Tuesday, September 27, 2011

Piyasalar yine...


26 Eylül 2011 -  
Yaz tatilinden sonra, ilk pazartesi yazısı için topladığım verilere bakınca garip bir duyguya kapıldım. Adeta, 22 Ağustos tarihli “Piyasalar yine ‘kalp krizi’ geçirdi” yazısını yazıyordum:

En son veriler dünya ekonomisinde başladığı varsayılan toparlanmanın geleceğine ilişkin korkuları güçlendirmiş, piyasalar, siyasi otoritenin çaresizliğinin ayırdına varmıştı. Perşembe günü borsalar şiddetle sarsılmış, adeta bir ‘kalp krizi’ geçirmişti. Siyasi irade, güven vermek için “inşallah maşallah gerekeni yaparız, ufukta resesyon yok” filan diyor, piyasalar, çaresiz bu açıklamaları satın alıyor, cuma günü ortalık biraz yatışıyordu; yeni bir “kalp krizine” kadar...

Ancak bu “kalp krizlerinin” giderek şiddetlendiğini düşündüren belirtiler de yok değil.

Kötü perşembe
Geçen hafta perşembe günü borsalar yine şiddetle sarsıldı, Dow Jones Sanayi Endeksi yüzde 3.5, Avrupa ve Asya borsaları yüzde 3.2’den (FT 100) ile yüzde 5.2’ye (CAC 40) varan oranlarda düştü. Cuma günü borsalar sakinleşir gibi oldu. Ancak hafta kapandığında, “Ekim 2008’den bu yana en kötü hafta” olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Dahası borsalarda 2009’da başlayan toparlanmanın zirve yaptığı temmuz ayından bu yana yaşanan gerileme yüzde olarak Dow Jones’ta 14.5, FT 100’de 15.4, Dax ve Cac 40’ta 30’a ulaşıyordu.

Mali piyasaların, akıldışı, sürü refleksiyle davrandığını, yüksek frekanslı işlemlerin (high frequency trading) dalgalanmaları büyüttüğünü biliyoruz, ama bu gerilemeler ve korku yersiz değil. ABD Federal Reserve Başkanı Bernanke’nin, Dünya Bankası Başkanı Zoellick’in, IMF Başkanı Lagarde’ın ve Dünya Ticaret Örgütü Lamy’nin geçen hafta medyada aktarılan demeçlerine bakmak yeterli.

Bernanke “Riskler belirgin biçimde arttı” dedi, 400 milyar dolarlık uzun dönemli Hazine tahvili satın alacağını açıkladı. Kaygıyla beklenen III. Parasal Genişleme nihayet geliyordu. Öyleyse durum çok kötü olmalıydı. Bernanke “belirgin” sözcüğünü en son 2008’de kullanmıştı. Bundesbank direktörü Andreas Dümbert de perşembe günü “büyüme karşıtı riskler belirgin biçimde arttı” saptamasıyla Bernanke’ye katıldı.

Zoellick’e göre “küresel ekonomi tehlikeli bölgeye girmişti”; “İkinci bir resesyonun gerçekleşmeyeceğine ilişkin inancım her gün biraz daha zayıflıyor” diyordu. IMF, Dünya Ekonomisinde Durum raporunu yayımladıktan sonra, bir basın toplantısı yapan Lagarde, “ekonomik toparlanmaya giden yolun, 2008’e göre daha da daraldı”, “dünya ekonomisi tehlikeli bir safhaya girdi” dedi. IMF raporu, dünya ekonomisinin büyüme hızının düştüğünü, Avro Bölgesi’nin resesyonun eşiğinde olduğunu gösteriyordu. IMF’nin aşırı iyimser bir kuruluş olduğunu bilen piyasalar bu verilerden gereken dersi çıkarttı.

Lamy, dünya ticaretinin 2009’dan bu yana ilk kez ve “belirgin bir biçimde” yüzde 6.5’ten yüzde 5.8’e gerilediğini açıkladığı basın toplantısında, korumacılık eğilimlerine karşı uyarıyordu. Hollanda Ekonomi Politikası Çözümleme Bürosu, dünya ticaretinin 2008-09’dan bu yana ilk kez daralmaya başladığını ileri sürüyordu. Bu sırada, Brezilya, bazı ülkelerdeki atıl kapasiteye, damping risklerine karşı “seçici korumacılık” uygulamayabilmek için DTÖ’ye başvuruyordu.

İkinci resesyonun ABD’de çoktan başlamış olduğuna inanan George Soros, Avro krizine, ülke iflasları olasılığına göndermeyle “Bugün durum Lehman Brothers’ın iflasından çok daha tehlikeli” diyordu.

Yine “Titanic” metaforu, 1930’lar anımsanıyor, Roubini siyasi otoritenin 1930’ların hatalarını tekrarladığını, depresyon riskinin çok arttığını ileri sürüyordu (Emerging Markets, 24/09). Geçen hafta emtia ve altın fiyatları da “yere çakılıyordu”. MarketWatch analistlerinden, Mark Hubert de 1932’de başlayan beş yıllık borsa yükselişine göndermeyle “Nerde o şans” diyordu; ardından gelenleri düşünmeden...

IMF, Dünya Bankası, piyasalar küresel çapta, kolektif bir müdahalenin gerekli olduğunda anlaşıyorlar. Ancak böyle bir olasılığın gerçekleşebileceğine inanç, alacağı biçim konusunda bir mutabakat yok. Nitekim, Lagarde’ın önerileri, G20’nin cuma günü piyasaları rahatlatmak için yaptığı açıklamalar, piyasalarda, “çok soyut”, “yeni bir şey yok” saptamalarıyla karşılandı.

Dünyanın en büyük bono yatırımcısı, PIMCO’nun CEO’su El-Erian’ın “Adeta iki bölümden oluşan, birbirinden farklı parçaları çalmaya çalışan bir orkestra var. Her iki bölüm de orkestra şefine bakıyor ama o ortada yok” saptaması (Emerging Markets, 23/9) durumu çok iyi betimliyor.

Artık, dünya ekonomisi iki parçadan oluşuyor. “Batı” resesyonda, hatta çalışanlar, gelirler, kimi kritik sektörler açısından depresyonda. Buna karşılık dünya ekonomisinin yarısını, nüfusunun çoğunu oluşturan gelişmekte olan ülkeler, 2007’den bu yana, “kriz boyunca” yüzde 10’a varan hızlarda büyümeye devam ediyorlar. Buna karşılık egemen ekonomik model, siyasi, asker, iktidarın dağılımı hâlâ Batı’nın damgasını taşıyor onun çıkarlarına öncelik veriyor. Bu durumda, bu kurallar çerçevesinde krizden çıkmak Batı’nın egemenliğinin korunması anlamına geliyor. “Orkestranın bir bölümü” bu “parçayı” çalmak istemiyor. Krizden çıkarken güçler dengesinin, yeniden düzenlenmesi, oyunun kurallarının değişmesi gerekiyor. Ama nasıl?

Acaba savaş...
Bu soru ne zaman gündeme gelse, söz de dönüp dolaşıp savaş konusuna geliyor. Harvard Üniversitesi, Kennedy School of Government’dan, dış politika alanında etkin isimlerden Prof. Stephen M. Walt da Foreign Policy’deki yorumunda “Ya dünya ekonomisi bir eksiksiz fırtınaya toslarsa?” diye sorduktan sonra, “Ben ekonomist değilim, eksiksiz fırtına senaryosu ne kadar olası bilmiyorum” diyerek ekliyordu, “ama unutmayalım ABD’yi, Büyük Depresyon’dan II. Dünya Savaşı çıkarttı... Gündemde kazanılacak bir savaş vardı. ABD halkı bütçe açığına, bütçenin yüzde kırkının savunmaya gitmesine itiraz etmedi. Fedakârlıklara katlandılar, partizan tartışmalar yatıştı. Devasa Keynesgil harcama ekonomiyi krizden çıkarttı”

Evet, Walt ekonomist değil. O yüzden savaş başladığında, ABD’de, yeni bir sermaye birikim rejiminin temel unsurlarının (Taylorizm, bant sistemi, kitlesel üretim, kitlesel tüketim) bazı öncü sektörlerde, örneğin otomotivde çoktan ortaya çıkmış olduğunun ayırdında değil. Savaş sırasında bunlar başka sektörleri de etkileri altına alarak egemen hale gelmeye başladı. ABD’nin askeri kapasitesinin arkasında bu yeni rejimin unsurlarının üretkenlikte yaptığı sıçrama yatıyordu. Savaştan sonra kurulan ABD hegemonyasının, bu hegemonya altında krizden çıkışın temelinde de hem bu askeri kapasite hem de bu yeni sermaye birikim rejiminin (Fordizm) tüm kültürel bileşenleriyle birlikte dünyanın geri kalanında (Batı’da) benimsenmeye başlamış olması vardı.

Bugün ortada yeni bir sermaye brikim rejiminin şekillenmeye başladığına ilişkin belirtiler yok. Bu yüzden olası bir savaş, ekolojik ve insani faturası bir yana, kapitalizmi yapısal krizinden çıkaramaz, yalnızca yıkım, sömürgecilik, totaliter rejimler, daha derin krizler anlamına gelir.

Tuesday, September 06, 2011

'Yeni model', yeni ittifaklar (Libya)


05 Eylül 2011 -  
Geçen hafta yazılarımda şu saptamayı yapmıştım: “Karşımızda sanırım şimdi yeni bir model var: Önce bir devrimci dalga; dalganın denetim altına alınarak, liderliği belirlenerek silahlı isyana dönüştürülmesi; bu liderliğin NATO’dan sivillerin koruması için yardım istemesi; Batı’nın etkisi altındaki bir uluslararası bölgesel örgütün (Arap Birliği) onayının arkasından ‘rejim değişikliği’; yeniden inşa bahanesiyle sömürgeleştirme...”

Bu saptamalara iki ekleme yapmak gerekiyor. Birincisi, uluslararası güç dengeleri, kaynak savaşları, yeniden paylaşım çabaları ortamında NATO’nun rolüyle, ikincisi, siyasal İslamın, Birleşmiş Milletler’in “terörist” listesine koyduğu radikal kanatlarına kadar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da üstlenmeye başladığı işlevle ilgili.

Libya olayının genel bağlamı
NATO’nun Libya operasyonunun Libya’yı çok aşan ufkunu değerlendirebilmek için, Genel Sekreter Rasmussen’in, “ilk kez ABD’nin önderlik etmediği bir NATO harekâtı gerçekleşiyor” dedikten sonra, AB ülkelerine yönelik “Eğer sınırlarınızın ötesine asker gönderemezseniz uluslararası etki yaratamazsınız. Böylece oluşan boşluk, sizinle aynı değerleri paylaşmayan yükselen güçlerce doldurulur”(Wall Street Journal 24/08/11) saptamasından yararlanabiliriz.

Bunu da ancak, Libya “olayı”nın “zamanını” ve “mekânını” düşünerek başarabiliriz. Libya “olayı”nın “zamanının” iki boyutu var. Birinci boyutu, 1980’lerin sonuna kadar zayıflayarak da olsa varlığını korumayı başaran ABD hegemonyasının gerileme sürecinin 1989’da, “Duvar”ın çökmesinden sonra hızlanması belirliyor.

Duvar çöktükten sonra, Batı Bloku iç bütünlüğünü kaybetmeye, çok kutupluluk tartışması güçlenmeye başladı. Asya krizi, “yeni ekonomi” köpüğünün patlaması, hegemonyanın “ekonomik model” ayağını da çökertti. ABD savunma çevrelerinde, Reagan dönemindeki gibi bir “restorasyon”un artık olanaksızlığı üzerinde bir mutabakat oluştu. Bu mutabakat, ifadesini Bush döneminin “imparatorluk projesi”nde buldu. Bu proje, rakip bir hegemonyacı gücün yükselmesini engelleyebilmek için, öncelikle ABD’nin “kinetik” (yıkıcı) gücüne dayanarak, hem Batı Blokunu birleştirmeyi hem de Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesini, yeniden düzenlemeyi amaçlıyordu.

“Terorizme karşı küresel savaş” söylemi içinde, Irak bu amaç için uygun platform olarak seçilmişti. İmparatorluk projesi başarılı olamadı, aksine ABD’nin imparatorluk iddialarının tüm zaaflarını ortaya koydu.

Libya “olayı”nın zamanının ikinci boyutuysa, 2007 başlayan “Büyük Depresyon” (Financial Times’ın küresel ekonomi editörü Wolf da, geçen hafta bu kavramı kullanmaya başladı) belirliyor. Bu dönemde, “dünyanın merkezi Batı’dan Doğu’ya kayıyor” algısı pekişti; Brezilya, Rusya, Hindistan gibi güçler yükselirken, Çin’in mali, ekonomik, diplomatik alanlardaki etkisiyle, doğal kaynaklar, kıymetli mineraller, piyasalar ve sermaye ihracı alanlarındaki hâkimiyetiyle, emperyalist “büyük güç” statüsüne ulaştığına ilişkin bir küresel mutabakat oluştu. İkinci mutabakat ise Almanya’nın ekonomik, mali gücü; AB içindeki belirleyici konumuyla ilgiliydi.

Libya olayının mekânını ise Arap dünyası, İslam coğrafyası, Barselona süreci (AB’nin Akdeniz periferisi), Ortadoğu, Afrika coğrafyalarının kesiştiği ortak nokta oluşturuyor. Batı bu coğrafyaların hepsini kapsayan bir mekân üzerinde yükselmişti. Kültürel, siyasi, askeri ve nihayet ekonomik üstünlüğü yine buradan hareketle korunabilirdi. Aslında, Libya yerine herhangi bir Kuzey Afrika ülkesi de olabilirdi ama, Libya siyasi, toplumsal yapısıyla, Fransa, İtalya gibi iki ülkenin yaşamsal çıkarları alanına girmesiyle, kolay bir başlangıç noktası oluşturabilecek özelliklere sahipti.

BOP’tan, El Kaide militanlarına
Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin kinetik gücünün yetersizliğinin yanı sıra, AB periferisini (Kuzey Afrika) kapsadığından; Fransa ve Almanya’nın, bölgedeki egemen sınıfları yok saydığından; Suudi Arabistan, Mısır yönetimlerinin muhalefetini aşamadığı için çökmüştü.

NATO’nun Libya harekâtı, Kuzey Afrika üzerinde hak iddia eden, askeri-mali kapasiteleri açısından ABD’ye en yakın güç olan Fransa’nın önderliği üzerinden, NATO “şemsiyesi” altında Batı Blokunu, yeni güçler dengesinin koşullarıyla da uyumlulaştırılarak yeniden kuracak biçimde tasarlandı. ABD, sürece, elektronik istihbarat olanakları, Tomohawk füzeleri, B-52 uçaklarıyla, yalnızca kendisinde olan “kinetik” kapasitelerle, fark yaratacak (“vazgeçilmez ülke” iddiasını doğrulayacak) biçimde katıldı. Geri kalan operasyon, Fransa, İngiltere’nin “sıradan” kapasiteleriyle, güçler dengesinin, eşgüdüm, işbölümü, yük paylaşımı gereksinimlerine uygun bir biçimde yürütüldü.

Böylece BOP’un batmasına neden olan “zaaflardan” biri giderilmiş oluyordu. BOP’un ikinci “zaafı”, bölge egemen sınıfları, sürece katmak yerine, “demokratikleştirme” söylemiyle hedef almış, Müslüman, Arap duyarlılıkları yaralamış olmasıydı.

Libya “olayı”nda bu zaafların, Arap Birliği ülkelerinin onayını, doğrudan desteğini almanın ötesinde, inanılacak gibi değil ama El Kaide fraksiyonlarını (selefi akımları) NATO’nun yanında savaşa sokmayı başararak aşıldığını gördük.

El Kaide bağlantılı radikal İslamcı grupların Libya operasyonunda NATO için çalışmakta olduğuna ilişkin haberlere ilk Globa&Mail’in 12 Mart sayısında rastladım. Bu konuyu CNN ve Reuters de 28 Ağustos’ta işlemiş. İsrail, istihbarat sitesi DEPKAF ile 28 Ağustos’ta konuya dikkat çekti. The Asia Times’da Pepe Escobar 30 Ağustos’ta, Patric Cockburn 31 Ağustos’ta CounterPunch, 2 Eylül’de The Independent’ta, Borchgrave 1 Eylül’de UPI yorumlarında tartıştılar. Nihayet Washington Post, 2 Eylül’de bu konuyu gündeme getirdi.

Tartışmaların kaynağında, “isyancıların” NATO ile çalışan, Abdulhekim Belhac (Trablus), Abdülhekim el Asadi (Derna), İsmail el Salabi (Bingazi) gibi üst düzey komutanlarının, 2007 yılında El Kaide’ye katıldığı, resmen El Zevahiri tarafından açıklanan Libya İslamcı Savaş Grubu (LİSG) adlı örgüte mensup olmaları var. Prof. Cussodowski, LİSG’nin, 2011 Haziran’ına kadar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin teröristler listesinde yer aldığını, 21 Haziran’da bu listeden çıkarıldığını (Centre for Research on Globalization, 28/08/11), Escobar, Belhac ve adamlarının Trablus’a getirilmeden önce 2 ay ABD özel güçleri tarafından eğitildiğini aktarıyor.

Tüm bunlar, Libya “olayı”nda adeta, bir NATO – Sünni İslam ittifakı inşa edildiğine işaret ediyor, hem de El Kaide’yi de içine alacak bir biçimde.

NATO’nun Libya operasyonu, enerji kaynaklarına, doğal zenginliklere ulaşmayı amaçlamanın yanı sıra, Afri-Com’un Afrika toprağında konuşlanmasına, Afrika kıtasını böler düşüncesiyle, Akdeniz Birliği’ne (bu birliğe, İsrail’i de içerecek olması açısından Kaddafi de karşı çıkıyordu), NATO’nun Libya harekâtına karşı çıkan Afrika Birliği Örgütü’ne, Çin’in Afrika’da gelişmekte olan etkilerine karşı bir mevzi kurarken, İran, Suriye ve Hizbullah’a karşı bir NATO- Sünni İslam ittifakı inşa etmeye başlıyor.

Bu gelişmeler, BOP bölgesinin günlük işlerinin yönetiminin, kaynaklarının kullanımı için gereken güvenliğin Batı ittifakı adına, NATO’nun gölgesinde bazı bölge devletlerine bırakılabileceğini düşündürüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu canlandırmak isteyenlereyse en fazla, Batı “imparatorluğunun” bir “tımar”ını yöneten (kullanıma açık tutan), istendiğinde asker sağlayan “sipahi”si olmak düşeceğini de...

Friday, September 02, 2011

İşçi Sınıfı Korkusu... The Economist'in zavallı çabaları


Yalnızca günde 2 doların altında yaşayanlar işçi sayılıyor. Günde 3 dolar ile yaşayabiliyorsanız ne mutlu size artık "orta sınıfa" dahilsiniz. The Economistin bu grafiği koyduğu yazının başlığı da "Bourgeois and Proud". (Burjuva ve bundan gurur duyuyor). 

Geride kalan 20-30 yılda "bu ülkelerde" sanayi üretimi ve sanayide çalışanlarin sayısı  hızla arttı. Çin'de Tayvan'da Apple, Dell, Sony Toshiba fabrikalarında, Adidas ve benzeri markalara mal üreten atelyelerde, insanlar güne 2 doların altında bir ücretle mi çalışıyorlar dersiniz? Bunlar ne yiyor, ne içiyor, nerede yatıp kalkıyor? Çocukları yok mu?

The Economis'tin aktardığı grafik işçi sınfı nüfusundaki artışı belgeliyor aslında...

Thursday, September 01, 2011

Libya'yı seyrederken I ve II

I

Ekranlar, gazete sayfaları Libya haberleriyle dolu. Bir olgu bombardımanı altındayız. Hepimiz Libya’da ne olduğunu “görüyoruz”. Ama “deneyimi yaşayıp da anlamını kaçırmak” (T.S.Eliot) da var. Hem biz hem de Libya halkı için... 

Bu nedenle ben olgulardan çok, “anlam arayışları”, Libya olayı gelişirken yaşanmakta olan tartışmalarda öne çıkan noktalar üzerinde duracağım. 

‘Anlatılanlar’ ve tartışılanlar 
ABD ve Avrupa medyasında, El Cezire yayınlarında egemen olan Libya “anlatısı” şöyle: Kaddafi diktatörlüğüne karşı bir ayaklanma başladı. Kaddafi, isyancıları, “Eğer silah bırakır, teslim olursanız genel af çıkaracağım. Yoksa hepinizi kapı kapı dolaşarak bulup imha edeceğim” sözleriyle tehdit edince, Birleşmiş Milletler’in koruma sorumluluğu (R2P) ilkesine uygun koşulların oluştuğuna karar veren ABD, Fransa, İngiltere, BM Güvenlik Konseyi’nden, sivillerin korunması için “gereken her şeyin” yapılmasını onaylayan bir karar çıkarttılar. NATO, Libya’daki isyancıları, Kaddafi’nin uçaklarına, roketlerine karşı, havadan korumak için devreye girdi. Bu koruma sayesinde isyancılar gittikçe güçlendiler, geçen hafta da Kaddafi rejiminin merkezi Trablus’a girdiler... Şimdi Libya’da, demokratik, dünya ekonomisine açık bir rejim inşası süreci başlayabilir. 

Libya’da yaşananlar Libya halkının özgürlük mücadelesinin bir başarısıdır. NATO yalnızca koruma işlevini yerine getirerek bu başarıyı çabuklaştırmıştır. Bundan sonra olacaklar yeni Libya yönetiminin demokrasiye geçiş sürecinin hedeflerine tabi olacaktır. 

Medyada anlatılanlar bunlar. Dış politika alanında uzmanlaşmış yayınlarda, dış politika uzmanlarının gazete köşelerinde tartışılanlar ise “biraz” farklı. 

Bu tartışmaları üç başlık altında toplayabiliriz. (1) NATO Libya’da başarılı oldu mu? Libya gelecekte - örneğin Suriye- için bir “şablon” oluşturabilir mi? (2) Obama yönetiminin Libya politikası yeni bir dış politika doktrinine mi işaret ediyor? (3) Ulusal Geçici Konseyi, Libya’yı stabilize edebilir mi? 

NATO başarılı mı? NATO Genel Sekreteri Rasmussen’e göre NATO en azından üç açıdan başarılıdır. (Foreign Affaires, Temmuz/Ağustos 2001) Afganistan’ın NATO’nun son alan dışı harekâtı olacağını düşünenlere, Libya, “önceden bilinemezlik” halinin, her güvenlik paradigmasının özünü oluşturduğunu göstermiş. NATO ve müttefiklerinin askeri kapasiteden yoksun olmadığını, zaafların siyasi karar mekanizmalarından kaynaklandığını kanıtlamış. Libya, NATO’nun hazır, becerikli ve eyleme geçmeye hazır olmasının ne kadar önemli olduğunu göstermiş. 

The Economist, NATO’nun hiç sahaya inmeden (özel kuvvetler personeli hariç), hiç kayıp vermeden çok iyi bir zafer kazandığını düşünüyor. NATO’nun ABD, Avrupa, Türkiye, körfez ülkeleri gibi farklı güçleri bir arada tutabilmesi, aralarında bir “modis operandi” kurması da bir başarı. The Economist’e göre bu eşgüdüm ve iş bölümü, gelecekte ortaya çıkacak durumlar için bir şablon oluşturabilecek. 

NATO’nun sanıldığı kadar başarılı olmadığını düşünenler, örneğin Royal United Services Institute’ün Direktörü Michael Clark, harekâta 28 üyeden yalnızca 8’inin katılmış olmasına dikkat çekiyor. Geniş çaplı ittifaklara dayalı askeri operasyonlar artık tarih olmuş. Irak’ta olduğu gibi Libya’da da bir “istekliler ittifakı” söz konusuymuş. (The Guardian, 25/08) Atlantic Council’in Direktörü James Joyner de, The National Interest’te, Libya’nın nasıl yoksul, küçük ve geri bir ülke olduğunu vurguladıktan sonra, NATO’da “birleşik vizyon” eksikliğine, kaynak yetersizliğine işaret ediyor, “Teneke bir diktatörü ancak altı ayda devirebilmek bir başarı sayılmaz. Aksine herkesin aklını başına getirmelidir” diyor. 

Council on Foreign Relations’un Ortadoğu, Kuzey Afrika uzmanlarından Robert Danin NATO’nun hareketinin kapsamını giderek genişleterek (“mission creep”) sonunda, işi “rejim değişikliği”ne vardırarak, şimdi Libya’ya tümüyle bağlanmış, Kaddafi’den sonra “kırılan devleti” yeniden yapmayı üstlenmek zorunda kalmış olmasından yakınıyor. Buna karşılık, Danin, Suriye’nin çok daha gelişmiş bir toplum olduğuna, orada devlet inşası açısından aynı ölçüde büyük sorunlarla karşılaşılmayacağına değiniyor. 

Obama’nın yeni doktrini Kimi uzmanlara göre, Libya operasyonu, Obama yönetiminin yeni bir savunma doktrini geliştirmekte olduğunu gösteriyor. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Ortadoğu Masası, Bush dönemi Direktörü Michael Doran’a göre, Obama’nın, Kaddafi rejimi çökerken, 18 Ağustos’ta Beşşar Esad’a “iktidarı bırak” çağrısı yapmış olması, Haziran 2009 Kahire konuşmasıyla başlayan yönelimin tükendiğinin kanıtı. Bu tükenişte, ABD’nin Ortadoğu’daki aracısı olmayı kabul eden Türkiye’nin ve Obama’nın söyleminin ortağı olmayı vaat eden Erdoğan’ın, beklenenleri yerine getirememiş olmaları da rol oynamış. Doran, şimdi yeni bir modelin inşasının gündemde olduğunu savunuyor. (Foreign Policy, 22/08) 

Demokrat Parti eğilimli Democracy dergisinin editörü, Newsweek ve The Guardian yazarlarından Michael Tomasky’ye göre, “Dünyanın bir yerinde önemli değişiklikler gündeme gelince hemen içine atlamamak... Gücünü ve etkisini temkinli bir biçimde, başkalarıyla birlikte, Libya’nın Mısır’dan, Suriye’nin de Libya’dan farklı olduğunu bilerek kullanmak” yeni bir doktrinin varlığına işaret ediyor. (Daily Beast, 23/08) 

CNN Dış İşleri Programı’nın yapımcısı ve Time dergisi editörlerinden, Fareed Zakaria da Tomasky gibi düşünüyor, hatta bu “yeni doktrinin” iyice belirginleştiğine inanıyor. Bu bağlamda, ABD, Libya’ya müdahale etmeye şu üç koşulun bir araya geldiğinden emin olduktan sonra karar vermiş: (1) Değişim için savaşmaya, ölmeye hazır bir grubun varlığı (yerli kapasite); (2) Arap Birliği’nin müdahale çağrısında olduğu gibi, bölgesel olarak kabul gören bir meşruiyet; (3) Müdahalenin yükünü, Fransızlarla ve İngilizlere gerçek bir biçimde paylaşmak. 

Zakaria’ya göre, ABD’nin desteği olmasa (Tomahawk füzeleri), kimse Kaddafi’nin hava kapasitesini bu kadar hızlı yok edemez, bu operasyon başarılı olamazdı. Bu yeni model iki şeyi gerçekleştiriyor: Dışarıdaki koalisyonla aynı amaçları paylaşan bir yerel koalisyon ve gerçek bir yük paylaşımı. Bu koşullarda ABD, eski, her şeyi kendi yapan, tüm yükü üstlenen modelden farklı olarak gereken yerde gerektiği kadar müdahale ediyor. 

Obama yönetiminin Ulusal Güvenlik Konseyi iletişim danışmanı Ben Rhodes de Libya müdahalesinin iki yaklaşımdan kaynaklandığını anlatıyor: “Rejim değişikliği amacının yerel bir güç tarafından benimsenmesi, ABD tarafından benimsenmesinden daha etkili ve meşru olacaktır.” “Bütün yük ABD tarafından üstlenilmeyecektir.” (Foreign Policy 24/08) 

Bu tartışmalardan benim anladığım şu: Libya halkı, özgürlük mücadelesi verdiğini düşünürken, ABD dış politika çevreleri, onların sırtından planladıkları rejim değişikliği projesi modelinin başarısını, gelecekte bir şablon oluşturabileceğini tartışıyorlar. 

Çarşamba günü “Geçici Konsey, Libya’yı stabilize edebilir mi?” tartışmalarına bakarak devam edeceğim.

II

Pazartesi günü Libya olayının etrafında gelişen tartışmaları üç başlık altında toplamış “Birinci” ve “İkinci” başlık altındakileri irdeleyince, “Libya halkı, özgürlük mücadelesi verdiğini düşünürken ABD dış politika çevreleri, onların sırtından planladıkları rejim değişikliği projesi modelinin başarısını, gelecekte bir şablon oluşturabileceğini tartışıyorlar” sonucuna ulaşmıştım. Bu sonuç üçüncü başlıktaki “Geçici Konsey, Libya’yı stabilize edebilir mi” sorusuna verilecek cevapla doğrudan ilgiliç

Olacak gibi değil...
Tartışmalarda, “Geçici Konsey’in Libya’yı stabilize edemeyeceği” varsayımı etrafında bir mutabakatın oluştuğu görülüyor.
Stabilizasyon için 140 aşiretten oluşan Libya’da, bu aşiretler arasında, yeni kurulacak rejim üzerinde bir mutabakatın oluşması gerekiyor.
Kaddafi rejiminin yıkılması, bu aşiretleri bir arada tutan mutabakatı ve korkuyu çözdü. Halen, isyancıların bu mutabakatı yeniden kuracak kaynaklardan ve kurumlardan yoksun olduğu görülüyor. Kaddafi ve El Magarta aşiretlerinin yanı sıra en büyük aşiret federasyonlarından, İtalyan sömürgecilerine karşı mücadelesiyle ünlü Valfall aşiretinin (Kaddafi’nin karısının aşireti) Kaddafi’yi desteklemeye devam ettiği söyleniyor. Buna karşılık, isyancı fraksiyonların arasındaki rekabetin, şimdi Trablus’a girildikten sonra bir paylaşım savaşına dönüşmesi bekleniyor. Kaddafi’nin yaklaşık 8 bin kişilik elit askeri birliğinin savaşmadan kaybolması,Saddam’ınkinin 10 katına ulaştığına inanılan silah stoklarının varlığı, bir gerilla savaşının gündemde olduğunu düşündürüyor.
Bu silah stoklarının 2 binden fazla, SA-24/Igla-S tipi portatif hava savunma roketini, çok sayıda 122 mm’lik omuzdan kullanılan roketi içeriyor olması, bunların silah piyasasına çıkma, “terörist grupların” eline geçme olasılığı kaygı yaratıyor.
Kaddafi rejimi son derecede merkezi, kurumsal yapısı çok zayıf, şiddetin ön planda olduğu bir devlet aygıtına dayanıyordu. Bu yapı, isyancılara kullanılacak hemen hiç kurum bırakmadan dağıldı. İsyancıların, bunun yerine sıfırdan yeni bir devlet inşa edecek ne örgütlenmeleri ne de kadroları var.
Peki ne olacak?’ 
“Biz elimizden geleni yaptık, artık gerisi Libyalılara kalsın”diyen var ama, bu müdahaleye neden oluşturan “Koruma Sorumluğu” (R2P) doktriniyle uyuşmuyor. Ayrıca, “kır sonra bırak git” anlamına geldiğinden ahlaken de savunulacak gibi değil. Hem de Batı’nın derin bir ekonomik krizle, bunun harekete geçirdiği bir isyan dalgası olasılığıyla cebelleştiği sırada: Cecil Rhodes’in dediği gibi, “Beyler içerde devrim istemiyorsanız, dışarda imparatorluğu (sömürgeciliği) kabul edeceksiniz.” (Dünya Ekonomisine Bakış, Cumh. 01.11.2010).
Libya olayı, talep yetersizliği, yatırım, “süper kâr” alanı eksikliği (kaçacak mekân yokluğu) sıkıntısı çeken Batı sermayesine, petrol, gaz ve devasa içme suyu kaynaklarıyla, Merkez Bankası’nın 140 ton altın stoklarıyla, özelleştirmeyi bekleyen işletmeleri, savaştan sonra yeniden yapılması gerekecek kentleriyle, altyapısıyla, silah satın alma, tüketim malı ithal etme kapasitesiyle potansiyel olarak yeni, büyük değerlenme olanakları sunuyor. Gazeteler, ABD ve Avrupa, hatta Körfez şirketlerinin çoktan kuyruğa girdiğini bildiriyorlar.
ABD’nin, hiçbir Afrika ülkesi kabul etmediği için halen İsviçre’de üstlenmiş Afri-Com ordusu için Afrika’da bir yer bulmak gerekiyor. 

Council on Foreign Relations’ın direktörü Richard Haas’a göre“şimdi oluşmaya başlayan durumu Libyalıların kendi başlarına yönetmeleri olanaklı değil”... “Düzeni kurmak ve korumak için, uluslararası bir gücü de içerecek bir uluslararası yardım, bir süre için gerekli olacak”... “Obama’nın sahaya asker indirmeme kararını değiştirmesi, ilk elde en azından yüzlerce sivil ve asker danışman gönderilmesi gerekecek” (Financial Times, 22/08).
Mart ayında NATO Kuvvetleri Komutanı Amiral Samuel Locklear, “Kaddafi’nin devrilmesinden sonra küçük bir gücün devreye girmesi gerekebilir” (The NewStatesmen, 25/08) diyordu. Mayısta, Amiral James Stavridis, ABD Kongre Komisyonu’nda konuşurken “Bir stabilizasyon rejimi olasılığından söz etmişti”. Geçen hafta salı günü NATO sözcüsü, Oana Lungescu, “Libya’da devrimciler talep ederse yardıma istekli olduklarını” açıklamıştı (Wired, 23/08).
NATO olaya, masumların öldürülmesini engellemek için hava kalkanı kurmak üzere başladı, sonra doğrudan Kaddafi güçlerine saldırmaya başladı, “rejim değişikliği” hedefini benimsedi, şimdi de “yeniden yapılanmayı” üstlenmeye hazırlanıyor
.
Karşımızda sanırım şimdi yeni bir model var: Önce bir devrimci dalga, dalganın denetim altına alınarak, liderliği belirlenerek silahlı isyana dönüştürülmesi, bu liderliğin NATO’dan sivillerin koruması için yardım istemesi, Batı’nın etkisi altındaki bir uluslararası bölgesel örgütün (Arap Birliği) onayı arkasından “rejim değişikliği”, yeniden inşa bahanesiylesömürgeleştirme...