Monday, March 18, 2024

Direniş neden etkili olamıyor?


Avrupa’da “süreç olarak faşizmin” ilerleyişini tartıştığım yazımdan sonra, sosyal medyada sordum: “Sol neden ‘süreç olarak faşizme’ karşı engelleyici bir direnç sergileyemiyor?” Sosyal medyada ve “e-mail” ile gelen cevaplar, solun bölünmüşlüğüne, kimlik siyasetinin parçalayan, işçi sınıfının enerjisini canlandırmayı zorlaştıran etkisini vurguluyorlardı. Bu cevaplar yanlış değildi ama bence önemli bir etken gözden kaçıyordu: “Bugün” (son 25 yıl) solun karşısında, dün (1990’lara kadar) olandan farklı bir kitle (mavi/beyaz yakalı işçi ya da işsiz, potansiyel işçi/ öğrenci gençlik) var. Bu nedenle dün belli bir başarı (kitle desteği) getirmiş söylem, çalışma tarzı, örgütlenme biçimleri “bugün”etkili olamıyor. Solun “Arap isyanları”“Gezi olayı” sırasında yaşadığı deneyimler bu gerçeği bilinçlere çıkarmalıydı...

Dün dünle gitti... 

Yukarıda değindiğim “fark” bir seri tarihsel değişimin ürünüdür: Son 30 yılda kapitalizmin ekonomi yönetim modeli değişti, neoliberalizm egemen oldu. Bir tür sosyalizm olarak kabul edilen model çöktü. “Lider teknoloji” değişmeye başladı.

(...)

Bir psikolog dostum (Prof. V) 2000’li yılların başında bana “Karşımıza yeni bir genç kuşak geliyor ne dertlerini tam olarak anlayabiliyoruz ne de nasıl ilgileneceğimizi bilebiliyoruz” demişti; hem tıbbi açıdan hem de olası siyasi sonuçları açısından çok kaygılıydı. Sol hareket, bu yeni kuşağın özelliklerini ne zamanında kavrayabildi ne de bu gelişmeye hazırlanabildi.

Tamamını okumak içn tıklayınız 

Thursday, March 14, 2024

Avrupa’da faşizm moda mı oldu?

 


Geçen perşembe yazımda, Portekiz’de “Yeter” (Chega) aldı faşist partiyi tartışmayı 10 Şubat seçimleri ertesine bırakmıştım. “Yeter”in bu seçimlerdeki performansı Avrupa’da faşizmin gençler arasında moda olmaya başladığını düşündürüyor.

‘Yeter’ siyasetin merkezinde

Portekiz’de 10 Şubat genel seçimlerinin gerçek kazananı, 18-34 arasındaki seçmenden en çok oyu alan, “Yeter” partisidir demek yanlış olmaz.

“Yeter” 2018’de kuruldu, 2019 seçimlerinde yüzde 1.6 oy alarak 230 üyeli meclise bir temsilci soktu. “Yeter” oy oranını 2022’de yüzde 7’ye, 2024’te de yüzde 18.6’ya meclisteki iskemle sayısını 12’den 48’e yükseltti. Buna karşılık hükümetteki Sosyalist Parti’nin (SP) oyları yüzde 41’den yüzde 28.66’ya iskemle sayısı 120’den 77’ye geriledi. Sosyal Demokratlar (SDP) (merkez sağ), 2022-2024 seçimlerinde oy oranlarını, iskemle sayılarını yüzde 27.66’dan yüzde 29.49’a ve 72’den 79’a çıkartarak birinci parti oldular. Sol blok ve Komünist Partisi, Yeşiller gerilemeye devam ettiler. SB’nin meclisteki iskemle sayısı 2019’da 19’dan, 2022’de 5’e ve 2024’te de 4’e geriledi. Komünist-Yeşiller toplam oy oranı 2022’de yüzde 4.39’dan, 2024’te yüzde 3.3’e ve 6 iskemleden 4 iskemleye düştü.

Şimdi ne SP ne SDP tek başlarına hükümet kurabiliyor. Portekiz’de siyasetin merkezine, beş yılda oy oranını yüzde 1’den yüzde 18’e ve iskemle sayısını 1’den 48’e çıkarmayı başaran “Yeter” yerleşti diyebiliriz.

Faşizm gençleri kendine çekiyor

(...)

Washington Post’un tüm Avrupa’yı kapsayan bir araştırmasında yazar “Yeter” için, “aşırı sağcı olmayı (siz faşist olarak okuyabilirsiniz) gençler için yeniden ‘cool’ yapmayı başaran partilerden biri” diyordu.

Washington Post bir “genç depremi Avrupa’yı sarsıyor” derken Hollanda, Danimarka, Avusturya, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya örneklerinde “aşırı sağ” (faşist-EY) partilerin gençleri gittikçe artan oranda kendilerine çekme sürecine işaret ediyor gençlerin geleneksel sağ ve sol partileri sıkıcı, cansız yapılar olarak gördüğüne dikkat çekiyordu. Bu noktada insan ister istemez Wilhelm Reich’in Faşizmin kitle ruhu anlayışı başlıklı yapıtını anımsıyor:

(...)

 Reich, sosyal demokratların, komünistlerin, ciddi asık suratlı, bolca orta yaşlı erkekten oluşan ortamlarının aksine Nazilerin kızlı erkekli gençleri, piknik, kamp, spor yarışmaları, konser vb. gibi etkinliklerle canlı, eğlenceli, cinsel olarak daha serbest bir ortam sunarak partiye çektiğine işaret ediyordu. Bugün de bunlara ek olarak sosyal medya, TikTok gibi araçlar var. “Yeter”in lideri André Ventura, TikTok’ta Brezilya müziği ile “lambada”yapabiliyor. Portekiz’in en etkili ultra muhafazakâr (faşist) kadın “influencer”ı, meclis üyesi Matias, Ventura’yı yanına alıp çektiği bir video klibini Instagram’a koyunca 10 milyonluk ülkede 3.6 milyon izleyici çekmiş.

Açık ki sol-sosyalist hareket bu gelişmelere uygun bir çalışma tarzını yalnızca Portekiz’de değil hemen hiçbir yerde (henüz) inşa edemiyor. “Henüz” parantez içinde çünkü 18-34 yaş grubunu faşist, dinci hareketlere bir kez kaptırınca en azından bir “kuşak” dolayısıyla, toplumun önündeki 20-25 yıllık bir dönem kayboluyor.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, March 11, 2024

Sonuç artık belli oldu (mu?)

 


Çoğunluğu Cumhuriyetçi Parti yanlısı hâkimlerden oluşan yüksek mahkeme son iki hafta içinde aldığı iki önemli kararla Trump’ın önünü açtı. Trump, “Süper Salı” önseçimlerinde 15 eyaletten 14’ünü kazandı; tek rakibi Nikki Haley yarıştan çekildi. New York Times’da deneyimli araştırmacı yazar Thomas B. Edsall (83) bu gelişmeler üzerine, konuştuğu siyaset bilimcilerinden, kamuoyu yoklaması uzmanlarından, her iki partiden kampanya stratejistlerindendinlediklerinden hareketle, “Bunlar -son gelişmeler. EY- sonuç artık belli oldu anlamına gelebilir” diyordu. Dahası, tüm büyük kamuoyu yoklamalarında Trump çok az farkla da olsa önde gidiyor. Ancak başka gelişmeler de var.

(...)

PEKİ YA UMUT?

Umut yok değil! Tarafsız seçmenin bilgilendirilmesi, Trump’ın artık iyice bozulmaya başlayan akli dengesinin, MAGA (Trumpçı akım) taraftarlarının şiddet ve komplo teorisi saplantılarının teşhir edilmesi, kadınların haklarının kararlı biçimde savunulması, siyahların, Latino nüfusun salt dini duyarlılıklarından dolayı Trump’a kaymasının önlenmesi, 2020’de Biden’ı başkanlığa taşıyan koalisyonun korunması büyük önem taşıyor. 

Üstelik bu konularda Demokrat Parti yalnız değil. Bir Wall Street Journal araştırmasına göre... 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, March 07, 2024

Konumuz parçalanma (3)

 


Avrupa’da vatandaşların, merkez sağ veya sol, ana akım partilerine güveni hızla eriyor; seçmen, liberal demokrat söylem içinde tanımlaması zor yeni siyasi akımlara, partilere yöneliyor. Bu gelişmeler II. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş siyasi düzenin parçalanmakta olduğunu gösteriyor.

Almanya’da Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW), İngiltere’de George Galloway’in Britanya İşçi Partisi (BİP), Portekiz’de Andre Ventura’nın Yeter Partisi, bu “sağ mı sol mu” belirsiz yeni oluşumların iyi örnekleri. (...)

‘İKİ TAKTİK’

Galloway (69) siyasi yaşamına İşçi Partisi’nde başladı, Gerry Adams gibi Sinn Fein/IRA liderleriyle kol kola yürüdü. Irak savaşına, Tony Blair’in dış politikasına karşı çıktı, “Savaşı Durdurun” hareketinin liderliğindeydi, partiden atıldı. 2005 yılında ABD parlamento komisyonundaki, ABD’yi suçlayan “efsane”konuşmasıyla (YouTube’da var) senatörleri şoke etti. Galloway, Londra Bethnal Green’den (2005-2010), Batı Bradford’dan (2012-2015) bağımsız milletvekili oldu. 1 Mart 2024 Rochdale seçimlerinden yeniden meclise döndü. Galloway’in siyasi yaşamı esas olarak emperyalizme karşı mücadele içinde şekillendi; Filistin davasını destekledi, İslamofobiye karşı mücadele etti. Şimdilerde de Ukrayna savaşında NATO’ya, Batı’nın tavrına karşı.

(...)

‘SOL MUHAFAZAKÂRLIK’

BSW lideri, Wagenknecht’in (55), ekonomi doktorası var, Oskar Lafontaine ile evli. Wagenknecht Sol Parti’nin eşbaşkanıyken 9 milletvekiliyle birlikte partiden ayrıldı, 23 Ekim’de BSW’yi açıkladı, hareketin partisi 27 Ocak’ta kongresinde Avrupa Parlamento seçimlerine yönelik 20 sayfalık bir manifesto yayımladı. (...)

BSW için “sol muhafazakâr” tanımlaması da kullanılıyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Monday, March 04, 2024

Konumuz parçalanma–2

 Son yıllarda silahlı çatışmaların, savaşların sayısında belirgin bir artış gözleniyor. Bu konuda gözlemler, araştırmalar yorumlar da çoğalıyor.

HEGEMONYA PARADOKSU

(...)

Gerçekten de kapitalist devletler “dünyası” egemenlik ve bağımlılık ilişkileri dünyasıdır. Bu “dünyada” hegemonya “düzenin” güvencesidir. Hegemonya, dünya ekonomisinin kurallarını belirler, dayatır, büyük savaşları engeller, küçük savaşları düzenler, etkilerini sınırlar. Ancak kapitalizmin kaotik dünyasında “eşitsiz ve birleşik gelişme yasası”işlemeye devam eder. Zamanla, hegemonya merkezine rakip yeni ekonomik, siyasi askeri merkezler yükselmeye başlar. Yükselen güçler verili kuralları kendi çıkarları doğrultusunda değişmeye zorlar, “orta büyüklükte güçler” manevra alanlarını genişletir. Bu sürece paralel, ülkelerin içinde servet ve güç dağılımı da değişmeye başlarken sınıf çelişkileri sertleşir, egemen ideoloji verimliliğini kaybeder, kurulu düzeni sürdürmek zorlaşır. Bugün böyle bir dönemdeyiz ama ilk kez değil: 1914-39 dönemine bakmak yeter.

DÜZEN DAĞILIRKEN

Uppsala Conlict Data Program (Çatışma Verileri Programı-UÇVP) ve Peace Research Institute UÇVP’nin bulgularından derlenmiş bir grafik (Vox.com) “savaş” tanımına giren çatışmaların sayısının 2010’da 80+ düzeyinden 2023’da 180+ düzeyine çıktığını gösteriyor. UÇVP’nin hesaplamalarına göre bu tür çatışmalarda ölenlerin sayısı 2012’de 40 bin dolayında iken yaklaşık altı kat artarak 2022’de 283 binin üstüne çıkmış. Geçen hafta New York Times’da yayımlanan “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor olabilir” başlıklı bir yorum Londra’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS), aralık ayı başında yayımlanan prestijli raporu Silahlı Çatışma Araştırması’na göre 2023 yılında dünya çapında çatışma sayısının 183 ile son 30 yılın en yüksek düzeyine ulaştığını aktarıyordu.

(...)

Evet, “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor”.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız



Thursday, February 29, 2024

Konumuz parçalanma

 


Uzun yıllar, ekonomik-mali-teknolojik küresel bütünleşme sürecini konuştuk. 2008 finansal krizi, “deglobalization” (küreselleşmeden geriye dönüş) başladı savları, Çin’in yükselişi, pandeminin tedarik zincirleri üzerindeki etkileri bile “küreselleşmekte olan dünya” söyleminin etkisini kıramamıştı. Ancak son ekonomik, jeopolitik gelişmelerin etkisiyle bir“parçalanma” algısı ve söylemi iki yıldır giderek yerleşiyor. Bu “parçalanma” algısını, tarihsel bir hafızayla birleştirince korkutucu bir resim şekillenmeye başlıyor.

DAVOS - IMF - MÜNIH

Dünya Ekonomik Forumu yılın ilk zirve toplantısından sonra yayımladığı risk raporunda, dünya ekonomisinin pandemi, resesyon gibi riskler karşısında görece dayanıklı çıktığını vurguluyor; ancak genel olarak“sistemin” zayıflamakta olduğuna dikkat çekiyordu.  

(...)

Yılın ikinci önemli zirvesi, Münih Güvenlik Konferansı’ndan yaklaşık 10 gün önce, IMF Genel Müdür Birinci Vekili Gita Gopinah, Foreign Policy’de yayımlanan bir denemesinde, “Bir dönüm noktasındayız. Pek çok ülke ‘friendshoring’ (dost ülkelerin ekonomilerine yönelmek-E.Y.), ‘riski azaltma’, ‘kendine yetmek’ adına engeller koydukça (küresel) ticaret parçalanıyor” diyordu.

(...)

