Monday, December 31, 2018

18’den 19’a rejim ve muhalefet

2018 hem Siyasal İslamın AKP rejiminin hem de ana muhalefet partisi CHP’nin iflasının açıkça sergilendiği bir yıl oldu.

Huzur ve adalet… 
Halkoyuna serbest ve adil seçimlerle başvurmaktan korkan bir rejimin, aslında, azınlığı temsil eden, her an başına bir şey gelmesinden korkan bir rejim olduğu açıktır. Bu korkunun arkasına adalet, ekonomi ve dış politika alanlarında birbirini izleyen fiyaskolar yatıyor.

(...)

Thursday, December 27, 2018

Siyasal İslamın sefaleti

Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in başına gelenlere hiç şaşırmadım. Siyasal İslam, Türkiye’de, emperyalizmin desteği, “yetmez ama evet” soytarılığının katkısıyla iktidara yerleştiğinden bu yana ülkenin modern seküler kültürüne yönelik saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Şimdi,sanatın alanı adeta bir “Çorak Ülke”: “Hangi kökler kavrar, hangi dallar büyür / Bu taş döküntüde?


(...)

Monday, December 24, 2018

Ulusalcılık mı? Teşekkür ederim, istemem

Bir zamanlar küreselleşmecilik, birkaç yıl içinde “yadsınamaz gerçeklik”düzeyine çıkmıştı, en işlevsel kavramdı, zamanın ruhunu belirliyordu. Şimdi, küreselleşmecilik tükendi. Onun sonuçlarına karşı yükselen sağ ve sol popülist hareketlerin içinde ulusalcılık yükseliyor, en işlevsel kavram olarak zamanın ruhunu belirlemeye başlıyor.

Bir şeylerin ikinci gelişi
Küreselleşme “yadsınamaz gerçeklik” düzeyine çıktığı yıllarda, 1994’te, Ankara Mimarlar Odası’nda Küreselleşme mi? Teşekkür ederim, istemem” başlıklı bir sunuş yapmıştım. Yaklaşımım bir etik ilkeye ve iki gözleme dayanıyordu. 

(...)

Thursday, December 20, 2018

Toplumun [G]erçeği olarak sokak

Toplumda siyasi iktidarı eline geçirmiş olanların, mükemmellik izlenimi verebilmek, tek seçenek olduklarını kanıtlayabilmek için bastırmak, görünmez kılmak zorunda kaldıkları “seslerin” ve “bedenlerin” geri geldiği, kendilerini gösterdiği seslerini duyurduğu yerdir sokak

Sokak “seçildim istediğimi yaparım” diyen politikacılara, demokrasinin seçimlerden öte bir şey olduğunu gösterir. Sokak, kurtarıcı lider fantezisini deler, [G]erçeği ortaya koyar, liderlere yanlış politikaları değiştirmeleri için, topluma da otokratlardan, despotlardan kurtulmak için bir fırsat penceresi açar.

(...)


Yazının devamını okumak için tıklayınız


Not: Düzeltme servisi  köşeli parantezleri kaldırarak ve büyük harfi değiştirerek [G]erçek ile gerçek arasında yaptığım ayırımı bulanıklaştırmış. Okurken akılda tutulmasında yarar var...
"gerçek" gerçekliğin içindeki, simgeleştirilebilen, verili anlamlar sistemi içinde tanımlanabilen şeylere ilişkin. [G]erçek ise gerçekliğe ve onun anlamlar sistemine istikrar kazandırabilmek için bastırılan, susturulan, gösterilmeyen şeylere ilişkin

Monday, December 17, 2018

‘Absürdistan’da gezintiler

Toplumun dokusu lime lime, ekonomik yapının her tarafı dökülüyor. Son yıllardaki seçimlerin gösterdiği gibi çoğunluğu Müslüman bir ülkede, artık azınlık olduklarını biliyorlar. Ancak ne yapacaklarını bilemiyorlar. Çünkü içinde yaşadıkları realite, kafalarının içindeki fantastik realite resminden çok farklı. Gittikçe daha fazla korkuyor, hırçınlaşıyorlar. 

Son tren kazası, bu gidişin bir semptomu.


(...)


Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, December 13, 2018

‘Sarı Yelekler’ ve üçüncü ‘şey’

Fransa’yı sarsan, tüm dünyanın ilgisini çeken, “Sarı Yelek” isyanına katılanlar, “dün yoktuk, bugün varız” diyorlar. Dün, bastırılarak görülmez kılınanın, bugün aniden büyük bir şiddetle görünür hale gelmesi, toplumda bir değişimin başladığına işaret ediyor. Bu başlangıç “şimdi ne oluyor”, bu nedir” sorularını da berberinde getiriyor. Cevapların çeşitliliği, Le Monde’un deyimiyle entelektüellerin de bölündüğünü gösteriyor.

Ne oluyor? 
“Sarı Yelek” isyanının çapı, şiddeti, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediğini gösteriyor. Fransa devlet başkanı Macron’un televizyona çıkarak, “kimilerinizin canını yaktığımın ayırdına vardım” diye başlayan konuşmasında verdiği, tavizlere bakılırsa, yönetenler de artık eskisi gibi yönetemiyorlar. Öyleyse, Fransa bir milli krizden içeri ilk adımını atmış. Ancak, yönetenlerle ve yönetilenler arasındaki ilişkiyi çözebilecek bir üçüncü “şeyin” yokluğu hemen kendini gösteriyor.

(...)

Monday, December 10, 2018

Tehlikenin farkında mısınız?

Gelecek kuşakların, çocuklarımızın, torunlarımızın yaşamlarını güvenceye alacak biçimde yaşamıyoruz. Bu, insan türünün varlığı açısından en büyük ahlaksızlık, en büyük tehlike değil midir?

Biz de bir zamanlar… 
Krizler birbirini besliyor (ekonomik, siyasi, iklim, gıda, su, göçmenler); yerel savaşların, yine bir büyük savaş olasılığının içinde yaşamaya çalışıyoruz. Irkçı ve dinci faşizm yeniden yükseliyor. 
Başka bir dünyada yaşıyor olabilirdik, eğer bizden önceki kuşaklar bizi düşünüyor olsaydı. Biz de bir zamanlar “gelecek kuşaklardık”. Gelecek kuşakların geleceğini güvence altına almak da bugünkü kuşağın en önemli ahlaki görevi değil midir? 
Katoviçe’de toplanan Birleşmiş Milletler İklim Konferansı vesilesiyle bu soru yine gündeme geldi.
(...)

Thursday, December 06, 2018

En büyük tehlike

Pazar günü Polonya’nın Katoviçekentinde Birleşmiş Milletler örgütünün düzenlediği iklim değişikliği konferansında konuşan, “Mavi Gezegen” gibi ünlü doğa filmleri yapımcısı David Attenborough (94) “binlerce yıllık tarihimizde, insanlığı tehdit eden en büyük tehlike iklim değişikliğidir” diyordu. Attenborough’ya göre iklim değişikliği “uygarlıkların çöküşüne, doğal dünyanın çoğunun yok olmasına yol açabilir”. 
Attenborough haklı ama, gereken önlemleri alma konusunda, sözünü ettiği “uygarlıkların” liderliklerinde büyük bir direnç var. Adeta, halklarını bile bile yok olmaya doğru götürüyorlar. Beckett’in deyimiyle “üzerinde düşünmeye değer”.

Bir ‘şeyin’ hakikati 
Attenborough “uygarlıklar” diyor ama, aslında bu gezegende artık tek bir uygarlık var: Kapitalist uygarlık. Tüm farklı uygarlıklar olarak tanımlanan yaşam ve kültür dünyaları, artık kapitalizmin dayattığı önceliklere, gereksinimlere göre yaşıyorlar, yaşadıkça da dönüşerek özgünlüklerini kaybetmeye devam ediyorlar. 

(...)


Yazının devamını okumak için tıklayınız

Monday, December 03, 2018

Üç rapor bir soru

Geçen günlerde yayımlanan üç rapor, çok önemli bir soruyu gündeme getirdi. Raporlardan ikisi küresel ısınma, iklim değişikliği eğilimleri ve olası sonuçlarıyla ilgili. Üçüncüsü de Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) 2018 Dünya Enerji Raporu. Soruya gelince o yazının sonunda..

(...)


Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 29, 2018

Önce ekonomi, arkasından siyaset

Hannah ArendtTotaliterliğini Kökenleri başlıklı çalışmasının, Emperyalizm bölümünde, I. Dünya Savaşı’na götüren dinamiklerle ilişkili şöyle bir tespit yapıyordu: 

(...)

