Thursday, March 29, 2012

Su savaşlarına doğru


ABD Ulusal İstihbarat Ajansı tarafından, CIA ve diğer istihbarat ajanslarının da katkılarıyla hazırlanan, Perşembe günü basına açıklanan bir rapora göre gelecek 10 yıl içinde su tedarikine ilişkin sorunlar artarak, ABD’nin ulusal  güvenliği açısından önemli devletlerde istikrarsızlıklara yol açacak. 
Ekim ayında tamamlanan, geçen hafta basına açıklanmayan gizli bölümleriyle birlikte, ABD güvenlik kurumlarına dağıtılan rapor, “Su sorunları bağlamında ABD’nin küresel liderliğini hayata geçirmesi için yeni fırsatlar getiriyor. ABD bu fırsatları kullanmazsa başka güçler devreye girerek boşluğu dolduracaktır” sonucuna ulaşıyor. Bu da bize büyük güçler arası jeostratejik rekabetin, önümüzdeki 10 yıl içinde, su kaynaklarını da kapsayacak biçimde genişleyerek yoğunlaşacağını gösteriyor. Tam bu noktada aklıma,  Bzerzinski’nin “Türkiye 2025’den sonra Batı için hayati  önem kazanacak” (Milliyet 23 Mart) sözleri geldi. Ama konuyu dağıtmadan suya dönelim.

Genel durum kritik

Raporun aktardığı verilere bakınca, günümüzde su tedarikinde durumun ne kadar kritik ve patlayıcı olduğunu, ABD’nin kaygılarının arkasındakileri görebiliyoruz.
Dünyanın toplam su kaynaklarının yüzde 97.5’i okyanuslardaki (tuzlu) sudan oluşuyor. Tatlı su kaynaklarının toplam içindeki payı yalnızca yüzde 2.5. Bu yüzde 2.5’lik kesimin yüzde 68.7’si buzullarda duruyor; hemen kullanmaya açık değil. Yeraltı sularının ve kutuplardaki hiç erimeyen buzlardaki suların, bu toplam tatlı su stoku içindeki payları sırasıyla yüzde 30 ve binde 8. Yüzeydeki ve atmosferdeki suların payıysa binde 4. Bu atmosfer, yüzey sularını oluşturan kaynakların, dağılımı  yüze olarak şöyle: Tatlı su gölleri (67.5), topraktaki nem (12), atmosfer (9.5), nehirler (1.2) bitkiler (1).
Kısacası gezegenin toplam su stoklarının ancak yüzde 1 kadarı hemen kullanılabilir  durumdaki tatlı sulardan oluşuyor. Ancak bunun da önemli bir kısmı sağlık açısından hemen kullanmaya uygun değil. UNICEF’in saptadığına göre gelişmekte olan ülkelerin nüfusunun yüzde 37’si, dünya nüfusunun yüzde 20’si temiz (mikropsuz, zehirsiz) su kaynaklarından yoksun.
Gezegenin toplam su stoklarının yaklaşık yüzde bir’ini oluşturan tatlı su stoklarının kullanımına bakınca da, gıda tedarikiyle su tedariki arasında yaşamsal ilişki olduğunu görüyoruz. Nehirlerin, göllerin ve toprak altı sularının yüzde 68’i tarımda, yüzde 10’u enerji sektöründe, yalnızca yüze 7’si sanayi ve hane halkı tarafından kullanılıyor, yüzde 3’de rezervuarlardan kullanılamadan buhar olup gidiyor. Salt tüketime yönelik kullanım söz konusu olduğunda tarımın payı yüzde 93’e yükseliyor. Hane halkı tarafından tüketilen suyun ise toplam tatlı su kaynakları içindeki payı yüzde 3’ün altında kalıyor.
Bir Kg buğday ekmeği, bir Kg sığır eti, bir litre süt üretebilmek için (yaratılan kirlenmeyi temizlemenin su kullanımı açısından maliyeti de göz ününe alınarak), sırasıyla 1600  litre, 15 400 litre ve 1000 litre su gerektiğini (www.waterfootprint.org) , gelişmekte olan ülkelerde ama başta Çin’de kentleşmenin baş döndürücü bir hızla ilerlediğini, hazır gıda tüketiminin, genelde tüketim kapasitesinin hızla arttığını göz ününe aldığımızda, tarımın ve hayvancılığın su stokları üzerindeki basıncını daha iyi görebiliyoruz.
Son olarak su kaynaklarının dağılımındaki eşitsizliği de göz ününe almak gerekiyor. UNDP verilerine göre, kentsel yerleşim bölgelerinde kişi başına günlük su tüketimi ABD’de 350 litre, Avrupa’da 200 litre iken Sahra-altı ülkelerinde günde 10-20 litreye kadar düşüyor.
Dahası küresel ısınma da su kaynakları üzerinde,  artan ısıya bağlı olarak kuraklık, buzulların eriyerek deniz sularına karışması, deniz sularının yükselerek alçak bölgelerde yer altı sularını kirletmesi yoluyla tatlı su kıtlığı sorununu daha da ağırlaştırıyor.  Daha fazla sayıda insan, giderek azalan su kaynakları üzerinde giderek daha yoğun bir biçimde rekabet etmek zorunda kalıyor. Bu sırada, su kaynaklarının özelleştirilmesine bağlı olarak oluşan küresel özel su tekelleri, suyun tedarikini, yoksul bölgelerden zengin bölgelere, çoğu zaman suyun bulunduğu bölge halkını bu sudan yoksun bırakarak kaydırırken, sorunun siyasi boyutunu daha da ağırlaştırıyor.

Kaynak savaşları, Su “Güvenliği”

İşte bu nedenlerden dolayı ,ABD güvenlik ve İstihbarat kurumları, geçtiğimiz yıllarda önce küresel ısınmanın güvenlik etkilerini araştıran, geçen yıl da bu su güvenliğini araştıran raporlar üretmeye başladılar.
Küresel Su Güvenliği (Global Water Security, Intelligence Community Assessment) raporu 2040’a kadar uzanan bir dönemi kapsıyor. Rapor bu dönemde su kıtlığı sorununun beş alanda güvenlik risklerine dönüşebileceğini saptıyor. (A) Yoksulluk, toplumsal gerginlikler, çevre koşullarında aşınma, yetersiz siyasi liderlikler, zayıf siyasi kurumlar gibi etkenlerle birleşerek, devletlerin çökmesine yol açabilir.  (B) Devletler ellerindeki su kaynaklarını, diğer devletlere baskı yapmakta kullanabilir, teröristler stratejik bölgelerde su altyapılarını hedef alabilir. (C) Bazı tarım bölgelerinde toprak altı su kaynakları -kötü yönetimden dolayı- tükenerek ulusal ve küresel  gıda piyasalarına yönelik risklere yol açabilir. (D) Bu günle 2040 arasında, su kıtlığı ve çevre kirlenmesi sorunları ABD’nin önemli ticari ortaklarının ekonomik performanslarına zarar verebilir. (E) 2040’a kadar, iyileştirilmiş su yönetimi (fiyatlama, “sanal su” ticareti),  suyla ilgili, tarım, enerji, su arıtma sektörlerine yapılacak yatırımlar en iyi çözüm yolu olacaktır.
Bu saptamaların ışığında rapor, 10 ülkeyi kapsayan Nil nehri havzasını, Türkiye, Suriye ve Irak’tan geçen Dicle-Fırat nehirlerini, İsrail Filistin sorunu bağlamında Ürdün nehrini, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Tibeti etkileyen İndus havzasını ABD ulusal çıkarları açısından en kritik bölgeler olarak saptıyor.
Korkutucu olan şu ki, gerek 2009’da üretilen Pentagon’un küresel ısınma raporu, gerek su  güvenliği raporu, konuya, soruna çözüm bulma çabaları açısından değil var olan durumun ağırlaşarak devam edeceğini varsayarak, ABD hegemonyası, yükselen güçler arası rekabet paradigması içine koyarak yaklaşıyor. Böylece, insanlığın, hatta genel olarak gezegende yaşamın geleceğini tehdit eden bir sorunu,  ABD, kendi ulusal çıkarı bağlamında, jeopolitik bir soruna indirgeyerek, militarize etmeye eğimli bir yaklaşımla ele almış oluyor.

Wednesday, March 21, 2012

Çin kritik kavşakta

19 Mart 2012
Çin Komünist Partisi 5 yıllık kongresine hazırlanırken, kimi gelişmeler ülkenin kritik bir kavşakta olduğunu düşündürüyor. 

İster devlet kapitalizmi, ister devlet-özel karışımı olsun; eğer kapitalizmden söz ediyorsak, ekonomik krizlerin kaçınılmazlığından, siyasi sonuçlar yaratma kapasitelerinden de söz ediyoruz demektir. Öyleyse, bir aşamada Çin ekonomisinin krize girmesi kaçınılmaz. Bu krizin zamanını, şiddetini, siyasi sonuçlarını önceden bilmek olanaksız. Ancak, bu yılın sonunda toplanması beklenen parti kongresine giderken ortaya çıkan kimi olgular, bu krizin sanılandan daha yakın olduğunu düşündürüyor. 

İkinci ‘vazgeçilmez ülke’ 
Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi, 1980’lerden bu yana yılda ortalama yüzde 10’luk büyüme hızıyla da önemli bir lokomotifi. Bu süreçte Çin, gerek 3.2 trilyon dolarlık rezervleri, Asya’dan Latin Amerika’ya doğal kaynaklar, mineraller üzerinde elde ettiği etkinlikle, yüksek teknolojili elektronik ürünler için yaşamsal öneme sahip “değerli madenler” (precious earths) piyasasındaki egemenliğiyle, sunduğu yatırım alanlarıyla, ucuz işgücüyle üretilmiş mallarıyla, yüksek teknoloji ve lüks tüketim malları pazarıyla, BM Güvenlik Konseyi’ndeki, çoğu zaman ABD ve Batı’yı durduran vetosuyla, siyasi açıdan da “ikinci vazgeçilmez ülke” konumuna yükselmiş durumda. 

Bu arka plan üzerinde genel kanı, Çin ekonomisinin 2007’de patlak veren ve sonra “büyük resesyona” dönüşen mali krizden de etkilenmediği, en azından korunabildiği yönünde. Ekonomi üzerindeki merkezi denetim, beş yıllık planlar, liderliğin istikrarlı ve temkinli yönetimi, bu bir ölçüde gerçek payı içeren kanaatin oluşmasını kolaylaştırdı. Ama, yukarıda işaret ettiğim gibi bir kapitalist ekonomi açısından, kriz ertelenebilir ama engellenemez. Üstelik, Batı ekonomilerinde 1990’larda ve 2003-2006 arasında izlediğimiz gibi, erteleme çabaları, sorunları daha da büyüterek gündeme getiriyor. 

Ve kriz eğilimleri... 
Son veriler, küresel kapitalizmin mali krizinden kendini bir süre için koruyabilen, kriz eğilimlerini öteleyebilen Çin’in, bu öteleme sürecinde aldığı önlemlerin tükenmeye, klasik kriz eğilimlerinin güçlenmeye başladığını gösteriyor. 

Mali kriz başladığında, Çin devleti yaklaşık 700 milyar dolarlık bir ekonomik destek paketini devreye sokmuştu. Bu kaynak, tüketimi ama daha çok yatırımları güçlendirdi, ekonomik büyümeyi destekledi. Resmi veriler de bu kaynağın üretken yatırımlardan daha çok, demiryolları, otoyollar, diğer altyapı yatırımlarına, inşaat sektörüne gitmiş olduğunu gösteriyor. Bu süreç bir taraftan “kapasite fazlası” sorununu büyütürken, diğer taraftan, bu yatırımları gerçekleştiren yerel yönetimlerde büyük borçların birikmesine yol açmış. Bloomberg’in yerel yönetimlerin 2011 sonunda açıkladıkları hesaplardan derlediği veriler, en büyük 232 yerel yönetimin toplam borçlarının 622 milyar dolara ulaştığını gösteriyordu. 

JP Morgan analistleri resmi verilerin, araba satışlarında, çimento, demir üretiminde ve inşaat sektörü stoklarında büyük düşüşler gösterdiğine işaret ediyor, gerçekte durumun çok daha kötü olabileceğini söylüyorlar (CBS Money, Watch, 16/03). Kısacası, Çin kapitalizminin, sermaye birikim sürecinde “aşırı üretim” sorunu ağırlaşıyor, bu sorunu hafifletmeye yönelik krediler bir mali balonu şişirmeye devam ediyor. 

Çin ekonomisi 2004-2007 döneminde yatırımların getirdiği “kapasite fazlası” sorununu, ucuz işgücünden, Batı’da şişmekte olan kredi balonundan yararlanarak ihracat yoluyla dışlaştırmayı başarmıştı. Bu kez koşullar farklı. Dış piyasalar daralmaya devam ediyor, Çin eski düşük ücret avantajını da kaybediyor (Zhan Lijuan, China.org, 15/03). 

Bu koşullarda da olması gereken olmaya başlıyor, ekonomik büyüme yüzde 10’lardan yüzde 7 düzeyine iniyor, dış ticaret dengesi açık vermeye başlıyor. Küresel mali kriz başlamadan önce GSMH’nin yüzde 10’u düzeyinde seyreden cari hesap fazlası 2011’de yüzde 2.5’e düşüyor (The Economist, 17/03). Bu gelişmeler gerek döviz “forward” piyasalarında, gerekse de Çinli ihracatçılarda, ithalatçılarda, yuanın geleceğine ilişkin güveni sarsıyor, değerlenme beklentisi yerini aşınma beklentisine bırakıyor. İhracatçı şirketlerin elinde yuana çevirmeden tuttukları, 52 milyar dolarlık döviz birikirken, ithalatçılar 75 milyar dolarlık döviz stoklamışlar (Financial Times, 09/03). Yavaşlayan ekonomik büyüme, aşırı üretim basıncı, borç balonu üçlüsü nasıl bir döngü oluşturacak, dünya ekonomisine ne gibi yeni sorunlar getirecek önümüzdeki dönemde göreceğiz. 

Buradan nereye... 
Bu koşullarda ağırlaşan kriz eğilimlerine paralel olması gereken bir başka şey daha oluyor: Çin Komünist Partisi bu 5 yıllık kongrede liderlik kadrosunu yenilemeye hazırlanırken, Çin yönetici sınıfı içinde, iktidar kavgaları sertleşiyor, hem de toplumsal huzursuzluğun hissedilmeye başlandığı bir dönemde. 

Olması gerekenin olmaya başladığını, Başbakan Wen Jibao’nun çarşamba günü meclisin 10 günlük çalışma seansının ardından yaptığı basın toplantısındaki “Siyasi reformlar gerçekleşmezse, yeniden ‘kültür devrimini’ anımsatacak siyasi bir trajedi yaşayabiliriz” sözlerinden de çıkarmak olanaklı. 

Jibao’nun sözleri iki açıdan önemliydi. Birincisi, ölçülü konuşmanın erdem olarak kabul edildiği bir kültürde Başbakan, gelecekte yaşanması olası bir siyasi krize karşı uyarmak için, yakın tarihin en kanlı parti “içi savaşı”nı anımsatmıştı. İkincisi, perşembe günü, partinin hızla yükselen yıldızlarından biri, 30 milyon nüfuslu Chongquing kentinin Komünist Parti Şefi Bo Zilai görevden alınarak, yükselme yolu tıkandı. Bo Zilai, hızlı yükselmesinin yanı sıra, Mao döneminin kültürünü yeniden canlandırma kampanyalarıyla, serbest piyasadan ziyade devlet işletmelerine verdiği önemle, kırsal nüfusa kent olanaklarını açan halkçı politikalarıyla da dikkatleri üzerinde toplamaya başlamıştı. Jibao’nun uyarısı, Zilai’nin görevini kaybetmesi, bu sırada, Çin - Dünya Bankası ortak çalışmasıyla hazırlanmış bir liberalleştirme programının partinin gündeminde olması (Justin Yifu Lin, Project Syndicat,15/03), farklı ekonomik program önerilerini savunan fraksiyonların arasındaki pazarlıkların hızlandığını düşündürüyor. Ancak, son derecede kapalı, kendine özgün siyasi kodlarla çalışan bir egemen sınıfın sinyallerini anlayabilmek, hele reflekslerini öngörebilmek, örneğin Zilai’nin tasfiyesinden, “reformistlerden” yana bir sonuç çıkarmak kolay değil. Zilai’nin yerine geçen Zhang Ming de devlet işletmeleri “nomenklaturası”na yakın biri olarak biliniyor; 5. kongrede ÇKP genel sekreterliğini devralacak olan Zi Jinpin’in, Zilai’yle benzer siyasi görüşleri paylaştığı da... Bir yaklaşıma göre Zilai’nin başını, medyada kendi reklamını yapma merakıyla, kabul edilemez bir hızla yükselmeye çalışmış olması yedi. Jinpin’in, Zilai’yi korumak için bir çaba göstermemiş olması da bu bağlamda anlamlı bulunuyor. 

Şöyle veya böyle, Çin ve dünya ekonomisini, bir Çin atasözündeki gibi “ilginç zamanlar” bekliyor...

Wednesday, March 14, 2012

Kriz coğrafyasında ufuk turu (I-II)


-I-  (12 Mart 2012)  

Description: http://www.sendika.org/images/pixel.gif
Geçen hafta, “büyük resmi” görmeye yardımcı olacak yazı yorum ve raporlara rastladım. Bunlara dayanarak kriz coğrafyasında bir ufuk turu atmayı deneyeceğim.

Ekonomik kriz, yükselen güçler, ortak tehditler 
İlk durağım, İngiltere’nin yarı resmi düşünce kuruluşu Chatham House’un kuruluşun direktörü Robin Niblett’in yakında çıkacak kitabından alarak yayımladığı bir bölüm. Geçen hafta devletler arasında, ekonomik rekabetin, kaynaklara ulaşma yarışının hızlandığından, “jeoekonomi”nin yükselmesinden yakınan bir çalışmaya değinmiştim. Niblett’in savı bu çalışmadan oldukça farklı, ama bence onu tamamlıyor. Niblett “var olan uluslararası düzene esas tehdidin, yerleşik ya da yükselen güçlerden değil onların denetimi dışındaki, küreselleşme sürecine karşıt devlet dışı (non-state) unsurlardan ve gruplardan kaynaklandığını” savunuyor.

Niblett’e göre, uluslararası düzenin “önümüzdeki on yıllarda da yaşamaya ve derinleşmeye devam edebilmesi için”, “hem Batı’nın hem de yükselen güçlerin ülkelerinin iç ve dış şoklara dayanıklılığını (çabuk toparlanabilme - resilience) daha da arttırmaları, bölgesel entegrasyonu, daha üst düzey uluslararası işbirlikleri için bir sınav olarak kullanmaları” gerekiyor. “Bu da, her ay yayımlanan bir sürü denemeden biri” diyerek geçecektim ki “resilience” kavramı dikkatimi çekti. Son yıllarda, Batı’da devletlerin söylemi içinde gittikçe artan oranda yer almaya başlayan bu kavramın önemini Mark Neocleous’un çalışmalarından biliyoruz. Neocleous, devletlerin çeşitli tehlikelere işaret ederek toplumda gerginlik, korku yarattıktan sonra, “resilience” geliştirme bahanesiyle çeşitli denetim politikalarını topluma dayattıklarını vurguluyor. Bu “çabuk toparlanabilmek” kapitalizmin ayakta kalabilmesi, (“Capitalist resilience”) anlamına geliyor.

Niblett’in metnini bu sözcüğün “merceğinden” okuyunca da karşımıza, küresel kapitalist düzene yönelik esas tehlikenin, bu düzeni hedef alan, “aşırı, anarşist, suç örgütleri”... “hackers” gruplarından geleceğine ilişkin bir saptama çıkıyor; “sürdürülebilir büyümenin yanı sıra, güvenlik hizmetlerinin iyileştirilmesi önerisi geliyor”. Bunları, “jeoekonominin” geri dönüşüne ilişkin kaygıların, Prof. Dani Rordrik, Prof. Sergei Karaganov’un “Project Syndicat”ta yayımlanan denemeleri ışığında değerlendirince de Niblett’in esasen, kaynak ulusalcılığından ve yükselmeye başlayan kapitalizm karşıtı dalga’dan korktuğu anlaşılıyor.

Rodrik’in, “Yeniden Doğan Ulus Devlet” başlıklı denemesinin ana hattı, küreselleşmecilerin “ulus devlet etkisini kaybediyor mitolojisinin”, teknolojinin ve “çok kimlikliliğin” etkilerini abartan “sınırlar üstü varoluşlara”, “ulusal kimlikleri silen etkilere” ilişkin yaklaşımların, ekonomik krizin basıncı altında dağılmaya başladığı yönünde. Karaganov, “Otoriter Demokrasi Çağı” başlıklı denemesinde, “Arap Baharı” denen “olay”a, “eski baskıcı rejimlerin İslamcılıkla sentez oluşturmaya başlamalarına” dikkat çekmekle birlikte, esas olarak Batı’da ortaya çıkan, “toplumsal (toplum karşıtı) hareketler” üzerinde duruyor.

Karaganov’a göre bu protestoların arkasında iki etken var: Birincisi, geride bıraktığımız 25 yıl boyunca, “kısmen Sovyetler Birliği’nin, komünist yayılma tehlikesinin ortadan kalkmasıyla, Batı’da toplumsal eşitsizliklerin serbestçe büyümesi”. İkincisi, milyonlarca iş olanağının “Batı’dan Doğu’ya kayarken Batı’nın sınırsız büyüme hayali ve komünizme karşı zafer sarhoşluğuyla gereken önlemleri alamamasının yanı sıra, toplumsal refahın ağırlıklı olarak borçlanmaya dayandırılması”. Karaganov’a göre, “ekonomik kriz bu borçlanmayı sürdürmeyi olanaksız kılarken, alınması (kapitalizmi ayakta tutmak için-E.Y) gereken önlemlerin, seçmenin büyük kısmını olumsuz yönde etkilemesi, geçen dönemden yararlanmış azınlığın da elde ettiklerini vermemekte kararlı olması” hükümetleri çok zor bir denklemle karşı karşıya bırakıyor. Bu koşullarda geleneksel liberal demokrasi verimliliğini kaybediyor, ister istemez, gittikçe daha da otoriter özellikler kazanıyor.

Toparlarsam; Robin Niblett’in çalışması, yükselen güçleri ve Batı devletlerini, birbiriyle çatışmak (jeoekonomi politikaları) yerine, hep birlikte kapitalizmi korumak için, serbest piyasa ve kapitalizm karşıtı, ulusalcı, komünist, anarşist akımlara karşı işbirliği yapmaya, adeta bu otoriter, güvenlik saplantılı demokrasi modelini yaygınlaştırmaya çağırıyor.

Akrebin dediği gibi... 
Bu çağrı cevapsız kalmaya mahkûm. Çünkü, akrebin, kurbağaya dediği gibi “doğasında var”. Bu yüzden işbirliği olanaklı değil. Niblett’in unuttuğu, aslında kapitalist oluğu için anlaması olanaksız şey de bu. Yaklaşık yüz yıl önce Karl Kaustky de böyle bir işbirliğinin gündemde olduğunu, savaşların bir seçenek olmaktan çıktığını savunuyordu. Lenin’in bu “fanteziyi” paramparça eden cevabını burada aktarmaya yerim yok, ama I. ve II. dünya savaşlarını anımsatmakla yetineceğim.

“Doğasında olan”ın dışavurumunun (akrebin kurbağaya yaptığının) kimi örneklerini şuralarda görebiliriz: Mali krizin ortasında, halklar kemer sıkmaya zorlanırken, küresel silah satışları bütün hızıyla artmaya devam ediyor. Veriler şöyle (yıl/yüzde artış hızı): 2006/14; 2007/15; 2008/16; 2009/15; 2010/9 (Stockholm International Research Institute). Bu sırada, Avrupa’nın efendileri Yunanistan’a yaşam standardını en az yüzde 30 indirecek bir borç ödeme programı, bütçe disiplini dayatırken 2010 yılında, Fransa 662 milyon, Almanya 336 milyon sterlin olmak üzere toplam 1 milyar sterlinlik bir silah alım kontratını imzalatmayı da unutmamışlar (The Daily Telegraph 08/03/1012).

Bu madalyonun öbür yüzünde de en az bunun kadar korkutucu bir resim var. Geçen hafta International Institute of Strategic Studies tarafından yayımlanan Askeri Denge 2012 (Military Balance 2012) başlıklı rapor (240 sterline satıldığı için ne yazık ki, IISS Basın Açıklaması metninden ve ikinci elden aktarmak zorundayım), dünyada askeri dengenin değişmekte olduğunu, Asya’nın savunma harcamalarının Avrupa’yı yakaladığını, bu yıl geçeceğini yazıyor.

ABD ve Avrupa savunma harcamalarını azaltırken, Asya ülkeleri arttırıyormuş. Asya ülkelerinin toplam savunma harcamaları 2011 yılında yüzde 3.5 artmış. Listenin başında, bölgenin toplam harcamalarının yüzde 30’unu gerçekleştiren Çin geliyormuş. Çin’in savunma harcamaları 2001-11 arasında toplam olarak yüzde 250 artmış (IISS); bu yıl da yüzde 11.2 artarak 110 milyar dolara ulaşacakmış (Financial Times, 04/03). Wall Street Journal, “Amerika’nın Krizi, Çin’in Fırsatı” başlıklı yorumunda, bu gelişmenin “liberal uluslararası düzeni tehdit ettiğini” ileri sürüyordu (09/03). Rapora dönersek, 2015 yılına gelindiğinde Çin’in savunma bütçesi ABD dışındaki tüm NATO üyelerinin toplam harcamalarını geçecekmiş (F.T., 07/03). Özetle: jeoekonomi, silahlanma harcamaları, “kapitalizme karşı olanları bastırmak için işbirliği arzusu” ve “otoriter demokrasi”...

-II- (14 Mart 2012)  
Description: http://www.sendika.org/images/pixel.gif
Kısa “ufuk turu” denemesinin ilk bölümünü bitirirken, gözlemlerimi “jeo-ekonomi (emperyalizm), silahlanma harcamaları”, “kapitalizme karşı olanları bastırmak için işbirliği arzusu” ve “otoriter demokrasi” olarak özetlemiştim.

Bu gözlemlerle, “20. yüzyılın başında küreselleşme neden çökmüştü” sorusuna cevap arayan çalışmaların ortaya çıkardıkları bulgular arasında korkutucu paralellikler var. 1990’ların başından bu yana yaşananlar, o dönemde bu köşede tartıştığımız öngörülere uygun yönde ilerlemiş olduğundan, söz konusu araştırmaların bulgularını bir kez daha aktarmak yararlı olabilir.

Bu araştırmalar, küreselleşme (emperyalist ülkelerin sermayesinin kriz eğilimlerini, mal, sermaye, nüfus fazlasını göndererek öteleme gereksinimlerine açık bir küresel kapitalist ekonomi oluşturma) sürecinin, üç çelişkinin derinleşmesiyle çöktüğünü gösteriyordu.

Gelişmiş kapitalist devletler içinde gelir dağılımının daha da bozulmasıyla derinleşen “toplumsal sorun”, yükselen toplumsal muhalefet, yoğunlaşan kapitalizme alternatif arama çabaları; hükümetler bunlara cevap verirken korumacılığın yükselmesi. İkincisi, gelişmiş kapitalist devletler arasında, güç dağılımının bozulmaya, dengelerin değişmeye başlaması. Üçüncüsü, ikincisine bağlı olarak yeni açılmakta olan coğrafyalarda, büyük güçler arasında paylaşım rekabetinin, emperyalizme karşı yerel direnişlerin yoğunlaşması. Bu üç çelişki üzerinden, devrimler, emperyalist savaşlar, sömürge katliamları, bağımsızlık savaşları küreselleşme sürecini çökertmişti.

Yirminci yüzyılın başında çöken “küreselleşme” İngiliz hegemonyası altında inşa edilmişti; bugün dağılmaya başladığından giderek daha çok sayıda yorumcunun şüphelenmeye başladığı küreselleşme süreci, ABD hegemonyası altında şekillendi. Bugün de “küreselleşmenin krizi” bir hegemonya (ABD) kriziyle birlikte ilerliyor.

Hegemonya, bir grup ülkeyi belli dış politika hedefleri doğrultusunda, zor kullanmaya gerek kalmadan, ikna ve liderlikle, kabule dayanan bir süreç içinde yönlendirebilme kapasitesi anlamına geliyor. ABD’nin bu bağlamda gittikçe daha fazla zorlandığını görüyoruz. Örneğin, Prof. Roubini ve Eurasia Group’un direktörü oIan Bemmer, Foreign Policy dergisiyle geçen hafta yaptıkları bir söyleşide, Rusya ve Çin’in artık ABD’nin ne düşündüğüne pek fazla aldırmadıklarına dikkat çekiyorlardı. Aynı dergide James Traub, BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkelerinin yanı sıra, Güney Afrika, Endonezya’nın, Suriye sorununda ABD ve Avrupa’nın yanında yer almamakta ısrar ediyor olmalarından yakınıyordu.

‘Yüzde 99’ her yerde
Devletler arası ilişkiler alanında çelişkiler derinleşirken, ülkelerin içindeki çelişkiler de derinleşiyor, “toplumsal sorun” gündemin başına oturmaya başlıyor.

Geçen hafta Wall Street Journal’da, Prof. Metzer’in (Carnegie Mellon ve Standford) bir yorum çok ilginç iki gelişmeye ışık tutuyordu. Birincisi, 1903-2004 arasında yalnızca ABD’de değil daha birçok gelişmiş ülkede en üst yüzde birin geliri yüzde 99’unkine göre artmış. İkincisi Metzer’in sunduğu grafik bu artışların 1900-1910 arasında en sert olmak üzere 1900-1930 arasında belirgin sıçramalar yaşadığını, 1950-1980 arasında dalgalanmaların yavaşladığını, artışların zayıfladığını sergiliyor. Aynı grafik, 1980’lerin sonundan itibaren, “finansallaşma başladıktan sonra, artışlardaki dalgalanmaların sertleştiğini, artışlarda sıçramalar başladığını” da gösteriyor. Kısacası, gelir dağılımındaki bozulmalar kapitalizmin tümüne ait bir olgu. İkincisi, finansallaşma (küreselleşme) dönemlerinde daha da bozuluyor. Toplumsal altüst oluşlarla bu dalgalanmaların artması, şiddetlenmesi arasında doğrudan bir ilişki olduğu görülüyor.

“Toplumsal sorunun” böyle yeniden gündeme gelmesiyle birlikte, genelde “liberal demokrasilerin”, liberal (kişi özeli, bireysel haklar ve özgürlükler vb.) özellikleri terk ederek otoriter demokrasilere “güvenlik devletlerine” dönüşmeye başladıklarını görüyoruz.

Bugün, bu süreç iki yoldan ilerliyor. Birincisi, pazartesi aktardığım araştırmacı, Prof. Mark Neocleous’un çalışmalarının ışık tuttuğu gibi, savaşı ve “terorizm” tehlikesine “doğal felaketlere” karşı “hazırlıklı olma” uygulamalarını, ülke içinde halkı denetim altına alma, pasifleştirme ve muhalefeti bastırma aracı olarak kullanmaktan geçiyor. İkincisi de, Northern College, Sheffield Hallam Üniversitesi’nden John Grayson’un geçen hafta Open Democracy sitesinde “Britain as a private security state: First they came for the asylum seeker” (Özelleştirilmiş güvenlik devleti olarak Britanya: Önce sığınmacılar için geldiler) başlıklı yazısında aktardığı gibi “göçmenler ve sığınmacılar” (yabancılar) sorunu üzerinden ilerliyor. Bunlara, The Weekly Standard dergisinin (Neocon) editörü Caldwell’in Financial Times’taki köşesinde yayımladığı “En sinsi bela olarak Hackers” başlıklı yorumuna bakarak, internet güvenliği sorununu da eklemek gerekiyor. İngiltere hükümeti şu sırada çıkarmakta olduğu bir yasayla tüm vatandaşlarının internet trafiğini, cep telefonu konuşmalarını izlemeye hazırlanıyor.

Yine dışarda emperyalizm, sömürge savaşları, içerde, otoriter eğilimler, siyasi gericilik... Akrebin dediği gibi “doğasında var...”

Monday, March 05, 2012

Küreselleşme, Kriz ve ‘Jeo-ekonominin Dönüşü’

Geçen hafta, önemli ulusal/uluslararası gelişmelerin nedenlerine ışık tutabileceğini düşündüğüm iki çalışmaya rastladım; çok kısaca aktarmayı deneyeceğim.
Siyasi güç - ekonomik çıkarlar
Avrupa Birliği dış politikası üzerine, 11 makaleden oluşan bir çalışmaya göre (Challenges for European, Foreign Policy in 2012, What kind of geo-economic Europe?- FRIDE, Madrid, Şubat, 2012, 113 sf.) ekonomik büyümenin büyük önem kazanması (mali kriz) “ülkelerin dış politikasında ‘jeo-ekonomi’ eğilimlerinin ‘uğursuz bir biçimde’ yükselmesine yol açtı”.
Çalışmada, “jeo-ekonomi”, gelişmiş, yükselen ve gelişmekte olan ülkelerin dış politikalarında“çatışma mantığıyla tecimsel yöntemlerin kesiştirilmesi” olarak tanımlanıyor; içeriğiyse “ekonomik varlıkların siyasi nüfuza tahvil edilmesi, siyasi gücün bir rekabet, işbirliği karışımı içinde ekonomik amaçlar için kullanılması” olarak açılıyor; “ekonomik amaçları” da ekonomik büyümeyi destekleyecek, sürdürülebilir kılacak, enerji, su gıda, mineraller, madenler vb. dış kaynaklara ulaşmak oluşturuyor. Çalışmada, “Sürdürülebilirliğin, tarihte hiç bugünkü kadar önemli konumda olmamış olduğuna” bu yüzden, “kaynaklar üzerinde rekabetin öneminin gittikçe artacağına” işaret ediliyor.
Çalışmadaki, makalelerde ayrıntılarıyla ele alınan bu saptamalardan çıkan sonuçlar arasında, iki tanesi özellikle önemli. Bunlardan birincisine göre, dünyada ekonomik, siyasi güç düzeninde çok önemli bir yeniden dağılım süreci yaşanıyor; buna bağlı olarak yerleşik ticaret ve yatırım kalıpları değişiyor, bu da ekonomik büyümeyi sürdürmek için gerekli kaynaklar üzerinde devletlerarası rekabeti hızlandırıyor. Mali kriz bu ana eğilimleri hızlandırmış, gelişmeler yerleşik küresel yönetişimde gerginlikleri arttırmaya başlamış. Artık ulusal güvenlik, devletlerarası rekabet sahneye egemen olmuş, küreselleşme mantığının yerini merkantilizm almış. Ülkelerin içinde yükselen muhalefetin de, uluslararası alanda jeo-ekonomi eğilimini güçlendirmesini bekleyebiliriz.
İkincisine göre, başta, Almanya, Fransa, İtalya vb. gibi büyükler olmak üzere, AB üyeleri kendi jeo-ekonomik politikalarının peşinden giderken ulus devletler, ulusal çıkarlar yükselerek AB’nin geleceğini tehdit eden basınçları güçlendiriyor. Artık AB üyelerinin dış politikaları yenidenulusallaşıyor. Bu da üye devletlerarasında rekabeti hızlandırıyor.

Toprak kapma yarışında yeni dalga
İkinci çalışma, (Opening Pandora’s Box: The New Wave of Land Grabbing by the extractive Industries and Devastating Impact on Earth, Gaia Foundation, 2012, 56 sf) jeo-ekonominin yükselişinin öteki yüzünü sergiliyor.
Bu araştırma 2008 mali krizinden bu yana, maden çıkarma, katran kumları petrolü elde etme, toprak katmanları içindeki gazları çıkarma teknolojilerine yapılan yatırımları, spekülatif sermaye hareketlerini; bu yatırımların dünyanın su kaynakları, ekolojik sistemi, insan toplulukları üzerindeki yıkıcı etkilerini sergiliyor. Çalışmanın örneklediği gibi, içme suyu, tarımsal su kaynakları tüketiliyor, çevre zehirleniyor, topluluklar geleneksel topraklarından sürülüyor, direnenler çoğu zaman öldürülüyor. Alternatif enerji kaynaklarına, çevre dostu üretim tekniklerine yatırım yapılacağına, dev şirketler, devletler, bu zehirli teknolojilere yatırım yapmaya, daha önce kapalı olan doğal parkları ekosistemleri sermayenin hizmetine açmaya devam ediyorlar. Bu tür metaların piyasalarına yatırılan fonların çapı on yıl önce yaklaşık 10 milyar dolarmış, bu fonlar 2012 yılında, 2011’e göre yüzde 50 artarak 450 milyar dolara yükselmiş
Devletler bunları yaparken ulusal ve uluslararası alanda kaynaklara, topraklara erişimin önündeki engelleri ortadan kaldırma konusunda birbirleriyle yarışıyorlar.
Çalışma, bu alanda Avrupa Birliği’nin, Critical Materials for the EU başlıklı, maden çıkarma endüstrisiyle yakın ilişki içinde olan Avrupa parlamenterleri inisiyatifiyle hazırlanan bir rapora işaret ediyor. ABD Enerji Bakanlığı’nın da Critical Materials Strategy başlıklı benzer bir raporu varmış. Geçen ekim ayında, ABD’de iki partinin ilgili sanayilerle ilişkili temsilcilerinin katılımıyla, The Association of Rare Earth (RARE) başlıklı bir örgüt kurulmuş. Örgütün amacı, “rare earth” olarak adlandırılan, yeni teknolojiler için gerekli minerallere erişimi engelleyen, ülke içinde ve dışındaki etkenleri ortadan kaldırmak olarak tanımlanıyormuş. ABD Senatosu’nda, Çin’in “rare earth” piyasalarındaki etkisini kırmayı amaçlayan bir grup oluşmuş.Almanya da, Almanya’nın 12 dev uluslararası şirketinin bu “rare earth” minerallerine ulaşmakta karşılaştıkları ve karşılaşacakları engelleri kaldırmaya yönelik bir örgüt kuruyormuş.

Horozu betimleyip adını tavuk koymak...
Jeo-ekonomi kavramına, bu iki çalışmanın ışığında bakınca, “aslında emperyalizmden, yükselen güçlerin, ekonomik krizin, getirmeye başladığı bir yeniden paylaşım baskısından, yarıştan söz ediyorlar ama, adını koymaktan ısrarla kaçınıyorlar” diye düşündüm.
İlk çalışmada dikkat çeken bir diğer nokta da “Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra, demokrasi, serbest piyasa geliyordu.... Böyle mi olmalıydı, küreselleşme devlet aktörlerinin eline mi geçmeliydi?... falan filan yakınması, şaşkınlığı ve tabii korkusu.
“Küreselleşme” denen şeyin krizin yarattığı bir biçim olduğunu, ulus devletleri ortadan kaldırmayacağını, kendi çelişkilerinin altında ezilmeye başlayınca türlü felaketlere yol açmasının kaçınılmaz olduğunu, 1990’ların ortasından bu yana her fırsatta bıktırana kadar vurguladık. Devlet ve sermaye ilişkisi konusunda her türlü kendini beğenmiş ukalalıkla, emperyalizmden her söz ettiğimizde, saçma sapan bir “ulusalcılık” suçlamasıyla karşılaştık.
Efendim, “ulus devlet” kapitalizmin bir dönemine aitmiş, artık etkisini, gücünü yitiriyormuş. Ne saçmalık! Sanki, “ulus devlet”, kapitalizmin ortaya çıktığı karmaşık ilişkiler ortamının en önemli bileşenlerinden bir değil de, kapitalizme dışsal, kapitalizmin bir yerde ortaya çıktıktan sonra nasılsa bulup işine geldiği sürece kullandığı, şimdi de bir kenara bırakmaya başladığı bir araç.
Kapitalizm sermaye değildir, emek ve sermayenin çelişkili birliği, bu birliği oluşturan çok sayıda ilişkinin bütünlüğüdür. Devlet de, özel mülkiyeti koruma, mekân düzenleme, emek denetleme (disiplin ve ceza), kaynak sağlama süreçleriyle olan organik ilişkisinden dolayı bu bütünlüğün olmazsa olmaz bir parçasıdır, bu bütünlüğün kurulmasında belirleyici rol oynayan etkenlerden biridir. Kapitalizm var olduğu müddetçe, savaş, sömürgecilik, emperyalizm, devrim, isyan var olmaya devam edecektir. Devlet bu süreçlerin organik parçasıdır. Bir ulus devletin ortadan kalkmasıysa, savaş, sömürgecilik, işgal, bölünme (aslında iki ulus devlet üretme), devrim dışında söz konusu olmayacaktır.