Wednesday, December 30, 2009

Yılın son yazısı

Yılın son yazısında, 2009’un 2010’a miras bıraktığı zeitgeist (zamanın ruhu) üzerinde düşünmeye çalışıyorum: 2009 yılında, gelişmelerin yönü, önemli eğilimlerin çoğu belirginlik kazandı. Ne yazık ki bu belirginlik bizi geleceğe ilişkin büyük bir belirsizlik duygusuyla karşı karşıya bırakıyor.

Sıfırlı yıllar…
Bildiğiniz gibi, hemen her on yıllık döneme özgü bir adı takılır. Bu ad genel bir algıya, zeitgeist’e işaret eder. Ben, bir süredir, geçen on yılın nasıl tanımlanacağını merak ediyordum. Geçen hafta medyadaki değerlendirmeleri izlerken, yorumcuların, anlam yüklü “noughties” kavramında buluşmaya başladıklarını gördüm.

“Noughties” sıfırlı yıllar demek. Ancak, “sıfır” içi boş, anlamına geldiğinden, on yılı içi boş bir dönem olarak da betimlemiş olmuyor mu? Diğer taraftan “noughties” sözcüğü aynı zamanda “noughty” (yaramaz) sözcüğünü de içerdiğinden, bu boşluk aslında bir nitelemeyle doldurulmuş olmuyor mu? Üstelik, bu kavram yeni değilmiş. İlk kez, BBC, yeni on yıllık dönemi tanımlamak için, 2001 başında kullanmış. Ama ben bu sözcüğe, geçen haftaya kadar hiç rastlamamıştım. Geçen döneme ilişkin bir betimleme arama çabası, 2009 yılında “noughties” sözcüğünün içinde gizli “noughty” (kötü) anlamı üzerinde bir mutabakat oluşturmuşa benziyor. 2009’un mirası zeitgist’i düşünürken, beni “büyük belirsizlik” kavramına götüren etkenlerden biri de bu “mutabakat” oldu.

Siyasi belirsizlik
Eğer kapitalizmin paradigması içinde düşünürsek, Kissinger’ın “hiç bir şey barışı, hegemonya ve güçler dengesi kadar güvence altına alamaz” saptamasına katılmak durumundayız. Hegemonyacı güç hem genelde düzeni sağlar, savaşları engeller, hem de diğer devletlere güvenli bir ortamı sunar. Hegemonyacı güç, uluslararası ilişkilerde devletlerin, kendi topraklarındaki hükümranlık haklarına saygılı olunacağına ilişkin bir ilkenin geçerli olduğuna dair bir görüntüyü de korur; ihlal durumlarını “istisna” olarak tanımlar. 11 Eylül’den sonra ABD yönetiminin bu ilkeyi açıkça ihlal ettiğini, bu ihlalin bundan sonra koşullara bağlı olmakla birlikte, bir kural olacağını açıkladığını gördük.

Kissinger’e göre “bu Westphalia devletler düzeninde devrim demektir, eğer başarabilirlerse”... Hep birlikte izlediğimiz gibi başarılı olamadılar hegemonya düzeni bozulmaya, uluslararası düzenin belirleyici ilkeleri dağılmaya başladı.

Obama, ABD başkanı olduğunda, hegemonya düzenine geri dönülebileceğini ilişkin bir umut belirdi. Adama alelacele verilen Nobel barış ödülünün arkasında işte bu hegemonya (barış) düzenine dönüş umudu yatıyordu. Yıl kapanırken, genel olarak uluslararası medyada özel olarak ABD dış politika seçkinleri arasında (Bkz: The American Interest’in “Flirting with failure” başlıklı Aralık sayısı) bu umudun boşa çıkmaya başladığına ilişkin genel bir kanı, (Prof Nye’in aynı sayıdaki, “iyi başlangıç ama yol uzun” başlıklı yorumuna karşın) oluşmaya başladığı görülüyor. “Obama da başaramazsa bundan sonra ne olacak?” sorusun cevabı yok.

“Tarihin sert akıntıları”
Bir hegemonya döneminde öbürüne geçişin uzun, sancılı bir dönem olacağı, teorik olarak, kolaylıkla savunulabilir. Tarih (pratik) de bu yönde bir deneyime işaret ediyor. Geçen yüzyılın başındaki “noughties”e (1900-1910) bakınca, bu güne benzer bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Financial Times’ın ekonomi editörü Martin Wolf şöyle özetliyor “gerçek anlamda küresel bir güç (İngiltere-E.Y) göreli olarak hızlı bir gerileme içindeydi. Kısa bir süre önce çok yüksel maliyetli bir sömürge savaşında (Boer Savaşı-E.Y) bir Pirrus zaferi kazanmıştı. Yeni büyük güçler yükseliyordu, hem silahlanma yarışı hem de piyasalar ve az gelişmiş bölgelerdeki kaynaklar üzerinde rekabet hızlanıyordu. Ancak, insanlar refahı besleyen, barışın zemini oluşturan serbest ticaretin ve sermaye hareketlerinin (küreselleşmenin-E.Y) sürdürülebileceğine inanmaya devam ediyorlardı”… Sonrasını hepimiz biliyoruz.

Bildiğimiz için de, 2010’a bundan sonra ne olacak korkusuyla giriyoruz. Çünkü tarih, bir süredir kendini tekrarladığını düşündüren görüntüler sergiliyor. Bir başka Financial Times yazarının geçen hafta işaret ettiği gibi “Tarihin sert akıntıları küresel yapının düzenini süpürüp atıyor”. Gerçekten de bu yıl bilincimize çıkan gerçeklerden (doğru veya yanlış,)biri de, 250 yıllık Batı üstünlüğünün engellenemez bir biçimde doğuya geçmeye başlamış olmasıydı. Wolf da zaten noughties’in “tarihte iki dönemi birbirine bağlayan bir menteşe” olduğunu savunuyor. Ancak, Doğu’daki güçler, bu üstünlüğün beraberinde getireceği sorumlulukları üstlenebilecek, dahası taşıyabilecek güçte görünmüyorlar.

Kültürel ortam da değişiyor
Tarihin sert akıntıları, Batı’nın üstünlüğünü önüne katıp götürürken, Berkley Üniversitesinden, Prof Brad DeLong ve Stephen Cohen’in birlikte yayımladıkları çalışmada (The End of Influence) vurguladıkları gibi, kültürel ortam da değişiyor, insanlık “25 yıllık neo-liberalizm rüyasından da uyanıyor…” (DeLong, Cohen Foreign Policy, 23/123). DeLong ve Cohen’e göre bu yeni dönemde “ABD hala kültürel bir güç olmaya devam edecek ama kültürel alanda yeni bir ‘mega söylem’ üreterek yeniden hegemonya kurma olasılığı Obama çiftine rağmen çok zayıf”.

Bu kültürel hegemonya üzerinde düşünürken, The Economist’in son sayısındaki “Neden modern ilerleme düşüncesi bu kadar yoksullaştı” başlıklı, ilginç makale yararlı olabilir.
The Economist’in makalesi, “ilerleme” düşüncesine ilişkin ilk kaygıların ortaya çıktığı 1861 yılında (kapitalizm egemen model olarak yerleşirken, ilk düş kırıklıklarının doğduğu dönem) üretilen bir metine gönderme yaparak başlıyor. Bu düşüncelerin 21. Yüzyıla doğru yeniden gündeme geldiğini saptıyor: Bu gün, “insanlık, tanrı sevgisi adına hiçbir şeyi, insan sevgisi adına hiç kimseyi sevmeyen bir noktaya gelmiş”. “Biz”, diyor The Economist, “özel sektöre herkesten daha çok iman etmişizdir. Ama bu gün, kartel oluşturmayı, kirlenmenin maliyetini topluma kaydırmayı, kendi finansal yaratıcılığının yükü altında ezilmeyi engellemek için kapitalizmin, enerjisini genel çıkara yönlendirecek yasalarla denetlenmesi ve sınırlandırılması düşüncesine, kapitalizmin en katı savunucuları bile karşı çıkmayacaktır. Bilimin olduğu gibi iş faaliyetinin de yönetilmesi gerekir”.

İnsan yaşamının maddi koşullarındaki tüm iyileşmelere rağmen insanlık mutlu değilmiş, zenginlik duygusal tatmini getirmiyormuş. İnsanlık çocuklarının geleceğinden kaygı duyurmuş: “Ormanlar yok oluyor, buzlar eriyor, toplumsal bağlar çözülüyor, kişi özeli aşınıyor, yaşam çirkin bir dünyada sefil bir çabaya dönüyormuş…”

İlerleme düşüncesinin zayıflaması 25 -30 yıllık bir gelişme. Ama, krediyle, finansallaşmayla körüklenen bir tüketim humması, bunun medyadaki sanrıları, ilerleme düşüncesinden vazgeçince ortaya çıkan kültürel boşluğu gizlemeyi başarmıştı. Tüketime dayalı model çökerken bu “boşluk” ortaya çıkıyor, içine bakanlar “ne yani hep kapitalizm mi?” diye sormaya başlıyorlar.

2010’a girerken Kapitalizmin bir gelecek üretmediğine, lişkin kaygıların, belirsizliğin iyice, The Economist’i bile etkileyecek kadar arttığını görüyoruz.

Wednesday, December 23, 2009

2000-2010 (II)

Geçtiğimiz on yıl bize üç büyük (ekonomik, ekolojik, küresel liderlik) bir seri de “küçük” (bölgesel) kriz miras bıraktı. Kopenhag zirvesinin de gösterdiği gibi 2010 yılına, “büyük krizlere” yakın zamanda bir çare bulunabileceğine ilişkin hemen hiçbir belirti olmadan giriyoruz. Bu koşullarda küçük krizlerin de giderek derinleşmesi, sayılarının artması beklenebilir.

Kopenhag zirvesi
Büyük krizleri, örneğin iklim değişikliği sorununu, yerel düzeyde aşmak olanaklı değil. Bu nedenle, 198 ülkenin lideri Kopenhag’da toplandılar, bir hafta boyunca dünya halklarının gözlerinin önünde tartıştılar. Ama sonuç fiyasko oldu, dünyayı ölümden kurtaracak bir anlaşma üretemediler. Halbuki durum işi gücü bırakarak Kopenhag’a gelip günlerce tartışacak kadar vahimdi. Peki öyleyse, ne oldu da zirve fiyaskoyla bitti?

N’olacak kapitalizm işte: “Biriktir, biriktir! Musa’sı da budur tüm diğer peygamberleri de” (K. Marx, Capital Cilt I, sf 742 Penguin Classics)... Bu toplumsal üretim modelinin tek bir önceliği var o da sermaye birikimi! Tüm diğer sorunlar, bu arada dünyanın geleceği de, hele bir de ekonomik bir kriz söz konusuysa, sermaye birikim sürecinin gereksinimlerine göre belirleniyor. Chavez Kopenhag’da, “Çevre banka olsaydı çoktan kurtarmıştınız” derken tam da bunu kastetmiyor muydu? Bankaları kurtarmak için bugüne kadar yaklaşık 12 trilyon dolar harcanmadı mı? Sanayileşirken atmosfere bastıkları gazlarla bugünkü koşulları hazırlayan zengin ülkeler, yoksul ülkelerin çözüme katkılarını sağlayabilecek mali desteğe gelince, ancak 100 milyar dolar çıkarabildiler, onu da somut bir anlaşmaya bağlayamadılar. Naomi Kline’in, Noel’e doğru günleri sayan bir halk şarkısına atıfla söylediği gibi, “Dokuzuncu günde Afrika’yı kurban ettiler”...

Kopenhag zirvesi, sermaye birikim sürecinin gereksinimlerini ikinci plana iterek, insanlığın varoluş koşullarına öncelik verecek bir küresel liderlik eksikliğini de gözler önüne serdi. Angela Merkel’in Kopenhag sonrasında, sonucu değerlendirirken, “Kendine çok güvenli bir Çin vardı karşımızda” sözleri bu bağlamda ciltlerle jeopolitik analize bedeldi (Der Spiegel, 20/12/09). ABD medyası Kopenhag’ın faturasını Çin’e çıkarmaya çalışırken, Çin Merkez Bankası Başkan Yardımcısı’nın “Dünyanın, ABD’nin çıkardığı tüm borç kâğıtlarını almaya devam edebilecek parası yok” demeci de... (Shangai Daily, 18/12/09)

ABD ve Çin hem dünyanın güçlü, hem de atmosferi en çok kirleten iki ülkesi. Dünya siyaseti bunların arasındaki dengeler, çelişkiler üzerinden şekillenmeye başladı. Kimi tarihçiler, bu ikilinin (Chimerica, G2) arasındaki uyumun dünyaya düzen getirebileceğine inanıyor. Kopenhag zirvesiyse tam aksi yönde bir görüntü sergiledi. Bu ikili anlaştılar, ama karbondioksit üretiminde gereken kesintiyi yapmama konusunda anlaştılar; ekonomik siyasi hedefleri uğruna gezegeni ölüme sürüklemeyi göze alabileceklerini de göstermiş oldular.

Yerel krizler daha da derinleşecek
Ekonomik krizin getirdiği “de-globalizasyon”, finans piyasalarını kurtarma paketleri, işsizlik, yoksulluk artışı, kaynak rekabeti, küresel ısınmanın getirdiği su, gıda sıkıntıları, ulus devletlerin siyasi aktörler olarak yeniden öne çıkmalarına neden oldu. Bu sürecin, 2010 yılı boyunca, küresel liderlik yokluğu, derinleşen rekabet ortamında, Bismark dönemini anımsatan dış politika eğilimlerini güçlendirmesini de bekleyebiliriz. Dünya halklarının güçlerini, kaynaklarını birleştirmelerini gerektiren krizler derinleşirken, kaynakların bölünmesine, çatışma eğilimlerinin güçlenmesine 2010’da daha çok şahit olacağız.

Diğer taraftan, küresel çapta işbirliği yokluğu, hem küresel liderlik iddiasında olanların, hem de yerel düzeyde sorunlarla boğuşmaya çalışan ulus devletlerin seçkinlerinin artan sıklıkta başarısız kalmalarına yol açması kaçınılmaz görünüyor. Bu başarısızlıklar, genelde çalışanlar, özellikle de eğitim, iletişim, teknoloji kullanma düzeyine bağlı olarak dünyayı daha yakından izleme, anlama şansına sahip “yeni orta sınıf” üyeleri arasında siyasi liderliklere ve ekonomik düzene karşı güvensizliği körükleyecek.

Kopenhag’daki fiyaskoya, devletlerin, mali krizin kamu bütçelerine getirdiği yükleri, şimdi emekçilerin omuzlarına yıkmaya hazırlanmalarına bakarak, liberal -sözde- demokrasilerin, daha baskıcı ve denetimci yönde evrimleşmelerini, iç sorunlardan kaçmak için uluslararası maceralara yönelmelerini de bekleyebiliriz.

Giderek iç istikrarını kaybetmeye, ama aynı zamanda dış ilişkilerinde, Bismark’ı anımsatan bir biçimde, komşularını tek tek idare ederek, büyük güçleri dengeleyerek bölgesinde güç yansıtmaya çalışan bir ülke görünümündeki Türkiye açısından da 2010’un çok zor bir yıl olması kaçınılmaz gibi görünüyor.

Monday, December 21, 2009

2000-2010 (I)

Geride bıraktığımız on yılın bir özelliği de kapitalizmin merkezlerinde, ekonomik, siyasi, jeopolitik, ekolojik hatta kültürel alanlarda gittikçe yaygınlaşan bir istikrarsızlık, bir çözülme algısı, bu zeminde gittikçe yoğunlaşan bir korku, hatta Kierkegaard’ın bir deyişini ödünç alırsak yeis (despair) oldu.

Bu on yılın sonunda yeniden bir uygarlıklar çatışması dönemine girdiğimizi dahi söyleyebiliriz. Ama bu çatışma Huntington’un hayal ettiği gibi, dini temelde bölünmüş insan grupları arasında değil, yaklaşık 200 yıllık Batı merkezli kapitalist (liberalizm, emperyalizm, faşizm, milliyetçilik gibi ideolojilerle) uygarlıkla, şimdi kendini çeşitli biçimlerde sunmaya başlayan, bu sunduğu biçimlerden hareketle şekillendirilmeyi, şekillendirecek özneyi bekleyen geleceğin uygarlığı arasındaki bir çatışma olacak. Önümüzdeki on yıla bu çatışmanın dinamikleri damgasını vuracak. Bu nedenle, önümüzde, belki geçen on yıla kıyasla çok daha tehlikeli, yaşaması çok daha zor, ama çok daha geniş seçenekler sunan bir dönem açılıyor.

Hegemonya’dan imparatorluğa ve emperyalizme…
Şimdi geride bıraktığımız on yıllık dönem, Asya Krizi’nin ve Kosova Savaşı’nın gölgesi altında başladı.

ABD hegemonyasının ekonomik, kültürel ayağı, 1990’ların “küreselleşmecilik” ve Clinton döneminin, “çok yönlü diplomasi”, “uluslararası topluluk” söylemleriyle sürdürülebilirliğini korumaya çalışıyordu. Asya Krizi’nin (1997-98) ardından IMF politikalarına, “Washington Mutabakatına” yönelik eleştiriler, krizde çevreden merkeze geri dönen mali sermayenin ABD ve Avrupa’da yarattığı ve patlattığı köpükler bir yandan, ABD sağının Clinton yönetimine yönelik, Monika Lewinski olayında zirveye ulaşan kültürel saldırıları öbür yandan, hegemonyanın ekonomik kültürel ayağının çökmeye başladığını gösteriyordu. Buna karşılık Kosova Savaşı (1998-99), ABD hegemonyasının şiddet uygulama kapasitesinin, özellikle hava kuvvetlerinin kinetik gücünün rakipsizliğini ortaya koydu.

Bu iki gelişme bize “neo-conları”, imparatorluk iddialarını, Büyük Ortadoğu Projesi’ni, 2001-2002 resesyonuyla birlikte tarihte görülmemiş çapta bir küresel mali genişlemeyi, tüketim humması ve bunları destekleyen ev piyasası, menkulleştirme, kredi sigortaları vb. gibi araçlara şişirilen finansal köpükleri verdi. 11 Eyül saldırısı da, önce Terorizme Karşı Küresel Savaş (GWOT), sonra “Uzun Savaş” konseptlerini, Afganistan ve Irak’ın işgaliyle de klasik sömürgeciliğe geri dönme niyetlerini... Bu arada Büyük Ortadoğu Projesi çökmüş, siyasal İslamın yükselişi bölgede yeni bir ivme kazanmış, İran bölgesel bir “sorun” olarak yükselmişti. İsrail ise Şaron’dan sonra liderliği devralan çapsız politikacıların elinde sürüklendiği Lübnan ve Gazze maceralarından sonra uluslararası alanda yalnızlaşıyor, Türkiye’yi “kaybediyor”, Obama’nın mesafeli duruşu yüzünden kendini tarihinde ilk kez, adeta bir var oluş sorunuyla karşı karşıya buluyordu. Arafat’ın öldürülmesinden sonra da Filistin halkı ikiye bölünmüş, barış hatta tek bir devlet kurma olasılığı son derecede zayıflamış, çözümsüzlük egemen olmuştu.

2001-2002’de mali genişlemeyle yarıda kesilerek ertelenen resesyon, çok daha büyük bir şiddetle 2008’de geri geldi; neo-liberal küreselleşmeci kriz yönetme modelinin artık tamir edilemeyecek biçimde tükendiğini ortaya koydu. Dünya ticareti görülmemiş oranda daraldı, sermaye hareketleri yön değiştirdi.

Kredi köpüğü ve hızla artan işsizlik, tüketim hummasının sonuna gelindiğini gösteriyordu.

Dünya savaşlarından bile uzun sürdüğü halde hâlâ sonuçlanamayan Afganistan ve Irak savaşlarıysa, ABD’nin kinetik gücünün gerilla karşında yetersizliğini, askeri diplomatik personelinin istikrarlı bir sömürge yönetimi kurma beceriksizliğini gözler önüne serdi. Ebu Garib işkence skandalı, New Orleans’ta Katrina fırtınasından sonra sergilenen görüntüler, ABD’nin “uygar ülke” imajında derin yaralar açtı. Böylece, hem Büyük Ortadoğu Projesi hem de imparatorluk projesi iflas ediyor, ABD hegemonyası tamir edilemez bir biçimde çözülmeye başlıyordu.

Büyük belirsizlik
Geride bıraktığımız 10 yılın belki de en önemli sonucu, Batı uygarlığının iki yüz yıllık egemenlik döneminden sonra uluslararası düzeyde gelişmeleri etkileme gücünü artık kaybetmeye başlamış olmasıydı. ABD dış politika çevrelerinin popüler yazarlarından Fareed Zakaria’nın deyişiyle “Amerika sonrası”, Richard Haas’ın deyişiyle “kutupsuz” döneme girmiştik.

İki binli yıllarda Rusya, geleneksel etki alanlarına geri dönmüş, Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisi, en büyük ihracatçısı, ikinci büyük enerji tüketicisi konumuna yükselmiş, Afrika’da, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, hatta ABD’nin “arka bahçesi” Latin Amerika’da enerji, gıda, hammadde piyasalarına nüfuz etmeye başlamıştı. Böylece Çin salt ekonomik değil siyasi, diplomatik bir güç, gelecekte bir hegemonya aday adayı olarak da yükseliyordu. Çin’in yanı sıra Hindistan, Latin Amerika’da Brezilya da hızla yükseliyor, Batı piyasalarına nüfuz ediyor, Hindistan, İngiltere’de en büyük yabancı yatırımcı konumuna yükseliyordu: Dünya ekonomisinin dengeleri değişiyor, sermaye birikim merkezi artık geri çevrilemez bir biçimde, Batı’dan Doğu’ya kayıyordu.

Hegemonya merkezini kaybetmeye başlayan dünya sisteminde, bir genel kriz yönetme modeli, uluslararası sermayenin birikim süreçleri için gerekli küresel siyasi, ideolojik, kurumsal meşrulaştırma zemini sunacak, dayatacak bir güç kalmıyor, böylece yükselen güçlerin ulus devletlerin manevra alanları genişliyor, ulusalcılık, bölgecilik bir yandan, sömürgecilik, askeri tehdit öbür yandan gelişiyordu. Küreselleşme süreci, 20. yüzyılın başında olduğu gibi, yine bir hegemonun başını yemişti, derinleştirdiği ulusal ve sınıfsal çelişkiler altında çöküyordu.

Belirsizliği arttıran çok önemli bir etken daha var. İletişim teknolojilerinde görülen uydular, cep telefonları, internet gibi gelişmeler geçen on yıllık dönemde kapitalist küreselleşmenin krizini, istikrarsızlıkların yayılmasını kolaylaştırarak çabuklaştırırken, aynı anda insanlık tarihinin, kültürlerin, dillerin, dinlerin, öznelliklerin yayılması ve birbirleriyle kaynaşmasına ilişkin uzun dönemli küreselleşme sürecine büyük ivme kazandırmıştı. Bu olgu üzerinde, küresel çapta, işçi sınıfı içinde, “yeni orta sınıf” olarak da adlandırılan, yeni, çok etkili bir kesimin şekillenmeye başladığını görüyoruz.

Bu kesim, on yılın başındaki küreselleşme karşıtı muhalefetten, savaş karşıtı, iklim değişikliği protestolarına, Tayland, Kore deneyimlerinde, İran ayaklanmasında olduğu gibi, çok az bir nüfuzla, en yeni iletişim araçlarını kullanarak, uluslararası düzeyde çok büyük etkiler yaratabileceğini de kanıtlıyordu. Kültürel olarak, tüm diğer sınıflardan daha çok “küreselleşmiş” bu kesimin, kapitalizmin küresel etkilerine karşı giderek artan şiddette kuşkucu sesler çıkarmaya başladığı da görülüyordu. Bu kesimin ne tür siyasi projeleri benimseyeceği henüz belirsizdi. Ancak, bu kesimin, krizle birlikte alıştıkları yüksek tüketim kapasitelerini, “yaşam tarzlarını”, hatta işlerini kaybederken, işçi sınıfının geri kalanıyla aralarındaki aidiyet ilişkisinin farkına varırken bu arada, liberal demokrasiye olan güvenlerini hızla kaybetmekte olmaları, dünyanın güvenlik örgütlerinin analistlerince ciddi bir kaygıyla izleniyor.

Monday, December 14, 2009

Kriz Yeni Bir Aşamaya mı Giriyor?

Geçen hafta mali piyasalarda yaşananlar, ne yazık ki “kötümserlerin” öngörülerini destekler yöndeydi. Daha Dubai tartışmaları yatışmadan Yunanistan’ı konuşmaya başladık. Dahası, arkası var gibi görünüyor: İspanya, Portekiz, İtalya… Böylece, Avrupa Birliği’nin, doğusundaki ve Baltık kıyılarındaki hastalarına, bu kez Akdeniz kıyılarında, yenileri ekleniyor. Bu listeye geçen hafta, Londra Borsası sayesinde dünyanın mali merkezi olmakla övünen İngiltere’nin de eklenmesi, ayrıca düşündürücüydü.

Mali piyasalarda başlayan kredi krizinin üretken sektör üzerindeki etkisinin bir depresyona yol açmasını önlemek için devreye giren kurtarma paketlerinin devlet bütçeleri üzerindeki mali yükü, tam da beklendiği gibi, yeni bir köpükle, yeni bir risk alanı yarattı. Devletlerin, Moody’s’e göre 50 trilyon dolara ulaşan toplam mali sorumluluklarını azaltmak için devreye sokmaya hazırlandıkları politikalar ise iki dipli “W” tipi bir resesyon olasılığını arttırıyor.

Avrupa Birliği ise iki ateş arasında kalmış gibi. Yunanistan’ın kurtarılması, Baltık ve Doğu Avrupa ülkelerinin desteklenmesi, İspanya ve Portekiz’in krize girmesinin engellenmesi bağlamında devreye girecek mali politikalar, Avro’nun dolar karşısındaki değerini etkileyerek dolar kaynaklı “carry trade” dalgasının geri çekilişini hızlandırarak piyasaları yine allak bullak edebilir. Yok Brüksel bu yola gitmez de krizdeki ülkelerin devletlerine neo liberal bir mali disiplin dayatmaya kalkarsa bu kez de daraltıcı mali politikaların ekonomik ve toplumsal etkileri, Avro’nun geleceğini tehlikeye atacak siyasi krizleri gündeme getirebilir. Şimdilik aşılması olanaksız görülen bu ikilem, kredi krizinin, devletlerin mali krizine dönüşerek yeni bir aşamaya girmeye başladığını düşündürüyor. Tarih de zaten mali krizlerin, en son aşamalarında devlet iflaslarına yol açtığını gösteriyor.

Bir laboratuvar olarak Yunanistan
Geçen hafta kredi değerlendirme kuruluşu Fitch Yunanistan’ın notunu düşürdü. Standard & Poor’s, Yunan hükümetini uyardı. Cuma günü Financial Times “Yunanistan bono piyasası bu hafta Avro tarihinin en görkemli düşüşünü sergiledi” diyordu. Dolar, Avro karşısında değerlenmiş, Yunanistan devlet bonolarıyla Alman bonolarının getirileri arasındaki fark (spread) 250 puana çıkmış, kredi sigorta primleri (CDS) 250 puana yükselmişti. Kimi yorumculara göre, Yunanistan devlet bonoları, AB Merkez Bankası nezdinde karşılık olma özelliklerini kaybedebilir, böylece tüm kredi muslukları kapanabilirdi. Üstelik ekonomik mali istikrarsızlık bir siyasi istikrarsızlığın üzerinde gelmişti.

İşin aslına bakılırsa, Yunanistan’ın, kolay borçlanmaya dayalı ekonomik büyümesinin içinin boş olduğunu, mali kriz, resesyon olasılığını yıl başından bu yana da konuşuyorduk. Muhafazakâr hükümet, hem bir taraftan neo liberal politikalar uyguluyor hem de, ekonominin büyümeye devam ettiğinden, krizin bütçe açığının sürdürülebilir, borçların servis edilebilir olduğunu söyleyerek piyasalara güven veriyordu. İki ay önce seçimleri kazanarak hükümet olan sosyal demokratlar, maliyeyi devralınca, önceki hükümetin “verilerle oynayarak, piyasaları ve AB’yi atlatmış olduğu” ortaya çıktı (Financial Times10/12). Yeni hükümetin elindeki veriler, gerçek bütçe açığının, önceki yönetimin varsaydığının iki katı, AB “istikrar paktı” sınırının dört katı olduğunu gösterdi. Yunanistan ekonomisiyse büyümek bir yana bir yıldır resesyon içindeydi (Bloomberg, 11/12). Yunanistan’ın dış borcuysa 300 milyar Avro’yla GSMH’sinin yüzde 112.6’sına ulaşmıştı.

Eğer Yunanistan AB üyesi değil de bağımsız bir ülke olsaydı, belki parasını devalüe eder, para ve kredi musluklarını açar, enflasyon yoluyla iç borcunu aşındırma, pazarlık yoluyla da dış borcunu erteleme, hatta moratoryum ilan etme yoluna gidebilirdi. Ancak Yunanistan AB üyesi olduğundan bağımsız bir maliye ve para politikası izleyemiyor. Bu yüzden AB Merkez Bankası’ndan ve Brüksel’den (Aslında Almanya ve Fransa’dan) yardım istemek zorunda. Şimdilik gelen yardım vaatleriyse, “mali dengeyi düzeltecek tedbirleri alma”… koşuluna bağlanmış durumda. Diğer bir deyişle, Yunanistan’dan, İrlanda’nın yolundan gitmesi isteniyor.

İrlanda çarşamba günü açıkladığı yeni bütçesinde, kamu sektörü ücretlerinde yüzde 5-20 oranlarında kesintiye gidiyor, işsizlik, çocuk yardımı, refah düzeyi ödeneklerini, çocuk yardımı, iş arama destek yardımları ödeneklerini azaltıyor, benzin ve dizele yüzde 4-5 oranında zam yapıyordu. Böyle bir öneri, Yunanistan’ın durumunda, Wolfgan Munchau’nun (Financial Times, Financial Times Almanya) yönettiği Euro Intelligence sitesinin deyişiyle “Rum ateşine petrol dökmek” anlamına gelecekti (10/12).

‘Rum ateşine petrol dökmek…’
Yunanistan’da mali kriz patlak verdiğinde sokaklar zaten yanıyordu. Bir öğrencinin 2008’de polis tarafından öldürülmesinin yıldönümünde, öğrenciler polisle çatışıyor, üniversiteleri işgal ediyorlar, polisi sokmamak için direniyorlardı. Bu sırada, Ekhatimerini gazetesinin aktardığına göre Atina’da çöpçülerin grevi tüm şiddetiyle, kamu sağlığını tehdit eden bir düzeyde devam ediyordu (09/12). Atina’dan bildiren siyasi analist Iason Athanasiadis’e göre, “bir taraftan ekonomik kriz, öbür taraftan karaborsa silahların bolluğu, geleneksel Hıristiyan-Müslüman fay hattı üzerinde kötü muamele gördükleri için gittikçe tedirgin olmaya başlayan Müslüman göçmenlerin sayısındaki denetimsiz artış, birleşerek Yunanistan’da mükemmel bir jeopolitik fırtınanın koşullarını hazırlıyor”. Athanasiadis, geçen yıl yaşanan ayaklanmalardan sonra, Yunanistan’da en az 10 sol gerilla örgütünün doğduğuna işaret ediyor (GlobalPost, 07/12).

Siyasal iklim böyleyken Başbakan, AB’den destek alabilmek için seçim vaatlerinden vazgeçmeyi planlıyor, Devlet Başkanı Papoulias, “sorunları çözebilmek için ulusal birlik” çağrısı yaparken, Başbakan Papandreu “Gelecek hafta gerçekleştireceğimiz toplantıyla tüm dünyaya güçlü bir mesaj, Yunan vatandaşlarına umut vereceğiz” diyor. Buna karşılık Ajans France Press muhabiri Atina’dan, “sol partilerin diyalog arzusu taşımadıklarını”… Komünist Parti lideri Papariga’nın “Ne diyaloğu bu bir savaş çağrısıdır. İşçi sınıfının kazanılmış haklarını tehdit eden uygulamalara karşı hükümeti uyardık” dediğini aktarıyor (AFP, 10/12).

Der Spiegel Yunanistan borç krizine ilişkin “Avro için bir zaman ayarlı bomba” (08/12) deyişini kullanırken olası bir iflasın ortak para birimi üzerinde yaratacağı yıkıcı etkileri kastediyordu. Ama aslında Yunanistan’da yaşanacak olanlar Avrupa ülkeleri açısından çok daha ciddi siyasi dinamikleri harekete geçirecek özelliklere sahip. Örneğin, İrlanda ve Yunanistan’da krizi emekçilerin sırtına yıkma çabaları, diğer Avro ülkelerinde işçileri, halkı nelerin beklediğini gösteriyor. Diğer taraftan eğer Yunanistan’da işçiler ve sosyalist muhalefet bu acı ilaca direnebilirse, Brüksel ve AB Merkez Bankası’nın (Almanya’nın) adı AB olan hegemonya projesini kurtarmak için kesenin ağzını açmaktan başka çareleri yok. Bu da krizin yönetimine ilişkin yeni ekonomik model arayışlarına yön verebilecek dinamikleri harekete geçirebilir.

Monday, December 07, 2009

Afganistan Öyküsünde Mutlu Son Yok!

Obama merakla beklenen Afganistan planını geçen salı günü açıkladı. Bu planın başarılı olmak şöyle dursun, Afganistan’daki savaşı çok daha kanlı bir aşamaya taşıma; kargaşayı, kaosa çevirme olasılığı çok yüksek. Bu koşullarda, Türkiye’nin Afganistan’a değil yeni asker göndermesi, orada var olan 1700 askerini hemen geri çekmeye başlaması gerekiyor.

Tam bir fiyasko
ABD’nin Afganistan müdahalesi tam anlamıyla bir fiyasko oldu. Sekiz yıldır, doğru dürüst tanımlanamadan, amaçları saptanamadan süregelen savaşın bilançosunda ne var? Her hücresine kadar yolsuzluklara batmış, Kâbil dışında bir otoritesi olmayan, bir genel seçimleri bile doğru dürüst gerçekleştirmekten aciz Karzai hükümeti… Büyük çoğunluğu okuma yazma bilmeyen, yerel halkın başına bela olmanın ötesinde kayda değer bir savaş gücüne, profesyonelliğe ulaşmaktan hâlâ çok uzak, kasım başında beş İngiliz askerinin öldürülmesi olayında olduğu gibi ilk fırsatta silahlarını kendilerini eğitenlere çeviren, Tacik-Paştun çekişmesinin arenası (The Asia Times, 01/12) Afgan polis gücü, ordusu… Üstelik eğitilen her dört askerden biri silahlarını alıp kayıplara karışıyormuş (The Asia Times 26/11).

Bunlara karşılık Taliban; askeri etkinliğini, toplumsal desteğini, denetlediği bölgeleri arttırmaya devam ediyor; moralinin, “kazanıyoruz” algısının çok yüksek olduğu söyleniyor. Taliban’ın bu algısının, Obama’nın, konuşmasından sonra daha da yükselmiş olacağını kolaylıkla varsayabiliriz. Durumu çok yakından bilenlerden CIA’nın eski Kâbil Bürosu Şefi, eski İstihbarat Konseyi ortak başkanı Graham Fuller, Afganistan’daki savaşın kazanılamayacağına inanıyor (New York Times, 04/12).

Dahası.. savaş, nükleer silahlara sahip komşu Pakistan’a sıçradı; bu ülkeyi kanlı bir iç savaşın içine attı; hükümetini düşme, ülkeyi dağılma, orduyu darbe yapma noktasına getirdi. Pakistan topraklarındaki hedeflere uzaktan kumandalı uçaklarla saldırılar düzenlemeye devam eden ABD’yi de, halkın tepkisini daha fazla çekmek pahasına komandolarla doğrudan müdahale etme noktasına…

Obama aslında ne dedi?
Obama yönetimi bu yıl Afganistan’a, Bush döneminde planlanmış 11 bin askere ek 21 bin asker daha göndermişti. Obama, salı günü yaptığı konuşmada, 30 bin asker daha göndereceğini açıkladı. Washington Post’tan Karen DeYoung, Pentagon kaynaklarına dayanarak Obama’nın, Savunma Bakanı Gates’e bu gücü gerektiğinde yüzde10 oranında arttırma yetkisi verdiğini aktarıyor (03/12). Diğer bir deyişle ABD’nin Afganistan’daki asker sayısı 100 bine ulaşabilecek. Ancak bizzat ABD ordusunun, Afganistan’daki “yeni” taktiklerine yön vermesi beklenen İsyana Karşı Savaş El Kitabı (Counter Insurgency Manuel) başarılı olabilmek için her 1000 kişilik yerli nüfusa karşılık en az 20 güvenlik personelinin gerekli olduğunu söylüyor. Bu hesaba göre Afganistan’ı denetleyebilmek için en az 580 bin asker gerekiyor (The Guardian 02/12).

Öyleyse, Irak’tan farklı olarak, merkezi bir siyasi ekonomik yapıdan, kayda değer bir ulaşım ağından yoksun; aşiretlere bölünmüş, çok sert bir coğrafyaya sahip Afganistan’da, 100-120 bin ABD+NATO askeriyle sonuca ulaşmak bir hayal. Obama’nın konuşmasında “Eğer bir ulus inşa edeceksem o ulus ABD’dir” sözleri, 18 ay içinde askerlerin geri gelmeye başlayacağını ileri sürmesi de bir zafer olasılığının gündemden düştüğünü gösteriyor. Ancak, konuşmada, askerleri çekme sürecinin yerel koşullara göre belirleneceğinin vurgulanması, Savunma Bakanı Gates’in “2-3 yıl sürebilir” açıklaması, planı daha da bulanıklaştırıyor.

Afganistan: Nereden nereye?
Bu savaş sekiz yıl önce, El Kaide’yi Afganistan’dan sökmek için başlamıştı. Uzadıkça, bir “ulus kurma”, modernleşme, demokratikleşme, uyuşturucu kaçakçılığını engelleme vb.. projesine dönüştü. Şimdi Obama’nın konuşmasından, Afganistan’da bulunmanın gerekçesinin, ABD’nin ve dünyanın güvenliği gibi belirsiz bir amaca bağlandığını; modernleştirme, ulus kurma vb. gibi hedeflerin yerini, yönetimi feodal savaş ağalarına, “ılımlı” Taliban’a bırakma projesinin aldığını anlıyoruz. ABD’nin Afganistan Ambasadoru Ikenberry’nin, Afganistan seçimlerindeki yolsuzluklardan sonra, “Güvenilir bir hükümet olmadan ek asker göndermenin yararı yok” uyarısına (BBC 12/11) karşın Obama yönetiminin asker göndermeye karar vermiş olması, Karzai’yi es geçerek yerel liderlerle çalışmaya başlayacağına ilişkin haberler (Reuters 03/12) de bu algımızı güçlendiriyor.

Bu yeni projenin bir başarı şansının olabilmesi için öncelikle, Kâbil’deki yönetimin belli bir istikrara kavuşturulması gerekiyor. Ek olarak Paştun savaş ağalarının, yine Paştun olan Taliban’ı değil de ABD’yi desteklemeye ikna edilmesi; Afgan polisinin, ordunun personel sayısının; hem 100 binlere ulaşması, hem de “geçiş süreci” sırasında ABD’den sonra yerel düzeyde yönetimi devralacak savaş ağalarını, ılımlı Talibanı (eğer bu hayal gerçekleşirse) denetleyebilecek düzeye ulaşması gerekiyor. Bu işin 18 ayda tamamlanabileceğine kimsenin inanmadığını anımsatmama sanırım gerek yok.

Diğer taraftan, birkaç ay içinde gönderilmesi beklenen 35 bin askerin, savaşı yoğunlaştırarak (önümüz kış, birçok bölge ulaşıma kapanacak) Taliban’ın özgüvenini kırması.. buna karşılık “Taliban kazanamaz” algısı yaratarak, halkın güvenini kazanması hedefleniyor. Aşiret yapısına bağımlı, köktendinci denecek düzeyde bağnaz dini ilişkiler içinde yaşayan halkın, Hıristiyan bir işgal gücüne güven duymasını beklemenin saçmalığı bir yana, önümüzdeki dönemde işgal güçlerinin, yerel halkın can kayıplarının daha da artacağını varsayabiliriz. Taliban’ın 18 aylık takvimini düşünerek, açık savaştan kaçınarak (mevsim de buna uygun olacak) güçlerini korumayı, keskin nişancılar, yol kenarı bombaları yoluyla işgalci güçleri vurmayı, sabotaj ve suikast yoluyla savaşı kentlerde yoğunlaştırmayı, merkezi hükümetin istikrarsızlığını kaosa çevirmeyi denemesini de bekleyebiliriz.

Kimi gözlemciler, örneğin Christian Science Monitor’da LaFranchi (02/12), Obama’nın Af-Pak-politikasını gözden geçirme panelinin ortak başkanı Bruce Reidel’e dayanarak; Asia Times’ın Pakistan Büro Şefi Salem Şahzad de (05/12), Hikmetyar ve Molla Ömer ile Holbrook arasındaki iletişimi yürüten Davud Abedi’ye dayanarak, ABD’nin esas amacının Pakistan’ın aşiret bölgelerinde sürmekte olan savaş üzerinde yoğunlaşmak olduğunu ileri sürüyorlar. Reidel’e göre Pakistan hükümeti düşmenin eşiğindeymiş, Pakistan ordusuysa ABD’nin projesine büyük bir kuşkuyla yaklaşıyormuş. Bu yüzden Pakistan giderek, belki de Afganistan’dan daha çok önem kazanıyormuş.

NATO Genel Sekreteri, Obama planı bağlamında hemen 7000 ek asker gönderilebileceğini açıkladı. Ancak, Almanların, Fransızların yeni asker göndermeye istekli olmadıkları anlaşılıyor (Dei Welt, Le Monde 03/12). İngiltere’yse yalnızca 500 ek asker gönderebiliyor. Dikkatlerin, Holbrook’un “Afganistan için vazgeçilmez önemde” dediği Türkiye üzerinde yoğunlaşması kaçınılmaz. Yeni “küresel NATO” konsepti Afganistan’da duvara çarptı. ABD’nin bu savaşı kazanamayacağı belli oldu. Bu iki batmış projeyi, “stratejik derinlik” adına destekleyerek çocuklarımızı bu ölümcül kaosun içine göndermeyelim…

Tuesday, December 01, 2009

‘Sabahları Napalm Kokusuna Bayılıyorum’

Dubai World, Kurban Bayramı’yla, Şükran Günü tatilleri, diğer bir deyişle, tam medyada ölü dönem başlarken borçlarını askıya aldığını açıkladı. Yaklaşık sekiz aylık bir dinginlikten sonra, Dubai’den gelen bu açıklama, piyasalarda panik yarattı. Wall Street Journal’ın bir yorumcusunun deyişiyle “yatırımcıları, krizden çıkmaya ilişkin uzun dönemli varsayımları gözden geçirmeye zorladı” (27/11).

Yeni bir rekor mu?

İngiltere’de Daily Telegraph da Beckett’in Oyunun Sonu piyesindeki, “Telaşlanacak bir şey yok, olay kendi seyrini izliyor” sözlerini anımsatan bir yaklaşımla “Gelin hakkını verelim. Belki de Dubai yeni bir rekor kırmaya çalışıyordur. Önce bize en büyük binayı, en büyük kapalı salon ski slalomunu, en büyük eğlence parkını, en büyük alışveriş merkezini verdi. Dubai, şimdi de bize en büyük borç piyasası fiyaskosunu vermeye çalışıyor olabilir” (27/11/09) diyerek dalga geçiyordu.

Bloomberg, Financial Times, Business Week, aklınıza gelen hemen tüm finans piyasasıyla ilgili “blog”lar, Perşembe’den bu yana Dubai ile ilgili, mali krizin en büyük devlet borcu iflasının (sovereign debt default) gündemde olduğuna, aşırı borçlu ülkelere yönelik risk algısının değişeceğine, “Dubai’nin buz dağının görünen ucu” olduğuna ilişkin yorumlarla doluydu. Ama tüm bu haber ve yorumların içinde ben en çok “Sabahları napalm kokusuna bayılıyorum” başlığını sevdim (Naked Capitalism, 27/11/10). Yazar “Ben piyasaların tarumar olmasından zevk almıyorum, ama bunların olacağını biliyordum, portföyümü de ona göre düzenledim” diyordu.

Benim portföyüm filan yok. Ama ben de, toplumsal ve ekonomik süreçlere ilişkin benimsediğim perspektifin bana düşündürdüğü öngörüler gerçekleşince, “napalm kokusu” olmasa bile, hele Dubai’nin devasa kitch binalarını düşününce, Almanların deyimiyle bir “Schadenfreude” (üzülür gibi yaparken, aslında haz almak) yaşıyorum. Geçen yıl 24 Kasım tarihli yazıma bakarsanız, “Dubai’de vinçlerin sustuğuna” ilişkin bir gözlemi size aktarmış olduğumu göreceksiniz…

İşin “sırrı” şurada: Önce piyasaların rasyonel, kapitalizmin insan doğasına en uygun üretim tarzı olduğunu kanıtlamaya çalışmaktan vazgeçeceksiniz. “İyimserlerin”, her gün önlerindeki haber kırıntılarına odaklandığı için burunlarının ucundan ötesini göstermeyen merceklerine itibar etmeyecek, her olasılıkta hem ileri hem de geriye doğru, uzun ve orta dönem gelişmeleri, sistemin tektonik hareketler gibi yavaş gelişen, gözlemlenmesi çok zor eğilimlerini düşünmeye çalışacaksınız. Günlük bilgi kırıntılarını bu zeminde yorumlayacaksınız… Ama, doğrusunu isterseniz ben iyimserlerin de hakikaten iyimser olduklarına inanamıyorum. Geçen yıl bu zamanlar, Dubai’nin başının dertte olduğunun eğer ben ayırdına vardıysam, her gün piyasayla haşır neşir olan bu insanların, durumu çok daha önceden, tüm ayrıntısıyla biliyor olmaları gerekmez mi? Gerçekten de toplam 60 milyar borcun aslında gerçeği yansıtmadığı, bilanço dışı kalemlerle birlikte iki misli bir büyüklüğün söz konusu olabileceğine ilişkin uyarılar hemen ortaya dökülmeye başladı. Kısacası, ben bu “iyimserlerin” aslında bizi kasıtlı olarak yanılttıklarına inanıyorum. Ama kim bilir.. bekli de bunlar, gerçekten de burunlarının ucundan ötesini göremiyorlar.

Buz dağının görünen ucu mu?

Dubai krizinin ilk elde, toplam 60 milyar dolarlık gecikmiş siparişlerini teslim etmeyi bekleyen Boeing ve Airbus gibi dev uçak şirketlerini, HSBC, RBS gibi İngiltere bankalarını sarsması kaçınılmaz (Business Week, 27/11). Ama, Dubai’nin borç yükü, 60 milyar dolar değil de, kimi yorumcuların vurguladığı gibi 90-120 milyar dolar (Prudentbear, Bloomberg, 27/11) bile olsa, son tahlilde, Lehman Borthers’ın 613 milyar dolara ulaşan yükümlülükleriyle karşılaştırılınca oldukça mütevazı bir düzeyde kalıyor; tek başına yeni bir kredi krizi yaratması olanaklı görünmüyor. Üstelik bu yükümlülüklerinin bir kısmının Abu Dabi gibi petrol zengini ülkeler tarafından karşılanması olasılığı da var. Paniğe yol açan, “Dubai yeni bir çöküşün ilk dominosu mu?” (The Guardian 26/11) “Diğer borçlu ülkelere de bulaşacak mı?” (Wall Street Journal, 28/11) gibi soruların yeniden gündeme gelmesi.

Gözlemciler, Dubai’nin borçlu ülkelere ilişkin risk algısını etkileyerek, Kredi İflas Sigortalarının (CDS) fiyatlarını hızla yükseltmeye başladığına, bir bulaşıcılık olasılığına dikkat çekiyorlar. Tam bu noktada Dubai, bizi doğrudan ilgilendirmeye başlıyor. Çünkü bir bulaşıcılık senaryosu bağlamında, Endonezya, Macaristan, Polonya, Letonya, Bulgaristan, Güney Afrika, Baltık ülkeleri, özellikle Yunanistan gibi ülkelerin yanı sıra, ne yazık ki Türkiye’nin de adı geçiyor (Market Watch, 27/11; Wall Street Journal, 27/11). Danske Bank’tan Lars Christiansen “Bulaşıcılığın Dubai’den Emirliklere, Türkiye ve Güney Afrika’ya kadar bulaşması, sandığınızdan çok daha doğal bir süreç” (Financial Times 27/11) diyor. Gerçektende Dubai’deki durum da, son tahlilde, bir borçlanarak ekonomi çevirme olayı değil mi? Prosperity Capital Management, adlı yatırım kuruluşunun genel müdürü Mattias Westman da bu, “Alacaklılara güvensizlik sorunundan başka bir şey değil.. Önce morgıç alacaklarından kaygı duyuluyordu. Sonra aşırı kaldıraçlı bankalar geldi. Şimdi top Dubai’ye kadar yuvarlandı” (WSJ). Buradan nerelere gideceğini bu hafta görmeye başlayacağız.

Ama bu sırada, piyasacıların “reel ekonomi” dediği şeyi de unutmayalım. Burada, kısa dönemli veriler, Asya ülkelerinin, Almanya, Fransa, Japonya ekonomilerinin toparlandığını, resesyonun sona ermekte olduğunu gösteriyor. ABD için de benzer bir saptama yapmak olanaklı. Üzerinde büyük şamata yapılan ABD büyüme verileri, ilk gözden geçirmeden, yüzde 3.5’ten yüzde 2.8’e geri çekildi; bu oran gelecek değerlendirmede biraz daha küçülecektir ama.. tüketici harcamalarında, var olan evlerin satışlarında ufak da olsa bir toparlanma var. Buna karşılık, beyaz eşya siparişlerinin ekim ayında beklenmedik bir düşüş sergilemesi, yeni yapılan evlerin satışlarındaki gerilemenin devam etmesi görüntüyü bulanıklaştırıyor. Avrupa Merkez Bankası’nın verileri, hane halkına ve şirketlere verilen kredilerde eylül ayında yaşanan yıllık gerilemenin ekimde de devam ettiğini, kredi piyasasının açılmamakta ısrar ettiğini gösteriyor (Bloomberg 26/11).

Resesyondan çıkışın arkasındaki kurtarma paketlerinin enerjisi tükenirken, IMF, “yeni bir kurtarma paketinin sokaktaki insan tarafından hoşgörüyle karşılanmayacağını, demokrasiyi zedeleyeceğini” söylüyor (The Times, 23/11).

Dubai’den gelen mali sarsıntı da, resesyondan çıkışın uzun, sancılı bir süreç olacağını bir kez daha gösteriyor.

Thursday, November 26, 2009

Çin’in Obama’nın ziyareti sırasında dünyaya mesajı.


Toplantının yapıldığı salon duvarındaki tablo, tarafların tabloya göre durumu, Çin’in diplomasi ve propaganda sanatının inceliklerine ne kadar vakıf olduğunu gösteriyor .
ABD tarafında şekilsiz, hantal bir kütle. Çin tarafında, dimdik, dinamik hatta fallus biçiminde bir kaya...



Monday, November 23, 2009

Tuesday, November 17, 2009

Obama’nın Asya Gezisi

Barack Obama’nın Asya gezisini medyadan izlerken aklıma, ABD hegemonyasının gelecekte tüm galaksiye yayılacağı varsayılarak kurgulanmış Uzay Yolu dizisinde zaman zaman tekrarlanan bir sahne geldi. Uzay gemisi Girişim’in (Enterprise) personeli ilk kez uğradıkları bir gezegende garip olaylarla karşılaşmaktadır. Geminin Bilim Subayı Dr. Spock elindeki verileri inceledikten sonra kaptana şöyle der “Evet Sevgili Jim, bu bir uygarlık ama bildiğimiz gibi değil..”

‘Sevgili Barack, Asya ama bildiğimiz gibi değil’

Gezi öncesinde, uluslararası medyada genel kanı, Barak Obama’nın cuma günü Tokyo’ya indiğinde, Endonezya’da çocukluğunu geçirdiği, Japonya’da Kamaura’da matcha dondurması yediği günlerden, hatta başkan adayı olmaya karar verdiği dönemde bildiğinden farklı bir Asya ile karşılaşacağı yönündeydi.

Doğu Asya ülkeleri Soğuk Savaş döneminde, ABD’nin nükleer askeri şemsiyesine sığınmışlardı. Soğuk Savaş bittikten sonra bu ülkeler ABD’nin “imparatorluk” politikalarının siyasi veya mali hedefi haline gelmemeye büyük dikkat gösterdiler. Ama, bir süredir yeni, yeniliği özellikle de mali kriz döneminde giderek daha belirginleşen, farklı bir Asya var Obama’nın karşısında. Obama’nın Asya konularında baş danışmanı Jeffrey Bader’e göre: “Bu bölgede genel kanı, geçen on yıl boyunca ABD’nin etkisi gerilerken, Çin’in etkisinin yükseldiği yönünde. (Le Monde 13/11/09)

Mali krizden beklenmedik bir hızla çıkmaya başlayan, ABD’nin dış borçlarının neredeyse tamamını elinde tutan bu bölge, ABD’nin, uluslararası hegemonyasını yenileme çabaları bağlamında kritik öneme sahip. Ancak ABD’nin, bölge stratejileri açısından en kritik iki ülke olan Japonya ve Çin ile ilişkileri, giderek daha sorunlu dinamikler sergiliyor.

ABD’nin yaklaşık elli yıldır bölgede egemenliğini korumak, Çin’i dengelemek için dayandığı en önemli ülke Japonya. Ancak Japonya’da yeni hükümet, ABD’nin ülkesindeki varlığını, Okinawa Adası’ndaki üssün geleceğini tartışmayı, ilişkileri “eşit bir zeminde yeniden tanımlamayı” amaçlıyor. Japonya Başbakanı Hatoyama’nın, ASEAN toplantısına sunduğu, ABD’yi dışlayan bir Doğu Asya Ekonomik Birliği kurma önerisi de bu yeni eğilimin bir ürünü. Japonya daha önce Mahatir Muhammed’in benzer bir önerisine, ABD’yi dışladığı için karşı çıkmıştı (Andy Xie, Caijing, 10/11/09).

Andy Xie (Morgan Stanley’nin Asya ekonomistiydi, Rosetta Stone danışmanık şirketinin yönetim kurulunda) “dünya piyasalarındaki daralmanın, mali piyasalardaki köpüklerin, Asya ülkelerini, özellikle Çin, Japonya ve Güney Kore’yi ortak ticaret anlaşmalarına, bölgeselleşmeye zorluyor” dedikten sonra, “Japonya’nın ABD’den uzaklaşarak bölgeyle daha çok bütünleşmesini savunan görüşün güçlenmekte olduğuna” dikkat çekiyor.

Bölgenin bir numaralı ülkesi

Bir diğer değişiklik de Japonya’nın bölgedeki statüsüyle ilgili. Singapur Ulusal Üniversitesi’nden Çin politikaları uzmanı Huang Jing’e göre “Asya köklü bir değişim yaşıyor. Burası artık ABD’nin geleneksel kavrayışındaki Asya değil. Şimdi bir numaralı ülke artık.. ABD’nin değişmez bağlaşığı Japonya değil, Çin” (Associated Press, 09/11/09).

Çin, bölgede bir numara, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, ama bu etkisini uluslararası alanda yansıtmaya gelince, birçok gözlemcinin saptadığı gibi kendini çok tedirgin hissediyor. Bir taraftan uluslararası alanda gittikçe daha etkin olmak istiyor, öbür taraftan yolunun, ABD ile siyasi, askeri olarak kesişmemesi için çok dikkat ediyor. Diğer bir deyişle şimdilik mümkün olduğunca ABD’nin vagonunda yol almaya çalışıyor.

Buna karşılık ABD yönetimi, Çin’den uluslararası alanda ABD ile davranmasını, global düzeyde destek, güç vermesini istiyor; dış politika tartışmalarında, geçen hafta değindiğim, “Chimerica”, “Superfusion”, “G2” gibi savlarla Çin’i ikna etmeye çalışıyor. Özetle ABD, Çin’den, küresel ısınma, Kuzey Kore, İran, Afganistan, uluslararası (mali) dengesizlikler konularında yardım istiyor. Ancak bu konuların hepsinde ABD ile Çin arasında çıkarlarının örtüşmediği, hatta çeliştiği önemli sorun alanları var. Örneğin, Çin açısından İran hem acil bir tehlike oluşturmuyor, hem de stratejik öneme sahip bir enerji kaynağı, yatırım alanı. Kuzey Kore’nin nükleer silahlara sahip olması belki Çin için de bir tehlike oluşturuyor ama, Çin tarafında bu ülkenin siyasi bir kriz sonucu dağılarak bölgesel, sınırlarında istikrarsızlığa yol açma olasılığı daha büyük bir risk olarak algılanıyor. Afganistan’a gelince, Çin, o sorunun, ABD’nin bölgedeki varlığını konsolide edecek yönde çözülmesinden yana değil. Çünkü, Çin, ABD’nin karadan ve denizden çeşitli üslerle kendisini çevrelemeye çalıştığına inanıyor. Mali dengesizlikler bağlamındaysa, Çin parasının revalüe edilerek, uluslararası rekabet gücünü kaybetmeyi, iç pazarını, ABD’nin ekonomik gücünü, doların statüsünü restore etmesine katkıda bulunacak bir ithalatla doldurmayı istemiyor. Dahası, stratejik amaçlarla, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu bölgelerine girmekte kullandığı, mali rezervlerinin hızla erimesi hiç işine gelmiyor.

Bunlara karşılık Çin’in önce kendi bölgesinde, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu’da güçlenerek, ABD’yi ekonomik bir çembere alana, uzayda etkin olana, askeri modernizasyonunu tamamlayana kadar, siyasi sorumluluk üstlenmek istemediği söylenebilir. Bu süreç ilerlerken, Çin’in G20 toplantılarında, son olarak ASEAN toplantısında ileri sürdüğü, korumacılığa karşı, uluslararası mali sistemin reformunu talep eden, yeni ekonomik kalkınma modellerinin geliştirilmesi, bölgesel bütünleşmenin çeşitli yollarla derinleştirilmesi gibi önerileri (Peoples Daily, 13.11.09) doğrudan ABD ve Batı modelini hedef alıyor.

Bu yüzden The Times’ın aktardığına göre, Çin’de Obama’nın ziyaretine ilişkin bir heyecan var, ama halk ve devlet, bu ziyarete Çin’in uluslararası profilini yükseltecek bir olay olmasından öte bir anlam yüklemiyor. Bu arada ABD gerilemeye, Çin yükselmeye ve aralarındaki ekonomik, siyasi çelişki ve uyumsuzluk noktaları çeşitlenmeye devam ediyor.

“Ee, n’olacak? Savaş çıkacak değil ya?” demeyin: 6 Kasım 1909’da Almanya’nın o zamanki ABD büyükelçisi Albrecht von Bernstorf, Almanya’nın hızla büyümesinden kaygı duyan ABD çevrelerine güven vermek için yaptığı bir konuşmada, “Bugünkü dünya ticareti, gelecekte ulaşacağı boyutun yalnızca ufak bir parçası kadardır. Dünyanın tüm sanayileşmiş ülkelerine yetecek kadar yer var bu ticaretin içinde” diyormuş (Aktaran WSWS). Tarih, bize, mali krizlere yol açmaya başlayan aşırı üretim krizlerinin hegemonya krizleriyle çakışması halinde, çok riskli siyasi istikrarsızlıklara yol açtığını gösteriyor. Afganistan, Irak savaşlarının, belki de İran’a yönelik bir saldırı olasılığının, Afrika’da keskinleşen kaynak rekabetinin, gelmekte olan bir depremin öncü sarsıntıları olmadığını kim kesinlikle söyleyebilir!..

Thursday, November 12, 2009

Kaygı verici doktrin (Cumhuriyet Strateji, 23.06.2008 )

AKP’nin dış politika “maceraları” üzerine tartışmalar yoğunlaşmadan çok önce, geçen yıl Ağustos ayında yayımlanmış bu yazıya tekrar dikkat çekmek isterim.

1979 mu, 1989 mu?

Tuesday, November 10, 2009

‘Tarihin Sonu’ – ‘Çin Modeli’

“Berlin Duvarı”nın yıkılışının yirminci yıl dönümü, Obama’nın 12 Kasım’da başlayacak Asya gezisi, Çin’in krizde sergilediği güçlü ekonomik performans, Çin ile ilgili tartışmaları yeniden yoğunlaştırdı.

“Batı”nın, neoliberal modeli derin bir mali kriz yaşıyor. Lider ülkesi ABD’de ekonominin bu yıl yüzde 3, AB ve Japonya’nın sırasıyla yüzde 4 ve yüzde 7 gerilemesi bekleniyor. Buna karşılık, Dünya Bankası, Çin’in ekonomik büyüme hızının yüzde 8.4 olacağını söylüyor, Asya’da ekonomik toparlanmanın, bu güçlü büyümenin etkisiyle umulandan daha hızlı ilerlediğine dikkat çekiyor (World Bank, East Asia and Pacific Update, Kasım 2009). Gelişmeler, ABD önderliğindeki Batı ekonomileriyle geri kalan ülkelerin ekonomik trendleri arasındaki senkronizasyonun (benzeşmenin) kırılmaya başladığını (“decoupling”) düşündürüyor. Senkronizasyonun kırılmasıysa hem iyi hem kötü gelişmelerin habercisi...

20. yüzyılın başındaki, ‘Büyük Depresyon’u da içeren yapısal krize bakınca, önce ülkelerin ekonomik trendleri arasında bir senkronizasyonun oluştuğunu, sonra bu senkronizasyonu kırarak öne çıkan ülkenin, giderek dünya ekonomisi içinde krizden çıkışın yolunu açmaya başladığını görüyoruz. Ama krizden çıkmanın yolunu açan ülke, giderek hegemonyacı konuma yükseliyor. İşte bu tarihsel deney, halen hegemonyacı konumundaki ülke ABD açısından kaygı verici senaryolara açılıyor.

‘Henüz erken ama’
Batı’da, özellikle ABD savunma çevrelerinde, “Çin ABD’nin yerini alır mı” sorusuna cevap aranıyor; Çinli yazarlar, diplomatlar, akademisyenler de ABD’nin kaygılarını yatıştırmaya çalışıyorlardı. Ancak, mali krizle birlikte Çinli yazarların yaklaşımlarında bir değişiklik seziliyor. Geçen hafta, Berlin Duvarı’nın yıkılışının yıl dönümünde, Çin yönetimine yakın Global Times’da, 5 ve 6 Kasım’da yayımlanan iki başyazı bu bağlamda ilgi çekiciydi.

“Yeni Bir Tarihin Başlangıcı” başlıklı yorumda Francis Fukuyama’nın “tarihin sonu” saptamasına değinilerek Rusya’da, birçok Latin Amerika ülkesinde dalganın tersine döndüğü, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, en büyük döviz rezervlerinin sahibi Çin’in modelinin “tarihin sonu” varsayımına uymadığı vurgulanıyordu. Dahası, Global Times, “20 yıl kısa bir süre, liberal kapitalizm mi, yoksa Çin modeli mi egemen olacak? Karar vermek için henüz erken” derken “Çin modeli” diye bir şeyin olduğunu da kabul ediyordu.

Global Times’a göre, birçok ülke Çin’in dünya ekonomisini kurtarma, küresel ısınmayı azaltma konularında çözüm getirmesini bekliyor ve “Tarih ileri doğru yoluna devam ediyor”.

“Doğu Asya güç yapısına uyum getirmek” başlıklı ikinci yorumda da “Çin modelinin” dış politika ilkeleri sergileniyordu. Bu modele göre Çin uyumlu bir dünya modelinin, eşit ve barışçı bir ortak yaşamın, büyük küçük tüm ülkeler için geçerli kuralların, yararlı bir ortamın oluşmasını arzuluyor. Çin, her ülkenin kendi seçtiği yönetim sistemine hakkı olduğunu, her ülkenin kendi sınırları dışına asker gönderirken diğerlerinin çıkarlarını göz önüne alması gerektiğini savunuyor. Çin hegemonya kurmak istemiyor, başka ülkelerin hegemonyalarına, askeri zeminde kurulmuş ittifaklara karşı çıkıyor.

‘Sessizce, karınca gibi ve sabırla’
Çin’in yönetiminin; Global Times, Peoples Daily hatta, görece liberal Caijing gibi yayınlar aracılığıyla verdiği mesajlara, “yükselen” kavramının da kullanılmasından hiç hoşlanmamasına karşın; ABD’nin “etki alanı” sayılan Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya salt ekonomik değil, kültürel araçlarla da giderek daha fazla nüfuz ettiği için ABD yönetimindekilerin kaygıları artmaya devam ediyor.

Örneğin geçen üç yıl içinde Ortadoğu’da düzinelerle Çin dili enstitüsü açılmış, gittikçe artan sayıda Çinli akademisyen, öğrenci, Arap dili ve kültürünü öğrenmek için bölgeye akın etmiş. Çin’in bu yıl yayına başlayan Arapça TV kanalı da bu girişimin bir parçası. Çin, Suudi Arabistan gibi önemli ülkelerin birinci ticari ortağı haline gelirken Arap sermayesi de yatırımları için Çin’i daha çok tercih ediyormuş (The National, 06/08/09).

Latin Amerika’ya gelince Çin’in bu ülkelerle ticareti geçen altı yıl içinde yüzde 40, doğrudan yatırımları yüzde 80 artmış. Caijing’e göre, Çin’in LA ile ticaretinde ihracatının yüzde 88’ini imalat sanayisi, yüksek teknoloji malları, ithalatının yüzde 83’ünü temel mallar, doğal kaynaklara dayalı ürünler oluşturuyormuş (20/10/09).

Çin’in Latin Amerika’yla oluşturduğu klasik “neokolonyal” ticari eklemlenmelerin “eşitsiz değişim” modelini anımsatan ilişkilerini, çok daha yoğun bir biçimde, üstelik Batı’nın misyonerlik modelini de anımsatan yöntemlerle birlikte Afrika’da da görebiliyoruz. Geçen birkaç ayın gazete başlıklarına kısaca bakmak bu konuda bir fikir verebilir. “Konfüçyüs düşüncesi Afrika’da yayılıyor” (The Asia Times). “Para ve Mandarin (Çin yönetici sınıfının konuştuğu Çince) dersleri Çin’in Afrika işgalinin yakıtı oluyor” (The Independent). “Çin’in Truva Atı” (The Economist). “Batı Çin’in Afrika’daki varlığından neden korkuyor?” (The Guardian). “Çin’in Afrika hamlesi” ( Time, satranç oyununa atıfla “Gambit” diyor). “Çin ender mineralleri, metalleri depoladıkça, Almanya’da yüksek teknoloji firmaları sıkıntıya düşüyor” (Der Spiegel). The Times gazetesinden Bronwen Maddox’ta “Afganistan ve Irak’ın yeniden inşası için gerekecek büyük mali faturayı sonunda Çin mi üstlenecek” sorusuyla başladığı yazısında, Büyük Ortadoğu bölgesinin sonunda Çin’in elinde kalması olasılığından duyduğu kaygıları dile getiriyor.

Avrupa Politika Çalışmaları Merkezi’nin “Çin’in yükselmesi uluslararası düzende oyunun kurallarını değiştiriyor” başlıklı yorumunda işaret edildiği gibi “Uluslararası koşullar, güçlü devletlere sahip büyük ülkelerden yana değişiyor, bu süreçte Çin önemli bir rol oynuyor”. Ancak, ABD dış politika çevrelerinin bu sürece uyum sağlamakta zorlandığı görülüyor.

Batı’nın hegemonya geleneği, gücünü abartmaya, emperyal bir gürültüyle etrafını sindirerek otoritesini kabul ettirmeye dayanıyor. Çin’in yukarıda değindiğim modeliyse bir başka geleneğe dayandığından kafaları karıştırıyor.

Örneğin, ABD dış politika çevrelerinde, bir grup analist, “güç transferi” sürecinin başladığına, bir ABD-Çin ekseninin, “superfusion”un (Karabell) şekillendiğine inanıyor. Bir başka yaklaşım, böyle bir Chimerica (Ferguson ve Schilarick) ekseni olasılığının hızla yok olduğuna inanıyor (The New York Times, 05/11/09). Bir üçüncü yaklaşım, Çin’in askeri bir tehdit olduğunu savunuyor (örneğin, Ross and Aaron, The National Interest, Eylül/Ekim 2009), ABD hegemonyasını korumaya kararlı görünüyor (Economic Meltdown and Geopolitical Stability. The National Bureau of Asian Research, Kasım 2009) dengeleyici ittifaklar oluşturmak gerektiğini düşünüyor. Pentagon çevrelerinden bir başka yaklaşım ise “Çin’i askeri bir tehlike olarak görmenin yanlış ve tehlikeli bir yaklaşım olduğuna” inanıyor (Albay Kenneth Johnson, (ABD, Strategic Studies Institute, Haziran 2009).

Böylece, “tarih yoluna devam ederken” bu kez bir “Çin modeli” şekilleniyor.

Tuesday, November 03, 2009

1929-2009

Geçen hafta, ABD’de Büyük Depresyon olarak anılan ekonomik gerilemeyi tetikleyen borsa krizinin 80. yıldönümüydü. Aynı günlerde açıklanan ABD büyüme verileri, kimilerine göre, Büyük Depresyon’dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik sarsıntının sonuna gelindiğini haber veriyordu. Bu ne mutlu bir rastlantı olacaktı, eğer gerçeği yansıtıyor olsaydı…

1929 ve ardından gelen 10 yıl

28 Ekim 1929 günü Dow Jones indeksi yüzde13 düştü. 29 Ekim günü de yüzde 11.7 ile düşmeye devam ederek üç hafta içinde toplam yüzde 35 değer kaybetti. 17 Nisan 1930’a gelindiğinde borsa indeksi 28 Ekim düzeyine çok yakın bir yere geri dönmüştü. Ancak, birçok yorumcunun sarsıntının artık geride kaldığına inandığı o günlerde, borsa çöküşünün etkileri banka sistemini vurmaya, bir kredi krizinin, buna bağlı olarak da “Büyük Depresyon”un kıvrımları açılmaya başlıyordu.

Depresyon’la birlikte, batan bankalar, kapanan fabrikalar, yüzde 25’lere ulaşacak olan işsizlik süreci içinde borsa yeniden düşmeye başlayacak, üç yıl içinde değerinin yüzde 89’unu kaybedecekti. New York Borsası’nın 1929 Ekim öncesi düzeye dönmesi için 1950’lerin ilk yarısını beklemek gerekecekti.

Bunların tümü, serbest piyasa modelinin terk edilerek New Deal (devlet eliyle, yatırım iş ve talep yaratma, mali piyasaların denetim altına alınması) uygulamalarına geçilmesine, II. Dünya Savaşı dönenimin getirdiği büyük bütçe açıklarına rağmen yaşanacaktı. Bu gün birçok ekonomist, tarihçi, Büyük Depresyon’un aşılmasında, “New Deal”in yanı sıra, savaş harcamalarının da büyük rol oynadığını savunuyorlar. Bu akla yakın bir açıklama olmakla birlikte, iki çok önemli etkeni göz ardı ediyor.

Birinci etken ekonominin yeniden “artıdeğer” üreterek, kâr oranlarını restore etmeye, dolayısıyla büyük kamu açıklarını tavsiye etmeye olanak sağlayacak yeni bir sermaye birikim modeline (Fordizme) kavuşması. Savaş döneminin, büyük üretim seferberliği içinde yaşanan teknolojik gelişmeler, bu modelin hem olgunlaşmasına hem de bu model üzerinde hızla yayılacak, otomotiv, elektrikli aletler, kimya, ilaç, havacılık gibi yeni sanayi dallarının şekillenmesine olanak sağladı. İkinci etken, savaş döneminde Avrupa ve Japonya’daki kapasitenin (fiziki sermayenin) imha edilmesiyle ilgiliydi. ABD’de Büyük Depresyon’a yol açan, devlet harcamalarıyla, bütçe açıklarıyla zar zor denetim altına alınabilen aşırı üretim kapasitesi, savaş sonrasına, Avrupa ekonomisinin, ABD’nin uluslararası hegemonyasının inşa sürecine ihraç edildi.

Büyük Depresyon’la ilgili çalışması Financial Times’ın 2009 kitap ödülünü kazanan Liaquat Ahamed’in de vurguladığı gibi, “1929 krizinin de arkasında bir kredi köpüğü vardı” (FT, 30/10/09). Bu, kısa dönemde, borsa spekülasyonu, bu spekülasyonu destekleyen aşırı kaldıraçlı mali işlemlerin yarattığı bir köpüktü. Bu yüzden önce borsa, ardından bankalar, buna bağlı olarak da sanayi üretimi çökmeye başladı. Depresyon sırasında devletlerin kendi ülkelerinin piyasalarını koruma çabası, 1870’lerde başlayan küreselleşme dalgasının sonunu getirdi.

1929 krizine uzun dönemli bir bakış ise bizi Sanayi Devrimi’nden sonra İngiltere’nin uluslararası hegemonyasının oluşmasına olanak veren yaygın sermaye brikim modelinin, Avrupa ve ABD’de genelleştikten sonra, 1873 depresyonunda açığa çıkan yapısal krizine götürüyor. Krizle birlikte, merkez ekonomilerinde hızlı bir finansallaşmanın, sermaye ihracının, ikinci bir emperyalist dalganın başladığını, diğer bir deyişle, bir kriz yönetim modeli olarak küreselleşmenin şekillendiğini görüyoruz. Özetle, 1870’lerde başlayan bir yapısal krizi öteleyen finansallaşmanın, küreselleşme modelinin tükenmesinin sonucu olarak, Büyük Depresyon’un gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Kriz ise ancak, yeni bir birikim modelinin şekillenmesiyle, küresel hegemonya sorununun çözülmesiyle aşılabildi.

2007 sonrası…

Lehman Borthers’ın batmasıyla yaşanan 44 ’lük borsa çöküşü, 1929 borsa çöküşünün ilk elde yaşanan yüzde 35’lik çöküşünden daha büyüktü. Yeni iletişim teknolojilerini, interneti, tedarik zincirlerini, hâlâ denetim altına alınamayan karmaşık borsa enstrümanlarını, kredi, türev piyasalarının toplam hacminin dünya ekonomisinin 6-7 katına ulaştığını göz önüne aldığımızda, bugün krizin aşılması için temizlenmesi gereken kredi köpüğünün, kapasite fazlasının, kapanması gereken talep açığının Büyük Depresyon’dan çok daha büyük olduğunu kolaylıkla kavrayabiliriz. Sermaye birikim sürecinin yapısında, özellikle Çin gibi yeni birikim merkezlerinde yaşanan değişimlerin, bugüne kadar esas olarak artıdeğerin üretiminin emek süreçlerine değil, sermayenin dolaşımının hızlandırılmasına yönelik olmasına bakarak, ufukta henüz yeni bir birikim modeli olmadığını da söyleyebiliriz.

Bu koşullarda yukarıda değindiğim yapısal etkenler yerli yerine oturmadan krizin bir dönem ABD’nin büyüme hızının beklenenin biraz üstünde çıkmasına bakarak aşılma sürecini girmesini beklemek, iyi bilgilendirilmiş bir iyimserlik olmuyor. Geçen hafta açıklanan yüzde 3.5’lik büyüme hızının en fazla 0.5’lik kısmı piyasanın kendisinden kaynaklanıyordu, geri kalanıysa, devlet harcamalarından, kurtarma, teşvik önemlerinden etkilerinden (Wall Street Journal, 30/10/09; Washington Post, 30/10/09).

Büyüme verilerinin açıkladığı gün güçlü bir tırmanış sergileyen borsalar, işsizlik, tüketim harcamaları, yeni ev satışları gibi verilere bakarak büyüme verilerine güvenlerini hemen kaybettiler (Bloomberg, 31/10/09). İkinci gün, dünya ekonomisinin merkezindeki borsalarda yüzde 2.5 yüzde 3’e ulaşan gerilemeler yaşandı. “Volatilite” (dalgalanma) indeksinin yeniden yükselmesi bir süredir borsalarda yaşanan spekülatif toparlanmanın sona erdiğini düşündürüyordu (Market Watch, 31/10/09).

Tartışmalarda, iki nokta öne çıkıyor: Birincisi, ABD ve İngiltere (Anglo-Saxon modelinin iki merkezi) başta olmak üzere devletlerin bütçe açıklarının, IMF eski baş ekonomisti Ken Rogoff’un deyişiyle “ancak savaş dönemlerinde görülen büyüklükteki kamu borçlarının” (Bloomberg 30/10/09) yarattığı köpüğün getirdiği yeni sorunlarla ilişkili. Bu köpüğü söndürmek için gerekecek mali disiplinin ya da köpüğü sürdürmenin borçlanma maliyetleri (faizler) üzerindeki etkilerinin, olağan iş devrelerine ilişkin bir ekonomik “toparlanma” olasılığını dahi zayıflattığı kesin. İkincisi, doların değer kaybetmesinin, sıfır, hatta negatif faiz ortamının yarattığı yeni “carry trade” dalgasının, doların değerlenmeye başlaması durumunda mali piyasalarda yaratacağı patlayıcı etkiyle ilgili.

Birincisi, bütçe disiplini, tüm siyasi ekonomik sonuçlarına karşın denetim altında tutulabilse bile, Financial Times’tan Samuel Brittan’ın işaret ettiği gibi, “resesyon öncesi büyüme trendine geri dönme olasılığı yok”. En iyimser olasılık, uzun süre durgunlukla, sürünme arasında, yeni bir kazaya yol açmadan devam etmek (Rogoff)… Önümüzde, Balakrishnan’ın, New Left Review, Eylül/Ekim, 2009 sayısında vurguladığı gibi uzun süreli bir “steady state” (patinaj) dönemi olabilir.

İkincisiyse, bir kazaya yol açmadan ilerlemenin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.

1929’dan sonra düze çıkmak için 20-25 yıl geçmesi, II. Dünya Savaşı’nın yaşanması gerekmişti…

Tuesday, October 27, 2009

Berlin Duvarı’nın Yıkılışının 20. Yıldönümünde…

1980’lerde kapitalist sistemin, Reagan-Thatcher ikilisinde ifadesini bulan önderliğinin iki arzusu vardı: ‘Şeytan imparatorluğu’nun (SSCB) yıkılması, “serbest piyasa” modelinin küreselleşmesi...

Bu arzular, SSCB’nin ve de 1929 krizi sonrasında mal ve finans piyasalarına getirilen kısıtlamaların artık olmadığı bir dünya tasarlayarak, adeta bir nihai kurtuluş fantezisi oluşturuyordu. Diğer bir deyişle, peygamber (serbest piyasa) ikinci kez gelecek, aynı anda şeytan (“komünizm”) tarih sahnesinden çekilecekti…

Ah! Ama şeytan, “Arzuladığın şeye çok dikkat et. Bakarsın gerçekleşebilir” dermiş. Psikanaliz de, “fantezi gerçekleştiğinde ortaya çirkin bir şey çıkar” diyerek uyarır. Ekim ayı, bu uyarıları haklı çıkaran olaylarla doluydu.

Yüzyılın en büyük düş kırıklığı...

Bu arzular (kurtuluş fantezisi), 1989 Ekim ayında gerçekleşmeye başladı. O yıl Çin’de Tiananmen Meydanı katliamı yaşanıyor, tüm Doğu Avrupa’da rejimler sallanıyordu. 9 Ekim’de Doğu Almanya’nın Leipzig kentinde Nikola Kilisesi önünde başlayan gösteriler giderek ivme kazandı. 18 Ekim’de de Başkan Honecker istifa etmek zorunda kalınca, Doğu Alman devleti çözülmeye başladı. SSCB’nin 1991’de çöküşüyse “komünizmin” sonunu vurguluyor, uluslararası sermayenin kullanımına yeni alanlar açıyordu. Tüm dünyada birkaç yıl içinde egemen hale gelen “küreselleşme” ideolojisi ise ikinci arzunun da gerçekleşmeye başladığını gösteriyordu.

Şimdi filmi hızla ileri doğru sararak bugüne gelelim. Bu yıl, ekim ayında, bu iki arzunun / fantezinin gerçekleşmesinin 20. yıldönümünde, artık medyada olağan hale gelen düş kırıklığı, kızgınlık, hatta tiksinti görüntüleri, şeytanın haklı çıktığını göstermiyor mu?

Küresel serbest piyasa kurma projesi, “yüzyılın en büyük mali krizi” denen ‘şeye’ yol açtı. Mali piyasaların sihirbazları, “dünyanın yeni efendileri” aniden toplum vicdanında suçlu, sahtekâr, açgözlü sapkınlar konumuna düştüler. Geçen yıl Wall Street’in ikramiye dağıtma döneminde, Prof. Dominique Moisi, ABD bankerlerine, Fransız devrimi öncesi aristokrasinin içine düştüğü “gafleti” boşuna anımsatmaya çalışıyordu. Yozlaşan her egemen sınıfın üyelerinde olduğu gibi, bu kez de küstahlıkla aptallık yine el ele gidiyordu. Önceki hafta, “krizin” ortasında, bankacılara yönelik nefret zirve yaparken çalışanlarına 16 milyar dolar ikramiye dağıtan Goldman Sachs’ın Genel Müdürü “Halk bu ikramiyeleri hoşgörüyle karşılamayı öğrenmelidirdeyiverecekti (The Guardian 21/10/09).

İlk anda krizin faturasını, açgözlü bankerlere çıkararak, serbest piyasa modelini aklama çabaları, devlet devreye girip de kurtarma operasyonlarına başlayınca, yerini, giderek ivme kazanan bir neo-liberalizm, serbest piyasa eleştirisine bırakmaya başladı.

Financial Times gibi yayınlarda, mali sermayenin denetlenmesi, kurala bağlanması konuşulurken İngiltere’de Finansal Hizmetler Denetim Kurulu’nun (FSA) başkanı (daha önce Standard Chartered ve Meryll Lynch yönetim kurulu üyesi- ‘döner kapı’ sistemi işte…) Lord Turner’in, bankacıların yıllık yemeğinde konuşurken, “Geçtiğimiz yıllarda bankaların geliştirdiği kimi etkinlikler (krizde patlayan enstrümanları kastediyor), toplumsal olarak yararsızdır” sözleri dinleyicilerde şok etkisi yaratmıştı. Geçen hafta da İngiltere Merkez Bankası guvernörü, bankaları kurtaran mali desteğin yarattığı kamu borçlarını vurgulayarak “tarihte hiçbir zaman bu kadar az insan, bu kadar çok insana bu kadar çok borçlanmamıştı” diyecek, büyük bankaların parçalanmasını, diğer bir deyişle mülkiyete siyasi müdahaleyi savunacaktı.

Şimdi, piyasaların kendiliğinden dengeye geldiğini, buna karşılık devletin dengeyi bozduğunu savunanların akıl sağlığından kuşku duyuyoruz. “Serbest piyasa” fantezilerine kapılanlar büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar.

Emperyalizm mi dediniz?

“Küreselleşmeci” savların iflası, mali sermaye - devlet ilişkilerinin, mercek altına alınması insanların tarihsel hafızalarını da canlandırarak bir seri başka “düş kırıklığı”na da yol açıyor.

New York Times’ın “Emperyalizm, Goldman Sachs Tarzı” başlıklı yazıda aktardığına göre, önceki hafta, Bart College’de, bir grup siyaset bilimci, felsefeci, ekonomist, “Hannah Arendt’in emperyalizm tartışmaları, mali krize ışık tutabilir mi?” başlıklı panelde bir araya gelmişler. Panelde, Arendt’in emperyalizmden söz ederken yaptığı, “siyasi güce yapılan yatırım, paraya yapılan yatırımın önünü açmıyordu. Aksine siyasi güç ihracı, para ihracını izliyordu” … “1860-1870’lerin mali skandallarından sonra, uzak diyarlardaki yatırımlarını koruma gereksinimi, kapitalistleri, tarihte ilk kez girişimlerini siyasi güce dayanarak, devlet eliyle güvence altına alma yoluna itmişti” saptamaları üzerinde durulmuş.

Bu panel, sermaye ihracı ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi vurgularken muhafazakâr tarihçi Niall Ferguson, İngiltere’nin en muhafazakâr gazetesi, The Daily Telegraph’daki yorumunda, mali sermayenin tekelleşme eğilimiyle, kriz arasındaki ilişkiyi anımsatıyordu. Ferguson’un, “geçen yıl yaşananlar Marksizm-Leninizmin, ‘Finans kapitalin gittikçe artan yoğunlaşması sonunda krize yol açar. Bunu da banka sisteminin devlet mülkiyetine geçmesi izler’, diyen merkezi savlarından birini, gecikmeyle de olsa kanıtladı” (09/10/09) saptaması özellikle anlamlıydı.

Paneldeki tartışmaları, Ferguson’un saptamalarıyla birleştirince, Lenin ve Bukharin’in kurduğu modern emperyalizm teorisinin bileşenlerine ulaşıyoruz: Tekelci mali sermaye, sermaye ihracı, ihraç edilen ülkedeki çıkarını korumak için devlet müdahalesi...

“Şeytan imparatorluğunun” yıkılmasının sonrası da ilginç. ABD’nin tek süper güç, “sermayenin küresel devleti” konumuna ulaşma rüyası giderek, “ABD sonrası dünya” kâbusuna dönüşüyor. Afganistan, Irak fiyaskolarının yanı sıra, küresel serbest piyasa projesi sayesinde yükselen (ironiye bakar mısınız!) Çin, Brezilya, Hindistan, Rusya gibi ülkeler artık ABD’nin iradesine sınır koyabiliyorlar. “Duvar” yıkıldı, ama Almanya birleşerek dünyanın en büyük ihracatçısı, AB’nin merkezi olarak yükseldi, giderek “normal” (uluslararası alanda askeri güç kullanmaya hazır) bir ülkeye dönüşüyor. İçine kapalı SSCB yıkıldı, ama bu kez, enerji jeopolitiğinde etkin, Çin ve diğer Asya ülkeleriyle birlikte, ABD karşıtı bloklar kurmaya çalışan, sermaye ihraç eden bir Rusya şekillendi. Küresel serbest piyasa projesi, finansallaşma tüketimi daha önce görülmemiş düzeylerde hızlandırarak, hem mali krizi hazırladı, hem de geçtiğimiz 20 yılda karbondioksit üretimini iki kat arttırarak ekolojik bir krizi…

Dahası, ABD’nin komünizme ve ulusalcılığa karşı beslediği siyasal İslamın önü, iki bloklu dengenin kalkmasıyla oluşan boşlukta, neo-liberalizmin, küreselleşmenin kültürel etkileriyle açıldı.

Serbest piyasa ve seçimleri demokrasi, küreselleşmeyi de yeni dünya düzeni sananlar bir süredir akıl sağlıklarını, “realiteyi yadsıma” yoluyla korumaya çalışıyorlardı. Yukarda değindiğim iki “fantezinin” “gerçekleşirken” ortaya çıkardığı görüntü, bu realiteyi yadsıma yolunu da hızla kapatıyor.

Komünizme gelince, geçen yüzyılın deneylerinin başarısız olduğu kesin. Ama o kapitalizmin adaletsizliklerine karşı, radikal (bu adaletsizliklerin kaynağıyla uzlaşmayı reddeden) bir tepkiydi. Bu bağlamda komünizmin hâlâ rakipsiz olduğunu kim yadsıyabilir?