Tuesday, August 19, 2008

İki Fırtına Birden Küreselleşirken…

(Cumhuriyet 18.08.2008)

Tarihçi Niall Ferguson’un 7 Ağustos tarihli Financial Times’daki yorumunun başlığı şöyleydi: “Yerel bir kasırga, nasıl küresel bir fırtınaya dönüşebilir.” Ferguson, ABD’de başlayarak, bir yıl içinde hızla küresel bir krize dönüşmeye başlayan mali krize ilişkin olarak, “Hayır bu büyük depresyon değil… Ama 1930’larda olduğu gibi kritik aşama, ABD aşaması değil… Kriz küreselleştiği zaman da ‘kredi kıtlığı’ kavramı artık yeterli olmayacak” diyordu.

Ferguson birkaç gün daha bekleseydi, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısını, Rusya’nın tepkisini, ABD ve AB’nin tutumlarını da görebilir, (Putin’den ne kadar nefret ettiğini de anımsarsak: “Look back at Weimar – and start to worry about Russia”, The Daily Telegraph 01/01/2005) yorumunun kapsamını, başlığını hiç değiştirmeye gerek kalmadan, “Münih 1938”e doğru genişletmeye başlayabilirdi.

Gerçekten de geçen hafta olgular, ekonomik ve siyasi krizlerin, 1930’ları anımsatır bir biçimde birbirine paralel gelişmeye başladığını gösteriyordu.

Öbür nal da düşerken!’
Geçen hafta açıklanan veriler dünya ekonomisinde, Financial Times’ın deyimiyle “öbür nalın da düştüğünü” gösteriyordu. Financial Times, “geçen on yıllar boyunca (ABD hegemonyası döneminde - E.Y.) dünya ekonomisinde eşzamanlı durgunlukların kaynağı her zaman ABD ekonomisi olmuştu. Bu artık tümüyle doğru değil” diyerek (ve ister istemez ABD’nin ekonomik ağırlığının artık eskisi gibi olmadığını itiraf ederek) Japonya ve Avrupa’da başlayan resesyona dikkat çekiyordu. Dünya ekonomisinin “öbür nalı da düşmüştü” (15/08/08).

Aynı gün Wall Street Journal’da bir araştırma, dünya ekonomisini masaya yatırıyor, öncelikle “çifte bela” deyimiyle ABD’de enflasyonun aniden sıçradığına, Avrupa’da Avro bölgesinde ekonomik büyüme hızının negatif alana geçtiğine dikkat çekiyordu. Yazarların aktardığına göre, J.P. Morgan ekonomistlerinden David Hensley de müşterilerine gönderdiği bilgi notunda, “ABD’den Batı Avrupa’ya ve Japonya’ya doğru genişleyen ekonomik yavaşlama içinde dünya ekonomisi bozuk sesler çıkarıyor, durgunluk gelişmekte olan ekonomileri de etkisi altına alıyor” diyormuş.

Gerçekten de Asya kaplanlarının ihracatları geriliyor, Japonya resesyona girdi, İngiltere ve İspanya’da ev piyasası krizi, enflasyon ve ekonomik durgunluk hızla stagflasyona dönüşüyor. İtalya resesyonda. Yakın zaman kadar Avro bölgesinde parlak bir performans sergileyen Alman ekonomisi de özellikle ihracatın gerilemesine paralel olarak daralmaya başladı. Ekonomik durgunluk yayılır, bu arada enflasyon artarken AB, tarihinin en kritik sorunuyla nihayet yüzleşmeye hazırlanıyor: Avro, farklı yapısal özelliklere sahip ekonomilere tek bir döviz ve faiz oranı uygulamanın tetikleyeceği siyasi tepkilere dayanabilecek mi?

Dünyada ekonomik Zeitgeist’in belirgin bir biçimde değiştiğinin bir göstergesi de emtia ve petrol fiyatlarında ortaya çıkan yeni eğilim. Durgunluktan korkmaya başlayan spekülatörler emtia ve petrol kontratlarını satarak dolara geçiyor, ABD piyasalarına sığınmaya çalışıyorlar. Bu kez de yükselmeye başlayan dolar, ABD ekonomisinin tek umut veren bölgesini, ihracatını vurmaya başladı. Özetle, yerel (ABD ev piyasası krizi) kasırga artık küresel bir fırtınaya dönüştü. Çin’in bu fırtınanın göreli olarak (hâlâ) dışında olması da anlamlı…

‘Gerçek anlamda küresel bir kriz’
Gürcistan, nüfusu, yüzölçümü açısından Türkiye’nin 10’da birinden daha küçük bir ülkedir. Ama bu ülkenin bir “renkli devrim” ürünü, ABD uydusu yönetimi, Rusya’nın koruması altındaki, statüsü tartışmalı Güney Osetya bölgesine saldırınca, Der Spiegel’in deyimiyle “gerçek anlamda küresel bir kriz” patlak verdi.

Başlangıçta ABD yönetimi, belki, Rusya’nın kararlılığını, tepkisini ölçmek amacıyla, son yıllarda büyük bir hızla silahlandırdığı Gürcistan yönetimine saldırı için yeşil ışık yakmıştı. Ama Rusya’nın tepkisi bu durumu tersine çevirdi. Gürcistan topraklarına girip, Gürcü ordusunu kolaylıkla ezerek, ülkenin başkenti Tiflis’e 30 km. kadar yaklaşan, depolanmış ABD silahlarını buldukça imha eden Rusya, ABD’nin kararlılığını, Transatlantik ittifakının gücünü ölçme şansını yakaladı. Bir Sukoi-25 savaş uçağının petrol boru hattını “yanlışlıkla” bombalama noktasına gelmiş olması, mesajı gereken yerlere ulaştırıyordu. Haaretz (14/08) durumun bir diğer boyutuna da işaret etti. Ancak bunlar, “olayın” gerçek anlamda küresel bir krize dönüşmesine yol açan tek etken değil.

Birincisi, Rusya, NATO’nun genişlemesi, “renkli devrimler” v.b ile başlayan, en son Kosova’nın bağımsızlık ilanıyla devam eden ABD kuşatmasına karşı ilk kez, hem de ABD’nin enerji jeopolitiği açısından büyük stratejik öneme sahip bir bölgede, ABD hesaplarını tehlikeye atan başarılı bir askeri operasyon gerçekleştirerek süper güç konumuna geri dönüyordu (Haaretz, age).

İkincisi, AB’nin üç büyük ülkesi Almanya, Fransa, İtalya, hatta Finlandiya, Rusya’yı suçlamaya yanaşmadılar. ABD medyası, bir propaganda makinesine dönüşerek, savaşın tüm sorumluluğunu Rusya’nın üzerine yıkmaya çalıştı (Olga Ivanova, Washington Post, 15/08), ama bırakın Avrupa’yı, İngiltere medyasını bile ikna etmekte zorlandı (Mary Dejevksi, Independent, 15/08). Böylece, ABD’nin tek kutuplu dünya projesi, hem Rusya karşısında sergilediği iktidarsızlıktan (iktidara getirip, silahlandırdığı bir yönetimi koruyamadı), hem de AB’yi Rusya’ya karşı tavır almaya zorlayamadığı için çöktü.

Üçüncüsü, Gürcü hükümeti, ABD ve AB’ye güvenerek Rusya’nın gazabını üzerine çekti, ama sonuçlarına yalnız katlanmak zorunda kaldı; sonra da AB ve ABD’nin eliyle toprak bütünlüğüne son veren, onur kırıcı bir ateşkes anlaşmasını, Rusya’dan önce imzalamaya zorlandı. Böylece, tüm umutlarını ABD ve AB’nin sağlayacağı güvenlik şemsiyesine bağlamış Gürcülerin yaşadıkları şok, imparatorların vassallarını, gerektiğinde, nasıl kolaylıkla önce namluya sürüp, sonra feda edebileceğini bölge ülkelerine bir kez daha anımsattı. Neweuropeans dergisinin editörü, Bianchiari’nin deyimiyle, “Amerikancı illüzyonları yıktı” (Neweuropeans, 15/08).

Dördüncüsü, Gürcistan krizi AB içi bölünmeyi yeniden gündeme getirdi, hem de AB üzerindeki, yukarıda vurguladığım, ekonomik basınçlar artarken.

“Kriz”, “düzen” sürdürülemez noktaya geldiğinde ortaya çıkan belirsizliklere ilişkin bir kavramdır. ABD’nin ekonomik modeli (neoliberal küreselleşme) ve tek kutuplu dünya (imparatorluk) projesi sürdürülemez noktaya geldiler. Ancak ortada yeni bir hegemonya adayı, yeni bir kutup yeni bir model yok.

Buna karşılık, askeri olarak çok güçlü, ekonomik olarak çok kırılgan ABD’yi, geleceği giderek sorunlu hale gelen AB’yi, yeniden süper güç olmaya kararlı, Rusya’yı, Batı’yı ekonomik ve mali olarak zorlarken, bölgesinde yumuşak gücüyle yükselen Çin’i, uluslararası piyasalarda kendilerini koruma kapasitesine sahip, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeleri, İran, Suudi Arabistan gibi enerji zenginlerini içeren bir güçler dengesi iklimi şekillendi. Aynı anda dünya ekonomisi, 1930’lardan bu yana tarihinin en derin ve genelleşmiş ekonomik krizini yaşıyor…

“- Pardon, iyi duyamadım.. emperyalizm, ‘paylaşım savaşları’ mı dediniz? Ne kadar kötümsersiniz!”

Thursday, August 14, 2008

Olimpiyatların en gözde sporu

(Cumhuriyet 11/08/08)

Batı medyasında Olimpiyatların en gözde sporu, bu kez adeta, Çin Halk Cumhuriyeti’ni “Olimpiyat ruhuna” ihanet etmekle suçlama yarışı. Bu yarışın mantığı anlıyorum (zaten Çin de sütten çıkmış ak kaşık değil). Ancak arkasında yatan ikiyüzlülüğe de kızmamak elde değil.

Ah şu Çinliler…
Çin’in insan haklarına, ifade özgürlüğüne, Olimpiyatların dayanışma ruhuna ne kadar ters düştüğünü, “Olimpiyatlara ev sahipliği yapmayı hak etmediğini” göstermek için, Batı basını, erdemleri kendilerinden menkul sivil toplum örgütleri, birbirleriyle yarış halinde. Bir ABD’li triatlon atletinin deyimiyle “nereye baksan, bir konuda bir protesto dile getirmeye çalışan birine rastlıyorsun”. Başkan Bush da, Çin’i insan haklarına, uluslararası ekonomik sistemin kurallarına uymaya, enerji, çevre konularında sorumlu davranmaya davet ederek bu koroya katıldı.

Eleştirilerin başında, Çin’in Tibet’te ve Uygur Türklerine karşı uyguladığı baskılar geliyor. Ondan sonra Çin’in İnterneti denetleme politikası, Olimpiyat güvenliğini sağlamak amacıyla uygulamaya koyduğu, izleme gözleme, dinleme önlemleri geliyor. Bundan sonra suçlama yarışı giderek absürt bir düzeye ulaşarak, “Çin’de egemen altın madalya kültüründen”, “Çin’in kazanmaktan başka bir şey düşünmediğinden”, tüm bunların Çin’in “gittikçe kabaran ulusalcı damarından kaynaklandığından” yakınmaya kadar ulaşıyor.

Tüm bunlar doğru. Çin, Tibet, Sincan bölgesinde yaşayan Türkler gibi ulusal azınlıklara baskı uyguluyor. Interneti yakından denetliyor, örneğin, WEB’e, Çin’den bağlanıyorsanız, Uluslararası Af Örgütünün Çin raporuna ulaşmanız olanaksız. Olimpiyatlar sırasında gazetecileri dinlendiğinden, gizli açık CCTV kameralarıyla tüm Olimpiyat bölgesinin yakından izlendiğinden söz ediliyor. Güvenlik tedbirleri, sporcuların ve gazetecilerin, turistlerin hareket özgürlüklerini de kısıtlıyormuş.

Özetle, bir süredir, Batı basını, Çin’in dünya barışına zararlı bir ülke haline gelmeye başladığını kanıtlamaya, Çin karşıtı bir hava yaratmaya çalışıyor.

… Yükseliyor, bir şeyler yapmalı.
Bu suçlama kampanyasının arkasında, ABD ve Avrupa’nın Çin’in yükseliş ivmesini kırma telaşı var. Bu yükselişin en çok kaygı yaratan özelliği Çin’in, askeri yöntemlerden, şiddet uygulama kapasitesinden daha çok, ekonomik kültürel ve diplomatik araçlara, barışçı bir “çekim gücü” olma stratejisine dayanıyor olması. Bu, Batı’nın tarihsel geleneğine benzemeyen bir hegemonyacı yükseliş. Bu nedenle ABD ve Avrupa bu sürece nasıl engel olacaklarını bilemiyor, liderlik kapasitelerinin gittikçe aşınması karşısında kaygılanıyorlar.

Giovanni Arrighi’nin yeni kitabında (Adam Smith in Beijing, Verso, 2008) ileri sürdüğü gibi, Çin dünya ekonomisine açıldığından bu yana Doğu Asya’da bir Rönesans başlatmış görünüyor. Bu Rönesans içinde de Çin bölgedeki en güçlü ekonomik merkezlerden bir olarak öne çıkıyor. Arrighi’ye göre Çin’in bu başarısının arkasında, devrimci dönemin mirası olarak son derecede iyi eğitimli, iş ahlakına sahip ucuz iş gücü kaynaklarının yanı sıra, bu kaynaklardan ve devasa iç pazarından yararlanmaya gelen yabancı sermayeye kendi koşullarını dikte etme kapasitesi yatıyor.

ABD Kongre Araştırma Bölümü’nün bir raporuna göre de (China’s Foreign Policy:What Does It Mean for U.S. Global Interests? 18/07/08), ABD dış politika çevreleri, yükselen ekonomik gücünün yanı sıra, “Çin’in ‘yumuşak güç’ yansıtma kapasitesinin gittikçe artmasından…”, bu bağlamda “yumuşak güç yansıtma açısından ABD’ye göre bir çok mukayeseli üstünlüğe sahip olmasından” kaygı duymaya başladılar. Raporda Çin’in uluslararası alanda, doğal kaynaklara, piyasalara ve enerji kaynaklarına ulaşmak için, kullandığı dış yardımlarında, kredilerinde ve yatırımlarında, ABD ve Batı’nın aksine, müdahaleci koşullar koymadığı, ilişkide olduğu ülkelerin iç işlerine karışmayan bir gelişme politikası izlediği saptanıyor. Rapor, Pekin’in uluslararası alanda etkin, devlet şirketleri uzun dönemli stratejik kazanımlar uğruna kısa dönemli kayıpları kabullenebildiğine; Çin’in gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkileri ikili, çok taraflı anlaşmalar, ortaklıklar vb yoluyla hızla geliştiğine dikkat çekiyor.

Diğer taraftan Çin’in dayatmacı olmayan iş birliğine dayalı yaklaşımı, diplomatik alanda da meyve vermeye başlamış. New York Times’ın (05/08/08) aktardığına göre, Çin Olimpiyatlara doğru Japonya ve Tayvan ilişkilerinde önemli kazanımlar elde ediyor. Japonya’da açıkça Çin yanlısı bir başbakanın iktidara gelmiş olması, iki ülke arasındaki tartışmalı bölgedeki sorununun, petrol aramak ve işletmek için bir işbirliği anlaşmasıyla aşılması, hatta Japon donanmasının Çin ziyareti yeni bir yakınlaşmaya işaret ediyor. Tayvan’da da, Çin, daha yumuşak bir politika izlemeye başladıktan sonra açıkça Çin yanlısı bir devlet başkanı iktidara geldi ve şimdi ilişkiler daha hızlı gelişiyor.

Çin’in, Birleşmiş Milletler’de, Rusya ile birlikte Zimbabwe’ye yaptırım uygulanmasına karşı çıkması, Doha Raundun’da Hindistan ve bir grup gelişmekte olan ülkeyle birlikte ABD ve AB’nin tarım destek politikalarına karşı mücadele etmesi de, bu yumuşak gücün, liderlik kapasitesinin yükselmesine olumlu katkılar yapıyor.

Tencere dibin kara…
Çin yükselme sürecini, ekonomik gücünün, diplomatik başarılarının yanı sıra, eski ve köklü uygarlığa sahip, hızlı dönüşümlere karşın iç çelişkilerini yönetebilen, uyumlu ülke imajıyla güçlendirmek, Olimpiyatları da bu amaçla değerlendirmek istiyor. Açıldığı anda hiç sorunsuz çalışmaya başlayan muazzam yeni hava alanı, gözleri kamaştıran yeni Olimpiyat stadyumuyla da önemli ölçüde başarılı oluyor.

Bu nedenle Batı medyası Çin’in imajını karartmak, ‘yumuşak gücünün’ yükselme ivmesini kırmak için, son yıllarda, ABD dış politikasında etkin olarak kullanılan iki araca başvurmayı deniyor. Birincisi, insan hakları, ifade özgürlüğü, liberal demokrasi alanlarında Batı’nin kendi koyduğu ölçütler üzerinden yöneltilen eleştiriler, öbürü de ayrılıkçı hareketlerin teşvik edilmesi.
Ancak Yunanistan’daki Olimpiyatlarda, bizzat ABD ve Avrupa’nın katkısıyla oluşan boğucu güvenlik ortamını, kendi halkının her hareketini CCTV ile izleyen İngiliz devletini, ABD’nin 11 Eylülden sonra uyulamaya koyduğu iç güvenlik yasasını, kendi haklını izleme ve gözetleme teknolojilerini, Echelon ve Carnivor gibi tüm küresel çapta casusluk sistemlerini, Afganistan ve Irak’ta yaşananları anımsayanlar, bu ikiyüzlülüğe kızmadan edemiyorlar.

Dahası kimi gözlemciler, Olimpiyatlar öncesinde, bu eleştiri yarışının, Sincan bölgesinde16 silahsız Çin polisinin katledilmesi olayında olduğu gibi ayrılıkçı grupların terör eylemleri için uygun bir ortam yarattığına dikkat çekiyorlar.

Diğer taraftan Chatham House Asya programından Dr. Yiyi Lu’nun işaret ettiği gibi, Olimpiyatlar sırasında, Batı Çin’i “sınarken”, Çin halkı da Batı’nın yaklaşımını sınıyor. Bu bağlamda da Çin’de Batı’ya ilişkin bir düş kırıklığı ve kızgınlık gelişiyor. Batı medyasının tutumu, Çin’de ulusalcı tepkileri daha da güçlendiriyor (The Guardian 05/08/08)

Monday, August 04, 2008

Yeni bir Türkiye mi kuruluyor?

(Cumhuriyet 28/07/08)

(ya da tatildeyken, oldukça spekülatif düşünceler)
AKP davası, Ergenekon derken birileri “yeni bir Türkiye kuruluyor” havasına girdiler. Eski “militanlar” “İç savaşta taraf seçmekten” söz ediyorlar. Chatam House’dan Fadi Hakura da, Türkiye’de “yeni bir tarz siyasetin” doğmak üzere olduğunu ileri sürüyordu. Hürriyet’ten Cüneyt Ülsever’in Perşembe günkü yazısında yaptığı özet de, bu “yeni Türkiye” beklentisinin içeriğini bence, çok güzel özetliyordu.

Ülsever’le aynı dünya görüşünü paylaşmadığımdan, saptamalarını ister istemez, yorumlayarak özetleyeceğim: Bu “yeni Türkiye”, parlamenter (genel seçimler ve siyasi partiler) bir rejimi benimseyen, ama “demokrasinin sınırlarını” siyasal İslam’ın “hakikat rejimi” temelinde yeniden düzenleyen, uluslararası sermayeye açık, AB ve Avrupa’nın bölge politikalarının hayata geçirilmesinde işlevsel bir ülke olacak.
Belki, ama henüz değil?
Böyle bir Türkiye, gerçekten kuruluyor mu? İki nedenle “belki”. Ülkede ve ABD Avrupa ekseninde böyle bir niyet ve çabalar var. İkincisi, yerine yenisini bırakmak üzere ortadan kalkacak olan “eski”nin yıkılma süreci, hatta bu yıkımı benimsemeyi kolaylaştıracak psikolojik ortamın oluşumu oldukça ilerlemiş, hatta belki de geri dönülemez bir noktaya gelmiş gibi görünüyor.

Ama “henüz değil” derken, “yeni Türkiye” projesinin ülkedeki sürücüsü AKP ve çevresini bu güne kadar destekleyen uluslararası ortamın, özellikle kimi bileşenlerinin değişmeye başladığını düşünüyorum.

Bu nedenlerle “Eski Türkiye’nin” dağılmakta olduğunu söylemek olanaklı ama, yenisinin kurulmasına ilişkin çabaların henüz bir “ekolojik hakimiyet” (Bob Jessop’un bir kavramını ödünç alırsak: Kendisine karşı güçlerin yapacakları etkiden daha güçlü bir etki yaratma kapasitesini kalıcılaştırmış) kurmuş olduğunu söylemek olanaklı değil. Bu “Yeni Türkiye” projesini inşa etmeye çalışan güçlerin, başarıya ulaşabilmek için gerekli olan toplumsal ve kurumsal desteğin, özellikle fark yaratan kesimini, koşullar değiştiğinde hızla kaybetme olasılığı hala var.
“Eski Türkiye’de yıkımın üç vektörü
Bu vektörlerden biri, 1980’lerden bu yana uygulanan neoliberal politikaların etkisiyle, hem toplumsal dokuda yaşanan tahribat, hem de, bu kriz yönetme modeline bağlı olarak yaygınlaşan “hedonist (işleve değil hazlara odaklı) tüketim kültürünün etkisiyle gelecek duygusunu kaybetmiş, “anı yaşa”, “içindeki gerçek seni bul”, kimliklerinin, yeni kuşaklar arasında giderek yaygınlaşmış olmasıdır. Artık geleceğini “yapmaktan” vazgeçenlerin tek seçeneği yalnızca kar yapmayı arzulamak olacaktır.

İkinci vektör, eski Türkiye’nin doğuş öyküsünü (mitosunu) yeniden yazma çabasıdır. Bu çaba Cumhuriyetin kuruluşunu, bir tarihsel hata, sapma, olarak yeniden tanımlamayı, 1980’den sonra giderek zayıflamasına karşın, 1990’ların ilk yarısına kadar siyasetin egemen söylemini oluşturan “ulusal proje” ‘sadakatini’ (bağımsızlık ve kalkınma, sağda; anti emperyalist, gerçekten demokratik ya da sosyalist Türkiye, sol’da… ve Laiklik her iki kesimde de…) tasfiye, kuruluş öncesinin Osmanlı (imparatorluk) geleneğini, öncelikle popüler kültür alanında restore etmeyi amaçlıyor. Bu vektörün temsilcilerinin, “Kemalizm” kavramını, tasfiye etmek üzere hedef aldıkları her şeyin içine doldurulacağı bir “boş göstergeye”, dahası bir “müstehcen baba”nın adına dönüştürme çabaları da işte bu tasfiye ve restorasyonla ilgili.
Üçüncü vektör ise: kapitalizme yönelik eleştirel yaklaşımların teorik zeminini oluşturan “komünist hipotezin” de tasfiye edilmesiyle ilgilidir. Bunu başarmak için, Türkiye’de kapitalizme yönelik eleştirilerin “komünist hipotezi” uygulamaya koyma çabalarının ilk kez ve tüm renkleriyle kitleselleşmeye başladığı döneme dönmek ve bu “olayın” bıraktığı tüm izleri, yaratığı ‘sadakatleri’ silmek gerekecektir. 1980’lerde postmodern - liberal entelijansiyanın bitmez tükenmez pişmanlıkları, 70’lerin “devrimci” kimliğinin karalama çabaları bu tasfiye çabasının ilk dalgasıydı. Başarılı da oldu. 1980’lerde kuşaklar 1970’lerin gerçekte nasıl yaşandığını, özverileri, tutkuları, “yeniyi yaratmak” için birlikte mücadele etmenin, hazlarını bilemeden, adeta korku, kabus öyküleriyle yetiştiler.

Şimdi, neoliberalizm krize girer, post modern entelijansiyanın, liberalizmden uzaklaşarak, siyasal İslam’ın otoriter eğilimleriyle örtüşmeye başlayan dünya görüşü teşhir olmaya, teorik/felsefi açıdan eleştirel düşüncenin yeniden canlanma koşulları oluşmaya başlarken, “Denizlerin” kuşağının mirasına yönelik yeni bir saldırı daha gündeme gelmiştir. Onlar milliyetçidir, cuntacıdır, biraz zorlarsanız ulusalcı sosyalist (Nasyonal Sosyalist demeye getirerek) bile diyebilirsiniz…

Böylece bir ülkenin halkının elinden hem, emperyalizme ve eski rejime karşı kaderini ilk kez tayin ettiği ulusal başlangıç “olayı”nın, hem de baskı ve sömürüye başkaldıran çocuklarının anısının onuru elinden alınmaya çalışılmakta, yeni kuşakları, tarihsiz, köksüz, geleneksiz ve pasif bir kitle olmaya itilmektedir.
AKP’yi taşıyan dalga geri çekiliyor
Tüm bu olumsuzluklara karşın henüz hiç bir şey kesin değil. Bizi bu noktaya getiren AKP hükümetini (bir önceki hükümetin ve CHP’nin katkılarını da unutmadan) taşıyan uluslar arası finansal dalga geri çekilmeye başladı. Bu dalganın en önemli bileşeni, tam AKP iktidar olurken şişmeye başlayan, ama geçen sene patlayan kredi balonuydu. Böylece Türkiye ekonomisi önemli bir kaynaktan yoksun olurken, AKP döneminde bu köpük sayesinde gizlenebilen tüm zaafları da su yüzüne çıkmaya başlıyor. Bu sırada AKP’nin kaynak açığını kapatmak için petrol zengini Arap sermayesine döndüğünü görüyoruz. Birinci bu kaynağın beraberinde getirdiği siyasi yakınlıklar, Türkiye’nin önemli ve geleneksel müttefiklerinde gerginlik kaynağı olmaması kaçınılmaz.
İkincisi ABD ve AB Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesi olarak tanımladıkça, bu tanımın, AB bağlamında AKP’ye destek veren kesimlerde gerginlik kaynağı olması da kaçınılmaz. Nihayet mali kriz içinde başlayan kaynak bölüşün savaşının, bir bütün olarak AKP’yi destekleyen Siyasal İslam mozaiği içinde de yeni gerginliklere