Diğer bir deyişle: Siyasi gücün, ekonomik çıkarın yolunu açtığı, “önce işgal et sonra ekonomik kullanıma aç” olarak tanımlayabileceğimiz sömürgecilik döneminden farklı olarak, sermaye, mal ihracı ile oluşan ekonomik etki, siyasi etkinin önünü açıyordu. 
İkincisi, finansallaşma ilk kez olmuyor. Finansallaşma, sanıldığı gibi, kapitalizmin yeni bir aşaması değil, kapitalist krizin bir ürünü. Finansallaşmayı mali kriz, onu da siyasi gerginlikler izliyor. Arendt’in işaret ettiği gibi, dişinden tırnağına silahlı bu imparatorlukların ekonomik rekabeti savaşlara yol açıyor.


(...)

Arendt’in bu saptamalarını, önceki hafta Lawfare dergisinde yayımlanan “Jeoekonomik Dünya Düzeni” (Roberts, Choer, Ferguson) başlıklı denemeyi okurken anımsadım. Yazarlar, dünyaya esas olarak ABD çıkarlarının merceğinden bakıyorlar. 
Yazarlara göre, soğuk savaş sonrası (küreselleşme döneminde-EY) ticaret ve yatırım ortamının serbestleşmesinin, bölgelerin, ülkelerin ekonomik entegrasyonun ulusal ekonomik çıkarları desteklediğine, karşılıklı ekonomik bağımlılığın barışı ve işbirliğini güçlendirdiğine inanılıyordu


(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 26, 2018

Rejimin ‘gerçeği’

Siyasal İslamın gerek siyasi liderliğinin gerekse organik entelektüellerinin simgesel evreninde, gelecek beklentilerinde “iktidardan gitmek olasılığı” yok. Peş peşe gelen referandumlarda ve OHAL altında çıkarılan yasalarla, devletin disiplin-cezalandırma kurumlarındaki kadrolaşmalarla, seçimleri kendileri için bir tehlike olmaktan çıkardılar. Ancak, içleri bir türlü rahat edemiyor. 
 
‘Parlamenter’ mi ediniz? 
Haksız da değiller! Başlangıçta, “bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman”, “nasıl olsa bizden” diyerek avunuyorlardı. Gezi olayından, 2015 Nisan seçimlerinden sonra, nüfusunun çoğu Müslüman olan bu ülkede aslında azınlık oldukları, bundan sonra ancak hileyle, hatta zor kullanarak ayakta kalabilecekleri kafalarına dank etti. 


(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 22, 2018

Siyasal İslamın momentum korkusu

(...)

Derken yeni bir tutuklama dalgasıyla “Gezi Olayları” bir kez daha ısıtılıp, Osman Kavala üzerinden servis edildi. 
Osman Kavala, bir yılı aşkın bir süredir hapisteydi, hâlâ ortada bir iddianame yoktu. Rivayetler ise boldu... Geçenlerde Osman Kavala ile ilişkili oldukları iddiasıyla, 14 STK üyesi, akademisyen gözaltına alındı. Sonra biri hariç serbest bırakıldılar. Serbest bırakılmayan, “içeriği belirlenemeyen bir toplantıya katılmıştı”. Diğer bir deyişle, Kavala gibi onun da, aslında neyle suçlandığı belli değildi... 
Bu garipliklere, Cumhurbaşkanı, partisinin grup toplantısında açıklık getirdi. “O kişi”... “Gezi Parkı olaylarını yapanların finansörüydü”, gözaltına alınanlar da onun işbirlikçileri. Bunların “gündeminde Türkiye’yi karıştırmak”... “Ülkeyi bölmek” vardı.

(...)

Tüm bunlar, medyanın neredeyse tamamını kontrol eden, Güçler Ayrılığı, Meclis soruşturması filan gibi ayrıntılardan kurtulmuş, kısacası “ne istersem onu yaparım, beğenmezsem kayyım atarım” havasında, kendinden ve geleceğinden emin bir yönetimden beklenecek şeyler değil. Öyleyse, tüm bunlar -Emre Kongar hocamızın salı günkü yazısından ödünç alırsam-“iktidarın hangi çıkmazını ve açmazını simgeliyor?” 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 19, 2018

Faşizmi düşünmek - III

Faşizm üzerine düşünme çabalarımı, birkaç noktaya değinerek tamamlamaya çalışacağım. 

1) