Tuesday, October 26, 2010

G20 Toplantısının Aynasında...

Hafta sonu G20 toplantısı yapıldı. Toplantı öncesinde ve toplantının ilk gününde egemen olan hava, önceki hafta yapılan IMF-Dünya Bankası’ndakinden farklı değildi (Dünya Ekonomisine bakış, 11Ekim): Küresel “dengesizlikler”, döviz savaşları korkusu. Bu hafta sonunda yapılan yalnızca maliye bakanları toplantısıydı, 11 Kasım’da Seul’de yapılacak “esas” liderler toplantısına zemin hazırlamayı amaçlıyordu. Ama Seul’de yapılacak liderler toplantısından da tıkanıklığı açacak bir sonuç çıkacak gibi görünmüyor. Çünkü tıkanıklıkların arkasında hem yapısal hem de psikolojik-kültürel (siyasi) nedenler var. Bu nedenlerin kısa sürede (öngörülebilir bir dönemde) ortadan kalkması olanaklı değil.

Hep aynı Déjà vù

Hannah Barbara’nın çizgi film karakteri Ayı Yogi’nin (Yogi Bear) deyişiyle “Hep aynı Déjà vù”durumunu yaşıyoruz. IMF-Dünya Bankası toplantısında da bir “Déjà vù” olmuştu. Çünkü bir önceki toplantıda da aynı konular ve çelişkiler vardı. Bu kez de aynı şey; bir “Déjà vù” daha...

ABD’nin dış ticaret açığı, zayıf ekonomik toparlanma ve yüzde10 dolayında dolaşan işsizlik oranlarına karşın, kimi gelişmekte olan ülkelerin, yüksek büyüme hızı, büyük ticaret fazlası, döviz rezervleri olduğu görülüyor. Bunların içinde de bildiğiniz gibi en dikkat çeken ülke Çin. ABD bu“dengesizliklerin” temizlenmesini istiyor. Önerdiği çözüm de, Hazine Bakanı Geithner’in G20 toplantısına gönderdiği mektupta ifade edildiği gibi, dış ticaret fazlasına bir üst sınır getirmek, başta Çin olmak üzere bir seri Asya ülkesinin dövizlerini değerlendirmeye ikna etmek.

BBC’nin bildirdiğine göre mektup G20 bakanlar toplantısında bir direnişle karşılaşmış. Böyle olması da çok doğal. Çünkü bu rezervlerin ve dış ticaret fazlası sorununun arkasında, öncelikle Dünya Bankası’nın eski baş ekonomisti, Nobel ödüllü iktisatçıJoseph Stiglitz’in işaret ettiği gibi, ülkelerin, “kendilerini istikrarsızlıktan korumak için büyük döviz rezervlerine sahip olmaları gerektiğini görmüş olmaları” yatıyor (Christian Science Monitor, 21/10). Diğer bir deyişle bu rezervlerin arkasında, 1997 Asya krizinin etkileri ve küreselleşmeye (finansallaşmaya) karşı korunma çabaları var.

İkinci neden de yine“küreselleşmeyle”, daha doğrusu, 1982 borç krizinden sonra, bu ülkeleri ihracata dayalı büyümeye, dışa açılmaya iten IMF “reformları” ile, bunun öbür yüzü merkezdeki finansallaşmayla ilgili. Bugün G20 ülkelerinin hemen hepsi, ihracatı büyümenin en temel lokomotifi olarak görüyor. Daha önce bu köşede,Financial Times’dan aktardığım gibi, merkez ülkeleri, krizi (talep yetersizliği sorununu) ihracat yoluyla aşmaya çalışıyorlar.

ABD’nin isteğine uyarak“dengesizlikleri” temizlemeye kalkacak olanlar, kendi büyüme hızlarını feda etmeleri, bu fedakârlığın sonucu ihracatçı sektörde oluşacak tahribatın ve işsizliğin siyasi sonuçlarına katlanmaları gerekecek. G20 ülkelerinin, artık tükendiği ortada olan bir modeli, bu modelin mimarı ABD hegemonyasını restore etmeleri için güçlü bir nedenleri yok. ABD de tehdit etmenin dışında teşvik edici birtakım avantajlar sunamıyor...

Aksine, bu ülkelerin mal piyasalarını kullanmanın ötesinde, daha da hızlanacak olan sıcak para harekeleri yoluyla, bu ülkelerin ufkuna, yeni istikrarsızlık riskleri getiriyor. Bu nedenle Çin parasının değerini kendi ekonomisinin gereksinimlerine uygun bir hızda arttıracağını söylerken, Brezilya ve Endonezya (geçmişte sıcak para hareketlerinden çok çekmiş iki ülke) sermaye hareketlerine kısıtlamalar getiriyorlar. Güney Kore de getirmeye hazırlanıyor. Tüm bunları iki hafta önce de konuşmuştuk, gelecek aylarda, haftalarda da “hep aynı Déjà vù”yu yaşamaya devam edeceğimize eminin. Bu yüzden, gelin bu tartışmalara biraz eğlenceli bir açıdan bakmaya çalışalım.

Nostaljik, histerik, nörotik

Bir süredir, ABD dış politika çevrelerinden kimi yazarların yorumlarında, ABD liderliğinin (hegemonyasının) herkesi önüne katıp götürdüğü “küreselleşme engellenemez” günlerine yönelik bir“nostalji” dikkat çekiyor. Biliyorsunuz “nostalji”, eski Yunancada “nostos” (eve dönüş) ve“algos” (acılı, hüzünlü) sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Gerçekten de ABD’nin uluslararası alandaki liderliği gittikçe zayıflıyor, etkisini kaybediyor, önceki dönemi düşünmek bu yazarları hüzünlendiriyor. Diğer taraftan, 2007-2009 mali krizinin şok dalgası geçtiğinden, dünya ticaretinde ve sermaye hareketlerinde görülen iyileşmeler umutlandırıyor, “Küreselleşme geri geliyor” (Hufbauer & Suominen,Foreign Policy, 21/10) başlıklı uzun denemeler yazdırıyor. Ama bu yazarlar da bu geri dönüşün hüzünlü bir durum olduğunun farkındalar. Çünkü dış ticaretteki toparlanma ABD’nin değil, yükselen güçlerin artan etkilerine işaret ediyor. Sermaye hareketleriyse, çoğu ABD kaynaklı, heç fonların sıcak para operasyonlarından ve yükselen güçlerin “devlet fonlarından”kaynaklanıyor. Birincisi tepki çekiyor, korumacı refleksleri harekete geçiriyor. İkincisiyse, çok uygun koşullarda geldiğinden, gelişmekte olan ülkelerin yönetimlerince, Afrika ve Latin Amerika’da adeta kapıda karşılanıyor.

Histeri ise ABD dış politika refleksiyle ilişkilendirilebilecek bir durum. ABD yönetimi, kriz yönetim modelinin tükendiğini, uluslararası alanda iktidar kaybetmekte olduğunu (kastrasyon) yadsıyor (kabullenmek istemiyor). ABD ısrarla, dünya ülkelerine, ABD liderliğinin kapitalizm (“Büyük Öteki”) için ne kadar gereklive herkesin yararına olduğunu anlatıyor. Onu kimse dinlemiyor, ama o ne “Amerika’nın ekonomik siyasi yapısının” artık kafasındaki eski Amerika imajına uygun olmadığını görebiliyor, ne de “yapısının” yeni haline uygun bir konumu benimsemeye hazır görünüyor. ABD yönetimi bu “çatlakta” ısrarla, biteviye, sanki hâlâ egemen güçmüş gibi anlatmaya devam ediyor...

Nörotik’lik de bence Çin’in tutumlarıyla ilgili. Çin liderliğinin çeşitli açıklamalarından, “toplumsal ahengin” önemine yaptıkları vurgudan, ihracata yönelik modeli terk etmek, iç tüketime, katma değer oranı, teknoloji içeriği yüksek malların üretimine geçmek istediklerini, hatta bu yönde adımlar atmakta olduklarını anlıyoruz. Ama ABD veya IMF-Dünya Bankası, bu yönde önerilerle gelince, hemen tepki gösteriyor, sert çıkışlar yapıyorlar. Çünkü Çin liderliği (belki de haklı olarak), kendisi için gerekli bu dönüşümün gerektirdiği fedakârlıklardan, ABD ve Batı’nın, diğer bir deyişle simgesel evrenindeki (yüzyıllık aşağılanma ve sömürü söylemi) “Büyük Öteki’nin”yararlanmasından, böylece bugünkü konumunu kaybetmekten korkuyor. Kendi yükselişini ve dönüşümünü“Büyük Öteki’nin” hizmetine vermekten korkuyor...

Almanya’nın Avrupa Birliği içindeki tutumunda da buna benzer bir yaklaşım görülebilir. AB’yi stabilize edecek mali kaynaklar var ama, Almanya bu kaynakları harekete geçirirken yapacağı“fedakârlıklardan”, AB içindeki (ve dışındaki) diğer güçlerin (ötekileri) yararlanmasından korkuyor. Böylece hem Çin hem de Almanya, nörotik refleksleri yüzünden kendi hegemonya inşa süreçlerini sabote ediyorlar...

Thursday, October 21, 2010

‘Obamania’dan ‘Çay Partisi’ne

ABD’de 2 Kasım’da yapılacak Senato ve Temsilciler Meclisi ara seçimlerinden, Demokrat Parti’nin büyük bir yenilgiyle çıkarak Temsilciler Meclisi’ndekiçoğunluğunu kaybetmesi bekleniyor. DP’nin senatodaki çoğunluğunu kaybetmesi olasılığı da var. Böyle bir gelişme, seçmenin bir dönem ortası protestosunun sonucu olmanın ötesinde bir anlama sahip gibi görünüyor. Siyasette bir iklim değişikliği de söz konusu.

Cumhuriyetçileri bile korkutan yükseliş

İki yıl önce bu zamanlar ABD seçmeninde, hatta dünya kamuoyunda, benim bu köşede “Obamania” olarak nitelediğim (gerek bizim gazetede, gerekse de genelde sosyalistler arasında kuşkuyla karşılanan) bir iyimserlik dalgası yükseliyordu. Zizek’in, kuşkuyla yaklaşanlara karşı “Sinizme kapılmayın, umuda bir şans verin” dediği bu iyimser beklentilere göre ABD’de ilerici bir kabarış yaşanıyordu. Obama seçilecek, ABD siyasi coğrafyası ve uluslararası ilişkiler köklü bir biçimde daha demokratik, adaletli, eşitlikçi bir yönde değişecekti.

Aradan geçen zaman ne yazık ki Zizek’i haklı çıkarmadı. Obama yönetimi tam anlamıyla bir düş kırıklığına, moral bozukluğuna yol açtı. İlerici dalga zayıfladı, giderek geri çekilmeye başladı. Bu sırada, sağda Cumhuriyetçi partinin geleneksel kanadını bile korkutmaya başlayan, sekter-gerici, popülist bir dalga şekillenerek yükselmeye başladı. Bu dalganın başını çeken “Çay Partisi” (İngiliz İmparatorluğu’na karşı isyanı başlatan bir eyleme göndermeyle) adındaki sağ gruplar ve örgütler koalisyonu yapının adayları ön seçimlerde, Cumhuriyetçi Parti içinde, partinin geleneksel adaylarının önemli bir kesimini tasfiye ederek, kendileri aday olmayı başardılar. Böylece Demokratlar Meclis’te ve belki de Kongre’de çoğunluğu kaybederken, özellikle Meclis’te Obama’nın politikalarına karşı mücadele etmeye kararlı üyeleri içeren bir Cumhuriyetçi parti çoğunluğu şekillenmiş olacak.

Obama’yı yargılayarak devirmeye kararlı görünen Çay Partisi üyelerinin, partinin geri kalanını da etkilemesi bekleniyor. Böylece oluşacak bir muhalefetin, Obama döneminde, sakatlanarak da olsa geçmiş olan sosyal güvenlik, sağlık reformları da olmak üzere birçok yeni yasayı geri çevirmeyi, Bush yönetiminin zenginlere yönelik vergi indirimlerini kalıcılaştırması, Obama’nın göndereceği tasarıları bloke ederek, kararnamelerle yönetmeye zorlayarak kutuplaşmayı daha da güçlendirmesi bekleniyor.

New York Times’ın aktardığına göre,“Çay Partisi” adaylarının bazıları, savunma, adalet, hazine gibi anayasal işlevleri olan bakanlıkların dışındaki, tarım, eğitim, iç işleri, konut ve kent geliştirme, ulaşım ve enerji gibi bakanlıkları tasfiye ederek daha “saf bir yönetim yapısına” ulaşmak istiyorlarmış.

“Çay Partisi” hareketi yükselişinin enerjisini, dinci evanjelik gruplarla, federal hükümet düşmanı milis hareketiyle, “neocon” çevrelerle, İsrail yanlısı çevrelerle, petrol ve savunma sektörleriyle, silah lobisiyle, kürtaj karşıtı örgütlenmelerle, göçmen ve yabancı düşmanı ırkçı akımlarla çok yakın hatta organik ilişkilere sahip olmasından alıyor. Diğer bir deyişle mali ve toplumsal açılardan güçlü desteklere sahip bir hareket bu.

Financial Times’ta Philip Stevens’in işaret ettiği gibi, böyle bir yükselişin ABD’nin dış politika reflekslerini, dolayısıyla uluslararası ilişkilerin iklimini de etkilemesi kaçınılmaz. Bu etkilerin, ABD dış politikasında, uluslararası ticaret alanında, (Çay Partisi’nin beyaz işçi sınıfı içindeki etkisi de düşünüldüğünde) korumacılıktan, Çin’e karşı dayatmacılıktan, Ortadoğu’da İsrail’i destekleyen, İran, Hamas, Hizbullah üçlüsüne karşı sertlikten yana bir çizgiyi güçlendirecektir. ABD’nin “Küresel Isınma” alanındaki uluslararası pazarlıklarda işbirliğine daha uzlaşmaz, Avrupa karşısında yeniden tek yanlı, dayatmacı yaklaşımlara geri dönmesi de söz konusu olabilir.

Ve maddi temelleri…

Demokrat Parti seçmeninin moral bozukluğu, siyasetten uzaklaşma eğilimi“Çay Partisi” hareketinin yükselmesini kolaylaştırıyor, ama bu hareketin arkasında güçlü maddi dinamikler de var. Bunların başında ekonomik krizin aşağı orta sınıf ve işçi sınıfı üzerinde yarattığı yıkım geliyor. Krizin etkisiyle 2007’den bu yana 6 milyon Amerikalı yoksulluk sınırı altına düşmüş, on yıldır durağan olan medyan gelir de yüzde 4.2 gerilemiş. (The Guardian12/10).

İşsizlik yüzde 10’a yaklaşır, kredi kartları borçları ödenemez, medyan fiyatı yüzde 20 düşen evler “morgıç” borçlarını karşılayamaz hale gelir, milyonlarca insan evlerini kaybederken aşağı orta sınıfın, ABD’de kendini orta sınıf olarak gören iş sahibi işçi sınıfının, esas olarak kredi köpüğüne dayanan yaşam tarzı (refahı) hızla dağılmaya başlamış. The New York Times’ın bir araştırması, “Kriz öncesi düzeye ne zaman dönebiliriz”sorusuna karşılık uzmanların 10-13 yıldan söz ettiklerini aktarıyordu. (12/10)

Krizin getirdiği bu yıkıntı üzerinde Obama’nın “hataları”(!?), buna karşılık sağın bu hatalardan yaralanma başarısı, Obamania’nın çökmesine neden oldu.

Walden Ballo’nun işaret ettiği gibi Obama’nın en büyük taktik “hatası”, krizin sorumluluğunu, 1980’lerde Reaganve Thatcher hükümetlerinin yaptığı gibi, önceki hükümetin, Bush yönetiminin üzerine yıkmamış, paylaşmayı kabullenmiş olmasıydı. İkincisi, Obama, mali sermayeden emekçilerden yana tavizler kopartarak,1930’ları New Deal Politikası gibi tüm ekonomiyi canlandırmayı, istihdam yaratmayı amaçlayan tedbirleri uygulamaya sokamadı. Obama, Bush yönetiminin, bankaları kurtarma programlarına yenilerini ekleyerek mali sektöre trilyon dolarlık kaynak aktarmaya devam etti hem de halkın büyük çoğunluğu krizden bunalırken…

Bu iki adım, büyük moral bozukluğu, isteksizlik yarattı, Obama’nın, partisinin faaliyetlerini canlandırarak, bu yolla toplumun geri kalanını eğitecek bir siyasi hareketlilik yaratmasının (“bunu yapmak istedi de olmadı mı” sorusunu bir kenara koyuyorum) önünü kapadı.

Bu “hatalar” karşısında sağın çok etkili adımlar attığını gördük. Sağ, ekonomik krizin, işsizliğin faturasını Obama’ya çıkardı, mali sektöre yönelik kurtarma paketlerine karşı çıkarken, aynı anda, sağ popülizmin federal devlet düşmanı duyarlılıklarından yararlanarak, sosyal sigortalar, sağlık reformlarına karşı,“özgürlük”, “Sosyalizme hayır”sloganıyla, Obama’nın Hüseyin adını, rengini de işin içine sokarak, sosyalist olmakla suçlayarak, bir protesto hareketi geliştirdi. Bu hareket, küresel ısınma bağlamında petrol sermayesinin, genelde muhafazakâr kapitalistlerin mali desteğini de alarak kısa sürede güçlendi.

Newsweek’in 1971’de yaptığı, “para ile siyaset arasında o kadar organik bir bağ var ki, bir reform beklemek, bir cerrahtan kendisine açık kalp ameliyatı yapmasını istemek gibi bir şeydir” (Counterpunch12/10) saptaması, Obama için de geçerli. O da düzenin içinden, dev şirketlerin, büyük bankaların mali desteğiyle seçildi, krizin pisliğini temizlemeye çalışırken, yükselen muhalefetin nefretini üzerinde topladı, sınıf mücadelesinde sağı,“yapıyı” hedef olmaktan kurtardı…

Monday, October 18, 2010

Tuesday, October 12, 2010

Ekonomik “toparlanma” zayıflıyor, karamsarlık artıyor

Geçen Pazartesi ve Çarşamba yazılarımda aktardığım sorunlar ve tartışmalar hafta sonunda yapılan, IMF-Dünya Bankası yıllık toplantısından önce, giderek yoğunlaştı. Bir yıl önceki IMF-Dünya Bankası toplantısına egemen olan (bizim o zaman da katılmadığımız) iyimser havanın dağılmış olduğu görülüyor.

Bir yıl içinde, zaten zayıf olan ekonomik toparlanma iyice zayıfladı. Bu sırada uluslararası işbirliği havası dağılmaya, uluslararası gerginlikler artmaya başladı. Dünya ekonomisinin gereksinimleri konusunda, ABD ile Çin’in algıları arasındaki uçurumun giderek derinleşiyor olması da potansiyel olarak çok tehlikeli bir gelişme.

Borç yükü, kapasite fazlası

IMF’in hafta içinde yayımlanan raporu, dünya ekonomisinin 2011 yılında, daha önce öngörülenden daha fazla yavaşlayacağını söylüyor. IMF’e göre gelişmiş ülkelerin kamu borçlarının yükü ve bunları yönetmeye yönelik politikaların etkileri ekonomik toparlanma üzerinde olumsuz etki yapıyor.

Sonuçları hafta içinde yayımlanan bir Standard & Poors araştırması da, bu borç sorununun yapısal bir özellik kazandığını, “patlayıcı bir yol üzerinde” ilerlemeye devam ettiğini gösteriyor. Dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturan 49 ülkenin kamu borçlarının GSMH’ya oranının, mali krizin ve toplam nüfus içinde yaşlı nüfusun ağırlığının artıyor olmasının etkisiyle, 2007 yılında yüzde148’den 2050 yılına kadar ortalama yüzde 245’e yükselmesi bekleniyor (Bloomberg, 07/10/10).

Goldman Sachs’ın baş ekonomisti Jan Hatzius’un ABD ekonomisinin yakın geleceğine ilişkin beklentilerini, “oldukça kötü” ve “çok kötü” olarak tanımlaması, işsizlik oranının yüzde 10’a ulaşacağını, resesyona geri dönme olasılığın güçlendiğini vurgulayarak, mali merkezlerdeki egemen algıyı yansıtıyor (Bloomberg, 06/10). İş aletleri, kimyasal ürünler, tıbbi ürünler sanayi malları ihraç eden, Avro’nun en değerli olduğu dönemde bile ihracatını arttırmayı başaran Almanya’nın ihracatında Ağustos’tan bu yan görülen gerileme de (Bloomberg, 08/10), dünya ekonomisinde toparlanmanın zayıflamakta olduğuna ilişkin savları destekliyor.

Dünya ekonomisinin merkezlerinde, yüksek kamu borçlarını yönetmeye yönelik kemer sıkma politikaları devreye girdikçe, borç köpüğünün arkasındaki esas yapısal sorunun daha da ağırlaşma olasılığı artıyor. Geçen hafta Financial Times baş ekonomisti Wolf’un önde gelen ekonomilerin tarihsel büyüme trendlerinin yüzde on alında seyrettiklerine ilişkin gözlemlerini aktarmıştım. Bu hafta The Economist de, sanayileşmiş ülkelerde potansiyel GSH ile gerçekleşen GSH arasındaki açığa, dolayısıyla atıl kapasite sorununa dikkat çekiyor, ekonomik toparlanmanın bu atıl kapasiteyi hareket geçirecek güce ulaşamadığından yakınıyordu.

Bu bağlamda, The Economist’in yazısında, çalışan kişi başına GSH oranını gösteren bir grafik çok tehlikeli bir gelişmeye işaret ediyordu. Grafik gelişmiş ülkelerin performansının 1995’den bu yana, özellikle 2003/4’den sorma hızlanarak sürekli düştüğünü gösteriyor. Buna karşılık yükselen piyasaların performansını gösteren eğri 1990’dan sonra sürekli ve güçlü bir biçimde yükseliyor. Ancak bu yükselme 2006/07’den itibaren bir gerilemeye dönüşerek gelişmiş ülkelerin düşme eğilimine katılıyor.

Bu grafik, çevre ve merkez arasında bir senkronizasyon oluştuğunu, sermayenin gerçekleşme peşinde koşarken kaçacağı alanların hızla kurumakta olduğunu gösteriyor. Halbuki merkez ülkelerin ekonomileri talep yetersizliği, kapasite fazlası sorununu aşmak, ellerindeki mali sermayeyi değerlendirmek için çevre ülkelerin piyasalarına, oralarda brikmiş olan servetlere gözlerini dikmiş durumdalar. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IFF) açıkladığı verilere göre, yükselmekte olan piyasalara, giden net sermaye miktarının 2010 yılında daha önce ön görülen 709 milyar doları aşarak 825 milyar dolara ulaşmış (Los Angeles Times, 06/10)

Ve yeni köpükler..

Yükselen piyasalardaki güçlü büyümeye ilişin tartışmaların canlanmaya, kaygıların da su yüzüne çıkmaya başlamasının ardında işte bu gelişmeler yatıyor: Sakın, mali sermayenin merkezdeki sıkışıklıktan kaçarak çevre ülkelere yönelmekte olması, buralarda ekonomik büyümeyi desteklerken, aynı zamanda yeni bir mali krizin koşullarını hazırlıyor olmasın? IMF’in Batı Yarım Küre direktörü Eyzaguirra’da bu “elverişli durumun (sermeye akımının) sürdürülemeyecek bir eğilim” olduğuna inanıyor (Emerging Markets, 08/10)

Koşullar oldukça farklı olmasına karşın, benzer bir süreç, 1970’lerin başında, yapısal krizin ilk büyük resesyonunun ardında yaşanmıştı. O zaman, merkezden çevreye kaçmaya başlayan mali sermaye, önce ekonomik büyümeyi hatta sanayileşmeyi teşvik etmiş ancak, ABD faizleri yükseltir yükseltmez (Volcker şoku) 1982’de çok şiddetli bir borç krizine yol açmıştı.

Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick’in, yaptığı uyarı da bu risklerin artmakta olduğunu düşündürüyor. Zoellick’e göre “getiri peşinde koşan para, yükselen piyasaların dövizlerinin değerini, varlık fiyatlarını yükseltiyor, gayrimenkul ve emtia piyasalarında köpüklerin oluşması riskini arttırıyor” (Financial Times, 05/10).

Bu arka plan üzerinde bazı gelişmeler, uluslararası işbirliği ortamının zayıflamasına, siyasi gerginliklerin artmasına yol açıyor. Bu olguyla ilgili olarak, IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn “bazı hükümetlerin iç sorunlarını çözmek için döviz kurlarını kullanma riskine” dikkat çekerken, “bazı ülkelerin döviz kurlarını silah olarak kullanmaya başladığına ilişkin bir kanı oluşmaya başladı” diyor. (Market Watch, 07/10)

Gerçekten de, Brezilya, Güney Kore, Tayland, Çin, hatta Avustralya (Wall Street Journal 08/10) gibi ülkelerde, mali sermayenin saldırgan ve talancı sıcak para operasyonlarına karşı korunmak, bu arada dövizlerin değerlenerek ihracat kapasitelerini olumsuz etkilemesini önlemek için döviz kurlarına müdahaleye, sermaye girişini kısıtlamaya yönelik önlemler alma eğilimi güçleniyor. Uluslararası mali istikradan sorumlu olma iddiasında olan IMF de bir taraftan (Çin’e gelince) sermaye kontrollerinin zararlarını anlatıyor, diğer taraftan, (Latin Amerika’ya) gelince bu uygulamaları destekliyor, hatta yol göstermeye çalışıyor (Emerging Markets, 08/10/2010)

Böylece, merkez ülkelerinin sermayesinin yükselen piyasalara ulaşma, kendi pazarlarını korunma rekabeti de, döviz savaşlarını kızıştırıyor. Bu bağlamda, Çin’i döviz manipülasyonu yapmakla suçlayanların da, döviz manipülasyonu yapmakta olduğu görülüyor. Japonya Yen’in güçlenmesini engellemek için mali piyasalara müdahale ediyor, ABD ve İngiltere, büyük çaplı parasal genişlemeye giderek dövizlerinin değerini aşağı çekmeye çalışıyorlar.

Tüm bunlar yaşanırken, ABD ve Avrupa’nın, “dünya ekonomisindeki dengesizlikleri düzeltmek gerekiyor” varsayımıyla Çin’in üzerindeki baskıları artıyor. Çin’in bu baskılara kararlı bir biçimde direniyor olmasıysa akla “Ya Çin bu dengesizlikleri azaltmak istemiyorsa?” sorusunu getiriyor. (Çarşamba günü devam ediyorum)

Tuesday, October 05, 2010

Kriz, Hegemonya, Emperyalizm...

Çin ile Japonya arasında patlak veren balıkçı gemisi krizi ve ABD Temsilciler Meclisi’nin geçen hafta, Çin’i döviz manipülasyonu yapmakla suçlayarak onayladığı korumacı tedbirler, uluslararası ilişkilerin, özellikle ABD ile Çin arasındaki çelişkilerin krizle birlikte sertleşmeye başladığını gösteriyor.

Kriz ve emperyalizm

Bu sertleşmenin arkasında Çin’in“yükselme süreci” karşısında, ABD ve genel olarak “Batı”da giderek artan kaygılar var. Bu kaygıların temelinde de krizle birlikte iyice önem kazanan kaynak, piyasa paylaşım “savaşları” var.

Krizle emperyalizm arasındaki ilişkiyi birçok kez tartıştık. Burada, iki popüler ekonomistin, Martin Wolf (Financial Times), Prof. Krugman’ın (New York Times) geçen haftaki yorumlarında dikkatimi çeken noktalara değinmekle yetineceğim.

Wolf, döviz kurları üzerinden merkantilist bir rekabetin kızışmakta olduğunu yazıyor. Wolf’a göre, bu kızışmanın arkasında, gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin performansının geçmiş trendlerinin yüzde10 altında seyretmesine yol açan talep yetersizliğisorunu var. “Bu ülkeler, talep yetersizliği sorununu ihracata dayalı büyümeyle aşmayı umuyorlar.” Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinde, özelikle Çin ekonomisi içindeki talep büyük önem kazanıyor. Dünya ekonomisinin, gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerdeki talepten yararlanmasına olanak verecek yönde yeniden şekillenmesi için zengin ülkelerden yoksul ülkelere doğru büyük çaplı sermaye hareketleriningerçekleşmesi gerekiyor. Ancak, Wolf’a göre dünyanın en başarılı ihracatçısı (Çin) aynı zamanda en büyük sermaye ihracatçısı olduğu müddetçe bu denklemin çözülmesi olanaksız (“Currencies clash...”, 28/09).

ABD’de liberal kesimden Krugman’ın saptamaları da benzer yönde. Ancak Krugman, ABD’de işsizliği azaltmak için Çin’e yönelik daha sert korumacı tedbirlerin alınmasını istiyor. Krugman’a göre de gelişmiş ülkelerde bir talep yetersizliği, kapasite (sermaye fazlası) sorunu var. Buna karşılık gelişmekte olan ülkeler, çok geniş yatırım olanakları sunuyorlar. “Doğal olarak da sermaye, depresyon içindeki gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru akıyor.”Ancak gelişmekte olan ülkelerden en büyüğü olan Çin,“Bu sürecin doğal bir biçimde işlemesine izin vermiyor”... “Çin hem yabancı yatırımlara çeşitli engeller koyuyor, hem de özel fonların Çin ekonomisine girişini sınırlıyor; aynı anda dövizinin değerlenmesini engelleyerek ihracatını teşvik ediyor.” (“Taking on China” 30/09; abç)

Wolf ve Krugman’ın önerileri Lenin’inEmperyalizm broşüründe verilen örnekleri aratmayacak nitelikte: Merkez ülkeler krizi aşmak için çevre ülkelere mal, ama özellikle sermaye ihracatlarını arttırmak, bu ülkelerin ekonomilerini sınırsızca kullanmak istiyorlar. Ama, Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin,Washington Post’tan Samuelson’un vurguladığı gibi, “dünya ekonomisini yöneten temel kuralları kabul etmiyor”..“bu kuralları kendi gereksinimlerine göre değiştirmeye çalışıyor”. Samuelson, “Bu iki farklı dünya düzeni konseptinin çatışması kaçınılmaz” dedikten sonra ekliyor: “Ticaret savaşı tehlikeli bir seçenek, ancak Çin’in dünya ekonomisini şekillendirmesine izin vermek tam anlamıyla bir felaket olacaktır.” (Making of a trade war with China, 27/09)

Kriz derinleştikçe, ABD’nin ve Batı merkezli mali sermayenin sözcülerinin Çin’e bakışı, adeta Romalı senatörCato’nun, Kartaca’ya bakışına benzemeye başlıyor: Carthago delanda est! (Kartaca yok edilmelidir). Çin’in direnci kırılmalı, ekonomisi açılmalıdır!

İki taktik

ABD, Çin’in “barış içinde yükselme”stratejisini, bu stratejinin gelişmekte olan ülkelerde bulduğu yankıyı, dünya ekonomisinde artan ağırlığını dengeleyecek, tersine çevirecek etkin politikalar geliştirmekte zorlanıyordu.Bush döneminin, güç gösterisine dayalı imparatorluk stratejisi iflas ettikten sonra bu alanda Çin’in de giderek daha etkin bir biçimde yararlanmaya başladığı bir belirsizlik oluşmuştu. Halbuki, ABD açısından, Çin’in askeri bir pariteye ulaşmadan yükselmesinin engellenmesi gerekiyordu...

Geçtiğimiz haftalardaki gelişmeler, ABD’nin Çin’e yönelik iki taktik geliştirmeye başladığını düşündürüyor: Birincisi, Çin’in ekonomik gücünü, 1980’lerin sonunda Japonya’nın yükselmesinin önünü kesen yöntemlerle kırmayı amaçlıyor. İkinci taktik ise,“Çin’in barış içinde yükselme süreci, kazan-kazan dönemi sona erdi. Çin saldırgan politikalar geliştirmeye, küstah bir diplomasi uygulamaya başladı”temasını işleyerek, bölge ülkelerinde bir tehdit algısı yaratmaya, böylece onları kendi güvenlik şemsiyesi altına çekmeye yönelik.

Birinci, ABD medyasının “Çin ticaret savaşı çıkarmak istiyor” yaygaraları, Temsilciler Meclisi’nden geçen korumacı yasa, 1985 Plaza Anlaşması’ylaJaponya’ya karşı oluşturulan koalisyona benzer bir uluslararası ortamı bu kez Çin’e karşı oluşturmayı amaçlıyor. Japonya 1985’te Plaza Anlaşması gereğince yen’i değerlendirdi, arkasından da hâlâ sona ermeyen bir depresyon sürecine girerek, ABD karşısında bir hegemonya adayı olmaktan çıktı. Ancak bugün ne ABD’nin böyle bir liderlik kapasitesi var, ne de Çin, Japonya gibi ABD’nin bir protektorası. Çin yönetimi da, 1985 Plaza Anlaşması’nı Japonya’ya yönelik bir ABD darbesi olarak algılıyor, benzer bir yol izlememeye kararlı görünüyor.

Bu yüzden, ilk işaretlerini üç hafta önce, Güney Çin Denizi’nde bir Çin balıkçı gemisiyle, Japon sahil koruma botunun çarpışmasıyla başlayan olaylarda izlemeye başladığımız ikinci taktik önem kazanıyor.

Balıkçı gemisinin kaptanını tutuklayan Japonya, Çin’in baskıları karşısında geri basarak kaptanı serbest bırakınca, Batı medyası, Çin’in saldırganlaşmaya başladığına karar verdi. Bu sırada ABD ve İngiltere medyası, Çin’in, büyük petrol ve gaz rezervlerine sahip Çin Denizi’nde, bölgedeki irili ufaklı adalarda hükümranlığını yeniden dayatmaya başladığını, böylece“yükselme sürecinin” barışçı dönemi geride bırakarak saldırgan bir aşamaya girdiğini ileri sürmeye başladı. Yorumlar bilişim, iletişim, savunma alanlarındaki ileri teknolojilerin üretiminde girdi olarak kullanılan ender minerallerin üretiminin yüzde 97’sini Çin’in denetlediğini, bir tekel gücü oluştuğunu vurguluyorlardı. Dahası Çin, Japonya ile balıkçı motoru olayını tartışırken, bu minerallerin Japonya’ya ihracatında beklenmedik, ama Rusya’nın enerji kaynaklarını diplomatik bir silah olarak kullanma taktiğini anımsatan bir kesinti de yaşanmıştı.

Bu yorumculara göre Çin bir süredir, ABD hegemonyasından yararlanarak sessizce güç biriktiriyor, ABD savaşırken, Afganistan’da büyük bakır rezervlerinin, Irak’ta da petrol rezervlerinin işletilmesine yönelik kontratlar elde ediyordu (Applebaum, Washington Post, 28/09). Foreign Affaires’de yayımlanan bir yorumda, Çin’in gemilere yönelik geliştirdiği balistik füzelerin genişlemeci bir politika izlemeye başladığı, Güney Çin Denizi’ne ABD’nin erişimini kısıtlayabileceği, askeri gelişmesinin geometrik bir büyümenin hızının eşiğinde olduğu ileri sürülüyordu (Seth Cropsey, 27/09).

ABD dış politika yazarları şimdi, “Çin saldırganlaştıkça bölge ülkeleri ABD’ye yaklaşıyor” havasını yaymaya çalışıyor. Buna karşılık, Çinli yorumcular, Japonya’nın arkasında ABD’nin elini görüyorlar (Global Times 30/09), Batı’nın Çin’i tecrit etmeye çalıştığını düşünüyorlar (Global Times, 30/09).