Wednesday, September 24, 2008

Piyasalar ‘Köşeyi’ Döndü mü?

(Cumhuriyet 22.09.2008)


Medyadaki yorumlara bakılırsa, piyasalar “1929’dan bu yana en kötü haftayı” geride bırakmışlar. Gelişmeleri izlerken babalarına (bizim durumumuzda‘devlet baba’) istedikleri oyuncakları aldırana kadar yerlerde tepinen yaramaz çocukları düşündüm. Şimdi, bu yaramaz çocuklar, istediklerini aldıktan sonra artık sakinleşecekler mi? Mali krizin çöküş/panik noktasını geçtik mi?

Panik, çöküş, falan filan…

Bundan sonra olabilecekleri düşünmeye başlamadan, gelin geçen hafta izlediklerimize kısaca bakalım. İşe, önceki haftanın başından, ABD yönetiminin beş trilyon dolar portföylü dev ipotek şirketleri, Fannie Mae and Freddie Mac’ı devletleştirdiği noktadan başlamamız gerekiyor. Böylece ABD yönetimi üç şeyi birden gerçekleştiriyordu: (1) Fannie and Freddie’nin elindeki ipoteklerin üzerine inşa edilen kâğıttan kulenin yıkılması önlendi. (2) ABD bütçesindeki delik aniden ikiye katlanarak GSMH’sinin yüzde 100’üne ulaştı. (3) İpoteklere dayalı varlık piyasasının ne kadar zayıf olduğu bir kez daha kanıtlandı. Bu üçüncüsü, heç (hedge) fonların, yatırım bankaları hisselerine yönelik “açığa satış” (short selling: hisse senedinin fiyatının düşeceğini varsayarak yapılan bir işlem) işlemlerini hızlandırdı. Lehman Borthers, Merrill Lynch, Morgan Stanley’in, Goldman Sachs hisselerindeki gerileme aniden hızlandı. Lehman, bu “short selling” furyası içinde, ayakta kalması için gerekli sermaye enjeksiyonunu yapacak ortağı bulamayarak çöktü. Bank of America Merrill Lynch’i yuttu.

Geçen haftaya böyle başladık. İngiltere’de HBOS grubu, Lehman’ın da etkisiyle çöküyor, hükümet, “rekabet yasasını” askıya alarak TSB Lloyd’su HBOS’u almaya zorluyordu. ABD yönetimiyse 158 yıllık Lehman’ı kurtarmayarak piyasalara “bizden bu kadar” sinyali veriyordu.

Ancak, ABD Hazine Bakanlığı mali piyasalarla iç içeydi, Goldman Sachs’tan gelenlerle doluydu (Washington Post, 19/09). İkincisi, dünyanın mali merkezinin ne pahasına olursa olsun New York’ta kalması gerekiyordu. Üçüncüsü, ABD’nin Çin diplomatik ekonomik ilişkilerinin, 1920’lerden bu yana genomuna işlenmiş, Çin’de büyük bir müşteri ağına sahip dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden AIG (Komaiko & Stewart, The Asia Times 18/09) feda edilemezdi; batma noktasına gelince 85 milyar dolarla, hisselerinin yüzde 79’u alınarak devletleştirildi.

Tam bu sırada 3.5 trilyon dolarlık para piyasası fonu sektörü sallanmaya başladı. Bu “en güvenli piyasadan” bir günde yaklaşık 75 milyar dolar kaçtı. Çarşamba günü piyasalardaki panik çöküşe dönüşüyordu. Hazine kâğıtlarının fiyatları tırmandı, getirileri yüzde 0.05’e düştü. Belli ki, piyasalar artık devletten başka kimseye güvenmiyordu. Nihayet, bankalar karşılıklı kredi açmayı durdurarak piyasayı kilitlediler.

Şimdi tünelin ucunda ışık mı var?

Dev bankalar yatırım bölümleri, heç fonlarının spekülatörleri, bir lira koyup yüz lira borçlanarak oluşturulan kaldıraçlı işlemlerle türev piyasasını 10 yılda yüzde 825 büyüyerek 610 trilyonluk bir köpük oluşturmuşlar, en riskli araç sayılan kredi sigortaları piyasasının hacmini de son üç yılda 6.4 trilyondan, 58 trilyon dolara çıkarmışlardı (www.bis.org). Bu beyler bu arada her yıl milyar dolarlık primleri almışlar, sonra da köpük delinince, Financial Times’tan Martin Wolf’un deyimiyle ABD, İngiliz yönetimlerine, “Batarız, sistemi de peşimizden sürükleriz” diyerek şantaj yapmaya başlamışlardı.

Bu şantaj başarılı oldu. Önce Fed, dünya merkez bankaları yoluyla piyasalara 285 milyar dolar bastı. İngiltere’de Mali Piyasaları Denetleme Kurulu “açığa satış”ı yasakladı, onu ABD izledi. Sonra ABD yönetimi, bankaların batık alacaklarının devredileceği bir kurtarma fonu projesinin hazırlandığını, para piyasası fonlarını garanti altına alınacağını, “açığa satışı” bir süre için yasakladığını, mali piyasaları daha yakından denetleyeceklerini açıkladı. Cuma günü piyasalar tarihlerinin en hızlı tırmanışını sergilediler. TV kanallarına çıkan bankacılarda “ağız kulak mesafesi sıfır”, kulaklarıysa “ama bir trilyonluk yükü ABD vergi mükellefi üstlenecek” yakınmalarına tıkalıydı.

Kimi yorumcular, “tutuklayın, hapse atın” filan diyerek timsah gözyaşları döküyordu (Bloomberg, 19/09). Ama ben en iyi açıklamayı, PNB Paribas’nın, Paul Mortimer-Lee imzalı bir bilgi notunda okudum: “Geçen hafta yaşanan tiyatro, gerekli olanı başardı; siyasi otoritenin, sistemi destekleyecek sermayeyi enjekte etmek için gereken cesareti bulmasını sağladı”… Yazara göre “bankaların bilançolarındaki zehirli varlıklardan kurtulmadan krizin aşılamayacağı daha başından belliydi. Ancak tam seçim öncesi, kongreden bu yönde bir karar çıkarılamazdı… Böyle bir karar, Amerikan halkının gözünde “kaçınılmaz” nitelikte olmadan alınamazdı. Bu yüzden kriz, onların yaşamlarına dokunmalı, refahlarını tehdit etmeli, bunun için de her gazetenin ön sayfasına, her haber bülteninin ilk sırasına çıkmalıydı. Diğer bir deyişle kriz o kadar kötüleşmeliydi ki, (bak 158 yıllık bankalar gidiyor) halk korkmalı, siyasi iradeyi zorlamalıydı”

Şimdi “komplo teorilerini” bırakıp alınmakta olan tedbirlere bakarsak, birincisi, yeni kurulacak fon bankaların elindeki “zehirli varlıkları” alacak. İyi de acaba hangi fiyattan alacak? Bunların piyasa fiyatları neredeyse sıfır. Bankaların koyduğu fiyattan alsa, bankalara bütçeden muazzam bir varlık transfer gerçekleştirecek. Hem de ABD ekonomisi başta olmak üzere Avrupa ve Asya ekonomilerinin resesyona girmeye başladıkları bir dönemde.

İkincisi, “açığa satışı” yasaklamak medyaya hoş görünse bile sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Bu fonlar batmaya başlarsa ne olacak; yarattıkları risk örüntüsünü, kendileri bile hesaplayamıyorlar. Spekülatörlerin duayeni, Warren Buffet’in deyişiyle, evet “bu fonların mutlaka çözülmesi gerekiyor ama yapılacak iş, kediyi eve kuyruğundan çekerek götürmeye benzeyecek. Çizikler iyileşir ama yara izleri yıllarca kalır…”

Bu tedbirler krizi aşmaya yetmez! Hâlâ ortada dünya ekonomisinin 10 katı büyüklüğünde bir kredi, döviz, faiz türevleri köpüğü var. Krizin geride kalması için bunun yüzde kaçının tasfiye edilmesi gerekir, bu tasfiye ne gibi riskler içerir, ben bilmiyorum; aslında bilen de yok (Schwartz, International Herald Tribune, 19/09). Diğer taraftan, “küreselleşme” ya da en azından geçen 5 yılın “refahı” bu köpüğün üzerinde gerçekleşti. Bu köpük sönerken oluşan sorunlar, beş yıl önce olduğu gibi piyasalara para basarak köpük korunarak çözülecek gibi değil. Bu pisliği üreten yozlaşmış bankaları kurtarmak da çözüm değil.

Diğer taraftan, bu köpük sönmeye devam ettikçe, sanayinin bu köpük sayesinde çalışan üretim kapasitesine, refahı bu köpüğü oluşturan kredilere dayanmış tüketiciye ne olacak… Ekonomik daralmanın, reel sektörün mali piyasalar üzerindeki etkisi ne olacak? Temizlenmesi gereken pislik çok büyük, tüm mali sistemin içi çürümüş durumda. Bu yüzden, ne yazık ki, daha uzun bir süre, tünelin ucunda bir ışık gördüğümüzde, bu büyük bir olasılıkla, üzerimize gelmekte olan bir trenin ışığı olacak.

 

 

Wednesday, September 17, 2008

Yorumsuz (17. 09. 08)

(ABD Hazine kağıtları getirisi 1930-2008)

Tuesday, September 16, 2008

Yedi Yıl Sonra Yeni Savaşlara Doğru

(Cumhuriyet 15.09.2008)

9/11’den yedi yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, sanırım şu iki saptamayı yapabiliriz: ABD’nin, 11 Eylül “olayı”nın yarattığı fırsattan yararlanarak dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda ve hegemonyasına rakip olacak büyük güçlerin yükselmesini engelleyecek biçimde düzenlemek için uygulamaya koyduğu politikalar (Yeni Savunma Stratejisi) yalnızca iflas etmekle kalmadı, tam anlamıyla geri tepti. Terorizme karşı küresel savaş projesi, daha Afganistan ve Irak savaşları sonuçlanamadan, Kafkasya bölgesinde ve Orta Asya’da, bu iki savaşla kıyaslanamayacak kadar büyük tehlikeler içeren iki yeni savaş olasılığını gündeme getirdi.

Stratejinin iflası…

Artık çok iyi bildiğimiz bu “Yeni Savunma Stratejisini” uzun uzadıya tartışmanın pek bir anlamı yok. ABD uluslararası ilişkiler disiplininin duayenlerinden Prof. Stephen Walt’ın şu özeti bize yeter: 11 Eylül’den sonra ABD dış politikasını belirleyen neo-con eğilim, “dünyanın, kararlı bir biçimde uygulandığı takdirde, ABD liderliğini, benimseyeceğine… Askeri gücün dünyayı ABD, İsrail ve diğer demokrasilerin yararına düzenlemeye uygun bir araç olduğuna inanıyorlardı” (The National Interest’in Eylül/Ekim 2008).

Bu inanca göre ABD, askeri gücüne dayanarak dünyayı yeniden şekillendirecek, yeni güçlerin yükselmesinin olanaksızlığını, “terorizme karşı küresel savaş” içinde Afganistan ve Irak’ta elde edeceği başarılarla ele güne gösterecekti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Bakın Kings College Savaş Çalışmaları bölümünden Prof. Anatol Lieven, geçen yedi yılı nasıl değerlendiriyor: “Binlerce ABD askeri, on binlerce Afganlı ve Iraklı sivil öldü, yeni savaş tehditleri oluştu. Pakistan gibi anahtar ülkelerin çökmesi ya da düşman olması gündemde”… “İsrail-Filistin çelişkisi bir bataklık olarak kalmaya devam ediyor. Bu sırada Hindistan ABD’nin nükleer alanda kendine verdiklerini almayı biliyor, ama ana konularda ABD’yle çelişen bir yol izlemeye devam ediyor. Çin’in ekonomik büyüme hızı, bir kuşak sonra süper güç olabileceğini gösteriyor. Bu durum ABD için uluslararası alanda stratejik ve ekonomik politika sorunları yaratıyor.”… “Bu sırada önemli bir oyuncu olmaktan çıktığı düşünülen Rusya şaşırtıcı bir toparlanma gerçekleştiriyor!” (The National Interest’in Eylül/Ekim 2008)

“Yeni Savunma Stratejisi” iflas ettiğine göre, acaba şimdi ABD’nin daha esnek, Prof. Nye’in deyişiyle daha bir “yumuşak güce”, diplomasiye dayalı bir savunma stratejisi geliştirmesini bekleyebilir miyiz? Öyle ya, bir Anglosakson deyimiyle “eğer bir çukura düşmüşseniz, kazmaya devam ederek çukuru daha da derinleştirme”nin ne anlamı olabilir?

Ne ki, ABD savunma yönetiminin en üst düzey sorumlularının geçen hafta yaptıkları açıklamalar, bir taraftan bu stratejinin iflas ettiğine ilişkin savları doğruluyor, diğer taraftan ABD yönetiminin, bu krizden adeta içine düştükleri çukuru daha da derinleştirerek çıkmaya çalıştığını düşündürüyordu.

Örneğin, ABD Genelkurmay Başkanı Amiral Michael Mullen, Meclis Silahlı Kuvvetler Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, “Afganistan’da savaşı kazanmakta olduğumuza inanmıyorum. Ama kazanabileceğimize inanıyorum” derken Savunma Bakanı Robert Gates de komisyon üyelerine, “Terorizme karşı savaş bu bölgede başladı, bu bölgede bitmeli” diyordu (Washington Post, 11/09). ABD’nin Ortadoğu ve Orta Asya’dan ordusu CENTCOM’un komutanı General David Petraeus de perşembe günü BBC’ye konuşurken “ABD’nin Irak’ta bir zafer ilan edip gidecek bir duruma hiçbir zaman gelemeyeceğini” … “elde edilen kazanımların da geri çevrilebileceğini” kabul ediyordu. Kısacası Afganistan’da ve Irak’ta zafer söz konusu değil.

Yeni savaşlara doğru

Peki bu duruma çare olarak ne öneriliyor dersiniz? Ne olacak, “çukuru kazmaya devam etmek”... Pazartesi günü gazeteler, ABD askerlerinin Pakistan topraklarında askeri operasyonlara başlamasına ilişkin direktifi bizzat Bush’un imzalamış olduğunu bildiriyorlardı. Salı günü Bush Irak’tan asker çekmeye başlayacaklarını, ama çekilen askerlerin büyük bir kısmının Afganistan’a gönderileceğini açıklıyordu. Amiral Mullen de Afganistan’da savaşı kazanabilmek için operasyonların Afganistan-Pakistan sınırında, Pakistan tarafındaki Federal Aşiretler Bölgesi’nde yoğunlaştırılması gerektiğini, sorunun kaynağının orada olduğunu savunuyordu. Diğer bir deyişle ABD, Pakistan’ın sınırını, bağımsızlığını tanımadığını, savaşı bu ülkenin topraklarına taşıyarak vatandaşlarını hedef alacağını açıklıyordu.

Pakistan’da başbakan, muhalefet partilerinin liderleri ve Genelkurmay Başkanı bu saptamalara şiddetle karşı çıkarak topraklarına izinsiz girecek olanlara “tüm olanaklarını” kullanarak tepki göstereceklerini açıklarken ABD yanlısı, yeni Devlet Başkanı Zerdari’nin suskunluğunu koruması da ülkede ayrıca tepki çekiyor (The International News, 12/09), siyasi krizi daha da derinleştiriyordu.

ABD’nin Afganistan’daki operasyonları, nükleer silahlara sahip Pakistan’ı da, üstelik ülkedeki yerli Taliban’ın güçlenmesine olanak sağlayacak hoşnutsuzlukları da körükleyerek (Asia Sentinel, 10/09) savaşın içine çekmeye başlarken bir diğer ve en az bunun kadar tehlikeli savaş olasılığı da ABD Rusya ilişkilerinde ortaya çıkmaya başlıyordu. Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliği olasılığına karşı tavrını açıklayan İngiltere Büyükelçisi Yuri Fedotov, üyeliği engelleyemeyeceklerini ama kendilerini koruyacak tedbirleri alacaklarını ve kesinlikle misilleme yapacaklarını vurguladıktan sonra “Ukrayna’ya yönelik bir askeri müdahale planımız yok… ancak insanlar Güney Osetya’da olanları da unutmamalı” diyerek Kırım Yarımadası’ndaki Rus nüfus üzerinden oluşacak bir krizin işaretlerini veriyordu (The Independent, 11/09). Ukrayna’da da bu konu üzerinden bir siyasi kriz derinleşirken ABD’de başkan yardımcısı adayı Sarah Palin, ABC News’den Charles Gibson’la konuşurken Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini desteklediklerini, üyelikleri gerçekleştiği takdirde NATO’nun, üyelerini savunmak için Rusya ile savaşabileceğini söylüyordu (AntiWar, 11/09).

Bu gelişmelere ek olarak, haftanın ilk yarısından medyadaki tartışmalar Dick Cheney’nin Gürcistan ve Azerbaycan gezilerinin adeta Rusya’ya yönelik bir provokasyona dönüştüğünü ancak sonuç almak bir yana Azerbaycan’da protokole uygun olmayan bir düzeyde karşılandıktan sonra, Rusya’ya karşı enerji işbirliği önerisinin reddedildiği, hatta Azerbaycan’ı Rusya’ya doğru ittiğini düşündürüyordu (Kommersant, 05/09, Eurasia Insight 08/09, Jamestown Foundation, 09/09).

Geçen haftanın önemli tartışmalarından biri de Türkiye dış politikasının Gürcistan savaşından sonra bölgede karşılaştığı çelişkilerle ilgiliydi. Oluşmaya başlayan genel kanı, bir taraftan ABD Türkiye’yi bölgedeki enerji yollarının Rusya’dan uzaklaştırılması stratejisinin bir parçası olarak Ermenistan’a doğru iterken Türkiye’nin de, Rusya ve Azerbaycan’la, hatta Rusya ile Batı arasındaki çelişkiden yararlanmaya hazırlanan İran’la ilişkileri bağlamında çok zor bir döneme girdiği doğrultusundaydı. 

Wednesday, September 10, 2008

ABD Başkanlık Seçimlerinde İlginç ve Tehlikeli Gelişmeler

(Cumhuriyet 08.09.2008)

Barack Obama’nın başkan adaylığını onaylayan Demokrat Parti Kongresi üzerine bir şeyler yazmak içimden gelmemişti. Geçen hafta toplanan Cumhuriyetçi Parti Kongresi için de benzer bir beklenti içindeydim. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. McCain’in, Alaska valisi Sarah Palin’i başkan yardımcısı adayı olarak seçmesi çok ilginç, bir o kadar da tehlikeli olasılıkları gündeme getirmeye başladı.

‘İmparatorluk sendromu’

ABD başkanlık seçimlerinde, her zaman, dünyanın geri kalanına ABD’nin “Roma” olduğunu anımsatan çok görkemli sahnelere şahit oluyoruz. Tarih de bize, Roma’dan beri imparatorluklar çürüdükçe “gösterilerin” çapının büyüdüğünü gösteriyor. ABD hegemonyasındaki gerilemenin geri çevrilemezliğinin artık iyice belli olduğu bir dönemde, parti kongrelerinin giderek daha görkemli gösterilere dönüşmesi de doğal. Ancak Barack Obama’nın adaylığının onaylandığı kongredeki, Roma imparatorlarının taç giyme törenlerini bile aratacak gösterişli, ekonomik bir krizin ortasında, 6 milyon dolara mal olan “gösteri” gerçekten mide bulandırıcıydı: Görkemli ama kof bir imparatorluk iddiası

İkinci neden, Obama’nın başkan yardımcısı olarak Clinton’ı değil de Biden’i seçmiş olmasının delegeler arasında yarattığı, New York Times’ın deneyimli yorumcusu Maureen Dowd’un gözlemlediği “garip”, “gergin” hatta “paslı” hava, (27/08) tüm bu gösterişe karşın parti saflarında kuşkuların oluşmaya başladığına işaret ediyordu. Bunlara Obama’nın artık kanıksamaya başladığım, büyük bir hatip edasıyla sunulan içeriksiz konuşmalarını ekleyince… Kısacası, “ilginç” bir şey yoktu yazacak.

İmparatorlukların bir diğer ortak özelliği de gerileme dönemlerinde, sefahat ve gericiliği, Lenin’in gözlemlediği gibi “pornografiyi ve mistisizmi” teşvik etmeleridir. George Bush seçimleri, kökten dinci seçmenin desteğiyle kazanmıştı. Başlangıçta ulusal güvenlik, ekonomi, deneyimli ve güçlü liderlik gibi temalar üzerinde odaklaşarak dinci kesimden uzak durmaya çalışan McCain de kamuoyu yoklamalarında uzun süre Obama’nın gerisinde kalınca, sonunda dinamik ve tutkulu bir kesim olan kökten dinci seçmenin desteğini almaya yönelik taktiklere geri döndü. Kimi seçim stratejileri uzmanlarına göre, McCain’in, Palin’i seçmesinin bir diğer nedeni de Clinton’ın başkan adayı olarak seçilmemiş olmasının demokrat seçmen, özellikle beyaz işçi sınıfıyla geleneksel kadın demokratlar arasında yarattığı hoşnutsuzluktan yararlanma arzusuydu.

Yeni Thatcher adayı

Sarah Palin’in birdenbire ortaya çıkması, deneyimsizliğinden, geçmişinin iyi bilinmemesinden dolayı birçok belirsizliği ve kaygıyı da beraberinde getirdi. Hemen bir saldırı kampanyası başlatan demokratlar bir yana, kimi, Krauthammer gibi Neocon yazarlar bile McCain’in bu tercihinin bir “intihar”girişimi olduğunu ileri sürdüler. Kimi, Novak gibi deneyimli yorumculara göreyse, bu “dâhiyane” bir taktik adımdı (Washington Post 03/09). Bir anda, tüm dikkatler Cumhuriyetçi Parti’nin kampanyası üzerinde yoğunlaştı.

İngiliz, The New Statesman’ın Amerika muhabiri Andrew Stephen’a göre bu seçimle McCain, “bir anda kampanya atmosferini değiştirmiş, yenilik iddialarının çoğunu kendi vagonuna almıştı”(04/09/08). Wall Steet Journal’dan John Fund, Palin’in kongredeki konuşmasını dinledikten sonra “Reagan görevden ayrıldıktan 20 yıl sonra onu özleyen Cumhuriyetçiler geleceğin Margaret Thatcher’ını bulmuş olabilirler” diyordu. George Bush’un ilk seçim zaferlerinin mimarı Karl Rove de tarihsel deneylerin aksine bu kez “başkan yardımcısı adayının sonuçları etkileyebilecek bir fark yaratabileceğini”düşünüyordu. Palin’in adı açıklandıktan sonraki üç gün içinde McCain’in 10 milyon dolar ek yardım toplamış olması “paranın” Palin’i onayladığını gösteriyordu (Los Angeles Times 03/09).

Bence bu saptamaların içinde en ilginci Thatcher benzetmesi. Gerçekten de McCain 72 yaşında, kanser hastası. Eğer bu seçimleri kazanırsa ikinci dönem seçimlere katılamayabilir. O zaman da büyük olasılıkla başkan adaylığı Palin’e geçer. Hatta eğer McCain bir hastalık nedeniyle yönetemez duruma düşerse başkanlığın en azından bir süre için Palin’in eline geçmesi söz konusu.

En büyük kaygı da bu olasılıktan kaynaklanıyor: Bu kadar bilinemezlerle dolu, radikal görüşlere sahip, deneyimsiz, dış politika bilgisi neredeyse sıfır, ilk pasaportunu geçen yıl almış bir politikacının kısa yoldan, bu kadar zor bir uluslararası ortamda devlet başkanlığına bu kadar yakınlaşması yorumcularda tedirginlik yaratıyor.

Sarah Barracuda

Ama, sanırım bu kaygılar, çarşamba akşamı kongre salonunda Sarah Palin’i dinleyen delegelerin akıllarındaki son konuydu. Palin’in demokrat basında, kimi geleneksel cumhuriyetçiler arasında bir zaaf olarak görülen özellikleri, delegelerde çok olumlu bir etki yapıyor, uzun süredir ilk kez bir siyasetçi Cumhuriyetçi partinin delegelerini umutlandırıyordu.

En önemli kaygı, başkan yardımcısı adayı olarak seçilmeden önce hakkında ne McCain kampanya görevlileri ne de FBI tarafından yeterince araştırma yapılmamış olmasıydı. Palin’in “gardırobunda kim bilir hangi iskeletler vardı?” Nitekim, iskeletlerin bir kısmı hemen dökülmeye başladı. On yedi yaşındaki kızı hamileydi, kendisi 1990’lı yıllarda Alaska’nın ABD’den ayrılması için yapılan bir kampanyaya katılmıştı (The Guardian 03/09). Belediye başkanı olduğu dönemde yerel kitaplıkta bazı kitapları yasaklatmak istemiş. Kız kardeşinden ayrılan adamın belediyedeki işine son verdirmek istemişti.

Eski güzellik kraliçesi, gençliğinde hokey takımındaki saldırgan stilinden dolayı “Sarah Barracuda” lakaplı Palin siyasi yelpazenin en sağında yer alıyordu. Kürtaja, eşcinsel ilişkilere karşıydı. Evrim teorisine değil yaradılış teorisine inanıyordu. Kendi bölgesinde kutup ayılarının korunmasını amaçlayan önlemlere karşı çıkmıştı, küresel ısınmaya inanmıyordu. Alaska’da petrol aranması için sondaj çalışmalarının başlatılmasından yanaydı. Bu yüzden konferansta konuşmasını yaparken delegeler “Sondaj bebeğim, sondaj”, diye tempo tutmuşlardı (Time, 04/09). Palin bir geyik avcısı olarak, Ulusal Tüfek Derneği’nin üyesiydi, silah denetimini amaçlayan önlemlere karşıydı. Palin’in, bebeğin sakat olacağını bilmesine rağmen doğum yapması, kızının, kürtajı seçmek yerine, bebeğinin babasıyla evlenecek olması, delegeler ve dinci lobi tarafından inancının, sıradan insanın sorunlarını yaşıyor olmasının kanıtı olarak algılandı. Bir metal işçisiyle evli olması da taşra seçmenini “İşler biraz kötü gidince dine ve silaha sarılıyorlar” diyerek küçümseyen Obama’nın seçkinci imajına karşılık “bizden biri” olarak görülmesini kolaylaştırıyordu. Kongredeki konuşmasında, Obama’ya yönelik hedefini 12’den vuran keskin eleştiriler, özellikle “Kimileri değişimden, siyasi kariyerlerini geliştirmek için yararlanırlarkimileri de değişimi gerçekleştirmek için siyasi kariyerlerini kullanırlar” gibi saptamaları delegenin Palin’e olan güvenini arttırıyordu.

Özetle Palin, McCain’in kazanma şansını arttıracak mı yoksa azaltacak mı henüz belli değil. Ancak, eğer McCain kazanırsa, Irak savaşını “Tanrı’nın emri” olarak gören Palin’in, hem ülkesi hem de dünya halkları için büyük bir tehlike oluşturacağı kesin.

Tuesday, September 09, 2008

Rusya Kafkasya ve Türkiye ’nin “yeni” jeopolitiği

(Tempo, 04 Eylül 2008)

Doğu Blokun’nun, ardından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çökmesi, böylece Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye’ye yeni olanaklar sunmuş ancak, yeni bir dış politika paradigması sorunuyla da karşı karşıya bırakmıştı. Rusya’nın bir büyük güç olarak yükselmesi de şimdi  Türkiye’yi tehlikeli dış politika seçenekleriyle karşı karşıya bırakıyor, yine çok önemli dış politika sorunlarını beraberinde getiriyor.

İyimser belirsizlikten kötümser belirsizliğe

Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye üzerinden bir büyük jeopolitik basıncı kaldırırken, aynı anda çelişkili bir duruma yol açtı.

Soğuk Savaş bittiğine göre, Türkiye’nin NATO’nun Güney Kanadı olma konumu anlamını yitirmişti. Öyleyse Türkiye’nin yeni dış politika ilkeleri neler olmalıydı? İkincisi  SSCB karşısında ki stratejik konumu Türkiye’ye iki kutuplu dünyada, mali ekonomik olanaklar, askeri kaynaklar, sağlıyordu. Şimdi Türkiye’nin ABD ve Avrupa açısından stratejik önemi azalırsa bu ekonomik kaynaklar kuruyabilir miydi?  

Diğer taraftan, SSCB’nin dağılmasıyla Kafkasya, Türki Cumhuriyetler Rusya’nın etki alanından çıkarak dünyaya açılmaya başlıyordu. Böylece Türkiye seçkinlerinin büyük bir iyimserlikle, tarihsel kültürel bağlarından dolayı kolaylıkla nüfuz edebileceklerini düşündükleri bir siyasi ekonomik coğrafya şekilleniyordu. Türkiye’yi yönetenler bu yeni koşullara uyum sağlayabilecek, bir bloğun parçası olmanın koyduğu kısıtlamalardan arınmış, etkin bir dış politika oluşturabilecekler miydi?

Şimdi, Putin yönetimi altında toparlanan ve SSCB’nin eski nüfuz alanları üzerinde etkisini yeniden kurmaya başlayan Rusya’nın bu yükselişi Türkiye açısından yeni ve tehlikeli bir dış politika paradigması sorununu gündeme getiriyor. 

Rusya’nın yükseliş süreci, ABD’nin hegemonyasını restore etme çabalarıyla çakışarak, Gürcistan “olayında” olduğu, Türkiye’nin sınırlarında “sıcak noktalar” oluşturmaya başladı. Bu yeni durum Türkiye’yi bu kez,  köklü dış politika ilkelerini, örneğin Montreux (Boğazlar) anlaşmasını dahi değiştirmeye zorlayacak seçeneklerle karşı karşıya bırakıyor. Oluşmaya başlayan tehlikeli belirsizliği, ABD dış politika uzmanlarının, Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğunu bile bile, “Türkiye NATO ile Rusya arasında seçim yapmalıdır” uyarılarından da görmek olanaklı. Örneğin, Hudson Institute’den, Zeyno Baran, Wall Street Journal’daki yorumunda, Türkiye’nin Soğuk Savaş boyunca bile koruduğu Montreux anlaşmasını, Kara Denizi NATO savaş gemilerine açacak biçimde yorumlaması, NATO’un yanında ve Rusya’nın karşısında yer almasını öneriyor. Böylece Türkiye’nin önüne riskli bir dış politika seçeneği gelirken Soğuk Savaş sonrasında oluşan dış politika geliştirme özgürlüğü, belki de o zaman bu özgürlüğünü doğru dürüst kullanamamış olduğu için, şimdi hızla kısıtlanmaya başlıyor.

SSCB’den Yeni Rusya’ya

SSCB, 1980’lerde, Gorbaçev’in liderliğinde ekonomik, toplumsal (Prestorika ve Glaznost) reformlar sürecine girdi, Batı’yla ilişkilerini yumuşatmaya başladı. Gorbaçev’i, 12 Haziran1991 seçimlerini, ekonomik reform ve demokratikleşme programıyla oyların %57’sini ve Batı’nın büyük desteğini alan Boris Yeltsin izledi.  Yeltsin’in Ağustos 1991’de kendisine yönelik bir darbe girişimini bastırdıktan sonra, Aralık 1991’de SSCB’yi fiilen dağıttı ve serbest piyasa ekonomisine geçmek amacıyla IMF patentli bir programı Başbakan Chubais yönetiminde uygulamaya koydu.  Yeltsin 31 Aralık 2000’de istifa ettiğinde, Soljenitzin, “Yeltsin döneminin bir sonucu olarak, devletimizin bütün temel sektörleri, ekonomik, kültürel ve ahlaki yaşamımız talan edildi” diyecekti (The Nation, 25 Aralık 2000)

Gerçekten’de Yeltsin’in başlattığı ''reform süreci''  döneminde, Dünya Bankası Baş (eski) Ekonomisti Stiglizt 'in de işaret ettiği gibi, Rusya'da yoksulların sayısı 10 kat artarak 14 milyon 147 milyona çıktı; 1989-99 arasında GSMH yüzde 50 geriledi. Bu gelişmelere paralel olarak ekonomi mafyalaştı, ''oligarklar'' denen, bir avuç olağanüstü zengin, güçlü insan ülke ekonomisini, özellikle de petrol ve gaz sanayilerini (Foreign Affaires Mart/ Nisan 2000) ele geçirdi. Moshe Levin 'in Le Monde Diplomatique 'te (12/99) vurguladığı gibi, 1998'e gelindiğinde Rusya'da artık ne devlet ne de ekonomi kalmıştı.

Rusya’nın dünya ekonomisi içindeki konumu da değişmişti. Rusya dün sanayi malları ihraç eden bir ülkeyken Yeltsin döneminin sonunda, doğal kaynaklardan elde ettiği ürünleri ihraç eden,  çevre ülkelerine benzemiş, Rusya Bilimler Akademisinden Dr. Dmitri Glinski-Vassiliev’in  işaret ettiği gibi, Saudileşmeye başlamıştı (Ponars Conference, 25 Ocak, 2002). Sanayi ürünleri ihracatının %85’ iniyse silah sistemleri oluşturuyordu.

Rusya yönetici seçkinleri ve halkı bu ''reform sürecine'' girerken Batı'nın kendilerine yardım edeceğini varsayıyordu. Ancak yardım gelmek bir yana, tam bir talan, ülkeden dışarıya yılda ortalama 150 milyar dolar sermaye kaçışı yaşandı. Böylece Alman Koeber Vakfı'nın CIS Barometer dergisinde vurgulandığı gibi ''Moskova, geçmişteki ABD (reformlar-E.Y.) saplantısını stratejik bir hata olarak görmeye' başladı. Artık Rus yöneticisi sınıfına göre ''Rusya önce kendi iç sorunlarını halletmeli, ekonomisini toparlamalı, siyasi olarak güçlenmeliydi'' (Le Monde 17/12/02); liberallerin saygınlıklarını tümüyle yitirmiş olmaları, halkın talebinin de bu yönde olduğunu gösteriyordu.  Putin'e göre ''geçen on yıl boyunca dünya ekonomisine entegre olma çabası ulusal ekonomik kompleksi tahrip etmişti''.

 İkincisi, Batı, Almanya’nın birleşmesi sırasında Gorbaçev’e NATO’nun SSCB nüfuz alanına doğru genişlemeyeceğine ilişkin verdiği sözü de tutmamıştı. Batı, eski SSCB ülkelerini NATO’ya almaya, “Renkli devrimlerle” Rusya’yı kuşatmaya, sivil toplum örgütleri aracılığıyla Rusya’nın iç siyasi yaşamını yönlendirmeye başlamıştı.

Bu iki gelişme Rusya elitini, ekonominin restorasyonu, devleti merkezileştirme ve güçlendirme, doğal kaynakların üzerinde denetimi arttırma, “SSCB’nin çöküşünü 2. Yüzyılın en büyük felaketi” olarak niteleyen Putin’in yönetimi altında SSCB’nin nüfuz alanını restore etme çabalarına hızlandırdı. 

Rusya Federasyonu net nüfus kaybederken, “yakın çevrede” 20 milyondan fazla Rus’un yaşıyor olması da ayrıca bu restorasyon çabalarının önemli nedenlerinden biriydi (Spengler, The Asia Times, 19 Ağustos 2008) Böylece Rusya yönetiminde ulusalcı, merkeziyetçi  ve emperyalist bir refleks güçlenmeye başladı. Bu gün Kafkaslarda patlak veren krizle açığa çıkan bu refleks, Putin dönemine damgasını vurdu.

Putin dönemine yakından bakınca, İki aşama görebiliyoruz: Birincisi, Batı’yla çatışmamaya çalışarak yürüme, bu arada, medyayı ve siyasi partilerin Batı’nın etkisinden yalıtmaya, yerel yönetimlerin yöneticilerinin seçilmesine ilişkin reformlarla devlet aygıtını ve denetimini merkezileştirme, ülkedeki sivil toplum örgütlerini denetim altına alma çabaları.  Bu aşamada, Yeltsin döneminde özelleştirmelerde devlet işletmelerini ele geçirerek büyük servetler oluşturan, sonra özellikle petrol ve gaz alanında doğal kaynakları Batı’ya satmaya başlayan kapitalist elit, “oligarklar” büyük ölçüde tasfiye edildiler, enerji kaynakları, tekrar adım adım devlet denetimi altına alındı. Rusya ile Avrupa arasındaki enerji tedariki ve ticaret alanlarında ekonomik bağlar bu aşamada hızla güçlendi.

İkinci aşamada, Irak’ın işgalinden sonra, petrolün varil fiyatının 20 dolar civarından sürekli yükselerek 110-140 dolar koridoruna ulaşması, dünyanın en önemli petrol ve gaz ihracatçılarından bir olan Rusya’ya yeni avantajlar getirdi. Rusya bu yolla, çok büyük kaynaklara ulaşarak ekonomisinin, askeri yapısının restorasyonunu finanse etmeye, hatta Ukrayna olayında olduğu gibi, uluslararası alanda da etkisini arttırmaya başladı. Bu dönemde, Putin’in giderek Rusya’nın uluslararası konumunu güçlendirmeye başladığını, uluslararası planda, BM Güvenlik Konseyinde, ABD ile çelişen tutumları almaktan çekinmediğini, Şanghay İşbirliği Örgütünün güçlenmesi için çabaladığını, giderek Rusya’da faaliyet gösteren yabancı enerji şirketlerinin sınırlamaya başladığını görüyoruz. Dahası Putin’in Rusya’nın Kafkasya ve Hazar Denizi petrollerinin Batı’ya taşınması üzerinde tekel oluşturması için de çalışmaya başlamıştı.

Enerji piyasalarından elde edilen yeni gelirler Putin’e, Batı’nın Rusya’yı kuşatma stratejine karşı koymaya başlaması için gerekli özgüveni de beraberinde getirdi. Bu yeni özgüvenin, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla oluşan ortamda kendini etkin bir biçimde gösterdiğini söyleyebiliriz.

Tükriye’nin Yeni  dış politika ortamı

Yukarda değindiğim gibi, SSCB yıkıldığında açılan jeopolitik alan, Türkiye’ye yeni olanaklar sunuyordu. Rusya’nın yükselmeye başlaması ve Gürcistan’a girdikten sonra Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlıklarını tanıması Türkiye’yi açısından çok önemli bir dış politika paradigması sorunu yarattı.

Özetle,  Türkiye, Soğuk Savaş sona erdikten sonra, NATO üyesi bir ülke olmakla birlikte kendi coğrafi konumuna uygun, çok yönlü ve derinliği olan bir dış politika “paradigması” kurmaya çalışıyordu. Bu politikanın bir gereği olarak, Karadeniz’de Rusya ile ekonomik işbirliğine dayalı, siyasi olarak sorunsuz ilişkiler sürdürmeye çalışıyordu. Türkiye ABD’nin İran’la girdiği bilek güreşine katılmıyor komşularıyla kurduğu karmaşık ve çok boyutlu ilişkilere dayanarak gerektiğinde Rusya’yı dengeleyen bir çizgi izliyordu. Bu arada, Kafkaslara yaratmaya çalıştığı dengeler içinde, ABD’nin petrol ve gaz boru hatlarını Rusya’nın tekelinden çıkarma girişimlerine destek veriyor, Baki Tiflis Ceyhan boru hattı projesiyle Hazar denizi petrollerini ve gazını Batıya taşıyan bir enerji platformu işlevini üstlenerek jeopolitik ağırlığını arttırmaya çalışıyordu.  AKP hükümeti döneminde bu çizgi izlenmeye devam edilse de, ABD’ye daha fazla dayanma, bu yolla bölgede güç yansıtma eğiliminin (umudunun)dış politika doktrinine daha fazla nüfuz etmeye başladığını da söylemek olanaklı.

Türkiye’nin seçkinlerinin bu çok yönlü dış politikayı izlemeye olanak veren ortamdan yararlanmayı ne kadar başardığı ayrıca tartışmaya değer bir konu, ama şurası kesin ki Gürcistan krizinden, ABD ve NATO gemileri boğazlardan geçerek Karadeniz’e girmesinden sonra, bu ortam hızla kayboluyor.

Şimdi, bölgedeki ülkeler arasında geçerli dengelerin hepsi birden sarsılmaya başlarken Türkiye’nin ABD ve İngiliz dış politika uzmanları tarafından “ya bizdensin ya da bize düşman” anlamına gelen dar bir ikileme sokulmaya çalışıldığı söylenebilir: “Türkiye Boğazları ABD ve NATO gemilerine açarak NATO’nun yanında mı yer alacak? Yoksa Montreux koşullarında ısrar ederek fiilen Rusya’nın yanında mı?” Bu tür bir ikilemin Türkiye açısından ne kadar sınırlayıcı olabileceğini görebilmek için, kendi güvenliği açısından yönetmek zorunda olduğu dengelere kısaca bakmak yeterli.

Karmaşık dengeler dünyası

Türkiye’nin öncelikle Rusya ile ABD arasındaki dengeyi kendisine, gerek uluslararası alanda gerekse ülke içinde, hatta Güney Doğuda ek sorunlar yaratmayacak bir noktada tutması gerekiyor.  Gerçekten de, Türkiye’nin,  Rusya’yı tümüyle karşısına alması en azından ekonomik nedenlerden dolayı akla uygun değil. Türkiye kendisi için yaşamsal önem sahip doğal gaz tüketiminin %65’ini Rusya’dan ithal ediyor; bu ithalatın durması halinde, bu gün için hemen hiçbir alternatife sahip değil.

İkincisi, Türkiye 2008 yılında vermesi beklenen açığın yarısı Rusya ile gerçekleştirdiği ticaretten kaynaklanacak gibi görünüyor. Türkiye, mali yapısının giderek kırılganlaştığı bir ortamda, bu dış açığı biraz olsun kapatacaksa, Rusya ile ticaretinin aksamaması hatta daha da arması gerekiyor. Dahası Rusya ile ekonomik ilişkiler Türkiye’de, Turizm, inşaat tekstil, nakliyat gibi sektörler açısından büyük öneme sahip. Buna karşılık Rusya’nın Türkiye ile ticareti, toplam ticareti içinde önemsiz bir yer tutuyor. Rusya eğere bir ekonomik baskı uygulamak isterse, bu ticaretin bir kısmından, hata tümünden kolaylıkla vazgeçebilir. Kısacası burada Türkiye aleyhine bir durum söz konusu...

