Monday, July 25, 2011

Piyasalar çok sevindi, ama...

Perşembe günü AB liderlerinin Brüksel zirvesinde alınan Yunanistan’ı kurtarma kararları, piyasaları çok sevindirdi. Borsalarda, indeksler hızla yükselirken Financial Times, Lex köşesinde, “Fazla abarttınız” diyordu, ama genelde “Avrupa Birliği, dünya mali sistemi uçurumun kenarından döndü” havası hâkimdi.

Aynı gün, New York Times Başkan Obama ile Cumhuriyetçi Parti’nin meclis grup başkanı Boehner’in bütçe açığını azaltmaya yönelik bir program üzerinde anlaşmak üzere olduklarını aktarıyordu. Daha sonra, Boehner’in sözcüsü Twitter’de “yok bir şey dediyse” de piyasalar, 14 trilyon dolarlık borçlanma sınırına dayanan ABD’nin 2 Ağustos’ta temerrüde düşerek küresel mali piyasalarda bir fırtına yaratma olasılığının zayıfladığına inanıyorlardı.

Ama, insan beyni garip, birden aklıma, Meşrutiyet dönemi eğitim bakanlarından Emrullah Efendi geldi, hani şu “Mektepler olmasaydı Maarifi ne güzel idare ederdim” sözüyle ünlü zat. “Haydaa, ne alakası var” diyordum ki, jeton düştü: “Şu halk olmasa bu krizden ne güzel çıkardık”... Hep, “bankalar şöyle rahatladı”, “bulaşıcılık böyle önlendi” filan... Ama alınan önlemlerin başarısı, halkların, krizin bugüne kadar yarattığı yıkıntıya ek olarak, yeni yükleri üstlenmeyi kabul etmesine bağlı. Ya etmezlerse? Yunanistan Komünist Partisi yayın organı Rizospastis, cuma günü “Avro zirvesi işçi sınıfını daha da yoksullaştıracak yeni önlemler getiriyor. Halk bu borç plütokrasisini tanımıyor ve onun borçlarını ödemeyecek!” diyordu...

Büyük dönüm noktası...
Yunanistan’ın Yeni Demokrasi Partisi (muhafazakâr) eski milletvekillerinden Petros Doukas’ın Tovima’daki yorumuna bakılırsa (22/07/11), perşembe günü Brüksel’de alınan kararlar “büyük bir dönüm noktası” oluşturuyor. Bu kararlar sayesinde “Yunan hastalığının metastaz yaparak İtalya’yı hatta belki de ABD’yi etkilemesi” önlenmiş.

Brüksel’de sert pazarlıklardan sonra üzerinde anlaşılan paket 14 maddeden oluşuyor. Yunanistan’la ilgili maddeler, Avrupa Finansal Stabilizasyon Kurumu’ndan (EFSF),109 milyon Avro’luk bir yardım paketini, alacaklı özel sektör bankalarından 37 milyar Avro’luk gönüllü bir katkıyı içeriyor. Paket 2010’daki kurtarma paketinde EFSF’nin verdiği kredilerin vadesini 7.5 yıldan 15 yıla uzatıyor, faizlerini yüzde 5.5’ten 3.5’e düşürüyor. Paket Yunanistan’a, rekabet kapasitesini, büyüme olanaklarını güçlendirmesine ve reformları uygulamasına yardımcı olmak amacıyla bir Avrupa Marshall Fonu kurmayı hedefliyor.

Stabilizasyon araçları başlıklı ikinci bölümde, EFSF’nin esnekliği, gerektiğinde ikincil piyasalara müdahale edebilecek biçimde arttırılıyor. EFSF’nin Yunanistan’a yardım koşularının Portekiz ve İrlanda’ya da uygulanacağı açıklanıyor. Ekonomik Yönetişim başlıklı üçüncü bölüm, İstikrar Paktı’nı güçlendiren, makro ekonomik gelişmeleri yakından izlenmesine olanak veren bir yasal paketin en kısa sürede tamamlanmasını, bağlayıcı bir mali kuralların çerçevesini 2012’nin sonuna kadar tamamlamayı amaçlıyor. Paket AB dışındaki kredi değerlendirme kurumlarına bağımlılığın azaltılması gerektiğini vurguluyor.

Bu önlemleri “piyasa” ve uzmanlar tarafından AB’nin ileri derecede merkezileşmesi, bir Avrupa Para Fonu oluşturulması yönünde atılmış adımlar olarak yorumladılar. Daily Telegraph’ın ekonomik editörüne göre de “Almanya arzu ettiği imparatorluğa kavuşmuştu”. Borç ödeme sürelerinin uzatılmasıysa “temerrüde düşürmek” olarak yorumlandı. Ancak,Financial Times Lex’in vurguladığı gibi “Madem ki hükümetler Avro’yu ayakta tutmaya kararlı olduklarını açıklamışlardı, yatırımcıların bu karara karşı oynamaları çok riskli olacaktı”. Anımsarsanız, krizden önce, “piyasalar karar verdi, hükümetler ne yapabilir ki” denirdi. “Şimdi hükümetler karar verdi piyasalar ne yapabilir ki” noktasına geldik.

... ama ‘Depresyon’ hâlâ gündemde 
Peki, bundan sonra ne olacak? Geçen hafta Prof. Krugman’ın New York Times’da işaret ettiği gibi bu paket kısa dönemde bir çöküşü engellemiş olabilir ama, “daha genelde, kaçınılmaz olarak ekonomik krizi derinleştirecek”. 

Alınan önlemler, neo-liberal reformların uygulanması koşuluna bağlandığından, bir taraftan, ekonominin kaynaklarını halkın daha da yoksullaşması, işsizliğin artması, ekonominin resesyona itilmesi pahasına borç ödemeye yönlendiriyor. Öbür taraftan, bu yeni önlemler paketi, AB yönetiminde seçilmemiş, hükümetler üstü bürokratların gücünü arttırıyor. Böylece AB’nin “demokratik açık” denen meşruiyet sorunu derinleşirken, önlemlerin uygulanmasıyla halk daha da yoksullaştıkça, ulusal düzeyde AB düşmanlığı, önlemlere karşı toplumsal direniş daha da güçleniyor. AB liderliği kısa dönemli sorunu atlatmaya çalışırken halkın tepkilerini göz önüne almadığından kendini, “sürekli bir siyasi ekonomik krizin içine atıyor” (Breakthrough Europe, 21/07/11).

ABD’de, piyasaların umutla beklediği bütçe açığını azaltmaya yönelik anlaşmanın da sorunu aynı: Halkın tepkisini göz önüne almadan, en zengin kesimi korurken, bütün yükü çalışanların, en alt sınıfların sırtına yıkmayı amaçlamak.

The Nation dergisinden George Zornic’in, Obama ile Boehner’in üzerinde anlaşmaları beklenen paketi irdelerken gösterdiği gibi zenginlerin vergilerinde bir artış olmuyor, kurumlar vergisi azaltılıyor, savunma harcamalarına dokunulmuyor. Bunlara karşılık, sosyal güvenlik ödemeleri, sağlık, ilaç fiyatları destekleri azaltılıyor. Federal hükümetin öğrencilere ve özürlülere yönelik mali desteklerinde de kesintiler yapılıyor.

Tüm bunlar, Reagan’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyi’nin Başkanı, Harvard’dan Prof. Martin Feldstein, “Amerikan ekonomisi belirgin biçimde yavaşladı, her gelen veri yeni bir gerileme olasılığının arttığını gösteriyor” (The Daily Star,22/07/11) sözleriyle betimlediği bir ortamda planlanıyor.

Prof. Krugman da tüketici talebinin ne kadar gerilemiş olduğuna dikkat çektikten sonra “daralmış bir ekonomimiz var. Peki, politikacılar ne öneriyorlar. Hiçbir şey”... “Aksine Brüksel ve Washington’da kamu harcamalarında kesinti yapmaktan başka bir şey konuşulmuyor” diyor. Diğer bir deyişle adeta, toplumda yalnızca bankacılar ve devlet varmış, halk yokmuş gibi davranıyorlar.

Ama halk var. Geçen hafta Roubini “Ekonomik büyüme olmadan, kemer sıkma ve reform, toplumsal istikrarsızlık ve siyasi tepki yaratır” diyerek uyarıyordu. Financial Times da bir yorumunda, bugün dünyada en büyük siyasi istikrarsızlık kaynağını “orta sınıfların tepkisinin” oluşturduğunu savunuyordu. “Orta Sınıf Ayaklanmaları Küresel Bir Tehdit Oluşturuyor” başlıklı yazı, esas olarak, gelişmekte olan ülkelerde ama giderek her yerde, yoksullaşan, beklentileri karşılanmayan orta sınıfların (ücretle çalışanların- bizim orta sınıf proletarya kavramıyla dikkat çekmeye çalıştığımız kesim) sokak gösterilerinin, protestolarının, öğrencilerin, gençlerin, “daha çok katılım ve en önemlisi daha çok eşitlik talepleriyle” ayaklanmalarının, toplumsal istikrara yönelik büyük bir tehdit oluşturduğunu savunuyordu.

Tüm bunlardan sonra, Brüksel ve Washington’dakilere bakarak “Tanrılar mahvedeceklerini önce çıldırtırlarmış” diyen Yunan atasözünü anımsarsam acaba çok mu iyimser davranmış olurum... 

Thursday, July 21, 2011

“AB ölüm kalım savaşı veriyor” – “ABD yeni bir küresel mali krize koşuyor”

Dört yıl (2007’yi baz alırsak), toplam 12 trilyon doları bulan kurtarma paketleri... Hala uluslararası gazetelerin yorumcularında, yukarıda aktardığım türden saptamalara rastlıyoruz. Bu kriz bir türlü bitmiyor!

Nasıl bitsin? ABD ve AB borç  krizine karşı öyle politikalar uygulamaya çalışıyorlar ki, başarırlarsa, depresyon, başaramazlarsa yine depresyon...

“Çılgın mı bunlar neden böyle yapıyorlar?” Evet çılgınlar ama, bu çılgınlığın arkasında bir mantık var: “Sınıf savaşı”. Uluslararası mali sermaye en gerici siyasetçiler üzerinden tüm diğer sınıflara savaş açmış durumda...

 “Sınıf savaşından” bahsettim diye kimi okuyucular, yine “kırmızı damarı tutmuş” diye düşünebilirler. Kesinlikle haklılar, krizle mücadele etmek adına alınan önemleri düşündükçe... Hiç abartmıyorum. Gelin ABD’nin “yeni bir küresel mali krize koşma” sürecine bakarak başlayalım.

Çöküşe umut bağlamak...
ABD’nin federal (merkezi devlet) borçları, mali sermayeyi kurtarma operasyonları sayesinde 14 triyon doları  geçti, yasal tavana dayandı. Bu tavan 2 Ağustos’a kadar yükseltilemezse, teknik olarak devlet artık yeniden borçlanamayacağı için, kasası boş kalacak, borç servisi aksayacak. Bütün yapılması gereken, Obama yönetimi bütçe açığını azaltacak önlemleri devreye sokarken, Kongre’nin tavanı yükselterek sürecin devam etmesine izin vermesi.

Obama, bütçe açığını azaltmak adına, eğitim, sağlık gibi hemen tüm  federal harcamalarda tarihte görülmemiş oranlarda kesintileri ve toplumun en zengin kesimini hedef alan oldukça sınırlı yeni vergileri içeren bir paket hazırladı. Paket yoksulların yaşam koşullarını allak bullak ederken, zenginlerden de biraz fedakarlık istiyor.

Ancak, son seçimlerden sonra, en gerici kesimin, Çay Partisi’nin egemenliği altına giren Cumhuriyetçi Parti, yeni vergilere kesinlikle karşı. Hatta “Laffer eğrisi” (zenginlerin vergilerini azaltırsanız, devletin gelirleri artar) saçmalığına dayanarak en zengin kesimin vergilerini daha da azaltılmak istiyor, borçlanma tavanının yükseltilmesine izin vermiyor.

Böylece en gerici kesimin, “kriz olsun, işsizlik artsın, faturası Obama’ya çıksın, biz seçimleri kazanalım” mantığı ile, en zengin kesimin, “altta kalanın canı çıksın”, “ben cebime girene bakarım” mantığı birleşerek ABD’yi bir iflas olasılığına itiyor. Öyle ki, kredi değerlendirme kuruluşu Moodys’in ardından Standart & Poors da ABD’nin halen “AAA” olan kredi notunu sorgulamaya başladığını açıkladı.
Eğer federal hükümet temerrüde düşerse (borç servisini aksatırsa), kredi notu düşecek, borçlanma maliyeti (faizler) artacak, daha şimdiden kaygılarını dile getirerek, alacaklıların korunmasın talep eden Çin’in yanı sıra Rusya gibi elinde yüksek dolar rezervleri olan ülkelerin dolara güveni daha da sarsılacak. Uzmanlar bu koşullarda 2007/8 mali krizi ve resesyonunu aratacak yeni krizin ve bir depresyonun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorlar.

Aslında, Obama, temerrüde düşmeyi önleyebilir. Ancak bunu başarabilmesi için federal harcamaları her ay 100 milyar dolar azaltması gerekecek. Böylece yılsonuna kadar harcamalardaki toplam daralma 500 milyar doları bulacak. Finans sitesi “Streetlight”da yazan bir mali analiste göre, harcamalarda bu çapta, bir daralmanın yılın ikinci yarısında büyüme hızını yüzde -5 ile -10 arasında bir yere çekmesi kaçınılmaz. 2008-2009 döneminde, ekonomi yüzde 4 daralırken, işsizlik yüzde 10’a çıkmıştı. Bu kez yüzde çok daha yüksek düzeylere çıkablilir.

Bu, belki aşırı sert bir senaryo ama, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığına aday  Michele Bachman umudunu bu senaryoya bağlamış görünüyor. Bir televizyon programında Bachman’a  “Bu yüksel işsizlik oranları seçilme şansınız artırır mı?” diye sorduklarında “öyle umuyorum” demiş. Bachman, Obama’nın temerrüde düşmeden, borçları servis etmesine olanak verecek kaynakları harcamalardan gereken kesintileri yaparak sağlayabileceğine inanıyormuş. Washington Post’tan Dana Milbank, Bachman’ın, 2012 seçimlerinde şansını arttırabilmek için “bir ekonomik çöküşe” umut bağladığını, borçlanma tavanının artmasına izin vermeyerek de bu çöküşü hazırladığını söylüyor.

“AB’de Kıyamete yürüyor”
AB’de devletlerin mali krizi, Temmuz’da yeniden derinleşmeye başladı. Birbiri ardına devreye giren kurtarma paketleri, kemer sıkma politikaları, İrlanda,  Portekiz, Yunanistan ve İspanya’da hem borç yükünü arttırdı hem de bu ülkelerde ekonomik durgunluğu derinleştirdi.  Geçen hafta Financial Times, AB liderliğinin, Yunanistan’ın borçlarının yeniden düzenlenmesi (iflasının) gerektiğini nihayet kabul etiklerini yazıyordu.

Aynı günlerde, kredi kurumları da İrlanda ve Portekiz, bonolarının kredi notunu “Junk” (işe yaramaz) düzeyine düşürüyordu. Gazetelerde, sırada İspanya ve  İtalya bonolarının olduğu, bunları da Belçika’nın izleyebileceği tartışılıyordu. Bu ortamda İtalya borsası 1-10 Temmuz arasında yüzde on’dan fazla değer kaybetti. Artık kriz İtalya’nın kapısına dayanmıştı. The Scotsman’ın yorumuna göre “AVRO için kıyamet günü yaklaşıyordu” (14/06)

Ancak,  ABD ve Japonya’dan sonra dünyanın 3. büyük bono piyasasına sahip olan, Avro bölgesinin toplam üretiminim yüzde 20’sini gerçekleştiren İtalya, AB’nin 3. büyük ülkesiydi, toplam devlet borçları 2.45 triyon dolara ulaşıyordu (The Guardian, 13/06). Kısacası, İtalya kurtarılamayacak kadar büyüktü; başının çaresine bakmak zorundaydı.  Geçen hafta piyasalardan ancak yüzde 4,95 faizle  borç alabilmesi, borç stokunun hızla büyümeye devam edeceğini gösteriyordu.

İtalyan hükümeti Cuma günü 45 milyar Avro’luk bir kemer sıkma paketiyle kendi başının çaresine bakmaya, ya da Apulia bölgesi Valisi, Ekoloji Partisi Lideri Nich Vendola’ya göre,  Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’in atladığı uçuruma atlamaya karar verdi (The Guardian 14/06). Vendola haklı, İtalya’nın, küçülerek borçlarını ödemesi olanaklı değil.

Amaç, ne pahasına olursa olsun, Alman ve Fransız bankaların alacaklarının hiç olmazsa bir kısmını kurtarmak. İtalya’nın tüm uluslararası borçlarının yüzde 84’ü Fransız ve Alman bankalarına. Fransız Bankalarının alacakları 98 milyar dolara, Alman Bankalarınınkiler de 51.2 milyar dolara ulaşıyor. Japon bankalarının bile 29 milyar dolar alacağı var İtalya’dan (Financial Times 13/06). İtalya, salt Avrupa’nın değil, dünya mali sisteminin önemli bir parçası.

Bu krizi derinleştikçe, ABD’yi etkileyecek. Çünkü,  genelde pek dikkat çekmeyen bir konu daha var: Bank of International Settlements’in Haziran’da yayımlanan bir raporundaki veriler önde gelen ABD bankalarının, CDO (kredi sigortası türevleri) yoluyla AB üyelerinin devlet borçlarını sigorta etmiş ederek, ciddi risk altına girmiş olduklarını gösteriyor (Streetlights). AB ülkeleri temerrüde düştükçe, CDO satmış olan ABD bankaları ödeme yapmak zorunda kalacaklar. AB mali krizi bu kanaldan ABD’ye bulaşmak üzere derinleşmeye devam ediyor. Uluslararası piyasalar açısından ilginç bir haftaya giriyoruz.

Friday, July 08, 2011

Ç‘K’P 90 Yaşında

(Cumhuriyet: Pazartesi ve Çarşamba)

-1-
Geçen hafta cuma günü Çin Komünist Partisi 90. kuruluş yılını kutlamaya başladı. Hafta başında, Çin Başbakanı Wen Jiaboderin bir mali kriz içinde bocalayan Avrupa Birliği’ni ziyaret ediyor, “bir kez daha yardım elini uzatmaya hazır olduklarını açıklıyor”... “zor günlerin dostu olduğunu kanıtlıyordu”. (The Peoples Daily 30/06/11) Salı günü New York Times, Çin’in en büyük petrol şirketi Çin Ulusal Petrol İşletmeleri, Irak’ta El Ahdab petrol alanında üretime başladığını bildiriyordu. Al Ahdab, geçtiğimiz 20 yılda yeni üretime açılan en büyük kuyuymuş.

 ‘Şimdi liderlik sırası sizde’
Kissinger, 25 Haziran günü Pekin’de, Çin’in küreselleşmeyle ilgilenen en önemli düşünce kuruluşunun düzenlediği bir konferansta konuşurken, Çin’in bugünkü konumu, ABD’nin 1947’deki konumuna benzetmiş; o dönemin gerilemekte olan hegemonyacı gücü İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Bevin’in ABD’ye “siz dünyanın en çok kredi veren ülkesisiniz, yeni dünya düzenini şekillendirmede liderlik görevini üstlenmelisiniz”dediğini aktarmış. Şimdi, ABD’yi geçerek en çok kredi veren ülke konumuna yükseldiğine göre Çin’in, “liderlik etmeye başlaması gerekiyormuş”. (Christian Science Monitor, 28/06/11)

Gerek Çin Komünist Partisi’nin 90. yılı kutlamaları, gerekse de Wen’in AB gezisi sırasında yapılan değerlendirmeler, Çin’in Kissinger’in tavsiyesi yönünde, yavaş ve temkinli adımlarla da olsa ilerlemekte olduğunu düşündürüyor. Irak’ta kuyu işletmeye başlamasıysa, Çin’in, en önemli enerji coğrafyasında doğrudan var olmaya başlayarak, bu günün kapitalizmine liderlik edebilmek için gerekli adımlardan birini atmaya başladığını da gösteriyor.

Kissinger’in önerisine dönersek, ABD açısından kaygı verici bir soruyla karşılaşıyoruz: Ya Çin bu liderlik etme süreciyle birlikte kendi kurallarını hatta kendi ekonomik ve sosyal modelini de dayatmaya başlarsa? Ne de olsa, Financial Times’tan Philip Stephens’in anımsattığı gibi Çin; “uluslararası ekonomik siyasi sistemin Batı’nın çıkarları üzerinde yaratılmış olduğunu düşünüyor” (30/06/11). Çin de her lider adayı gibi kendi çıkarları temelinde şekillenmiş olan bir modelle birlikte gelmek istiyor; daha doğrusu fiilen geliyor.

Partinin 90. yılı kutlamalarında, Wen’in AB gezisi sırasında dile getirilenler de bu modelin ana hatlarının, ABD-AB anglo-sakson modelinden belirgin biçimde farklı olduğunu, bu farklılığın kaygı yarattığını bir kez daha gösteriyordu. Örneğin, AB gezisinin İngiltere ayağında, Çin Başbakanı Wen ile, İngiltere Başbakanı Cameron arasında gerginlik yaşanırken, gezinin Almanya ayağı karşılıklı övgülerle tamamlanıyordu.

‘Liderlik’ ama nasıl?
Bu yeni “model” henüz tümüyle şekillenmemiş olsa bile en azından iki özelliği dikkat çekiyor. Bunlardan biri ulusal egemenlik kavramıyla ilgili. Çin, ABD imparatorluk projesi bağlamında gündeme gelen, ABD ve NATO’nun başka ülkelerin iç siyasetlerine müdahale etmesine olanak veren,“ulus devlet aşıldı”, “sınırlı egemenlik” kavramlarını kabul etmiyor. Çin, Wen’in Cameron ile yaptığı basın toplantısında anımsattığı gibi, eşitlik, karşılıklı saygı, ulusal egemenliklerin dokunulmazlığı ilkesini savunuyor. “Biz”diyordu Wen, “Avrupa’nın siyasi sistemine saygı gösteriyoruz... Karşılığında Çin’in sistemine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini bekliyoruz.” (New York Times, 28/06/11)
Ekonomik kriz derinleştikçe, ABD’nin hegemonyası geriledikçe, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da giderek artan sayıda ülkenin egemen sınıflarının, Çin’in yaklaşımını kendi çıkarlarına daha uygun bulduğu, Çin’in liderliğini benimseme eğilimi geliştirdiği görülüyor.

Çin modelinin diğer özellikleri de, ABD merkezli Batı’nın benimsediği Liberal Demokrasi, Liberal Ekonomi modelinden, ABD ve İngiltere ekonomilerinden belirgin farklılıklara işaret ediyor. Örneğin, Çin modeli, toplumsal istikrara, bunu sağlamakta devletin ve partinin (siyasi iradenin) merkezi yapısına önem veriyor.

Bu modelde, The Asia Times’ın Çin editörü Wu Zhong’un“ÇKP, doksanında demokrasiyi yeniden keşfediyor” başlıklı ilginç yazısında aktardığı gibi, Çin yönetimi, dünya ekonomisine açılan özel sektör kapitalizmi gelişirken şekillenen yeni sınıf ve tabakaların çıkarlarını yansıtacak, müzakere, temsil katılım, uzlaşma mekanizmalarını, merkezi yapıyı bozmadan geliştirebilmek için “Halk Demokrasisi”nin, devrimin ilk döneminde, Mao’nun uygulanmasına önem verdiği, ama sonra terk edilen kimi yöntemlerine geri dönmeye başlıyor. Bu bağlamda, parti, söz konusu çıkarları yansıtacak, yeni partilerin oluşmasına izin vermek yerine, ekonomik, siyası farklılıkların parti içindeki fraksiyonlar yoluyla temsil edilmesinin dayalı bir “çoğulculuğun” olanaklarını geliştiriyor.

Zhong’a göre, ÇKP, bu yukardan aşağı “demokratikleşme”sürecini, parti görevlilerinin ve yerel yönetim temsilcilerinin bir kesiminin, merkezden atanan adayların yanı sıra yerel adaylar arasından seçilmesine olanak tanıyarak bu kez bir “aşağıdan yukarı” demokratikleşme süreciyle destekliyor. (29/06/11) Böylece, Çin giderek karmaşıklaşan sınıfsal ve toplumsal yapıların temsil ve uzlaşma olanaklarını, kendi tarihsel modernleşme deneyiminin derslerinden yararlanarak, liberal demokrasiden farklılaşan bir yönde geliştirmeye çalışıyor.

Doksanıncı yıl kutlamalarında, partinin meşruiyetini, gelenekle bağları güçlendirerek koruma çabalarının sonucunda partinin tarihsel başarılarını vurgulayan “Kızıl” (devrimci) şarkılarda belirgin bir artış gözleniyormuş. Ancak, ÇKP Merkez Komite Propaganda Bölümü Başkan Yardımcısı Wang Xiahou“bunlar, geçmişe bir ideolojik geri dönüşe işaret etmediğini”söylüyormuş. Wang “Bugün bizim zengin ve çok renkli bir kültürümüz var. Kimileri kızıl şarkıları, kimileri pop şarkılarını kimileri de rock and roll seviyor” diyormuş. (Independent,01/07/11)

Weng’in bu saptaması, 1970’lerin ortasından bu yana milyonlarca vatandaşını yoksulluktan kurtaran, ülkenin uluslararası statüsünü, bir lider adayı konumuna yükselten ÇKP’nin artık kendi kapasitelerine, Teng Xiaoping’den ve devrime katılmış kuşağın emekliye ayrılmasından sonra geliştirmek zorunda kaldığı “kolektif liderlik” sistemine giderek daha çok güven duyduğu bir noktada olduğunu gösteriyor.
Çin’i dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükseltmeyi başaran ÇKP serbest piyasa ve finansallaşma modelinden farklı, öncelikle sanayi üretimini ve ihracatı güçlendirmeye devam ederken, giderek iç pazarın ve tüketimin geliştirilmesine, buna bağlı olarak da, toplumsal destek ve refah araçlarını oluşturmaya, sınıflar arasında diyaloğa ve uzlaşma aramaya dayalı bir ekonomik model oluşturduğu görülüyor. Bu model planlamayı, devlet işletmelerini,“sosyal piyasa” biçimlerini, öncelikle kendi kaynaklarına dayanarak büyümeyi içeriyor. Bunlar kapitalizmin çelişkilerini, kriz eğilimlerini ortadan kaldırmıyor (örneğin Çin’de sanayide bir kapasite fazlası sorununun oluşmaya başladığı görülüyor) ama, hem devlete kriz yönetiminde yeni olanaklar sağlıyor, hem de neoliberal modelin dogmalarını aşarak yeni bir büyüme modeli bulmaya çalışanlara yararlanacakları bir deneyim sunuyor.

-2-

Ç’K’P’nin kuruluşunun 90. yıldönümü kutlamaları, Çin Başbakanı Wen’in Avrupa gezisiyle çakışırken, Kissinger’e göre, “Çin, en çok yabancı kredi veren (Finansa kapital ihraç eden-E.Y) ülke olarak liderlik sorumluluğunu üstenme gerekiyordu”.

Wen’in Avrupa gezisi, bu bağlamda, iki farklı yoruma yol açtı. Birinci yoruma göre, Wen’in de konuşmalarında vurguladığı gibi, AB gezisi, Çin ve AB arasında gelişen ekonomik ilişkiler, Çin’in, zor durumda olan AB’ye yardıma elini uzatarak, liderlik sorumluluklarını üstlenmekte olduğunu gösteriyordu.

AB’nin en etkili düşünce kuruluşlarından, European Council on Foreign Relations (ECFR) tarafından dile getiren ikinci yaklaşıma göreyse, Çin krizden yararlanarak, AB’yi, özellikle de, AB’nin küçük ve yoksul ülkelerini hedef alan bir “böl ve yönet politikası” uyguluyordu.

 “Yardım eli” mi?
Avrupa Birliği öncelikle, Yunanistan, İrlanda, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi AB periferisini sarsan derin bir mali kriz yaşıyor. Birliğe, yeni katılan Doğu Avrupa ülkelerinin de, yakın gelecekte bu krizden etkilenme olasılığı yüksek. Ödenemeyen alacakların daha çok Alman ve Fransız bankalarında yoğunlaşmış olması, bu iki ülkenin de kendilerini krizin etkilerinden koruyamadığını gösteriyor. Avro’nun ve AB’nin geleceğini tehdit eden bu kriz karşısında AB liderliğinin önlem almakta, kaynak bulmakta zorlandığı görülüyor. Bu koşularda, AB’ye ek kaynak girmesinin krizin etkilerini hafifletmek açısından büyük öneme sahip olacağı kolaylıkla söylenebilir.

Bugün dünyada bu çapta kaynakları harekete geçirebilecek ülke sayısı son derecede az. Bu ülkelerin başında da yaklaşık, üçte biri dolar varlıklarından oluşan 3 trilyon dolarlık rezervlere sahip Çin geliyor.  Financial Times ise, doların geleceğine eskisi kadar güvenmeyen Çin’in dolar varlıkları almayı geçen yıl durdurduğunu, gittikçe artan oranlarda Avro cinsiden varlıklara yöneldiğini yazıyor.

ECFR’nin huzurunu kaçıran gelişme de işte bu yönelişle ilgili. ECFR’nin “Scramble for Europe” (Avrupaya Hücum) başlıklı raporunda, Çin’in 64 milyar dolarlık toplam AB yatırımlarının yarısından fazlası 2010 yılından bu yana gerçekleşmiş. Çin, Macaristan’da  1,7 milyar dolara, bir kimyasal madde üreten kuruluş satın almış, Macar devletinin hazine kağıtlarından satın almaya hazır olduğunu açıklamış. Macaristan Başbakanı  Viktor Orban’ın bu açıklamayı bir “tarihsel yardım” olarak nitelemesiyse ayrıca anlamlı.  Ek olarak, İspanyol devi Repsol, Brezilya’daki  iştiraklerini 7 miyar dolara Çin şirketi Sinopec’e devretmiş. Çin Norveç’te de  önde gelen bir silikon üreticisini 2 milyar dolara satın almış.

Wen’in Avrupa gezisi, Çin’in AB’deki varlığını daha da arttıracak gelişmelerle doluydu. Wen İngiltere’yle 2.2 milyar dolarlık yatırım ve ticaret anlaşması gerçekleştirdi. Çin’in, Almanya ile ilişkilerini geliştirmeye  özellikle önem verdiği anlaşılıyordu. Görüşmelerde, Çin’in iç siyasi sorunları üzerine yorum yapmaktan kaçınan Merkel, Çin ile 15 milyar dolarlık ticaret ve yatırım anlaşması imzaladı. İki ülkenin liderleri, aralarındaki ticaret hacmini 2020’ye kadar 200 milyar dolara çıkartmaya kararlı olduklarını açıkladılar. Çin Yunanistan’a, devlet borçlanma kağıtlarından satın alarak, yardım eli uzatmaya hazır olduğunu da açıkladı..

Stratejik yatırım mı?
Devletler arası ilişkiler, her zaman, egemenlik, bağımlılık, güçler dengesi ilişkileridir. Bu Bağlamda, zor durumdaki bir devlete bir başka devletin “yardım eli” uzatmasıyla, “böl yönet” politikası arasında, bazen sanılandan çok daha az bir fark olabilir.

Dünya devletler sisteminde bir ülke yükselmeye başlayınca, verili sistemin mimarları, “statüko” güçleri, tedirgin olmaya, tarihte görüldüğü gibi, birleşerek yükseleni, tehdit edici bir noktaya ulaşmadan, etkisiz hale getirmeye çalışabilirler. Buna karşılık yükselmekte olan, hem verili düzenin engellemelerinden, “haksızlıklardan” yakınırken, yükselme sürecini destekleyecek ittifakları, ekonomik, teknolojik koşulları korumaya çalışırken, hem de bir tehdit unsuru olmadığını kanıtlamaya özen gösterecektir.
Çin’in AB gezisini, AB üyelerine, Avro’ya, AB projesine verdiği desteği de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Almanya ile ilişkileri geliştirirken, Çin’in teknolojik gereksinimlerini karşılamaya, Avroya yönelirken dolar karşısında korunmaya çalıştığı söylenebilir. Wen’in “AB’yi bağımsız bir kutup olarak görüyoruz” saptaması da, Çin’in, ABD karşında dengeleyici bir kutup arayışından kaynaklanmaktadır.

Özetle, Çin’in hem AB’ye yardım eli uzattığını hem de, ECFR’nin kaygılandığı gibi, AB’yi ABD’ye alternatif bir blok olarak destekleyerek, “Atlantik çatlağını” korumayı amaçladığını söyleyebiliriz.  Ne yazık ki, “Statüko” güçlerinin, tarihten ders aldıklarını, bu kez tepkilerinin gelecekte, bir savaşa yol açmayacağını ise henüz söyleyemiyoruz.