Friday, April 23, 2010

Cecile Rhodes Pekin’de (I) & (II)

Geçen hafta çarşamba yazımda değindiğim gibi, Çin ile ilgili tartışmalarda bir yoğunlaşma var.

Bu tartışmalarda, Çin’in geleceğine ilişkin, birbirine taban tabana zıt iki yaklaşım oluştu. Birinci yaklaşım, Çin’in, hızlı büyümenin getirdiği toplumsal sorunları, bugüne kadar olduğu gibi, önümüzdeki dönemde de yönetmeyi başararak, dünya ekonomisi içindeki ağırlığını, etkisini arttırmaya devam edeceğini düşünüyor. İkinci yaklaşıma göre, geçtiğimiz 20 yılda Çin’in bu kadar yüksek bir büyüme hızı sergilemesine yol açan küresel ekonomik koşullar, mali krizin de etkisiyle hızla ortadan kalkıyor. Bu nedenle Çin ekonomisini hızlı bir daralma ve bununla birlikte giderek ağırlaşacak toplumsal sorunlar, istikrarsızlık ve kaos bekliyor.

Ama ikisi de aynı yere çıkıyor

Her iki yaklaşımın da haklı olduğu noktalar var. Örneğin, geçen hafta açıklanan veriler, ekonomik büyüme hızının bu yılın ilk üç ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 11.7 olarak gerçekleştiğini söylüyor. Geçen yıl aynı dönemde bu oran yüzde 10.7 olarak gerçekleşmişti (Financial Times, 15/04). Wall Street Journal, New York Times gibi gazetelerin yorumcuları, Çin ekonomisinin bir ısınma sorunu, sert iniş riskiyle karşı karşıya olduğunu söylerken, South China Morning Post, hızlı büyümeye karşın enflasyonun yüzde 2.2 civarında kaldığına dikkat çekiyordu. Time dergisine göre, Çin böylece son resesyondan çıkarken, büyümenin yüzde 52’sinin nihai tüketimden, yüzde 57’sinin yatırımlardan kaynaklandığını, net ihracatın katkısının ise yüzde 9.9 olduğunu vurguluyordu. Diğer bir deyişle, Çin’in büyümesi ihracata sanıldığı kadar bağımlı değildi. Ulusal ekonominin iç dinamikleri belirleyici rol oynuyordu. Öyleyse, Goldman Sachs’ın beklentisi gerçekleşebilir, Çin 2027 yılında dünyanın en büyük ekonomisi konumuna ulaşabilir.

Buna karşılık, Çin’in bir krizin beklediğini söylen yorumcuların, örneğin Gordon G. Chang’ın (The Coming Collaps of China, 2009) da haklı olduğu noktalar var. Wold Affaires dergisinin nisan sayısında yayımlanan, “Party’s over: China’s Endgame” başlıklı denemesinde, son mali krizin dünya ticaretinde yarattığı gerilemenin Çin ekonomisini derinden etkilediğini, bu krizi savuşturmak için devreye giren 586 milyar dolarlık teşvik programının etkilerinin sonuna gelinmeye başlandığını vurguluyor. Gordon’a göre bu teşvikler orta ve küçük işletmelerin üretim kapasitelerini desteklemeye değil, devletin mali kurumlarına, devlet denetimindeki altyapı yatırımlarına gitti. Çin ekonomisinin süper devresi (cycle) sona ererken, diyor Gordon, ileri doğru bir atılım yapmaya başlayan halkın talepleriyle hükümetin uygulamaları arasındaki uçurum giderek genişliyor ve toplumsal istikrarsızlık risklerini arttırıyor. Örnek olarak da toplumsal olaylar

ın (grev, gösteri, isyan vb.) sayısının yılda 127 bine ulaştığına işaret ediyor.

Ben bu iki yaklaşımın öngördüğü senaryoların gerçekleşme olasılıklarının birbirinden çok uzak olmadığını düşünüyorum. Ancak, bu tartışmalarda dikkatlerden kaçan bir şey var, o da şu: Her iki olasılık da sonunda aynı yere çıkıyor. ‘Ekmek peynir meselesi’

Geçen yıl kaybettiğimiz Giovanni Arrighi’nin, son kitabının başlığı “Adam Smith Pekin’de” idi. Yazıma, başlığını onun anısına, “Cecile Rhodes Pekin’de” olarak koydum. Ama bu başlık konumuzla da yakından ilgili…

Arrighi çalışmasında, Çin’deki hızlı büyümenin, sanıldığı gibi uluslararası sermayenin yatırımlarına değil, Deng Shiao Peng’in piyasa ekonomisine dönmesiyle birlikte, Asya bölgesindeki Çin diyasporasının sermayelerini geri getirmeye ikna edilmesine, eğitimli, disiplinli işgücüne bağlı olduğunu gösteriyordu. Bir de, neoliberalizmi benimseyerek gelişmeye çalışan ülkelerin aksine, ekonomik süreçlerin, yabancı sermayeyle ilişkilerin denetimini elinden kaçırmasına.