Diğer taraftan Rusya’ya karşı tutum alma konusunda ABD ile AB’nin lider ülkeleri arasında görüş ayrılıkları olduğu, bu görüş ayrılıklarının “transatlantik” ilişkilerine yeni gerginlikler eklediği de bir gerçek. Örneğin Almanya ve Fransa’nın, salt enerji, dış ticaret ve mali ilişkiler alanlarında değil, genelde uluslararası jeopolitik kaygılarla da ABD’nin talepleriyle, Rusya’nınkiler arasında, ağırlığı ABD’den yana olsa da, bir denge oluşturmaya çalıştıkları görülüyor. Türkiye’nin bu dengenin şekillenmesini beklemeden kendine dayatılan ikilemlerden birine bağlanmaktan kaçınması gerçekçi ve temkinli bir tutum olacaktır.

Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu, önerisinin, Avrupa çevrelerinde şiddetli bir itirazla karşılaşmazken, ABD dış politika çevrelerinde, Gürcistan ve Rusya’yı aynı masaya oturtmayı, bu arada ABD ile NATO’yu dışarıda tutmayı amaçladığı varsayımından hareketle, ciddi ölçüde şimşekleri üzerine çektiği anlaşılıyor. ABD, AB dengeleri bağlamında bir diğer belirsizlik de Türkiye’nin AB üyeliğinin geleceğine ilişkin. Örneğin,  Reuters’in aktardığına göre Prof William Hale gibi ABD-İngiltere çizgisine yakın kimi yorumcular, “Türkiye, çadırın dışında bırakılırsa, çok daha fazla sorun yaratacaktır” savından hareketle, AB üyeliği olasılığının şimdi daha da güçlendiğini ileri sürüyorlar. Buna karşılık, Eursia Group adlı danışmanlık kurumundan Wolfongo Piccoli adlı bir analiste göre, Gürcistan krizi Türkiye’nin AB üyeliği olasılığını daha zayıflattı. Çünkü böyle bir üyelik “Avrupa’nın sınırlarını Gürcistan’a ve Kafkasların geri kalanına kadar getirir”  (12/08/08).  Diğer bir değişle Avrupa Türkiye’yi sorunlu alanlarla arasında bir tampon bölge olarak tutmak istemektedir ve bu kriz bu tutumu daha da güçlendirmiş olabilir.

ABD’yle Rusya arasındaki ilişkilerin sertleşmesi, İran’ın nükleer silah üretme çabalarını, Rusya’nın da katkılarıyla hızlandırabilir. Böylece Türkiye, yakın bir gelecekte nükleer silahlara sahip bir İran’la yaşamak durumunda kalabilir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde, İran’a saldırma planları yapan bir ittifaktan yana açıkça tutum almanın riskleri, bu risklerin karşılanması için gerekecek savunma tedbirlerinin maliyeti, ülke ekonomisi acısından kaldırılamayacak kadar yüksek olabilir. Karadeniz’in NATO ve Rusya arasında bir çatışma alanı haline gelmesi halinde oluşacak savunma gereksinimleri de benzer bir sonuç yaratacaktır.

Diğer taraftan İran’a karşı ABD/NATO ittifakının yanında açıkça tavır almak, beraberinde Sünni-Arap ülkeleriyle, Türkiye’nin sosyal kültürel yapısını da etkileyebilecek düzeyde yakın ilişkiler kurmayı getirebilir.

 Türkiye’nin Kafkasya bölgesinde, bir etnik çelişkiler yumağına rağmen yönetmeye çalıştığı, Ermenistan, Azerbaycan Gürcistan dengeleri, NATO ittifakının Ermenistan’ı Rusya’nın ve İran’ın etkisinden hızla yalıtmak amacıyla, Türkiye’ye, Azerbaycan’la ilişkilerini risk altına sokacak talepler dayatmasıyla bozulabilir. Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirmesi, tarihsel sorunlarını bir an evvel çözmesi önemlidir. Ancak, bu çözüm süreci, Türkiye’nin sorunu yönetmeyi beceremeyeceği, denetimi elinden kaçırabileceği bir hıza ulaşırsa, hem ülke içinde hem de, uluslararası alanda umulandan farklı sonuçlara yol açabilir.

Nihayet göz önüne alınması, dikkatle yönetilmesi gereken bir diğer hassas denge de Suriye ile ilgilidir. Rusya’nın Suriye’nin Tarsus limanında bir üs açarak Doğu Akdeniz’de donanma bulundurmaya başlaması, buradaki dengeleri değiştirecektir.  Eğer Türkiye, Karadeniz’de Rusya ile, Monreux anlaşması üzerinden kafa kafaya gelirse, Güneyinde de Rus donanmasının varlığını da hesaba katmak zorunda kalacaktır.

Enerji jeopolitiğinde de korunması gereken hassas dengeler mevcuttur. Rusya’nın Gürcistan’a girmesiyle birlikte, BTC boru hattının güvenliği de tehlike altına, hatta kimi yorumculara göre önemi kaybolma sürecine girmiştir. Bu şimdilik,  abartılı bir tespit olmakla birlikte, Türkiye’nin Azerbaycan’la ilişkilerinin bozulması halinde gerçekleşme olasılığı artabilecektir.

Ne ki ABD ve İngiliz yorumcularının, yeni bir “soğuk savaş” projesi peşinde, tüm bu karmaşık dengelerin Türkiye açısından önemini yadsıdıkları, dikkatlerinin Monreux Anlaşması’nın kısıtlamalarının kaldırılarak Karadeniz’in bir NATO gölüne çevrilmesi hedefi üzerinde yoğunlaştırdıkları görülüyor. Besbelli ki, Türkiye dış politikasını yönetmeye çalışanları gerçekten çok zor günler bekliyor.