Wednesday, April 28, 2010

1 Mayıs

Yıllar sonra işçi sınıfı çok önemli bir geleneksel mücadele mekânını, Taksim Meydanı’nı, TEKEL direnişinin yarattığı iklimin de katkısıyla geri alıyor. Hem de çok özel bir dönemde. 1 Mayıs bu yıl, birçok açıdan anlam yüklü.

Restorasyon tükendi

Otuz yıl önce başlayan “restorasyon”un iflası, 2007’de patlak veren mali krizle birlikte, pratikte ve ideolojik olarak tamamlandı. En temel varsayımları bizzat bu restorasyonun özneleri, sermayenin sözcüleri tarafından sorgulandı, medyada günah çıkarma seansları yaşandı, yaşanıyor. Bundan sonrası artık yalnızca çürümedir!

Otuz yıl önce sermayenin, “Başka seçenek yok!” sloganıyla başlayan saldırısının ideolojik ifadesi neo-liberalizm, küreselleşmecilik oldu. Bu restorasyon döneminde, emekçi sınıfların çoğu kazanımları ellerinden alındı. Gelişmekte olan ülkelerin, klasik sömürgecilikten çıkarken geliştirdikleri “ulusal projeleri” tasfiye edildi, ekonomileri uluslararası sermayenin serbest kullanımına açıldı. Sonra, Afganistan ve Irak’ta sömürgecilik geri geldi. Böylece kapitalist sınıfın özgürlükleri tümüyle restore edildi, egemenliği pekişti.

Bu dönemde, siyasal eşitliğin yerini, piyasa eşitliği aldı. Demokrasi, insanlığın eşitçe, özgür “konuşma”, irade beyan etme, özyönetim hakkı olmaktan çıkarak genel seçimlere, özgürlük de tüketim özgürlüğüne indirgendi. Bu dönemde insanlığın ortak yaşam kaynakları sermaye tarafında acımasızca mülksüzleştirildi.

Kültürel yaşamımız ise bir taraftan, her türlü evrensel hakikat düşüncesini yadsıyan, haz odaklı, egoist postmodern öznelliklerle, bedenin hazlarını yadsıyan, intihar eğilimli (bedenini kurban ederek yeni bir yaşama geçmeyi arzulayan) teolojik öznellikler arasındaki çatışmaya sıkıştı. Bu dönemde sermayenin dinin içini boşaltarak metalaştırdığını, kolonize ederek kendi özgün baskı araçları, beden kontrol mekanizmaları arasına kattığını da gördük.

Bu dönemin nasıl acımasız bir sınıf saldırısı, mülksüzleştirme süreci olduğu, neo-liberalizmin devletin içindeki demokratik kalıntıları tasfiye ettiği artık açıkça gözler önüne serilmiştir. Restorasyon döneminde faiz/rant üzerinden büyük birikimleri gerçekleştiren mali sermaye, mali kriz patlak verince, ABD başta olmak üzere birçok ülkede devlete el koydu, kendi “yönetim komitesine” çevirdi. Çalışanlar işlerini, evlerini, ömür boyu biriktirdikleri güvenlik akçelerini kaybederken hükümetler bankalara devasa kaynaklar aktardılar. Böylece sermaye kurtarılırken oluşan devasa kamu borçları, gelecek kuşakların gelirlerini daha şimdiden sermayeye transfer etmiş oluyordu.

Saldırı hızlanacak, mücadele sertleşecek

Şimdi dönemin en “gebe” olgusu devletlerin, sermayeyi kurtarırken üstlendikleri mali krizleridir. Devletler bu mali krizi aşabilmek için, emekçilerin gelirlerine ve haklarına yüklenecekler. Bu krize ilişkin, sermayenin projesinden farklı tüm diğer olasılıkları, restorasyon döneminde ağızlarına almadıkları “toplumsal çıkar” adına bastıracak, farklı seçeneklerin gündeme gelmesini engellemeye çalışacaklar.

Emekçiler kriz süresinde yaşananları görmüş olmanın kızgınlığıyla yükün üzerlerine yıkılmasını kabul etmeyecekler; İspanya’dan Portekiz’e, Yunanistan’a, Kırgızistan’a, Çin’e kadar, hatta Fransa’da, İngiltere’de direnecekler, direnmeye başladılar. TEKEL işçileri, TARİŞ işçileri de bu yükselmekte olan dalganın bir parçası…

Şimdi, bir başka toplumsal yaşamın kurulabileceğine, servet eşitsizliğinin toplumdan ayrı, onun üzerinde bir baskı aracı olarak yaşayan asalak bir devletin aşılabileceğine, tüm bunların bir gün gerçekleşeceğine ilişkin hiçbir güvence aramadan, inanmacesaretini gösteren öznelere büyük görevler düşüyor. Örneğin, restorasyon döneminin, bir önceki sermaye birikim modelinin, emekçi yaşamlarının ve öznelliklerinin tasfiye edilmesi sürecinde bizi sermayenin saldırısına ortak eden sahte “değişim”gevezeliği teşhir edilmelidir. İkincisi, gözünü sermayenin ufkunun ötesine dikmiş gerçek bir değişim düşüncesinin konuşulmasının koşullarını yaratmak için mücadele edilmelidir. Üçüncüsü, her emekçi sınıf eyleminin ülke içinde, hatta uluslararası düzeyde evrenselleşmesine, “direniş ırmaklarının” birleşerek güçlü nehirler oluşturmasına çabalamak son derece önemli olacaktır.

Bu arada, bu öznelerin, artık geçmişin, Badiou’nun deyimiyle “o anlaşılmaz (obscure) felaketinin” yükünü üstlerinden atmalarına olanak sağlayacak hesaplaşmaları, soğukkanlılıkla, geleceğe ışık tutacak ama bu bahaneyle sınıf siyasetinden “vicdan” siyasetine,“sadaka toplumu” teslimiyetçiliğinin ılık çamurlarına kaçmalara olanak vermeden, bir an evvel gerçekleştirmeleri gerekiyor.

Ama önce hep birlikte Taksim Meydanı’na, umutla, inançla ve cesaretle... Çünkü yeni başlangıçlar gereklidir, mümkündür!

Friday, April 23, 2010

Cecile Rhodes Pekin’de (I) & (II)

Geçen hafta çarşamba yazımda değindiğim gibi, Çin ile ilgili tartışmalarda bir yoğunlaşma var.

Bu tartışmalarda, Çin’in geleceğine ilişkin, birbirine taban tabana zıt iki yaklaşım oluştu. Birinci yaklaşım, Çin’in, hızlı büyümenin getirdiği toplumsal sorunları, bugüne kadar olduğu gibi, önümüzdeki dönemde de yönetmeyi başararak, dünya ekonomisi içindeki ağırlığını, etkisini arttırmaya devam edeceğini düşünüyor. İkinci yaklaşıma göre, geçtiğimiz 20 yılda Çin’in bu kadar yüksek bir büyüme hızı sergilemesine yol açan küresel ekonomik koşullar, mali krizin de etkisiyle hızla ortadan kalkıyor. Bu nedenle Çin ekonomisini hızlı bir daralma ve bununla birlikte giderek ağırlaşacak toplumsal sorunlar, istikrarsızlık ve kaos bekliyor.

Ama ikisi de aynı yere çıkıyor

Her iki yaklaşımın da haklı olduğu noktalar var. Örneğin, geçen hafta açıklanan veriler, ekonomik büyüme hızının bu yılın ilk üç ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 11.7 olarak gerçekleştiğini söylüyor. Geçen yıl aynı dönemde bu oran yüzde 10.7 olarak gerçekleşmişti (Financial Times, 15/04). Wall Street Journal, New York Times gibi gazetelerin yorumcuları, Çin ekonomisinin bir ısınma sorunu, sert iniş riskiyle karşı karşıya olduğunu söylerken, South China Morning Post, hızlı büyümeye karşın enflasyonun yüzde 2.2 civarında kaldığına dikkat çekiyordu. Time dergisine göre, Çin böylece son resesyondan çıkarken, büyümenin yüzde 52’sinin nihai tüketimden, yüzde 57’sinin yatırımlardan kaynaklandığını, net ihracatın katkısının ise yüzde 9.9 olduğunu vurguluyordu. Diğer bir deyişle, Çin’in büyümesi ihracata sanıldığı kadar bağımlı değildi. Ulusal ekonominin iç dinamikleri belirleyici rol oynuyordu. Öyleyse, Goldman Sachs’ın beklentisi gerçekleşebilir, Çin 2027 yılında dünyanın en büyük ekonomisi konumuna ulaşabilir.

Buna karşılık, Çin’in bir krizin beklediğini söylen yorumcuların, örneğin Gordon G. Chang’ın (The Coming Collaps of China, 2009) da haklı olduğu noktalar var. Wold Affaires dergisinin nisan sayısında yayımlanan, “Party’s over: China’s Endgame” başlıklı denemesinde, son mali krizin dünya ticaretinde yarattığı gerilemenin Çin ekonomisini derinden etkilediğini, bu krizi savuşturmak için devreye giren 586 milyar dolarlık teşvik programının etkilerinin sonuna gelinmeye başlandığını vurguluyor. Gordon’a göre bu teşvikler orta ve küçük işletmelerin üretim kapasitelerini desteklemeye değil, devletin mali kurumlarına, devlet denetimindeki altyapı yatırımlarına gitti. Çin ekonomisinin süper devresi (cycle) sona ererken, diyor Gordon, ileri doğru bir atılım yapmaya başlayan halkın talepleriyle hükümetin uygulamaları arasındaki uçurum giderek genişliyor ve toplumsal istikrarsızlık risklerini arttırıyor. Örnek olarak da toplumsal olaylar

ın (grev, gösteri, isyan vb.) sayısının yılda 127 bine ulaştığına işaret ediyor.

Ben bu iki yaklaşımın öngördüğü senaryoların gerçekleşme olasılıklarının birbirinden çok uzak olmadığını düşünüyorum. Ancak, bu tartışmalarda dikkatlerden kaçan bir şey var, o da şu: Her iki olasılık da sonunda aynı yere çıkıyor. ‘Ekmek peynir meselesi’

Geçen yıl kaybettiğimiz Giovanni Arrighi’nin, son kitabının başlığı “Adam Smith Pekin’de” idi. Yazıma, başlığını onun anısına, “Cecile Rhodes Pekin’de” olarak koydum. Ama bu başlık konumuzla da yakından ilgili…

Arrighi çalışmasında, Çin’deki hızlı büyümenin, sanıldığı gibi uluslararası sermayenin yatırımlarına değil, Deng Shiao Peng’in piyasa ekonomisine dönmesiyle birlikte, Asya bölgesindeki Çin diyasporasının sermayelerini geri getirmeye ikna edilmesine, eğitimli, disiplinli işgücüne bağlı olduğunu gösteriyordu. Bir de, neoliberalizmi benimseyerek gelişmeye çalışan ülkelerin aksine, ekonomik süreçlerin, yabancı sermayeyle ilişkilerin denetimini elinden kaçırmasına.

Böylece başlayan süreç, kısa sürede uluslararası sermayenin ihmal edemeyeceği bir yatırım alanı oluşturmuş. Bundan sonraki süreci kabaca biliyoruz. Hızlı sermaye brikimi, ihracat patlaması, bu zeminde biriken görülmemiş büyüklükte, yaklaşık 2.4 trilyon dolarlık döviz rezervleri. Bu madalyonun bir yüzünü oluşturuyor. Madalyonun öbür yüzünde de hızlı kentleşme, hızla büyüyen bir yeni orta sınıf ve işçi sınıfı, kır topluluklarında çözülme, ortalama yoksulluk genelde azalırken gelir dağılımında hızlı bir bozulma var.

Bu iki süreç, Çin’de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, bize iki realiteyi işaret ediyor. Birincisi, Çin kapitalizmi kaçınılmaz olarak kriz eğilimleri geliştirmeye, buna bağlı olarak aşırı üretim, fazla kapasite ve aşırı birikim sorunları yaşamaya başlayacaktır. İkincisi yaşanan yeni sınıf şekillenmeleri, geleneksel toplumsal koşulların, değerlerin altüst olması, sınıf mücadeleleri açısından patlayıcı bir toplumsal karışım oluşturacaktır.

Bu iki sürecin kesişerek bir toplumsal krize yol açmaması için, ya da bu ekonomik krizlerin yıkıcı sonuçlar yaratmaması için Çin devletinin gerçekleştirmesi gereken bir seri işlev var: (1) Hızlı büyüme dinamiklerini destekleyebilecek gerekli enerji ve hammadde girdilerini uygun maliyetlerde tedarik etmek; (2) Hızlı sermaye brikim sürecinin yan ürünü olarak oluşacak sermaye, mal ve nüfusun (ki bu sosyal istikrar için özellikle önemlidir) fazlasını gönderilebileceği coğrafyaları bulmak ve kullanıma açmak. (3) Hızla büyüyen orta sınıfın ve işçi sınıfının, genelde kentlerin, yeni tüketim alışkanlıklarına, özellikle gıda gereksinimlerine cevap vermek.

İşte bunlar bizi, 19. yüzyılda, Afrika’yı sömürgeleştirme sürecini yöneten, bugün hâlâ dünya elmas piyasasının yüzde 40’ını kontrol eden Debeers’in kurucusu İngiliz kapitalisti ve devlet adamı Cecile Rhodes’ın şu ünlü tespitine getiriyor: “İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız” (1895).

Çin de, bugünkü hızlı büyümesinin zemini ve toplumsal istikrarını korumak, toplumsal çalkantıları, bir “iç savaşı” önleyebilmek için kaçınılmaz Cecile Rhodes’ın tavsiyesine uymak zorunda kalacaktır. Çin bir taraftan ekonomisini güçlendirmek, bunu destekleyecek iç pazarını derinleştirmek, aynı zamanda ekonominin ürettiği ve bu pazarda dolaşan artı değerin (servetin) üzerindeki denetimini kaybetmemek için gereken tedbirleri alacaktır. Yine zamanın İngiltere’si gibi, dünyanın çeşitli yerlerinde özellikle de enerji, mineral, gıda kaynakları üzerinde etki kurmaya, elinden geldiğince buralara nüfus aktarmaya çalışacaktır.

Çarşamba günü, Çin’in çoktan Rhodes’ın izinden gitmeye başlamış olduğunu, özellikle Afrika’da etkinlikleri bağlamında, örnekleyerek göstermeye çalışacağım.

Cecile Rhodes Pekin’de (II)

Pazartesi yazımda Çin’in, bugünkü hızlı büyümesinin zemini ve toplumsal istikrarını korumak, toplumsal çalkantıları, önleyebilmek için Cecile Rhodes’un tavsiyesine uyarak, emperyalist politikalara yöneleceğini yazmıştım. Gerçekten de Çin’in son yıllarda Rhodes’un tavsiyelerine uymakla kalmadığı, Rhodes gibi gözlerini Afrika’nın doğal zenginliklerine, topraklarına diktiği görülüyor.

‘Bir sonraki imparatorluk’

Geçmişte, birçok kez Çin’in gereksinimi olan doğal kaynaklara erişebilmek için gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine nüfuz etmeye başladığına, özellikle de Afrika’da çok etkin olduğuna ilişkin örnekler aktarmıştım. Bu konularda derli toplu bir araştırma, bir kitap ya da doktora tezine henüz rastlamadım. Geçen hafta The Atlantic Monthly’nin nisan sayısı için Web sayfasına konan Howard W. French imzalı “The Next Empire” başlıklı araştırma yazısı, bu eksiği bir ölçüde kapatıyor. French, Afrika’da Çin’in etkin olduğu ülkelere ve bölgelere giderek durumu gözlemlemiş, ilgili kişilerle, akademisyenlerle, girişimcilerle kapsamlı görüşmeler yapmış, sonuçta durumu sergileyen etkileyici bir araştırmacı gazetecilik örneği yaratmış.

French’in yazısının imparatorluk olayına gönderme yapmasıysa bence yerinde. Çünkü aktardığı gözlemler, Çin’in bölgede bir “neo-colonial” imparatorluk oluşturmaya başladığını gösteriyor. Çin Afrika’nın hemen her yerinde, tren yolları, otoyollar inşa ediyor, limanları derinleştiriyor, böylece doğal kaynaklara, minerallere ulaşıyor, hatta ucuz kredilerle, kimi dev projelerle örneğin Tanzanya’da inşa ettikleri 60 bin kişilik futbol stadyumu gibi “hediyelerle”, hükümetleri kendine bağlıyor. Böylece Çinli girişimciler ve devlet işletmeleri, çok iyi koşullarda anlaşmalarla Gabon’da dünyanın en büyük demir madenine, Angola, Nijerya, Cezayir ve Sudan’da petrol kaynaklarına, Zambia, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde, özellikle bakır ve kobalt gibi çeşitli madenlere ulaşıyorlar. Çin, DKC’de kobalt ve bakıra ulaşmak için 2 bin 500 km. demiryolu, 3 bin km. karayolu inşa etmiş.

Açılan yollardan Çin’e gereksinimi olduğu mineraller, madenler giderken, aynı yollardan Afrika’ya ticaret, spekülasyon, hatta tarım yapmak için, kimi de macera peşinde Çinli bir nüfus geliyor. Gelenler, buzdolabı, klima cihazları, cep telefonları, ucuz saatler ve daha bir sürü şeyler satarken, Afrika’da giderek yerli halkın tepkisini çekmeye başlayan bir Çinli yerleşimciler nüfusu oluşuyor.

Kalkınma mı tuzak mı?

Yollar yapılıyor, altyapı yenileniyor, üniversiteler destekleniyor. Afrika devletleri gereksinim duydukları kredilere çok uygun koşullarda ulaşıyorlar. Öyleyse neden Çin’in bölgedeki varlığı, büyük bir şans ve olanak olarak görülmüyor. Öncelikle Afrikalı aydınlar madenlerinin, verimli topraklarının denetiminin Çin’in eline geçmesinden korkuyorlar. Çin’in toprak satın alma, kiralama ve buralara Çin’den çiftçi getirme projeleri, bunların gerçek çapının tepki çekmemek için gizli tutuluyor olması büyük kaygı yaratıyor.

Çin, Afrika’da büyük projeler yaşama geçiriyor ama bunlarda hemen tümüyle Çin’den getirdiği personeli (uzmanlar, vasıflı işçiler, idareciler) çalıştırıyor, böylece bölgenin bilgi, uzman kaynağına bir katkıda bulunmuyor. Bir gün çekip gittiğinde arkasında enkaz bırakmasından korkuluyor. Çin, yaptığı demiryolu, otoyol, liman gibi yatırımların hemen hepsini “yap-işlet-devret” anlaşmalarıyla gerçekleştiriyor. Ancak bu yatırımların, bölge iklimi dikkate alındığında ömrünün kısalığı, örneğin yollarda 10 yıl, düşünüldüğünde, Çin’in sonunda bir enkaz devredip gitmesi olasılılığı da yok değil. Çin, çoğu kez, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’yle, Angola hükümetiyle yaptığı anlaşmalarda olduğu gibi, karşılığında ülkelerin mineralleri, madenleri üzerinde uzun dönemli imtiyazlar elde ediyor. Bu madenleri, mineralleri Çin, bu ülkelerde işlemek yerine doğrudan kendi ülkesine götürüp orada işliyor ve tabii ki sonra başka yerlere olduğu gibi buralara da satıyor. Diğer bir deyişle kendisi sanayileşirken, dışa açılırken uyguladığı piyasa erişimi kurallarının (“bunu bize satarsın, bir kısmını da bizde imal etmek koşuluyla...” gibi) burada uygulanmamasına dikkat ediyor. Çin’in de klasik “geri bıraktırma stratejilerine” sadık kaldığı görülüyor.

Özetle, Çin emperyalist (açık işgale dayanmayan, neo-colonial) bir politika izliyor Afrika’da. Gereksinimi olan minerallere, madenlere, besin gıda kaynaklarına, hatta verimli topraklara erişiyor, bu arada elindeki fazla sermayeyi, malları ve nüfusu buraya aktarıyor. Kapitalizmin doğası bu, belli bir yoğunlaşmadan sonra emperyalizme dönüşmeye

Thursday, April 15, 2010

Tuesday, April 13, 2010

‘Obamania’: II. Perde

“Obamania” oyununun I. perdesi kısa sürmüş, izleyenlerde düş kırıklığı yaratmıştı. Uzun bir aradan sonra II. perde geçen hafta açıldı.

Birinci perdede Obama, ABD’nin uluslararası saygınlığını, imparatorluk refleksine karşı Cumhuriyeti restore eden, dünyaya barış getirecek büyük devlet adamı rolündeydi. II. perdede, Obama sahneye, sağlık reformunu yasalaştıran, Rusya ile nükleer silahları sınırlandırma anlaşması imzalayan, ABD’nin nükleer silahlara yönelik politikasını yeniden belirleyen, “gündemine hâkim”, vizyon sahibi bir lider (Philip Stevens, Financial Times,07/04; Patrick Seale, Dar Al Hayat, 09/04) olarak çıkıyor.

“Obamania” oyununun izleğine karşın, dışarıdaki gerçek yaşam bize, Irak’tan Kırgızistan’a “gündemin” hızla dağılmakta olduğunu söylüyor.

Kriz! Her yerde kriz!

Council on Foreign Relations’dan McGurk’a göre Irak “en yüksek risk penceresinden geçmeye çabalıyor”. Geçen haftanın başına kadar yaklaşık 90 günlük aralıkla tekrarlanan şiddet olayları aniden “nitelik değiştirerek bir sıçrama yapmış”. ABD Irak’tan çekilme takvimini yeniden gözden geçirmeliymiş(07/04). Al Ahram Weekly, gelişmeleri“Irak’ta geçen hafta patlayan bombalar yüzlerce insanı öldürdü, yüzlercesini yaraladı”başlığıyla verdi (08/04).

Bu sırada Los Angeles Times’ın aktardığına göre seçimlerden beklenmedik bir biçimde, kıl payı önde çıkan Hamza Allavi, eğer hükümeti kurmasına izin verilmezse, Irak’ta kaos çıkacağını ileri sürüyor. Seçimleri rahatlıkla kazanmayı beklerken Allavi’nin gerisinde kalan Başbakan Maliki’nin taraftarlarıysa seçim sonuçlarını tanımamakta ısrar ediyorlar.

Şiddet olayları tırmanırken Irak’ta yeni hükümetin kurulmasının aylar alacağı anlaşılıyor. Bu arada kimi yorumcular İran’ın gittikçe artan etkisinin Irak’ta kutuplaşmayı arttırdığına dikkat çekiyor (Arun & Mohammed, The Asia Times, 09/04), yeni bir etnik çatışmalar döneminin başlamasından korkuyorlar (New York Times, 06/04).

“Iran’ın Afganistan ve Pakistan bölgesinde gittikçe yoğunlaşan etkisini arttırma çabaları uluslararası ilişkiler uzmanları arasında kaygıyla izlenirken (Atula Aneja, The Hindu, 06/04), Karzai’nin Der Spiegel’in deyimiyle“kendisini besleyen eli ısırmaya kalkması”,ABD dış politikasının bir başka krizine işaret ediyor. Spiegel’in, bir köpeğe benzettiği Karzai, ABD’yi, NATO’yu seçimlerde hile yapmakla suçladıktan sonra, ülkedeki varlıklarının giderek açık işgale dönüşmeye başladığını vurgulamış, özellikle Holbrook’u suçlamış, böyle devam ederse kendisinin de“bir ulusal direniş kampanyasıyla”Taliban’a katılabileceğini açıklayıvermiş.

ABD’li yorumcular dehşete düştüler. Galbreight de, Karzai’nin uyuşturucu madde kullandığını ima etti. Karzai’nin Obama’yla yapması gereken toplantı iptal edilebilirdi. Ama, cumartesi günü medya, Obama’nın Karzai’den kritik ortak” diye söz ettiğini, buluşmanın ertelenmediğini bildiriyordu

‘ABD’nin gücü geriliyor’

Prof. Fouad Ajami Wall Street Journal’daki yorumunda Karzai’nin tutumunun Obama yönetiminin bölgedeki saygınlığının ne kadar gerilemiş olduğunu gösterdiğini savundu. Ajami’ye göre bütün sorun, İslam dünyasında ABD’nin bölgeden çıkmaya hazırlandığına ilişkin bir algının güçlenmeye başlamasından” kaynaklanıyor. Bu yüzden“Hamas’tan Hizbullah’a kadar, Kâbil’deki liderler de dahil herkes kendisine bir İran sigortası edinmeye” yönelmiş. “Lübnan’a bakın” diyordu Ajami, “Bir zamanlar ABD’nin destekçisi liderler, şimdi birer birer Şam’a hacca gidiyorlar”.

İran’ın, ABD’nin tüm çabalarına karşın gittikçe daha cesaretle konuşmasını da bu gerilemenin bir başka belirtisi olarak görebiliriz. Cuma günü Ahmedinejat, İran’ın üçüncü kuşak santrifüj üretme teknolojisine tümüyle hâkim olduğunu açıklarken (CNN 09/04) Al Hayat’ta Ragidha Dergham,Nükleer bir İran’la birlikte var olmak bir seçenek mi” diye soruyordu. New York’tan yazan Dergham, entelektüel forumlarda, medyada, İran’ın nükleer silahlara sahip olmasına alışmak ve adapte olmak gerektiğine ilişkin gittikçe artan yorumlar, yönetimin politikasını yansıtmasa bile, bu seçeneğin insanların zihinlerinde gelişmekte olduğuna işaret ediyordu. Diğer bir deyişle Dergham, bu duruma dünyayı alıştırma sürecinin başladığını ima diyordu. Bu yeni durumun bir sonucu olarak Ortadoğu’nun başkentlerinde kapalı kapılar ardında yeni ittifaklar, yeni güvenlik paradigmaları konuşulmaya başlanmış.

Dergham’a göre eğer “İran nükleer silahlara kavuşursa bundan en büyük zararı Arap halkları görecek”. Çünkü bölgede “Bir silahlanma yarışı başlayacak, halkın gereksinimi eğitim, sağlık, iş olanakları gibi konulara ayrılması gereken fonlar bu yarışa akıtılacak”. Her kıtadan, her türlü hükümetten beslenen nükleer silah tüccarları, askeri-sınai yapılar en büyük kazancı elde edecek. Bu kesimler “Petrol gelirlerini paylaşacak, halkı tümüyle geriliğe mahkûm ederek pasifize edecekler” (Dar Al Hayat 09/04).

‘Yok valla devrim değil’

Topraklarında hem ABD hem Rusya üssübulunan tek ülke Kırgızistan’da da bir şey oldu. “Lale devrimiyle” iktidara gelenBakiyev, kanlı bir toplumsal “kargaşayla”devrildi. Yönetim, Rusya’ya yakın olduğu anlaşılan bir ekibin eline geçti. Rusya yeni yönetimi hemen tanıdı. Yönetimin başına gelen Rosa Otunbayeva (Üniversiteyi Rusya’da okumuş, İngilizce bilen, eski dışişleri bakanı) yardım almak için Rusya’ya gidecek. Rusya da düzeni korumak için barış gücü gönderebilecek. ABD’nin bu ülkedeki askeri üssünün statüsü şimdilik değişmeden kalıyor. Ancak sürecin bir aşamasında eğer Rusya izin vermezse, ABD üssünün kapanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Ama Rus analistleri, ABD üssünün Rusya için bir tehlike oluşturmadığını, kalabileceğini söylüyorlar. Diğer bir deyişle Ukrayna’da sonra, şimdi Kırgızistan’ı da “geri alan”Rusya, ABD’ye izin vermiş, böylece eline bir koz almış oluyor.

Kırgızistan’ı ABD’nin etkisinin gerilemesinin bir başka örneği olarak görmek olanaklı. Ama esas ilginç bulduğum şey, bir seri yorumcunun “bu bir devrim değil” demek, bunu kanıtlamak için sıraya girmiş olmaları. Mantıkları şöyle, sokaklara dökülen kalabalıklar, kendiliğinden, örgütsüz, disiplinsiz, liderleri yok. Gerçekten de muhalefet çağrı yaptığında sokağa dökülenler, muhalefetin programına destek vermek için değil, son aylarda hızla bozulan ekonomik koşullara tepkilerini sergilemek için dökülmüşler. Katılımın çapından, şiddetinden muhalefet de korkmuş. Diğer bir deyişle, “Lale devrimi”nin eğitimli, orta sınıf kalabalığının aksine, toplumun en yoksul kesimlerinin kendiliğinden bir patlaması var karşımızda.

Kırgızistan’da yaşananlar bir taraftan seçkinler arası çekişmeyi, bölgenin jeopolitiğini, büyük güçlerin oyunlarını yansıtıyor. Ama diğer taraftan da sokaklara dökülenler zamanın ruhunun”, kitlenin tarih sahnesine geri dönüşünün bir başka ifadesi; aynı, Tahran, Atina sokaklarındakiler, Ankara’daki TEKEL direnişçileri gibi. Birincisi, savaşa, ölüme ilişkin, ikincisiyse,yaşama ve umuda... Esas önemli olan da bu ikincisi...