Tuesday, March 13, 2007

Teorisiz bakışın sefaleti…

Mehmet Altan Türkiye’ye “en uygun mesafeden bakmak” gerektiğini yazıyor (Star). ”Detaylarda... Renklerde... Figürlerde kaybolmadan...Büyük resmi görmek için...Soğukkanlı bir mesafeden… Çok yakınlaşıp resmin içinde kaybolmadan... Ama çok uzaklaşıp resme de yabancılaşmadan... Sadece olup biteni anlamak için bakmak”…

Bakınca da şunu görmüş:

“Türkiye bir yol ayrımında. Neyin yol ayrımı bu? Eski ile yeninin. Eski dediğim... Sanayi dönemi... Ulus-devlet... Yabancı düşmanlığı... İçe kapanma... Soğuk Savaş... Devletçi, merkeziyetçi, bürokratik zihniyet... İnsana... Yönetilene değer vermeme... Yeni de... Bunun tam zıttı.. İnsana... Özgürlüğe... Zenginliğe... Yaratıcı akla... Dünyalaşmaya yönelmek.”

Önce şu saptamayı yapmak istiyorum. En uygun uzaklıktan bakmak yetmez. Hatta bir işe yaramaz, görünenleri anlamlandıracak bir teori olmadan. Altan’ın bakışındaki sorun da bu. Teori eksikliği. Pop küreselleşmeciliği, Heidi-Alvin Toffler’in “III. Dalga”, başlıklı, insanlık tarihini avcılık-toplamacılık / tarım devrimi/ sanayi devrimi ve sanayi devrimi sonrası gibi aşamalara ayırarak, “üretim tarzı”, “üretim ilişkisi”, kapitalizm gibi kavramlardan kurtulmayı amaçlayan, devrim kavramını, yüzlerce yıla yayılan dönüşümler için kullanarak, kullanılmaz kılan, ABD sağının önemli fanatiklerinden Newt Gingrich’in, SSCB’yi yüzüne gözüne bulaştıran Gorbaçev’in gözdesi bir yavanlığı teori sanıyor. Sonuç tam bir çorba.

Türkiye yol ayrımındaymış “eski ile yeninin".
Eski: Sanayi dönemi, Ulus-devlet, Yabancı düşmanlığı, İçe kapanma... Soğuk Savaş, Devletçi, merkeziyetçi, bürokratik zihniyet, İnsana... Yönetilene değer vermeme...
Yeni ise bunun tam zıddıymış. "Teori yok" derken tam da bunu kastediyorum.
Yabancı düşmanlığının zıttı, yabancı sevgisi. İçe kapanmanın zıttı dışa açılma, Merkeziyetçiliğin zıttı, ademi merkeziyetçilik, örneğin federasyon… İnsana yönetilene değer vermemenin zıttı, insana yönetilene değer verme…

Eh, bunlar oldukça akla yakın (?). İyi de sanayi döneminin zıttı ne? Ya da zıttı olabilir mi? Ulus devletin zıttı ne olabilir? Dört seçenek var sanırım: Dünya/bölge devleti, İmparatorluk, sömürge/manda statüsü, devletin sönmesi. Devletin sönmesini kast etmediğine göre, olsa olsa imparatorluk yada dünya/bölge devleti (AB?). Diğer bir değişle. TC ulus devletinin tam zıttı, ABD imparatorluk projesi ya da AB… AB’ye bizi almadıklarına, büyük bir olasılıkla en fazla “özel statü” söz konusu olduğuna göre… Altan bize ABD ‘mandası’ olmayı mı öneriyor acaba?

Devam edelim: Peki “Soğuk Savaşın” zıttı ne olabilir. Sıcak savaş mı? Soğuk barış mı? Sıcak Barış mı? Düşünmeden konuşmanın sonuçları işte. Bir örnek daha: Devletçiliğin zıttı ne? Anarşik-komünizmi kast etmediğine göre, Altan’ın tercihi serbest piyasa ekonomisinden yana olsa gerek. Bürokratik zihniyetin zıddını konuşmaya bile gerek yok. Çünkü, bu talep, ya sermaye sınıfı ne isterse anında olacak anlamına gelir, yada devletin olmadığı başka bir üretim tarzında yaşama talebi. Altan hangisini istiyor dersiniz?

Gelin yeniye bakalım bir de: Tüm bunların tam zıddı Altan’a göre şöyle: İnsana... Özgürlüğe... Zenginliğe... Yaratıcı akla... Dünyalaşmaya yönelmek.” Diğer bir değişle en bayağı cinsinden demagoji? İnsana yönelmek ne demek? İnsana yönelmeyen yönetim olur mu? Nazi diktatörlüğü bile insana yönelikti. Bu yönelmenin sonuçlarını biliyoruz? Ya da yaratıcı akla yönelmeyen bir düzen var mı? Örneğin özelikle aptallığı, teşvik eden bir düzen? Nazilerin Yahudileri imha etmek için aklı nasıl yaratıcı bir biçimde kullandıklarını bilmiyor muyuz? ABD silah endüstrisi yaratıcı aklın ürünü değil mi? Ve zenginliğe yönelmek. Zenginliğe yönelmeyen bir toplum biliyor musunuz? Tüm sömürgeci düzen zenginliğe yönelik değil mi? Kölecilik zenginliğe yönelik değil mi? Başkalarını köleleştirerek zenginliği arttırmaya? Dünyalaşmaya ve özgürlüğe gelince, söylediklerimizden sonra bunların da tam anlamıyla boş laf olduğunu vurgulamakla yetinelim


Tüm bunları bir araya koyunca ortaya ne çıkıyor sizce? “Teorinin yerini kanaat, felsefecinin, aydının yerini medya yıldızları” alıyor derken (Cumh: 14 Mart) haksız mıyım?

Tuesday, March 06, 2007

Tehlike ve olasılık

Kriz, yeni tehlikeler demektir ama aynı zamanda da yeni olasılıklar. Piyasalardaki bu son sarsıntılar, risk algısını değiştirdi, Japon Yen’i yükseliyor, “carry trade” karlarının yarısı ortadan kalktı bile, dolayısıyla kontratlar çözülüyor, likidite hızla kuruyor. Bu gelişmeler, Türkiye gibi “gelişmekte” olan ülkelerin borçlanma ve sıcak para çekme kapasitesini olumsuz etkileyecek, sıcak paranın ve yeni kredilerin maliyetlerini yükseltecek.

En büyük zorluğu da bu ülkelerin içinde, cari açığı ve dış borcu en büyük olanlar çekecek. Tehlike de şans ta işte bu noktada ortaya çıkıyor. Tehlike, borçlanmak zorlaşınca, IMF’in yeniden işlev kazanmaya başlama olasılığıyla ilgili. Bu noktada IMF, kredi bulmakta “zorluk çeken” ülkelere, onları yöneten seçkinlere ve egemen sermaye gruplarına, “piyasalara güven vermeniz” (süper getiriyi garanti etmeniz) gerekiyor, diye başlayıp, uluslararası mali sermayeye değer transfer etmek, uluslararası mali sermayenin krizini hafifletmek için faturayı onlara, orta sınıflara ve emekçi halklara çıkartmaya başlayacak.

Unutmamak gerekir ki, siz (ülke seçkinlerini ve egemen sermaye gruplarını kastediyorum) yabancı krediye gereksinim duyarken, elinde sermaye olanların da bunu yatıracak yere, yani size (ülkenizin üretim ve tüketim kapasitesine) gereksinimi var. IMF bu resmi çarpıtarak sizi uluslararası mali sermayeye, pazarlık etmeden teslim olmaya zorluyor. Bu teslimiyetin faturası ise her zaman ekonomik ve siyasi açılardan ağır oluyor. Ekonomik olarak iç pazar imha ediliyor tasarruflar dışarı transfer ediliyor, böylece içeride sermaye biriktirme kaynakları, egemen sınıfın beslenme, egemen olarak kalma kaynakları yok oluyor. Siyasi olarak, ekonomik kaynakları zayıflayan egemen sınıf ülkenin bütünlüğünü koruma, sınıf çelişkilerini yumuşatma, uzlaşma kısacası ülkeyi yönetme kapasitesini kaybederken, orta sınıflar egemen sınıfa güvenlerini kaybediyor, gözlerini ülke dışına dikiyor, oradan bir yerlerden kurtarıcı (örneğin AB) beklemeye başlıyorlar. Halk sınıflarının ise hem egemen sınıflarla hem de düzene ilişkin güven ve beklentileri iyice zayıflıyor, suça, şiddete eğilimleri artıyor. Giderek, her türkü “aşırı” ideolojinin, demagojik liderin ilgi çekmeye başlamasına yatkın patlayıcı bir toplumsal ortam oluşuyor.

Post-modernizmin ve neo-liberalizmin piyasa ideolojinin aydınlanma düşüncesi (insan kendi kaderini kendisi belirleyebilir!) ve aydınlanma insanı (cogito) üzerindeki tahribatının sonucu gündeme modernitenin kazanımları olan, vatandaşlık kolektif davranma refleksi, sınıfsal pazarlık kapasitesi ve toplumsal projelerin yerini. Modernite öncesi, dini, etnik çözüm umutları, sorunlardan “yabancı” unsurları (ırk) sorumlu tutan organik toplum hevesleri alıyor. Egemen sınıf topuma bir “nurlu ufuklar”, “Büyük Türkiye”, yada herhangi bir gelecek sunma kapasitesini, umudunu yitirdi. Öyleyse artık hegemonik değil! Bu ahlaki açından bakınca, onun, tarih önünde, artık bir egemen sınıf olarak kalma “hakkını” da kaybettiğini gösteriyor. Ya içerden devrilecek yada dışarıdan. Şimdilik dışarıdan devrilmekte olduğunu, asimle edildiğini, ülkenin sömürgeleştirildiğini, egemen sınıfın bu sürece bir “yok olan aracı” (süreç bitince kaybolan etken) olarak katılmakta olduğunu görüyoruz...

Bu ortamın bir yer yüzü cehennemi olduğunu sanırım ayrıca vurgulamaya gerek yok.
Ama, bu “ortam”, içinden her türlü “olayın” çıkabileceği bir ortamdır artık. Büyük tehlike anlamına geldiği gibi, bu ortamı aşabilecek projeleri gündeme getirecek ve savunacak “öznelerin” ortaya çıkma olasılığını da taşır.

Eğer, IMF kapısında kalmaya devam edersek tüm bu tehlikeler ağırlaşarak gerçekleşecek. Başka bir yol, örneğin bir başka sermaye birikim modeli, yada en azından ülke ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme biçimlerini (kopmaktan söz etmiyorum) yeniden gözden geçirmeyi denemek de olanaklı.

Friday, March 02, 2007

Piyasalar neden sarsıldı?

Salı günü ABD ve İngiltere'de mali piyasalardan toplam yaklaşık 700 milyar dolar silindi. Buna Avrupa, Latin Amerika ve Asya piyasalarından silinen miktarı eklersek (ben tam olarak ne kadardır bilemiyorum), sanırım karşımıza 1trilyon doların üzerinde bir büyüklük çıkar. Diğer bir değişle dünya ekonomisinin %3’ü kadar bir şey. Bunun kredi ve türev piyasalarında, genelde tüketici talebi ve yatırımlar üzerindeki etkisini öngünümüzdeki 6-8 içinde göreceğiz. Genel bir resesyon olasılığı artıyor.

Peki bu sarsıntının kaynağı ne? En çok sorulan soru bu? Bence en önemli soru bu değil! En önemli ve doğru cevap verildiğinde “durumu” açıklamaya en yardımcı olacak soru bence şöyle dile getirilebilir: Bu kadar gönder me yapılan, likidite fazlasının arkasında ne var? Açarsak, 2003’de merkez bankaları neden birden bire hem de el birliğiyle dünya piyasalarında likiditeyi arttırmaya karar verdiler? Cevap ararken ilk bakılacak ip ucu: Kredi hacmi neden büyüdü? Bu soruya cevap vermeye başlayınca, bir adım daha geri gidip, neden Küreselleşme deyince akla mali sermayenin genişlemesi geliyor?

Bu sorulara cevap bulunca, dünya ekonomisinin de sırrını çözmüş, bundan sora olabilecekler için bir bakış acısı elde etmiş olacaksınız.