Böylece başlayan süreç, kısa sürede uluslararası sermayenin ihmal edemeyeceği bir yatırım alanı oluşturmuş. Bundan sonraki süreci kabaca biliyoruz. Hızlı sermaye brikimi, ihracat patlaması, bu zeminde biriken görülmemiş büyüklükte, yaklaşık 2.4 trilyon dolarlık döviz rezervleri. Bu madalyonun bir yüzünü oluşturuyor. Madalyonun öbür yüzünde de hızlı kentleşme, hızla büyüyen bir yeni orta sınıf ve işçi sınıfı, kır topluluklarında çözülme, ortalama yoksulluk genelde azalırken gelir dağılımında hızlı bir bozulma var.

Bu iki süreç, Çin’de kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak, bize iki realiteyi işaret ediyor. Birincisi, Çin kapitalizmi kaçınılmaz olarak kriz eğilimleri geliştirmeye, buna bağlı olarak aşırı üretim, fazla kapasite ve aşırı birikim sorunları yaşamaya başlayacaktır. İkincisi yaşanan yeni sınıf şekillenmeleri, geleneksel toplumsal koşulların, değerlerin altüst olması, sınıf mücadeleleri açısından patlayıcı bir toplumsal karışım oluşturacaktır.

Bu iki sürecin kesişerek bir toplumsal krize yol açmaması için, ya da bu ekonomik krizlerin yıkıcı sonuçlar yaratmaması için Çin devletinin gerçekleştirmesi gereken bir seri işlev var: (1) Hızlı büyüme dinamiklerini destekleyebilecek gerekli enerji ve hammadde girdilerini uygun maliyetlerde tedarik etmek; (2) Hızlı sermaye brikim sürecinin yan ürünü olarak oluşacak sermaye, mal ve nüfusun (ki bu sosyal istikrar için özellikle önemlidir) fazlasını gönderilebileceği coğrafyaları bulmak ve kullanıma açmak. (3) Hızla büyüyen orta sınıfın ve işçi sınıfının, genelde kentlerin, yeni tüketim alışkanlıklarına, özellikle gıda gereksinimlerine cevap vermek.

İşte bunlar bizi, 19. yüzyılda, Afrika’yı sömürgeleştirme sürecini yöneten, bugün hâlâ dünya elmas piyasasının yüzde 40’ını kontrol eden Debeers’in kurucusu İngiliz kapitalisti ve devlet adamı Cecile Rhodes’ın şu ünlü tespitine getiriyor: “İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız” (1895).

Çin de, bugünkü hızlı büyümesinin zemini ve toplumsal istikrarını korumak, toplumsal çalkantıları, bir “iç savaşı” önleyebilmek için kaçınılmaz Cecile Rhodes’ın tavsiyesine uymak zorunda kalacaktır. Çin bir taraftan ekonomisini güçlendirmek, bunu destekleyecek iç pazarını derinleştirmek, aynı zamanda ekonominin ürettiği ve bu pazarda dolaşan artı değerin (servetin) üzerindeki denetimini kaybetmemek için gereken tedbirleri alacaktır. Yine zamanın İngiltere’si gibi, dünyanın çeşitli yerlerinde özellikle de enerji, mineral, gıda kaynakları üzerinde etki kurmaya, elinden geldiğince buralara nüfus aktarmaya çalışacaktır.

Çarşamba günü, Çin’in çoktan Rhodes’ın izinden gitmeye başlamış olduğunu, özellikle Afrika’da etkinlikleri bağlamında, örnekleyerek göstermeye çalışacağım.

Cecile Rhodes Pekin’de (II)

Pazartesi yazımda Çin’in, bugünkü hızlı büyümesinin zemini ve toplumsal istikrarını korumak, toplumsal çalkantıları, önleyebilmek için Cecile Rhodes’un tavsiyesine uyarak, emperyalist politikalara yöneleceğini yazmıştım. Gerçekten de Çin’in son yıllarda Rhodes’un tavsiyelerine uymakla kalmadığı, Rhodes gibi gözlerini Afrika’nın doğal zenginliklerine, topraklarına diktiği görülüyor.

‘Bir sonraki imparatorluk’

Geçmişte, birçok kez Çin’in gereksinimi olan doğal kaynaklara erişebilmek için gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine nüfuz etmeye başladığına, özellikle de Afrika’da çok etkin olduğuna ilişkin örnekler aktarmıştım. Bu konularda derli toplu bir araştırma, bir kitap ya da doktora tezine henüz rastlamadım. Geçen hafta The Atlantic Monthly’nin nisan sayısı için Web sayfasına konan Howard W. French imzalı “The Next Empire” başlıklı araştırma yazısı, bu eksiği bir ölçüde kapatıyor. French, Afrika’da Çin’in etkin olduğu ülkelere ve bölgelere giderek durumu gözlemlemiş, ilgili kişilerle, akademisyenlerle, girişimcilerle kapsamlı görüşmeler yapmış, sonuçta durumu sergileyen etkileyici bir araştırmacı gazetecilik örneği yaratmış.

French’in yazısının imparatorluk olayına gönderme yapmasıysa bence yerinde. Çünkü aktardığı gözlemler, Çin’in bölgede bir “neo-colonial” imparatorluk oluşturmaya başladığını gösteriyor. Çin Afrika’nın hemen her yerinde, tren yolları, otoyollar inşa ediyor, limanları derinleştiriyor, böylece doğal kaynaklara, minerallere ulaşıyor, hatta ucuz kredilerle, kimi dev projelerle örneğin Tanzanya’da inşa ettikleri 60 bin kişilik futbol stadyumu gibi “hediyelerle”, hükümetleri kendine bağlıyor. Böylece Çinli girişimciler ve devlet işletmeleri, çok iyi koşullarda anlaşmalarla Gabon’da dünyanın en büyük demir madenine, Angola, Nijerya, Cezayir ve Sudan’da petrol kaynaklarına, Zambia, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde, özellikle bakır ve kobalt gibi çeşitli madenlere ulaşıyorlar. Çin, DKC’de kobalt ve bakıra ulaşmak için 2 bin 500 km. demiryolu, 3 bin km. karayolu inşa etmiş.

Açılan yollardan Çin’e gereksinimi olduğu mineraller, madenler giderken, aynı yollardan Afrika’ya ticaret, spekülasyon, hatta tarım yapmak için, kimi de macera peşinde Çinli bir nüfus geliyor. Gelenler, buzdolabı, klima cihazları, cep telefonları, ucuz saatler ve daha bir sürü şeyler satarken, Afrika’da giderek yerli halkın tepkisini çekmeye başlayan bir Çinli yerleşimciler nüfusu oluşuyor.

Kalkınma mı tuzak mı?

Yollar yapılıyor, altyapı yenileniyor, üniversiteler destekleniyor. Afrika devletleri gereksinim duydukları kredilere çok uygun koşullarda ulaşıyorlar. Öyleyse neden Çin’in bölgedeki varlığı, büyük bir şans ve olanak olarak görülmüyor. Öncelikle Afrikalı aydınlar madenlerinin, verimli topraklarının denetiminin Çin’in eline geçmesinden korkuyorlar. Çin’in toprak satın alma, kiralama ve buralara Çin’den çiftçi getirme projeleri, bunların gerçek çapının tepki çekmemek için gizli tutuluyor olması büyük kaygı yaratıyor.

Çin, Afrika’da büyük projeler yaşama geçiriyor ama bunlarda hemen tümüyle Çin’den getirdiği personeli (uzmanlar, vasıflı işçiler, idareciler) çalıştırıyor, böylece bölgenin bilgi, uzman kaynağına bir katkıda bulunmuyor. Bir gün çekip gittiğinde arkasında enkaz bırakmasından korkuluyor. Çin, yaptığı demiryolu, otoyol, liman gibi yatırımların hemen hepsini “yap-işlet-devret” anlaşmalarıyla gerçekleştiriyor. Ancak bu yatırımların, bölge iklimi dikkate alındığında ömrünün kısalığı, örneğin yollarda 10 yıl, düşünüldüğünde, Çin’in sonunda bir enkaz devredip gitmesi olasılılığı da yok değil. Çin, çoğu kez, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’yle, Angola hükümetiyle yaptığı anlaşmalarda olduğu gibi, karşılığında ülkelerin mineralleri, madenleri üzerinde uzun dönemli imtiyazlar elde ediyor. Bu madenleri, mineralleri Çin, bu ülkelerde işlemek yerine doğrudan kendi ülkesine götürüp orada işliyor ve tabii ki sonra başka yerlere olduğu gibi buralara da satıyor. Diğer bir deyişle kendisi sanayileşirken, dışa açılırken uyguladığı piyasa erişimi kurallarının (“bunu bize satarsın, bir kısmını da bizde imal etmek koşuluyla...” gibi) burada uygulanmamasına dikkat ediyor. Çin’in de klasik “geri bıraktırma stratejilerine” sadık kaldığı görülüyor.

Özetle, Çin emperyalist (açık işgale dayanmayan, neo-colonial) bir politika izliyor Afrika’da. Gereksinimi olan minerallere, madenlere, besin gıda kaynaklarına, hatta verimli topraklara erişiyor, bu arada elindeki fazla sermayeyi, malları ve nüfusu buraya aktarıyor. Kapitalizmin doğası bu, belli bir yoğunlaşmadan sonra emperyalizme dönüşmeye

No comments: