” 

King’in bu saptamalarını etraflıca aktardım çünkü, Financial Times’taki başka yorumlar, dolayısıyla da sanırım, ekonominin zirvelerinde giderek güçlenen bir eğilim, Fransa’da Hollande’ın yeni bir başlangıç yapabileceğine inanıyor. FT başyazısı “siyasetin ekonominin önüne geçtiğini” vurguladıktan sonra, Avrupa’nın “sancılı bir demokratik yenilenme” sürecine girdiğini saptıyor. Cumartesi günü, FT’nin “demokratik yenilenme” başlıklı yorumu da “Kaçınılmaz olarak yeni, genç deneyimsiz, denenmemiş, kimi zaman, hoşa gitmeyecek aşırı politikacılar ortaya çıkacak. Bu da yolu çok engebeli yapacak” diyerek, çok da kaygılanmadığını göstererek bitiriyordu. 

Hafta sonuna doğru gelen haberler, kemer sıkma politikalarında ısrar etmekle birlikte Alman yönetiminin, belli tavizler vermeye hazırlandığını, Almanya’nın belli bir enflasyon ve ücret artışına izin vereceğini, kemer sıkma önlemlerini biraz gevşetmeyi kabul edebileceğini gösteriyordu (Der Spiegel, New York Times, 10/05/12). 

Umut Yunanistan solu 
Almanya ve Brüksel’de ekonomi politikalarının yön değiştirmeye başlamasının arkasında, Yunanistan seçimlerinin sonuçları ve Yunanistan solunun, şimdilik uzlaşmaz görünen tutumu var. Bir faşist partinin ve milliyetçi Bağımsız Yunanistan partisinin de beklenenin üstünde oy almış olması, kaygı yaratmış görünüyor. Dahası, Yunanistan’ da sol, kemer sıkma politikalarını kesinlikle reddettiği için hükümet de kurulamıyor; kamuoyu yoklamalarından, gündeme gelecek bir erken seçimde, halkın tavrını değiştirmeyeceği, geçen hafta seçimlerde yüzde 16 oy alarak ikinci parti olan SYRIZA’nın (sol partiler bloku) oylarını yüzde 27’ye yükselterek birinci sıraya oturacağı, Yunan seçim yasası gereği birinci gelene verilen ek 50 iskemleyi alacağı anlaşılıyor. Bu koşullarda yeni hükümeti, SYRIZA, yanına diğer sol partileri de alarak kurabilecek. “Ne kâbus ama?” Hem sermaye açısından, (biraz ironik hatta ters olacak ama) hem de sol açısından... 

Acaba sol seçimlerden önce bir birlik oluşturabilecek mi? KKE, “Komintern III Dönem” (1928-33) hastalığı olarak bilinen, diğer sol partileri karşısına alma, yalnız davranma ısrarından kurtulabilecek mi? SYRIZA hükümet olursa, Fransız Halk Cephesi (1936-37) gibi, reformlardan vazgeçerek, FKP lideri Thorez gibi işçi hareketini dizginleyerek düzenle uzlaşacak mı? 

Eğer uzlaşmaz, Dimitrov’un, Komintern 7. Kongre raporunda önerdiği gibi savunmadan saldırıya geçerse, sermayeyi, bankaları hedef alarak reformları ilerletmeye devam ederse, orduyu, polisi, İtalya’da, Yunanistan’da yeni başbakanları paraşütle indiren uluslararası güçleri nasıl durdurabilecek? 

Yine 1930’ların hayaletleri işte

Thursday, May 10, 2012

Yunanistan - Fransa


(Cumhuriyet) 07 Mayıs 2012 -  Description: http://www.sendika.org/images/pixel.gif
Pazar günü Yunanistan’da genel seçimler, Fransa’da da başkanlık seçimleri vardı. Siz bu yazıyı okurken, büyük olasılıkla sonuçları öğrenmiş olacaksınız. Bunlar, AB ve Amerikan basınına bakılırsa, sonuçları Avrupa Birliğinin geleceğini belirlemeye aday önemli seçimler.