15-18 Şubat arasından toplanan Münih Güvenlik Konferansı’nda küresel jeopolitik, yine Batı’nın bakış açısından tartışıldı. The Guardian’ın Avrupa muhabiri, Istituto Affari Internazionali (Roma) başkanı Nathalie Tocci’nin konferansta edindiği izlenim çarpıcıydı. Tocci Ukrayna Savaşı, İsrail’in Gazze işgali ortamında dünyanın “Batı ve geri kalanlar (Rusya, Çin ‘Küresel Güney’...) olarak ikiye bölünmeye başladığına” işaret ediyor “Bu da bizim güvenliğimizi tehdit ediyor” diyordu.

VE WEIMAR

(...)

... geçen hafta Financial Times’da bir yorum şekillenmekte olan resmin bir parçasını daha yerine koyuyordu: Yazı, tarihin en karanlık sayfalarından birini anımsatarak “Almanya siyasetindeki parçalanma korkutucu derecede 1930’lara benziyor”diyordu. 

(...)

 “Weimar yıllarında” kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, halifelik, şeriat taleplerinin yükselmeye başlamış olması da... 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, February 26, 2024

Seçimlerden sonra: ‘Görevimiz tehlike’



Ana muhalefet rejimi değiştirme düşüncesinden vazgeçmiş görünüyor: Artık dört yıl seçim yok! Ancak, “ana akım” iktisatçılara göre seçimlerden sonra ülkeyi çok derin bir ekonomik kriz bekliyor, hızla ekonomik, siyasi, hukuki reformlar yapılmalıdır. Kimi hukukçular anayasanın artık geçersiz kılındığını söylüyorlar. Avukat Feyza Altun’un başına gelenlerle “Selanik’ten gelen dönme”, “Osmanlı’yı süren soysuzlar” hakaretlerini, İliç’teki maden faciasını da ekleyince oluşan manzara, Ernst Fraenkel’in “Der Doppelstaat” (Dual State-İkili Devlet) yapıtını çağrıştırıyor.

TARİHTEN BİR YAPRAK

Fraenkel, sendikacıların, sosyalist politikacıların avukatlığını yapan ve onları savunan sosyalist bir Yahudi avukattı. 1933-38 arasında, Nazi yasağını “delerek”avukatlık yapmaya devam etti, hukuk sistemindeki değişimleri doğrudan yaşadı. Fraenkel, bu alanda hukuk dergilerinde eleştirel yazılar yayımladı, “İkili Devlet” kitabını yazdı, manüskriptini gizlice dışarı çıkarttı; kendisi de Gestapo listesine girince ABD’ye göç etti. Kitap, 1941’de İngilizce; 1977’de Almanca, 2017’de tekrar İngilizce yayımlandı.

Fraenkel çalışmasında, Nazilerin inşa ettiği devletin ikili yapısını, Nazi hukukçuların teorik savlarıyla, uygulamadaki örnekleriyle sergiliyordu. Özetle: Bir taraftan, önceki devlet biçiminden gelen normatif ve rasyonel kurallara göre işlemeye devam eden ve halk tarafından da günlük yaşamda kabul edilen bir hukuk sistemi, onun yanında da meşruiyet kaynağını Hitler ve Nazi seçkinlerinin iradesinden alan, keyfi/acil kararlardan oluşan bir hukuk sistemi. Ancak, süreç ilerlerken Fraenkel “Devlet ve Nazi partisi giderek özdeşleşiyor, ikili örgütlenme biçimi sadece tarihsel ve siyasi nedenlerle sürdürülmeye devam ediyor” diyordu. Hitler, Temmuz 1936’da yaptığı bir konuşmada, “Devlet ile parti arasındaki sınır çizgisini bizzat kendisi tanımlıyordu”.

 Fraenkel yapıtını burada özetlemem olanaksız. Fraenkel’in gündeme getirdiği, bugün için de geçerli iki soruya değinmekle yetineceğim. (1) Totaliter rejim bu kadar güçlüyken neden normatif ve rasyonel hukuk sisteminin kısmen, biçimsel olarak da olsa yaşamasına izin verdi? (2) Sermaye sınıfı, keyfi ve Nazi seçkinlerinin kaprisine tabi bir hukuk düzenini neden kabullendi?

(...)

“Ana akım” ekonomistlerin seçimlerden sonra derinleşmesi beklenen krize karşı önerdikleri “reformların” iki çıkmazı var. Faiz ve döviz oranlarına odaklı, borç ödemeyi öncelik veren önlemler ekonomik krizi daha da derinleştirecektir. “Evet ama uzun dönemde rahatlayacağız” demek toplumdaki ekonomik, sosyokültürel kutuplaşmanın yarattığı gerginlik ikliminde olanaklı değildir. Siyasi, hukuki alanda ise önerilen “normalleşmeyi”beklemek, toplumsal çalkantı olasılıklarına açık bir derin ekonomik krizin ortasında oligarşinin (yerli, uluslararası mali sermaye ve siyasal İslamın yönetici sınıfı) iktidarı daha da kırılganlaşacağından gerçekçi değildir.

(...)

Tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, February 22, 2024

‘Ne oluyor? Ne oluyor?’

 


Ülke anayasaya göre laik ama cumhurbaşkanı, daha üç yıl önce, “İslam bize göre değil, biz İslama göre hareket edeceğiz” diyordu. Geçenlerde de “Şeriata düşmanlık dininin bizatihi kendisine husumettir” buyurmuş. 

(...)

Gariplikler üst üste gelmeye başlayınca, ben hep Beckett’in Oyunun Sonuyapıtındaki kör ve yatalak “efendi” Hamm ile “uşağı”, umutsuzluğun, çaresizliğin ortasında anlam arayışını temsil eden Clov’un arasındaki bir konuşmayı anımsarım: Hamm: “Ne oluyor? Ne oluyor?” Clov: “N’olacak bir şey kendi sürecinde ilerliyor.”

Peki “kendi sürecinde ilerleyen şey” nedir? Hep tek tek olaylara, olgulara bakarak şaşırıyor ve kızıyoruz ama çoğu kez bunların oluşturduğu bütün gözden kaçıyor: Siyasal İslamın hayatın tüm alanlarına sızma, toplumu moleküler düzeyde dönüştürme süreci devam ediyor. Bazen de bakış açısını biraz değiştirmek gerekiyor: Değerli dostum Galip Yalman, geçenlerde dikkat çekmişti: “Farkında mısınız artık muhalefet var olan rejimi (başkanlık sistemi, iktidarsız meclis-EY) değiştirmekten söz etmiyor”

Tamamını okumak için tıklayınız

Monday, February 19, 2024

‘U’ dönüşler şaşırtıcı değil

 



Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politikasındaki hızlı “U” dönüşler, “Ne oldu şimdi?”, “Bu uzlaşmacı politikaların arkasında ne var” sorularını gündeme getirdi. Peki Erzincan’ın İliç ilçesindeki göçük felaketine, altın madeni rezaletine ne demeli? Ne olacak? Gerçeklik hayalleri darp etti.İkinci ve üçüncü soruların cevabı da bu “gerçekliğin” içinde. 

EMPERYALİST SİSTEM SORUNU

II. Dünya Savaş sonrasında yeniden şekillenmeye başlayan emperyalist sistem içinde “sömürge ülkeler”, ekonomilerini uluslararası sermayenin kullanımına açık bırakmak, ABD hegemonyasının “güvenlik mimarisi”içine girmeyi kabullenmek koşuluyla siyasi bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Bu ülkelerde kapitalizm uluslararası sermayenin değerlenme devrelerinin ekonomik-kültürel, hegemonya düzeninin siyasi askeri gereksinimlerine tabi olarak “gelişti”. Artık, bu ülkelerin devletlerini ve kültürlerini betimlermek için “sömürgecilik sonrası” kavramı kullanılıyordu.

(...)

Bu transferler, “artık-değer havuzunu”, Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye gibi örneklerde yaklaşık 10 yılda bir boşalttıkça, ekonomik krizler patlak verdikçe, sermaye girişini teşvik eden “yapısal reformlar” uygulandıkça bağımlık ilişkisi daha da derinleşti. 

VE TÜRKİYE

Türkiye Cumhuriyeti, hiçbir zaman sömürge statüsüne düşmemiş olsa da egemen sınıflar, bunların siyasi temsilcileri, güvenlik bürokrasisi, II. Dünya Savaşı sonrasında, özgün kalkınma, sanayileşme planlarını çöpe atıp emperyalist sistemin bu “sömürgecilik sonrası” düzenine katılmayı seçtiler. Böylece Türkiye ekonomisi uluslararası sermayenin değerlenme devrelerine, ABD hegemonyasının güvenlik yapılanmasına bağlandı.

(...)

Sosyalistlerin, ekonomik, siyasi kültürel bağımsızlık arayışları 1980 darbesiyle bastırıldıktan sonra, bir daha tekrarlanmasını önlemek için, “emperyalist makinenin” kültürel organları liberal entelijensiyanın, yerli finans-medya oligarşisinin katkısıyla siyasal İslamın önü açıldı.

(...)

 Yönetici sınıf, artık, yabancı sermayenin, gelmek için önüne koyduğu ekonomik siyasi koşulları kabul etmeye hazırdır. Söz konusu olan bir “uzlaşma” değil, yapısal belirlemeler önünde tam bir teslimiyettir.

Bu muhalefet böyle kaldıkça, “U” dönüşlerini, talancı kapitalizmin yarattığı felaketleri, bir işgal ordusu gibi yaşayan siyasal İslamın uygulamalarını daha çok tartışırız.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, February 15, 2024

‘Kaybet-kaybet günleri’

 


,Yeni ortaçağ” kavramı yeterince tutarlı olmayabilir ama, bir “zeitenwende” (yeni dönem/vakitler), içinde olduğumuza ilişkin savlar oldukça güçlü. 16 Şubat’ta başlayacak Münih Güvenlik Konferansı’nın (MGK), bu yılki teması da bu bağlamda “Soğuk Savaş sonrasının ‘kazan-kazan’ dünyasından ‘kaybet-kaybet’ dünyasına mı geçtik” sorusu etrafında şekillenmiş.

