Wednesday, November 17, 2010

Yeni Yüzyıl’ın NATO’su

Bu hafta sonu başlayacak olan Lizbon toplantısına NATO yeni bir stratejik konsept benimseyecek. Bu yeni konsept “değişen dünyanın” koşullarına uygun yeni bir tehdit algısını, yeni bir ittifak anlayışını da içerecek. Aslında “yeni” olarak önümüze gelenlerin bir kısmı, 1990’ları sonunda gündeme gelen, Kosova savaşında filen uygulanan stratejik konseptin devamı. Bir kısmı da 11 Eylül olayının hemen ardından açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme (QDR- 2001) raporundan alınmışa benziyor. Esas yenilik Rusya ile ilişkiler alanında kendini göstereceğe benziyor. Sanırım, Lizbon toplantısıyla birlikte, dünyanın yeni “durumuna” uygun yeni bir Batı ittifakı/ekseni, NATO platformu üzerinden şekillendirilmeye çalışılacak.

Dünyanın yeni “durumu”

Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen G20 toplantılarında yaşananlar dünyanın yeni “durumu” hakkında oldukça anlamlı bir fikir edinmemize yardımcı oldu. Bu konuya geçen hafta Çarşamba yazımda değinmiştim. Burada kimi önemli noktaları vurgulamakla yetineceğim.

ABD liderliğindeki Batı merkezli dünya ekonomisinin krizi, bu tarihsel şekillenmeyi taşıyan, yeniden üreten, temel varsayımları ve kuralları çürüterek, etkisini sürdürmeye devam ediyor. Bu dünya ekonomisinin merkezindekiler ne krizi aşabilecek ne de, “dengesizlikler” denen sorunu çözecek, önerileri, işbirliği biçimlerini, liderliği üretemiyorlar. Aksine, krizin kendi ulusal ekonomileri üzerindeki basıncını azaltmaya çalışırken aldıkları önlemler, G20 gibi uluslararası platformlarında tepkiyle karşılanıyor. Bir taraftan, dünya ekonomisinin yönetiminde ABD modelinden uzaklaşma eğilimleri güçlenirken, ABD’nin yükselen güçlerin dünya ekonomisine getirdikleri taleplere ve uygulamalara tahammülü kalmadığı görülüyor.

Son G20 toplantısı ABD’nin iradesini dayatamadığını, Çin’in yeni hegemonya adayı olarak yükselme sürecinin artık bir realite olarak kabul edildiği, Avrupa’nın ama özellikle Almanya’nın, yeni dengelere göre kendini, ABD’nin önerilerine destek vermekte isteksiz davranarak konuşlandırmaya başladığını gösterdi.

Özetle G20 toplantısı, ABD liderliğindeki Batı merkezli ekonomik ve siyasi sistemin zaaflarını, karşı karşıya olduğu riskleri ortaya koydu. Dahası, 1980’lerde yükselen Japonya’nın önünü kesmeyi başaran Batı ittifakının, bu gün Çin’in yükseliş karşısında benzer bir başarıyı göstermekten uzak olduğu ortaya çıktı. Artık, ister “çok kutuplu” (mültipolar), ister kutuplar arası (interpolar), ister “tartışmalı üstünlük” (contested primacy) olarak adlandırılsın, ABD’nin, soğuk savaş sonrasının tek kutuplu dünya projesi, bu bağlamda gündeme gelen imparatorluk denemesi geride kalmıştı. ABD hegemonyası restore edilemeyecek bir gerileme süreci yaşıyordu.

Aslından Batı açısından sorun biraz daha karmaşık. Eğer, son yıllarda çok sık dile getirildiği gibi dünya ekonomisinin merkezi, Batı’dan Doğu’ya gerçekten kaymaya (sermaye giderek Doğu’da yoğunlaşmaya) başlamışsa, teknolojik üstünlüğün, askeri gelişmelerin giderek siyasi iktidarın da bu yöne doğuya kayması kaçınılmaz olacaktır. Bu ise dünya devletler sisteminde yeni bir hegemonya ilişkisinin ve sermaye brikim rejiminin egemen olması demektir.

Kapitalist üretim tarzının tarihi, bize bu hegemonya ve sermaye birikim rejimi değişikliklerinin ancak çok büyük alt üst oluşlardan sonra gerçekleşebildiğini gösteriyor. Bu kez küreselleştik artık bu tür felaketler yaşanmadan da bu transferi gerçekleştirebilir diyenlere, 1914’den az önce de dünyanın ileri derecede küreselleşmiş ve çok hızlı bir teknolojik devrim sürecini yaşamış olduğunu anımsatmakla yetinelim.

Ve NATO’nun yeni stratejik kimliği

Soğuk Savaş bittikten sonra NATO’nun, artık bir anlamının kalmadığı ileri sürüldü. Hâlbuki NATO, yalnızca “Sosyalist Blok”a karşı bir ittifak değil, aynı zamanda Batı merkezli dünya ekonomisinin hegemonya ilişkilerini, Avrupa’yı, ABD’ye bağlayarak, korumaya hizmet eden bir siyasi-askeri platformdu. Bu yüzden NATO’nun görev alanı, stratejik konsepti, ilk fırsatta, Kosova savaşı sırasında fiilen sonra da 1999’da resmen “bölge dışında etkinlik göstermek” üzere yeniden tanımlandı.

Lizbon toplantısı bu konsepti mantıksal sonuçlarına ulaştıracak bir tehdit algısını ve ittifaklar sistemini kurumsallaştırmayı amaçlıyor. Bu tehdit algısı da Afganistan ve Irak’ın işgalini meşrulaştıran, yakında bunlara Yemen’i ekleyecek gibi görünen “Terörizme karşı savaş” kavramıyla yakından ilgili. Terörizme karşı savaş kavramı da ABD’nin gerileyen ekonomik siyasi hegemonyasını, askeri araçlarla sürdürme politikalarından kaynaklanan imparatorluk kavramının bir parçasıydı. Bu kavramı dünyaya ilan eden QDR-2001, yeni bir tehdit algısı da tanımlıyordu. Bu tehdit algısına göre, Batı ittifakını güvenliğini, artık büyük devletlerden değil daha çok, teröristlerden, haydut devletlerden gelecek saldırı olasılıkları tehdit ediyordu. Bu yeni risk algısı, bilişim ağlarına (internet) dayalı ekonomik askeri sistemlerin alt yapısını tehdit edebilecek sibernetik (internet üzerinden) saldırıları, iklim değişikliğinin getireceği sorunları, kaynaklara erişim yolarındaki aksama olasılıklarını da kapsıyordu.

Ancak bu yeni konseptin en önemli boyutunu ABD’nin NATO temsilcisi Ivo Daalder’in “A New Alliance an New Century (Yeni bir İttifak Yeni bir Yüzyıl) başlıklı yazısını (Rusi Journal, Ekim/Kasım 2010) okurken dikkatimi çeken ilginç bir durumdan hareketle kavramaya başladığımı düşünüyorum. Daalder’in yazısında Avrupa Birliği’nin önemi vurgulanıyor. Rusya’ile ilişkilerin üzerinde özellikle duruluyor, NATO’nun Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Kore gibi “küresel ortaklarından” söz ediliyor, ama dünyanın bir numaralı yükselen gücü, Asya’da, Latin Amerika’da Afrika’da hatta Ortadoğu’da ABD’nin geleneksel nüfuz alanlarına kaynak havzalarına girmeye başlamış olan ülkenin, Çin’in, adı geçmiyor.

Çin’in yeni NATO konseptinin dışında kalmasının nedeni bence, konseptin Çin’i hedef alarak tasarlanmış olmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden, Yeni NATO konseptinin en önemli yeniliği Rusya’yı Avrupa ve Orta Asya üzerinden NATO platformuna çekerek, bir yeni bir Batı ekseni yaratmayı amaçlıyor olması.

Bu yüzden Rusya Afganistan’da NATO’ya yardım etmeye hazırlanıyor. Rusya Füze Kalkanı projesine katılmaya davet ediliyor; bu bağlamda kalkanın hedefi de şimdilik yalnızca İran’la sınırlanıyor. Times of India’nın aktardığına göre NATO Rusya’ya ABD uydularından elde ettiği verileri paylaşmayı öneriyor. Bu bağlamda, ABD’nin önde gelen “neo-con”larından Kagan’ın Cumhuriyetçi Partiye, Rusya ile karşılıklı nükleer başlıkları azaltma anlaşması (muhafazakarların nefret nesnesi) START’ı bir evvel onaylayarak Rusya ile ilişkilerin gelişmesinde sorun çıkartmamalarını öneriyor. Bu yeni işbirliği ruhunun bir soncu olarak Rusya Devlet başkanı Medvedev yapılan davet üzerine Lizbon toplantısına katılmaya geliyor.

Özetle, bana, yeni NATO konsepti, Dünya ekonomisinin merkezinin doğuya kaymaya başlaması, Çin’in şimdilik önlenemez görünen yükselişi karşısından Batı merkezli dünya ekonomisini koruyabilmek için, ittifaklar zincirini Rusya’yı da içine alacak biçimde genişletmeyi, Amerika -Avrupa-Avrasya üzerinden bir Batı ekseni oluşturmayı amaçlıyor gibi geliyor.

Tuesday, November 02, 2010

Seçimlerden Sonra Savaş mı Var?

ABD’de yarın (2 Kasım) yapılacak temsilciler meclisi ve senato seçimlerinde, Demokratik Parti’nin büyük kayıplar vermesi bekleniyor. Kimi yorumcular, örneğin Stratfor’un direktörüGeorge Friedman (Real Clear Politics26/10/10) ve Ortadoğu uzmanı yazar Victor Kotsev, (The Asia Times, 28/10/10), Başkan Obama’nın ikinci kez seçilebilmek için İran’la bir savaşı göze alabileceğini düşünüyorlar.

Yenilgiyle sonuçlanan seçimlerden sonra Obama yönetiminin iç ve dış politikalarında kimi değişikliklerin gerçekleşmesi doğaldır. Bu değişiklikler Afganistan ve Irak’tan sonra bir savaşa daha yol açar mı? Bu sorunun cevabını bilemiyorum, ama ABD’de çok tehlikeli bir siyasi savrulmanın şekillenmeye başladığını düşünüyorum

Büyük düş kırıklığı

Tarih, siyasette büyük düş kırıklıklarının büyük savrulmalara yol açtığını gösteriyor. Gecen seçimlerde, Cumhuriyetçileri terk ederek Obama’yı iktidara getiren koalisyona katılan Katolik, kadın, yoksul (beyaz işçi sınıfı) seçmenin, bu çatıyı terk ederek Cumhuriyetçilere döndüğü görülüyor (The New York Times, 27/10). Geçen seçimlerde büyük sermaye, Wall Street, Demokratik Parti’ye, Cumhuriyetçilerden daha çok mali yardım yapmıştı. Şimdi Demokratlar, Cumhuriyetçilerin,“kaynağı açıklanmayan” kampanya fonlarından daha fazla yararlandığından, kampanyalarda kendilerinden beş kat daha fazla para harcadığından yakınıyorlar (Christian Science Monitor, 21/10). Büyük şirketlerin de Cumhuriyetçilere yönelmeye başladığı anlaşılıyor.

İktidara gelirken herkese her şeyi vaat eden Obama yönetiminin şimdi üç ateş arasında kaldığı söylenebilir. Demokrat Parti’nin büyük çoğunluğu ve sol kanadı, Obama’nın, beklediklerinden çok daha uzlaşmacı ve sağcı çıkmış olmasından yakınıyorlar. Cumhuriyetçi partinin çoğunluğu ve sağ kanadı, Obama’nın aslında gizli Müslüman, sosyalist, hatta“anti-sömürgeci” olduğuna ve ABD’nin dünyadaki liderliğine son vermeyi amaçladığına inanıyor. İş çevrelerinin dergisi Forbes, “Obama bekli de tarihin, en özel sektör (business) düşmanı devlet başkanıdır” diye başlayan yorumlar yayımlıyor (Dinesh D’Souza, 27/09/10). Financial Times’da John Gapper,“Obama özel sektörü (business) sevmeyi öğrenmelidir” başlıklı yorumunda, Obama’nın “küçük sermayenin değerli, büyük sermayenin şüpheli olduğuna inanan antika bir dünyada yaşadığını”ileri sürdükten sonra, her fırsatta büyük bankaları, çokuluslu şirketleri eleştirmesinden yakınıyor. Obama’nın uluslararası şirketlerinin önemini kavrayamadığını savunuyor ( 27/10).

Büyük savrulma…

Böylece Obama’nın hem büyük sermayenin, hem orta sınıfların, beyaz işçi sınıfının tepkisinin hedefi olduğu görülüyor. Olağan zamanlarda, böyle bir görüntü, her iki partinin birbirine ne kadar yakın olduğunu düşünüce, büyük bir savrulma anlamına gelmeyebilirdi. Ama bugün çok özel koşullar var. Kamuoyu yoklamaları seçmenin her iki partiden de hoşnut olmadığını gösteriyor. Çünkü seçmen açısından“ekonomi çalışmıyor, siyasi sistem ondan daha bozuk, korkuyorlar, umutlarını kaybediyorlar, bugüne kadar hiç görülmeyen oranda kutuplaşıyorlar”(Washington Post, Matt Miller 27/10; Dan Blast, 28/10).

Böylece iki düzen partisine karşı gelişen tepkinin içinden, önceki hafta tartıştığımız “Çay Partisi” hareketi çıkıyor. İlk anda Cumhuriyetçi partinin sağ kanadının aşırı tepkisi olarak görülebilecek bir hareket hızla büyümeye başlıyor. Giderek Evangelik Hıristiyanlığı, milis, “Patriot” (yurtsever) hareketi gibi, ırkçı, homofobik, silahlı, sağ popülist akımları bünyesinde toplamaya başlıyor (örneğin bkz: Gaiutra Bahadur, “Nativist Militias Get a Tea-Party Makeover” The Nation, 28/10/ 2010). “Çay Parti”si, Cumhuriyetçi parti önseçimlerinde, geleneksel adayları kenara iterek çok sayıda adayını öne geçiriyor. Bunlar şimdi hem meclise hem de senatoya girecekler. Önümüzdeki dönemde bu parlamento Obama’yı bloke edecek, hatta devirmeye çalışacak. O da, ayakta kalabilmek için, bugün bulunduğu noktayla onlarınki arasında bir yeri tutmaya çalışacak (tüm siyasi tarihi boyunca yaptığı gibi). Böylece ABD sağa kaymaya devam edecek. Bu savrulmayı geçici bir tepki olarak görmek, Clinton döneminde olduğu gibi, Obama’nın da bu yenilgiyle halkı korkutup biraz da sağa kayarak ikinci kez seçilebileceğini düşünmek tabii ki olanaklı. Ama yukarıda değindiğim gibi özel bir tarihsel dönemden geçiyoruz.

‘Anti-sömürgeci Obama’…

Obama’nın politikalarını “Çay Partisi”nden daha geniş kesimlere anlatabilmek, çokuluslu şirket“aristokrasisini” bu kanada katılmaya ikna etmek için gizli Müslüman, sosyalist gibi savların ötesinde daha rafine kesimlerin kaygılarına uygun bir söylem gerekiyor. İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşmış “Kenyalı bir entelektüelin oğlu Obama’nın siyaseti, en iyi anti-sömürgecilik paradigması içinde anlaşılabilir” savı, bu yeni söylemi mükemmel bir biçimde sunuyor. İngiliz medyasında üretilen, Newt Gingrich gibi Cumhuriyetçi partinin aşırı sağcı liderleri tarafından benimsenen (The New Republic, 28/09), ardından Hindistan doğumlu, Katoliklikten Evangelistliğe geçmiş sağcı bir entelektüel Dinesh D’Souza tarafından geliştirilen bu sav“zamanın ruhuna” da çok uygun.

Ekonomik kriz, yüksek işsizlik işçi sınıfını, orta sınıfları korkutuyor, güvensizlik duygusunu körüklüyor. Bu kesimler ABD’nin ihracat gücünün, teknolojik üstünlüğünün, uluslararası alandaki rakipsiz konumunun meyvelerini yedikleri zamanları, kısacası ABD hegemonyasını özlüyorlar. Bu, ABD’li çokuluslu şirketler açısından, gelişmekte olan piyasalara kolayca girip çıkabildikleri, “ekonomik tetikçilerin”yeni iş alanları açtığı, hükümetleri değiştirebildiği bir “asr-ı saadet”dönemiydi. Şimdi Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya gibi ülkeler yükseliyor, ABD’nin nüfuz alanlarına (“yenisömürgecilik” coğrafyalarına) giriyorlar; madenleri, değerli mineralleri, gıda enerji havzalarının denetimini ele geçirmeye, hükümetleri etkilemeye başlıyorlar. Böylece hem ABD işçi sınıfının ve orta sınıfının refahının altın çağını hem de çokuluslu şirketlerin “asr-ı saadeti”nin bittiğini haber veriyorlar.

Artık kendi işçi sınıfının, orta sınıfın refah kaybını ülke içi kaynaklarıyla telafi edemeyen ABD egemen sınıfları açısından, Cecil Rhodes’ın “devrim istemiyorsanız emperyalizme katlanacaksınız” sözleri gerçeklik kazanıyor. Simgesel bir hareketle Churchill’in büstünü Beyaz Saray’dan çıkaran Obama’yı, İngilizlerin de yardımıyla, bu eksenden eleştirmeye başlamak, büyük sermayenin arzularıyla alt sınıfların korkuları arasında bir köprü kurmaya olanak sağlıyor. Tam dış piyasalara, doğal kaynaklara, nüfuz alanlarına gereksinim artarken,“sömürgeciliğe karşı”, “ABD liderliğini tasfiye etmeye kararlı” bir başkan olabilir mi? Obama antis-ömürgeci filan değil. Ama bu söylemin, siyaseti daha militarist bir yöne çekmeye ve emperyal maceralar için gerekli kamuoyu desteğini, insan malzemesini oluşturmaya hizmet edeceği de bir gerçek. Böyle bakınca, ABD’nin Ortadoğu’daki hareket alanını kısıtlayan İran’ın etkisinin kaldırılmasının önemi, hem stratejik bölgeleri denetim altında tutmak hem de ABD’nin askeri gücüne güveni restore etmek açısından artıyor.