Yunanistan’da yayımlanan Ta Nea gazetesinin yazarlarından Pretenteri, “Kusura bakmayın ama, açık konuşmak gerekirse, Fransa’da yapılan seçimler daha önemli. Acı gerçek şu ki, Angela Merkel’in itiraf ettiği gibi ‘bu günlerde Avrupa politikası aynı zamanda iç politika’. Avrupa çapında sorunların çözülmesine ilişkin Fransız seçmenin yeni, farklı bir perspektif sunma şansı var” diyor. (Ta Nea 03/05/12)
Buna karşılık, Brüksel’deki Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin (Centre For European Policy Studies) başkan Daniel Gros’a göre Avrupa’nın geleceği açısından, “Yunanistan seçimleri sonunda, Fransa seçimlerinden daha önemli olabilir... Yunanlılar esasa ilişkin bir seçim yapmak durumundalar: Avro içinde kalacaklar mı, Avro’dan çıkacaklar mı? Bu, çok derin bir ekonomik kriz. Gelecek hükümetin yapması gereken çok şey var” (New York Times, 04/05/12). Kathimerini’ni gazetesi de “Yunanistan seçim sonuçlarının Avrupa’yı sarsacağına” inanıyor (04/05/12)

Ben bu iki ülkede bu seçimlerin değil, bundan sonraki seçimlerin çok daha önemli olacağını düşünüyorum

Kriz içinde kriz 
Neden böyle düşündüğümü gösterebilmek için önce, bu seçimlerin yapıldığı ortamın kim özelliklerine, bu ortama ilişkin uzun dönemli beklentilere kısaca değinmek istiyorum.

Yaklaşık dört yıldır süre gelen, son aylarda yeniden derinleşmeye başlayan bir ekonomik kriz bu ortamın zemini oluşturuyor. İşsizlik, yoksullaşma gibi krizlerin olağan sonuçlarının yanı sıra, Avrupa Birliği projesini zorlamaya başlaya bir “devlet maliyesi krizi” üye ülkelerin siyasi dokuları, siyasi rejimleri üzerinde çözücü, sınıf çelişkilerini derinleştirici etkiler yapıyor. Bu “devlet maliyesinin krizi” üye ülkelerin aralarındaki, egemenlik bağımlılık (emperyalizm) ilişkilerini de gözler önüne seriyor.

Ekonomik kriz altında boğulan halk sınıfları, devletlerinden kendilerini korumalarını istiyor, kendi ekonomik coğrafyalarına (ülke, İtalya örneğinde olduğu gibi bölge) öncelik vermeye zorluyorlar. Bu talepler 19 yüzyılın sonunda başlayan küreselleşme sürecinin dağılmasına yol açan etkenlerin arasında önemli bir yer tutuyorlardı. Bu gün de bu talepler (ulusalcılık, korumacılık vbç.,) gerek küresel, çapta gerek AB bağlamında, ekonomik bütünleşme ve yönetişim oluşturma süreçlerini tehdit ediyorlar.

Bu ortamın daha uzun süre devam edeceğini düşündüren bir Raporu (ILO Dünya Çalışma Raporu 2012) geçen hafta aktarmıştım. Avrupa Strateji ve Politika Analiz Sistemi (ESPAS) in geçen hafta yayımladığı “Küresel Eğilimler 2030 – Arabağlantılı ve Çok merkezli Dünyada Vatandaşlar” başlıklı rapor, “uzun döneme”, ILO’ya göre daha uzmanlaşmış bir düzeyden bakıyordu.

ESPAS raporuna göre gelecek 18 yıl boyunca, bir taraftan yeni teknolojiler ve ağa bağlı yaşamlar üzerinde sayıları hızla artan bir “orta sınıf” ( bunların aslında işçi sınıfının yeni kesimleri olduğunu düşünmek yararlı olabilir) siyasi ve ekonomik yönetim süreçlerinde daha fazla söz sahibi olmak istiyor. Diğer taraftan, toplumlararasında bağlantılar yoğunlaşırken, dini, etnik, ulusal, bölgesel kimliklere ilişkin farkındalıklar da armaya devam edecek. Bu iki eğilimin dile getirdiği taleplerle, hükümetlerin bu taleplere cevap verme kapasitesi arasındaki uçurum, ekonomik, ekolojik baskıların altında daha da derinleşecek. Böylece ESPAS araştırmasına göre uluslararası sermayenin çıkarlarını tehdit eden olağan şüphelilerin (ulusalcılığın, halkçılığın ve “aşırı siyasi” uçların) etkileri giderek artabilecek. Rapor bu resmi, kaynaklar üzerinde rekabetin artması, küresel yönetişim yokluğu, yükselen güçler gibi sorunlara da değinerek zenginleştiriyor.