‘KAYBET-KAYBET?’

Konferans için hazırlanmış “Lose-Lose?” başlıklı rapora göre “Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan ‘zeitenwende’, bir başarı öyküsüydü. Büyük güç savaşı riski uzak görünüyordu, çok taraflı işbirliği gelişiyordu, demokrasi, insan hakları yayılıyordu, küresel yoksulluk azalıyordu... Şimdi, yeni ‘zeitenwende’ farklı bir yöne işaret ediyor (...) Artan jeopolitik gerilimler ve ekonomik yavaşlama, belirsizlik ortamında, her yönetim artık küresel işbirliğinin faydalarına odaklanmaktan vazgeçiyor, diğerlerine göre daha az kazandığını düşünerek daha fazla kaygılanıyor. Göreli kazançları önceliklendirmek, işbirliğini tehlikeye atarak (...) ‘kaybet-kaybet’ dinamiklerini güçlendirebilir”

(...)

Bu konuya, konferanstan sonra dönmek üzere, küresel düzenin istikrarı için zorunlu koşul olarak görülen ABD liderliğinin (hegemonyasının) durumuna bakalım.

HOLOGRAM HEGEMONYA

Lee Siegel, The New Statesman’daki yorumunda, kasım ayında yapılacak ABD başkanlık seçimlerinde halkın, yetenekleri, hafızası, melekeleri hızla zayıflamakta olan Biden (81) ile hakkında tecavüzden rüşvete, ihanete isyana teşvike kadar birçok dava olan, her duruşmada sürekli anımsamıyorum diyen, hatta anımsamadığını dahi anımsayamayan, narsist- paranoyak-sosyopat Trump (77) arasında seçim yapmak durumunda olduğuna işaret ediyor: Dünyanın en güçlü ve tehlikeli ülkesini yönetmeye aday iki adam fiziki, zihinsel varlıkları iyice aşınmış olduğundan adeta karşımıza, normallik imajı yansıtmaya çalışan hologram suretleriyle çıkıyorlar.

Siegel, ABD’nin en yüksek idari otorite için bu iki adamdan başkasını bulamamış olmasının aslında bir çöküşün semptomu olduğunu düşünüyor. Katılmamak, ABD’li tarihçilerin ABD’yi kıyaslamayı sevdiği Roma İmparatorluğu’nun yıkılma sürecindeki Kommodus, Gallienus, Honorius gibi, yozlaşmış, beceriksiz, aşırı baskıcı, plütokrasinin elinde oyuncak olmuş imparatorları anımsamamak elde değil.

(...)

 Münih konferansına giderken Avrupa’da “Bağımsız savunma yapılanması düşüncesi güçleniyor”. ABD’nin kurduğu ekonomik düzenin yanı sıra güvenlik mimarisi de parçalanıyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Monday, February 12, 2024

‘Yeni ortaçağ’da Türkiye

 



ABD, dış politika çevrelerinde “kurala dayalı uluslararası düzenin”dağılmaya başladığı, Ukrayna’da “siper savaşlarının” yaşandığı, Çin’in yükseldiği, devlet dışı güçlerin etkinliklerinin arttığı, vekâlet savaşlarının sıklaştığı bir dönemde, yeni savunma stratejileri arayışlarını yoğunlaştırdı. ABD istihbarat yapılanmasının entelektüel kanadından “RAND Corporation”ın geçtiğimiz haftalarda yayımladığı bir rapor, ABD ile Çin arasındaki süper güç rekabetinin içerdiği riskleri anlamak için, bir “yeni ortaçağ” döneminde yaşadığımızı da anlamak gerekir diyordu. Rapora göre modernitenin kurumları, anlayışları değerleri hâlâ bizimle olduğu için, yaklaşık 2000’den bu yana artık bir “yeni ortaçağ” döneminde yaşadığımızı kavramakta zorlanıyoruz. 

KAVRAM YENİ DEĞİL

(...)

Rapora göre “Yaklaşık olarak 2000 yılında başladığını düşündüğümüz bu dönemi, zayıflayan devletler, parçalanmış toplumlar, dengesiz ekonomiler, yaygın tehditler ve savaşın gayri resmi hale gelmesi betimliyor”. Bunlardan beni en çok ilgilendirenleri kısaca açarsam: (...)


