Wednesday, October 26, 2011

Biz geldik, gördük, o öldü (24 Ekim 2011)

Bunlar, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, Muammer Kaddafi’nin öldürüldüğünü öğrendiğinde, kahkahalarla gülerken söyledikleri. Kaddafi, haftalardır aralıksız süren NATO bombardımanıyla neredeyse yerle bir olan Sirte kentinden kaçmaya çabalıyordu. Konvoyu Fransız uçakları ve ABD “dronları” tarafından bombalanınca, yaralı olarak isyancıların eline düştü ve hemen orada infaz edildi.

Bağımsızlık ve kalkınma diye başlayıp, ailesiyle birlikte halkının başına çöreklenmiş, giderek emperyalizmin işbirlikçisi ve alay konusu olmuş bir diktatörün arkasından gözyaşı dökecek değilim. Ama, bu ölümün Libya “devrimi” denen saçmalığa çok uygun olduğunu da düşünmeden edemiyorum.

İsyancılarla Kaddafi rejimi arasında başlayan çatışmalarda, sivilleri koruma savıyla devreye giren NATO ve ABD’nin AfriCom güçleri, kısa sürede, “bir rejim değişikliği” projesini yaşama geçirmeye, sivilleri de bombalamaya başlamış, yönetimine, Kaddafi rejiminin eski “kasaplarından” ve El Kaide artıklarından oluşan işbirlikçileri getirdikleri “isyancıların” hava gücüne dönüşmüşlerdi. Bu noktadan sonra, NATO ve AfriCom, Kaddafi güçlerini, elindeki kentleri bombalayarak isyancıların yolunu açmış, onlara “zaferi”, adeta tepside hediye etmişti. Associated Press Ajansı, ABD’nin ilk kez, Clinton’ın ağzından, “ölü ya da diri, artık yakalanması gerekiyor” dediğini aktarmıştı. İki gün sonra Kaddafi, NATO ve AfriCom tarafından bombalandı, yaralanarak savunmasız duruma düşürüldü, “isyancılar” tarafından öldürüldü.

Şimdi demokrasi zamanı... 
Ya Kaddafi mahkemeye çıkarılsaydı, orada, dün elini öpen Berlusconi’nin, develeriyle, 40 “bakire” korumasıyla Elize Sarayı’nın önüne çadır kurmasını izin veren Sarkozy’nin, öpüşüp kucaklaştığı Blair’ın işlerini ortaya dökmeye, ABD’ye terorizme karşı savaşta sunduğu hizmetleri anlatmaya başlasaydı, kitle imha silahları programını Batı’ya teslim ederken kendisine verilen sözleri anımsatsaydı? Sanırım bu olasılıklar ortadan kalktığı için, Clinton haberi alınca kahkahalarla gülmüş, sonra, ABD’yi de Roma’nın mirasçısı olarak gördüğünden olacak, Sezar’ın sözlerini anımsamıştı...

Söz Roma’dan açılmışken, Roma’nın düşmanları kadar, onun desteğine dayalı hesaplar yapan “çevre” ülkelerin de sonunda Roma’ya yem olduğunu anımsamak yararlı olabilir.

Diktatör devrildiğine, hatta infaz edildiğine göre, artık Libya’ya demokrasi gelebilir. Ama sanırım şöyle bir sorun var. Demokrasi Libya’ya geldiğinde büyük bir olasılıkla yerleşecek bir ülke bulamayacak. Üstelik, bu benim kuruntum değil; uluslararası basında, diplomatik çevrelerde son haftalarda, özellikle de Kaddafi infaz edildiğinden beri, daha da yoğunlaşan bir tartışmanın ana konusu.

“Geçiş döneminde” (Nereye geçilecekse?..) başbakanlığı üstlenmiş olan Mahmut Cibril’e göre, Libya’da durum bu günlerde “ulusal mücadeleden bir kaosa doğru ilerliyor”. Batı’da yetişmiş bir bürokrat olan Cibril “Siyasi mücadele mali kaynak, örgüt, silah ve ideoloji gerektirir. Bunlar da bende yok” diyerek istifa etmek istediğini açıklamış (Time, 20/10/2011). Bunların bugün kimde olduğu henüz belli değil. Ayaklanmaya katılanların hepsi silahlı, mali kaynak Batı’dan geliyor. Örgütlenme ve ideoloji konularıysa çok sorunlu. Örneğin ideoloji söz konusu olduğunda ortada adı anılacak tek akım El Kaide artığı ya da şubesi Selefi gruplar.

Hemen tüm gözlemciler, Kaddafi ve klanı yönetimi tek elden sıkı sıkıya kontrol etmiş olduğundan, bunlar gidince geride, restore edilebilecek, modern anlamda bir devlet aygıtı kalmadığını iddia ediyorlar. Bir ölçüde haklı olduklarını düşünüyorum. Gerçekten de, savaş sürecinde, idari yapı yerel düzeyde birbirinden çok farklı, siyasi, askeri odakların elinde kalmaya başladı.

Libya toplumu, karmaşık bir aşiretler ve yerellikler üzerinde yükseliyor. Aşiret yapılarının yanı sıra, Kaddafi döneminde, bu yerelliklerin, aşiret kimliklerinin üzerinde bir vatandaşlık kurumu gelişmemiş olduğundan Libyalılar, kendilerini, Foreign Policy’de Jason Pack’in işaret ettiği gibi, Libyalı olarak değil, öncelikle, aşiret kimlikleriyle ya da bu kimliklerin bir uzantısı olarak, Trabluslu, Misratalı, Bingazili, Zintanlı olarak yerel kimlikleriyle tanımlıyorlar.

Peki, bir merkezi devleti bir arada tutacak çimento, “vatandaşlık” kurumu, bundan sonra gelişemez mi? Bu soruya olumlu bir cevap vermek zor. Çünkü birçok analistin işaret ettiği gibi, tüm bu yerel güçler, aşiret güçleri, Selefi gruplar kendilerini birleştiren ortak düşman ortadan kalkınca, bulundukları yerlerde iktidarlarını konsolide etmeye, kurulacak yeni devlette yer kapma yarışına girişmiş görünüyorlar. Şimdi bu yarışın daha da hızlanacağı kolaylıkla söylenebilir. Kısacası, Libya’da önümüzdeki dönemde, demokrasi bir yana, bir merkezi devlet kurma olasılığı zayıf görünüyor, Cibril’in kaos beklentisi gerçekleşeceğe benziyor.

Bu kadar kan boşuna mı aktı?
Libya’ya demokrasinin gelmesi şüpheli ama, bir şeylerin geleceği kesin. Örneğin, petrol, maden çıkarma şirketleri, bankalar, müteahhitlik firmaları, hatta süpermarket zincirleri de Libya’ya gelecektir. Ayrıca, 30 yıldır inşası süren dev “yapay nehir” geçen yıl tamamlanarak Libya’yı, Afrika’nın ekmek teknesi konumuna yükseltecek bir tarımsal Rönesans’ın eşiğine getirmişti. Dünya piyasalarında gıda fiyatlarının arttığı bir dönemde, “yeni Libya” bu açıdan da dev “agri-business” şirketlerine büyük olanaklar sunuyor.

Libya’da istikrarlı bir merkezi idare yapısının kurulması uzun süreceğinden, özel güvenlik şirketlerinin de Libya’ya doluşmasını bekleyebiliriz. Ama Libya’ya geleceklerin içinde bence en önemlisi, Kaddafi’nin onay vermeyi reddettiği AfriCom olacaktır.

Gerçekten de Afrika, ABD açısından giderek önem kazanıyor, yeni bir yayılma alanı olarak öne çıkıyor. 10 Mayıs 2010’da ABD Kongresi Kuzey Uganda Kurtarma Akti’ni yasalaştırdı. Bu yasa, o bölgede faaliyet gösteren “Tanrının Direniş Ordusu” (TDO) aslı örgütün varlığına son vermeyi ve lideri Joseph Konyi’yi yakalamayı amaçlıyordu. Önceki cuma günü, Obama, bu amaçla Uganda’ya 100 Özel Harekât Personeli gönderdiğini Kongre’ye bildirdi.

TDO, Kongo, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kamerun topraklarında da etkin olduğundan ABD, benzer yardımları bu ülkelere de yapacak (Reuters 14/10). Geçen hafta, New York Times, ABD’nin büyük bir konsolosluk ve askeri varlık bulundurduğu Kenya’nın askerleri birliklerinin yeniden Somali’ye girdiğini de bildiriyordu.

ABD, Çin’in Afrika’daki yayılmasının bir aşamasında getirmeye başlayacağı askeri yapılanmaları karşılayacak bir konumda olmak için (örneğin, Holslag, Parameters, yaz 2009) kurduğu AfriCom’un merkezini de Libya’ya getirebilir. Bu bağlamda Libya, ABD’ye, halen Cibuti’deki 1300 personel kapasiteli askeri üsse ek olarak paha biçilmez yeni olanaklar sunabilecektir. Böylece önümüzdeki dönemde ABD’nin Afrika’ya girişinin, Libya üzerinden yeni bir ivme kazanmasını bekleyebiliriz

Thursday, October 20, 2011

Gündemde yine savaş mı var? (17. 10. 2011)

Geçen hafta gazeteleri meşgul eden iki önemli gelişme aklıma 2000’li yılların başında, Irak savaşı öncesinde yaşananları getirdi; anlığımda bir analojiyi tetikledi. “Gündemde yine büyük bir savaş mı var?” diye düşünmeden edemedim.

İki gelişme, bir analoji
Hafta ortasında ABD yönetimi İran’ı, Suudi Arabistan’ın Washington Elçisi’ne suikast düzenlemeye kalkmakla suçladı. Başkan Obama, “İran bu tehlikeli, pervasız girişimin hesabını mutlaka verecektir” dedi. “Uluslararası topluluk”tan, İran’ın bu girişimiyle ilgili olarak ABD’nin önlerine koyduğu kanıtlara güvenilmesini istedi.

Bankalar ve piyasa ekonomisine karşı New York’un mali merkezi Wall Street’te geçen ay başlayan protesto eylemi hafta sonunda 951 kentte yankılanarak tüm dünya ekonomisine yayıldı, 10 yıl sonra yeniden bir küresel başkaldırı dalgasıyla karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü.

Bunlar aklıma, 1999 Seattle olaylarından sonra gelişmiş kapitalist ülkelerin büyük kentlerine yayılmaya başlayan “küreselleşme karşıtı” protestoları, Dünya Toplumsal Forumu’nu getirdi. O zaman da bir borsa krizi yaşanmıştı; “depresyon” olasılığından söz ediliyordu. Dünya medyası gittikçe güçlenen, yayılan, sertleşmeye başlayan protestoları tartışıyor, kimileri eylemcilerin haklılığından söz açarken kimileri de olmadık hakaretler yağdırıyordu. Yine “kapitalizmin üzerinde dolaşan hayaletten” bahsediliyordu.

O sırada ABD’de başkanlık seçimleri yapıldı. Seçimlerden muhafazakâr parti, neo-con siyasi ekip zaferle çıktı. Seçimler öncesinde yoğunlaşan “yeni savunma stratejisi tartışmaları”, küreselleşmenin, serbest piyasa düzeninin ABD’nin yaşamsal çıkarları kategorisine girdiğinde, ancak ABD hegemonyasının ekonomik-kültürel zemininin zayıfladığında hemfikir oluyordu.

Bu koşullarda, önce 11 Eylül 2001’de ABD toprağında insan aklını zorlayan vahşette bir terörist eylem gerçekleşti. Batı ülkeleri hemen ABD’nin etrafında toplandılar. ABD bu iklimden yararlanarak, “Yeni Savunma Stratejisi”ni açıkladı, Taliban hükümetinin görüşme çabalarını bir kenara iterek Afganistan’a saldırdı. İkinci adım olarak ABD “Irak’ta kitle imha silahları var” iddiasıyla Batı ittifakını arkasına alarak Irak’ı işgal etmeye hazırlandı. Ancak inandırıcı olamadığı için de bu işi İngiltere’yle birlikte üstlenmek durumunda kaldı.

2001-2003 arasında, dünya ekonomisi (neo-liberal model) küreselleşme karşıtı savları doğrulayan bir depresyonun eşiğine gelmiş olmasına karşın 11 Eylül ve savaşlar, tartışma iklimini değiştirdi; küreselleşme karşıtı hareket “savaş karşıtı harekete” dönüşmeyi denedi ama başarılı olamadı, giderek söndü. Bu sırada merkez bankaları tarihte görülmemiş çapta bir parasal genişlemeye giderek depresyon tehlikesini ötelediler. Ama finansallaşma gelişmeye devam ettiğinden, bastırılan kriz eğilimleri 2007’de daha büyük bir güçle geri geldi. Bu sırada ABD’nin “imparatorluk” atılımı fiyaskoyla sona erdi, hegemonyasının gerileme süreci yeniden üstelik ivme kazanarak hızlandı.

Yaklaşık bir yıldır dünya ekonomisinde bir muhalefet hareketi yükseliyor. Bu hareket en çarpıcı örneklerini önce Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da verdiği için, birçok yorumcu, özellikle jeopolitik gözlüğüyle bakanlar, hareketin evrensel boyutunu kavrayamadılar; Avrupa’daki protesto eylemleriyle ilişkisini kuramadılar.

Ancak “Wall Street işgali” eylemi, hafta sonunda eylemin dünya çapında yayılarak yankılanması, dalganın evrenselliğini kesinlikle kanıtlamış oldu. Bu dalga, küreselleşme karşıtı dalgaya benzemekle birlikte, kapitalist ekonomiyi, liberal demokrasiyi hedef alarak, daha önce görülmemiş eylem ve örgütlenme biçimleri sergileyerek, sanırım daha hızlı gelişiyor.

Bu sırada, Marx’ın “ilk kez trajedi, ikinci kez komedi” sözlerini kanıtlarcasına yine ABD toprağında bir terörist eylem (bu kez yalnızca girişimi) iddiasıyla karşı karşıyayız. 11 Eylül saldırısını Irak’a kadar uzatan çevreler bu kez, bir süredir gözlerini diktikleri İran’ı suçluyor, “uluslararası topluluğu” İran’a karşı harekete geçirmek için kollarını sıvıyor.

Ve bir komedi
ABD yönetiminin İran’ın Suudi Arabistan elçisine yönelik suikast girişimine ilişkin iddiaları Adalet Bakanı Eric Holder’in ağzından açıklaması, iddiaların ağırlığına işaret ediyordu. Ancak, FBI Başkanı Robert Muller’in, “Harekât Kızıl Koalisyon” kod adı ile gerçekleştirilen operasyonda ele geçirdikleri bilgilerle ilgili açıklamasındaki, “adeta bir Hollywood senaryosu gibi” ifadeleri, anında tartışmaların tonunu belirledi.

Washington Post’tan Ignatius’un, Karla’ya (Le Carre’nın ünlü romanındaki olağanüstü zeki, tecrübeli KGB şefi) benzettiği Kasım Süleyman’ın yönetimindeki, doğrudan “yüce lider” Hamaney’e bağlı Kudüs Kuvvetleri’nden Golam Şakuri adlı biri, Texas’ta ikinci el otomobil satan İran asıllı Amerikalı Mansur Arbabsiar’la ilişki kurmuş, Suudi Arabistan’ın Washington Elçisi’ni öldürmek üzere bir kiralık katil ayarlamasını istemiş. Bu iş için Arabsiar’ın Amerika’daki banka hesabına, İran’dan (!),100.000 dolar transfer edilmiş. Arabsiar, Meksika uyuşturucu kartellerinin katilleriyle ünlü Zeta örgütüyle ilişkiye geçiyorum zannıyla, aslında bir FBI ajanıyla temas kurmuş.

Arbabsiar, kartelin aracısı sandığı ajana, Tahran’da bir üst düzey yetkilinin yeğeni olduğunu da anlatarak bu iş karşılığında 1.5 milyon dolar ve ABD Afganistan’dan çekildikten sonra (!) sınırsız miktarda afyona erişme olanağı teklif etmiş. Gerçekten Hollywood senaryolarını andırıyor, ama kimsenin filme çekmek istemeyeceği kadar kötü...

Ama burası ABD-Ortadoğu kavşağı; olayı anlayabilmek için bazen görünenin tam aksini düşünmek gerekebilir. Örneğin, casusluk, istihbarat konularında uzmanlaşmış yorumcular, geçmişte son derecede başarılı suikastlara imza atmış İran’ın, bu kadar kötü bir senaryo ile yola çıkacağına inanmanın çok zor olduğunu düşünüyor, bu senaryonun bir ABD tezgâhı olabileceğini ima ediyorlar. Bu konuda kesin bir yargıya varmamıza yardım edecek bilgilere sahip değiliz.

Ama bu “suikast girişimi” sayesinde ABD’nin birden fazla kuşu vurmayı başardığı kolaylıkla söylenebilir: (1) İran’ı başkalarının toprağında suikastlar düzenleyen bir “haydut” ülke olarak niteleyip “uluslararası topluluğun desteği” sağlanarak daha sert, giderek doğrudan bir savaşa açılacak uygulamalarla İran tecrit edilebilir. (2) ABD, “Arap Baharı” sırasında Suudi Arabistan’la zayıflayan dostluğunu yeniden güçlendirebilir. (3) Suudi Arabistan’la İran arasındaki “soğuk savaş” bölgesel rekabet, sıcak savaşa doğru tırmandırılabilir. (4) Bu tırmanma, İsrail’in güvenliğini arttırmanın yanı sıra İsrail’in Sünni Arap eksenine eklenmesini getirebilir. (5) Son dönemde, nükleer programıyla ilgili 5+1 grubuyla yeni görüşmeler için yeni girişimleri gündeme getirmeye başlayan İran’ın önü kesilerek İsrail’in bölgedeki “nükleer bomba tekelini elinden kaçırma” korkusuna cevap verilmiş olur.

Sonuç olarak, ABD merkezli neo-liberal düzene (ABD hegemonyasının kalbini hedef alan) karşı küresel bir toplumsal muhalefet dalgası yükselirken komplo senaryolarını içeren karışık olayların gündeme gelmeye başlaması hiç de hayırlı bir işaret değil.

Tuesday, October 11, 2011

Bu havada malını satamazsan firmanı satarsın




10 Ekim 2011 -  

Description: http://www.sendika.org/images/pixel.gif
Uluslararası sistemin alması olası yeni biçimler üzerine tartışmalarda, yine bir yoğunlaşma var. Bu tartışmalara konu olan eğilimlerin giderek birbiriyle kesişmeye, birbirlerini güçlendirmeye başlamasıysa, uluslararası ilişkilerde “havanın” giderek sertleşeceğini düşündürüyor.

Bu sırada Türkiye ile ilgili haberlerde öne çıkan kimi olgular, “AKP hükümeti, ‘gemiyi’ bu havada nasıl su yüzünde tutmayı başaracak?” sorusunu akla getiriyor. Belki bu soruyu birbiriyle kesişerek güçlenmeye devam eden eğilimlerin içine katarak değerlendirmek gerekiyor.

‘En kötü mali kriz...’ 
Perşembe günü, İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, “Dünya bütün zamanların, en azından 1930’lardan bu yana, en kötü mali krizini yaşıyor” diyor, ekonomiye 75 milyar sterlin basacağını açıklıyordu. Cuma günü Financial Times, “Merkez bankaları işe koyuldu” başlıklı yorumunda, Avrupa çapında yeni bir parasal genişleme dalgasının haberini veriyordu.

Bu sırada, ABD Senatosu Çin’e yönelik korumacı uygulamalara izin verecek, hatta bunları zorunlu kılacak bir yasa tasarısını oylamaya başlıyordu. Medyayı meşgul etmeye başlayan bir diğer gelişme de ABD’de, uzun yıllardan bu yana ilk kez yükselmeye, yayılmaya başlayan toplumsal muhalefet olaylarıydı. Geçen ay Wall Street’te genel olarak bankalara, özel olarak yoksullaşmaya, işsizliğe karşı başlayan protesto hareketi, hafta sonunda Philadelphia, New Orleans, Washington, Tampa, Dallas, Houston, Austin’in yanı sıra 100 kente yayılmış, başlangıçta sayıları onlarla anılabilecek protestocular, perşembe günü 15 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenleyebilmişlerdi. En son haberler, sendikaların giderek artan oranda harekete destek vermeye başladığını gösteriyor.

Böylece, “Wisconsin”, “uvertürü”nden sonra, Wall Street İşgal Hareketi, sendikaları toplumun diğer hoşnutsuz kesimleriyle birleştirmeye başlarken İngiltere kasım ayında gerçekleşecek, çok büyük işçi hareketlerine hazırlanıyor. Avrupa’da kriz merkeze doğru yayılıyor...

Bu durumda hükümetlerin klasik tepkisini, ikiye ayırabiliriz. Birincisi, parasal genişlemeyle sorunları, 2002-2006 arasında olduğu gibi, sonrasını düşünmeden, ertelemeye çalışmak. İkincisi, “Yüksek işsizliğin sorumlusu kim?” sorusuyla dikkatleri dış ticarette rekabet koşullarına yönlendirerek, yerli egemen sınıfların üzerinden uzaklaştırmak. Kaygı veren şu ki, bugün bu tepkiler kesişerek, büyük siyasi krizlere zemin hazırlamaya başlamış gibi görünüyorlar.

...En büyük siyasi krizlere zemin hazırlıyor... 
Parasal genişlemelerin, serbest piyasa sistemi içinde, genişlemeye giden ülkenin ekonomisini değil, rekabet gücü daha yüksek ekonomileri destekleme olasılığı çok kuvvetli oluyor. Böylece, ithalat artmaya, yerli sanayi iş kaybetmeye, ama halk genişlemenin mali yükünü üstlenmeye devam edebiliyor. Bu süreç, eninde sonunda, artan dış ticaret açığı, işsizlik üzerinden dikkati, öfkeyi parasal genişlemeden yararlanan ülkeler üzerinde yoğunlaştırıyor.

İkincisi, işsizlik konusunda suçlu aranınca gözler dışarıya, örneğin, bugün ABD’de, Çin’le olan 278 milyar dolarlık ticaret açığına dönüyor (Wall Street Journal, 07/10) ve bu açığın bir hesaplamaya göre, ABD ekonomisine 2001- 2010 arasında 2.8 milyon, bir başka hesaplamaya göre 1990-2007 arasında yaklaşık 1 milyon iş kaybına mal olduğuna ilişkin savlar siyasi bir önem kazanıyor (Washington Post, 06/10). Bu savlar da, mali kriz sırasında, üç yılda 8.5 milyon kişinin işini kaybettiği görmezden gelinerek, ABD ekonomisini Çin’e karşı (bankerlere karşı değil) korumak gerektiği sonucuna götürüyor. Üstelik, bu korumacılığın ithalat yoluyla gelen ve esas olarak düşük gelirliler tarafından tüketilen malların fiyatlarını yükselterek yoksullaşmayı daha da arttıracağını bilerek. Bu miyopluk dünya ekonomisini, kaçınılmaz olarak, bir ticaret savaşları eksenine oturtuyor.

‘Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü’ 
Dahası bu süreç “ticaret savaşlarının” sınırlarını aşan dinamikleri de içeriyor. Örneğin, Çin’e karşı korumacılık tartışmaları, Çin’in serbest ticaret sistemine (ABD merkezli ekonomik modele) yönelik bir tehdit oluşturduğuna ilişkin savlara (WSJ, Tom Danilon, 05/10), Çin’in artan jeopolitik etkilerinin askeri kapasitelerinin tartışılmasına (Boston Globe, Kurtlanzick, 24/09), Çin’i stratejik düşman konumuna yükseltmesine yol açıyor.

Buna karşılık, Çin, tarihçi Paul Kennedy’nin Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü yapıtında dile getirdiği “ekonomik canlılığı azalmış bir ülkenin askeri ve güvenlik üstünlüğünü korumaya devam edebildiği asla görülmemiştir” saptamasına uygun olarak, ABD’nin ekonomik canlılığının daha da azalmasını beklerken, her fırsatta diğer güçlerle birlikte, örneğin son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında ABD’yi bloke ediyor, gerilemeyi, daha bir görünür kılarak hızlandırıyor. Şam’daki Kalamoon Üniversitesi’nden, uluslararası ilişkiler uzmanı, Dr. Marvan Kabalan’ın Gulf News’teki yorumunda vurguladığı gibi “ABD’de buna karşı bir şey yapamıyor”.

Paul Kennedy’nin saptamaları, Türkiye ekonomisiyle ilgili haberlerle birleşerek kaygı verici bir resim oluşturmaya başlıyor. Türkiye’nin dış politikası, “sıfır sorun” niyetiyle yola koyuldu, ülkeyi uzak yakın tüm komşularıyla sorun çıkararak, yalnızlaştıran bir noktaya taşıdı. Ama olsun, bir büyük gücün desteğine dayanarak bölgede güç yansıtma projesi “hamdolsun” tıkır tıkır işliyordu. Ekonomi son derecede canlıydı, Türkiye yükseliyordu... Cari açık büyüyordu, ama ihracat artmıyor muydu?

Geçen hafta, Merkez Bankası TL’nin değerini korumak için hamle yapınca, birden kaşlar havaya kalktı. Bu büyümenin, yükselmenin büyük bir kredi köpüğü üzerinde yüzdüğünü söyleyenler haklı olabilir miydi? Finans medyasının ekranlarına düşmeye başlayan, “Merkez Bankası bu zayıf rezervlerle, TL’yi uzun süre koruyamaz”, (Bloomberg,. Reuters) gibisinden yorumları da hayra alamet değildi.

Bunları izlerken, Meral Tamer’in, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısındaki izlenimlerini anlattığı yazıyı gördüm. Tamer, üç ayda yüzde 20 devalüasyon olunca, kimlerin ne kadar büyük döviz açıklarıyla “yakalanmış” (peki bunların akılları neredeymiş?) olduklarını aktarıyordu. Moraller çok bozukmuş.

Tesadüf bu ya, aynı gün, Bloomberg, Türkiye’nin 2008’den bu yana şirket edinmelerde en parlak dönemini yaşadığını, hızla büyüyen ekonominin, yükselen piyasaların hepsinden daha çok yabancı sermaye çektiğini bildiriyordu. Diageo PLC’den Goldman Sachs’a, G. P Morgan’dan Cerberus Capital Management’e kadar dev şirketler bu canlı ekonomiden yararlanmak için geliyorlarmış. Kimi yerli yatırım uzmanlarına göre 2012, Türkiye için edinme, birleşme yılı olacakmış.

Neden olmasın? Yüzde 20 devalüasyon, arkası da gelecek gibi, sanayinin devleri, borca batmış durumda, dış pazarlar da daralıyor, mal satamazlarsa firmalarını satarlar...

Osmanlı ruhu bu olsa gerek: Ekonomide, gırtlağına kadar borca batarken, politikada, gerilemekte olan bir büyük gücün eteğine yapışarak, büyüklük hayalinin peşinde, hiç anlayamadıkları bir dünyada oradan oraya sürüklenmek... Sakın bunlar arasında bir bağlantı olmasın?