“Bir şeyler dağılıyor, merkez çöküyor” 
Özetle, bu seçimlerin zeminini oluşturan siyasi- ekonomik hatta ideolojik/kültürel eğilimlerin gelecek 20 yıl içinde derinleşmeye devam edeceği anlaşılıyor. Bunların ışığında bu seçimlere dönersek. İki saptama yapabiliriz. Birincisi, Fransa ve Yunanistan seçimleri, yönetime halen var olandan farklı bir kadroları, krizin etkilerini hafifletebilecek ekonomi politikalarını gelmesine yol açamayacak. Fransa’da Hollande, Financial Times’ın yazarlarının vurguladığı gibi “korkulacak” biri değil. Wolfgang Müncahu (FT Almanya), Almanya’nın Avrupa’ya dayattığı kemer sıkma politikalarını düşünerek “Belki de ilerici bir başkaldırının başlangıcı olabilir” diyor. Philip Stephens de The Economist”in “Tehlikeli adam” saptamasına atıfla “Fransız devrimi gevezeliğine son verilmesini” istiyor. Hemen tüm yorumcular, Hollande’ın bono piyasalarına tutsak olacağını, Merkel’in de eninde sonunda Hollande ile bir uzlaşma noktası bulacağına inanıyor. Hollande’ın partisi de tam o günlerde, Hollande vaatlerinden dönmeye başladığı sırada, Haziran’da yerel seçimlere gidiyor olacak.

Yunanistan’da durum çok da açık, seçimlerden, ülkeyi 1975’den bu yana yöneten muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK, iyimser yaklaşımla toplam yüzde 35-40 oy alarak çıkacaklar. Haziran’a kadar, seçmenin neredeyse yüzde 70’inin karşı olduğu kemer sıkma önlemlerini meclisten geçirecek koalisyonu kurabilmek için pazarlığa oturacaklar. Bir çok gözlemci seçimlerden sonra kurulacak hükümetin fazla yaşamayacağına inanıyor.
Bu madalyonun öbür yüzünde, Fransa’da, faşist eğilimli Ulusal Cephe’nin adayı Le Pen’in yüzde 20 ve Sol blok’un adayı Melenchon’un yüzde 12 oyu var. Meclise girme barajı yüzde 3 olan Yunanistan’da Sol Koalisyon’un yüzde 13, Komünist Parti’nın yüzde 11, Ekoloji-Yeşiller’in yüzde 4-5 (Hepsinin toplamı yüzde 30’a yaklaşıyor) oy alması bekleniyor (Kathimerini, 03/05/12). Kendilerine faşist hatta Nazi denmesine, aldırmayan, Hitler’in büyük bir tarihsel şahsiyet olduğuna inanan Altın Şafak Partisi’nin de yüzde 5+ oy alarak meclis girmesi bekleniyor.

Her iki ülkede de merkez partilerin krize, toplumsal sorunlara çözüm üretme, halkın taleplerine cevap verme kapasitesi ile halkın tepkileri arasındaki uçurum hızla derinleşiyor, derinleşmeye de devam edecek.

Bu derinleşme de, Faşist partilerin, ulusalcılığa, otoriter ve güçlü lider arayışına, yabancı düşmanlığını gibi kolay çözümlere, demagojik anti-kapitalizme dayanan politikalarını umut gibi sunmalarını kolaylaştıracak, güçlenmelerini hızlandıracak. Bu derinleşme sınıf çelişkilerini, çözümsüzlük algısını güçlendirerek komünist hareketlerin halka ulaşma, “sınıf karşı sınıf” politikalarıyla taraftar kazanma şanslarını arttıracak.

Bu saptamalarda biraz olsun gerçeklik payı varsa, liberal demokrasi ve neo-liberalizm üzerinde oluşmuş mutabakatın (hegemonik momentin) dağılma sürecinin, siyasi merkezin çökme eğiliminin hızlanmasını, giderek şiddetli sonuçlar yaratmasını beklememiz gerekiyor.

Avrupa'da isyan - Ergin Yıldızoğlu

(Cumhuriyet)  09 Mayıs 2012 -  
Fransa ve Yunanistan seçimlerinin ardından pazartesi günü, Avrupa gazetelerinin, başyazılarının başlıklarında en çok yer alan sözcükler “isyan”, “protesto” idi. Seçmen bir tür politikayı ve politikacıyı reddetmişti, ama hangi politikaları onayladığı, belli değildi. Diğer bir deyişle, belirsizlik, kaos unsurları artmaya devam etti.

Fransa’da Sosyalist Parti’nin adayı Hollande başkanlık seçimlerini ikinci turda kazandı. Yunanistan’da, ülkeyi 1974’ten bu yana yöneten Yeni Demokrasi Partisi ve sosyal demokrat PASOK, beklenenden daha az oy alarak koalisyon hükümeti dahi kuramaz noktaya düşerken, neo-liberal, kemer sıkma politikalarına karşı çıkan partilerin hepsi oylarını arttırdı. Radikal Sol koalisyon (Syriza), YDP’nin arkasından ikinci sıraya oturdu. Komünist Parti oyunu arttırarak mecliste 21 iskemle alacak konuma ulaştı. Açıkça faşist politikaları savunan Altın Şafak partisi, önceki seçimlerde yüzde 0.25’te kalan oylarını yüzde 8.8’e yükselterek beklenenin çok üstünde bir başarı elde etti. Bu sonuçlar, Avrupa’da egemen sermayenin, Almanya hükümeti, Avrupa Merkez Bankası ve IMF eliyle dayattığı ekonomi politikalarını Fransa ve Yunanistan’da seçmenin kabul etmediğini gösteriyordu.

‘Mobious Şeridi’nde siyaset 
Modern komünist hipotezin (baskısız, sömürüsüz bir dünya kurulabilir!) kurucularından K. Marx, kapitalist toplumda hükümetleri, sermayenin “yönetim komitesi” olarak tanımlıyordu. F. Engels’e göre burjuvazinin siyasi partileri, egemen sermayenin, bazen birine, bazen öbürüne binerek yoluna devam ettiği atlara benziyordu. Her seçim, toplumdaki siyasi sıcaklığı ölçen bir barometre işlevi görmekle birlikte genelde bir at değişimi işlemi olmaktan öteye gitmiyordu.

Pazar günü gerçekleşen, Fransız başkanlık seçimlerinin, Yunanistan genel seçimlerinin sonuçları, son iki yılda üye ülkelerin yarısında hükümetlerin yönetememesi nedeniyle çöken Avro bölgesinde, böyle bir “yönetim komitesi” oluşturmanın son derecede zorlaştığını, egemen sermayenin olağan atlarının enerjisinin tükendiğini göstermiyor mu? Meydanda başka atlar var. Ama onlar da henüz sermayeyi sırtlarına almayı kabul edecek kadar uysallaştırılabilmiş değil.

Zaten, sermayenin bu yorgun atları koşmaya zorladığı yol da bir garip, adeta “Mobious Şeridi”ne benziyor. Şeridin bir yüzünde ilerlemeye başlarsınız, ama o yüz giderek öbür yüze dönüşür. Ya da merdiven olarak düşünürseniz, “yukarı doğru çıkarken, aşağı doğru iniyorsunuzdur”. The Times gazetesinin, pazartesi günü seçim sonuçlarını değerlendiren başyazısına göre Avrupa hükümetlerinin tam da böyle bir şey yapması gerekiyor: Kemerleri sıkarken, ekonomik büyüme koşullarını oluşturmaları gerekiyor. Aşağı inerken yukarı çıkıyor olmaları gerekiyor.

Yönetenler ve yönetilenler 
Bu görüntünün ne kadar ciddi, hatta “tarihsel” bir “duruma” karşılık geldiğini görebilmek için, yüz yıl önce, yine kapitalizmin bir yapısal kriz içinde, hegemonyacının (sistemde düzeni sağlayan, liderlik eden ülkenin) hegemonyasını kaybetmesinin sancıları yaşanırken, Avrupa hop oturur hop kalkar, savaşlara devrimlere hazırlanırken, V.I. Lenin’in “devrimci durum” olarak tanımladığı koşulları anımsamak yararlı olabilir.

Lenin, “devrimci durumu”, “Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar. Yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar” formülüyle tanımlıyordu. Yunanistan’a, Fransa’ya hatta, geçen iki yılda, üye devletlerin yarısında hükümetlerin yönetemeyerek çöktüğü Avro bölgesine baktığımızda tam da böyle bir “durum” görmüyor muyuz? Tüm Avrupa’ya egemen sermayenin (finans kapitalin) kemer sıkma programını dayatan Almanya’nın muhafazakâr hükümeti de öfkesi giderek artan, seçim sandıklarına, grev oylamalarına da yansıyan bir işçi hareketinin, “ekonomik büyümeden payını alamayan milyonların” (Der Spiegel, 04/05/12) tepkisiyle karşı karşıya değil mi?

Yönetenlerin artık yönetemedikleri, yönetme, ayrıcalıklı olma iddialarını, halkın gözünde haklı kılacak işlevleri yerine getirmedikleri görülüyor. Aksine, “yönetenler” gittikçe artan oranda, beceriksiz, buna karşın iktidar ve servet ihtirasının müstehcen düzeylere ulaştığı bir görüntü sunuyorlar.

Bu ortamda, komünist gelenek yeniden canlanır ve halkın ilgisini çekmeye başlarken, faşist partilerin dinle de yakınlaşmaya, sermaye partilerinin egemen sermayenin ilgisine, iktidar koridorlarına davet edilmeye layık olacakları bir düzeye doğru yükselmeye başladıkları görülüyor.

Kısacası, ekonomik siyasi kutuplaşma artmaya devam ediyor, egemen sermayenin politikalarını “olağan rejimler” içinde kalarak uygulamak giderek olanaksızlaşıyor.