VE MAALESEF ÇOK TANIDIK 

Raporun, “yeni ortaçağ”ın başlangıcı olarak saptadığı “yaklaşık 2000 yılı”döneminde Türkiye’de de “yeni ortaçağ” kavramının içeriğine uygun bir süreç başladı. Siyasal İslamın iktidarını “sindire sindire” inşa edecek bir rejim değişikliği toplumdaki, farklı dini, etnik hatta cinsel kimlikleri kutuplaştırarak, kutuplaşmayı kullanarak gerçekleşti. Süreç ilerledikçe, hukuk ve parlamento işlemez, kişisel sorunlar da sık sık silahla çözülür oldu. Devlet mafyalaşır, modern seküler ilkeler üzerinde yükselmiş Cumhuriyetin, politik meşruiyeti zayıflarken “süreç olarak faşizm”şekillendi. Devlet ve toplum “iç uyumlarını”, istikrarını kaybetmeye devam etti. Bu süreç boyunca, toplumdaki egemen ideolojinin etkisi de kırıldı, ama yerine geçmeye çalışan dini ideoloji de egemen olamadı, aksine hem kutuplaşma daha da derinleşti hem de devletin meşruiyeti erimeye devam etti.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, February 08, 2024

Trump korkusu paniğe dönüşüyor



“Ya başkanlık seçimlerini kazanırsa artık deneyim de kazandı... Bir felaket olacak”“Avrupa’yı Trump’tan korumanın yolları”... Kamuoyu yoklamaları Trump’ı, hakkında açılan davalara karşın Biden’la başa baş, çoğu zaman da önde göstermeye devam ettikçe korku, paniğe dönüşmeye başladı. Bu“paniğin” arkasında, biri ABD’de liberal demokrasinin diğeri de “ABD’nin kurduğu uluslararası düzenin” geleceğiyle ilgili etken var.

TRUMP TEFLON GİB O KADAR DA ZEHİRLİ

Trump hakkında açılmış, tecavüzden mali yolsuzluğa, devlet sırlarını alıp evine götürmeye, halkı isyana teşvik etmeye kadar 19 dava var. Adamın, pedofil Jeffrey Epstein’in partilerinde gayet samimi pozlarda çekilmiş resimleri ortalıkta dolaşıyor. Bunlar Trumpçı seçmenin umurunda değil. Trump’ın popülaritesi Ocak 2023’te yüzde 40.3’ten Ocak 2024’te yüzde 43.2’ye yükselmiş. İki yıldır anketlerde hep 1-2 puan farkla bazen Biden, bazen Trump önde görünüyor.

Trump artık hiç çekinmeden, giderek daha faşizan bir dili kullanıyor; taraftarlarında, “Taylor Swift’in derin devletin ajanı” olduğuna kadar uzanan paranoyak bir ruh halini kışkırtıyor; devletin denetleme ve dengeleme kurumlarını kendi taraftarlarıyla doldurmaya niyetli, medya ve muhalefet üzerinde baskı kurmaya kararlı olduğunu açıkça dile getiriyor. Tüm bunlar ABD’de, liberal demokrasinin tehdit altında olduğunu söylüyor.  

(...)

Yazının tamamını okumak iç.n tıklayınız

Monday, February 05, 2024

Siyasal İslamın ‘uzun yürüyüşü’

 


Değerli yazarımız, Oktay Ekşi’nin, Erdoğan’ın “Diyanet Akademisi”nin ilk mezuniyet töreninde yaptığı konuşmayı yorumlayan “Nihayet savaş açıldı” başlıklı yazısını (3/02/24) okurken AKP hükümete geldiğinden bu yana işlediğim “pasif devrim” kavramını düşündüm. Ekşi’nin aktardıklarına bakınca da bu “pasif-karşıdevrimin” ve liderliğinin en az 30 yıl önce şekillenmeye başladığı, Gramsci’den iki kavramı ödünç alırsak kimi zaman bir “cephe savaşıyla” (bütünü etkileyen bir hamle) sıçrayan “mevzi savaşlarıyla” (parçaları etkileyen hamleler) ilerlediği görülür. Erdoğan’ın Diyanet Akademisi’ndeki konuşması yine bir “cephe savaşı” noktasında olduğumuzu düşündürüyor.

PASİF KARŞIDEVRİM

Erdoğan, 1994 yılında Refah Partisi’nin Ümraniye ilçe teşkilatının açılışında yaptığı konuşmada “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor... Yahu bu millet (‘Biz’ ve ‘Millet’ kavramlarını eşanlamlı kullandıklarını unutmadan-EY) istedikten sonra, tabii elden gidecek yahu!...” demiş ve eklemiş “Biz hazmettire hazmettire geliyoruz...” (abç)

(...)

Erdoğan, totaliter bir din devleti projesini dile getirdi. Hatay’da sarf ettiği,“Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez” sözleri de bu totaliter projeyi yansıtıyordu. Erdoğan akademideki konuşmasında, bu projeye biat etmeyenleri, dini hedef almakla suçladı, “Biz öyle bir nesil yetiştirmeliyiz ki Filistin’in düştüğü duruma düşmemeliyiz” derken projesine karşı çıkanlarla Siyonizm arasında bir paralellik kurdu. Belli ki Erdoğan siyasal İslamın 30 yıldır, “hazmettire hazmettire” inşa etmekte olduğu totaliter din devleti (kapitalizmde olduğumuza göre “faşizm” demekte bir sakınca yok) projesinin tamamlanmak üzere olduğunu düşünüyor. Bu konuşmanın seçimlerden önce, o mekânda yapılmış olması da yeni bir “cephe savaşı” olasılığına işaret ediyor. Muhalefet ise tamamen hazırlıksız ve dağınıktır!

‘SEZAR’ VE DİĞERLERİ

Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir! Erdoğan’ın bu konuşması, onun siyasal İslamın arzuladığı devlet biçimine, total kültürel egemenliğin önemine ve düşmanlarının kimliğine ilişkin uzun erimli, en az 30 yıldır pratiğini belirleyen bir vizyona sahip, bir “street fighter” (var olan duruma göre kavga etmeyi bilir, kazanmak için ne gerekirse yapar, kural, üslup, tarz tanımaz) olduğunu da gösteriyordu.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, February 01, 2024

Bir simge ve fırsat olarak Can Atalay

 


TİP milletvekili Can Atalay’ın vekilliği Meclis’te düşürüldü. CHP ve TİP’in çağrısını yaptığı protesto eylemine diğer sosyalist gruplar da katıldılar. “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganları atıldı. 

Son derecede önemli yerel seçimlere giderken bu gelişmeyi, bir hukuk darbesi, rejimin ve muhalefetin durumunu gösteren bir simge, nihayet bir fırsat olarak üç açıdan değerlendirebiliriz.

HUKUK DARBESİ VE SİMGE

(...) 

İkincisi, eğer bir “hukuk darbesi” yapıldıysa anayasa rafa kaldırıldıysa böyle bir ortamda sandık başına giderken hile hurda yapılması nasıl önlenecek? Seçim sonuçlarına itiraz etmek gerekirse hangi kuruma, nasıl başvurulacak? Liberal siyasetin uydurduğu bir kavramı ödünç alırsak“rekabetçi otoriterlik” rejiminin “rekabetçi” kısmı hâlâ geçerli midir? “Süreç olarak faşizm” kavramının açıklayıcılığına güvenmek daha doğru olmaz mı?

Rejimin “siyasi bilinç dışında” derin bir yara açan, Gezi olayının bir türlü aşılamayan travması, Atalay’ın bir sosyalist avukat olarak emekçilerin, ezilenlerin haklarını korumak için sürdürmüş olduğu mücadele, üstelik vekil seçilerek Meclis’e girme hakkını kazanması, rejimin onu hedef alması için yeterliydi. Ancak bence, rejimin projesine ilişkin bir boyut daha var:

(...)

VE FIRSAT

Rejimin, Atalay’ın üzerinden anayasayı askıya alarak kendini ve taraftarlarını “özgürleştirme” çabaları, muhalefete birlikte mücadele etmek için çok önemli bir fırsat sundu. İstanbul ve İzmir’deki protesto gösterileri de bu olasılığı temsil ediyor.

(...)

Esas önemli karmaşıklık, sosyalistlerin hem tarihsel sürece hem deandaki duruma ilişkin bir “ilkellik döneminin” aşılamıyor olmasından kaynaklanıyor. Tarihsel olan, kapitalizmin “yapısal krizi” içinde işçi sınıfında yaşanan gelişmelere uyum sağlamaktaki zorluğa ilişkin. Bu zorluğun aşılması teorik, programatik gelişmelere bağlı. “İlkellik döneminin” andaki duruma ilişkin üç boyutu var. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, January 29, 2024

‘Kızıl Goncalar’: Yeni kupada eski zehir



“Kızıl Goncalar”la ilgili yazımı, “eğer devam ederse” kaydıyla, kimi sorularla bitirmiştim. 3. bölüm bir “reyting patlaması” yapmış; izlemek, o sorulara cevap aramak farz oldu.

SORULAR VE CEVAPLAR

(...)

 “Eğer dizi devam ederse yapımcılar, bu iki dinamik arasındaki diyalektiği acaba ne yönde ilerletecek?” diye sormuştum.

Yapımcılar o diyalektiği, çelişkinin taraflarını yumuşatarak ama Kemalist-laik “dünyayı” daha derinden mahkûm ederek, tarikatın gizemli padişah, filozof şehzade, politikacı vezir ve kullar dünyasını taklit eden yaşamını daha kabul edilebilir biçimde sunarak, yönetmeye çalışmışlar. Ancak bu “yumuşatma” da liberal-Fethullah ittifakının ürettiği fantezilere dayanıyor.

AYNANIN İÇİNDEKİLER

Bazen, bir yazar, ressam ya da yapımcı yapıtının içine bilerek ya da bilmeden, yapıtın hakikatini yansıtan bir “ayna” koyar. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız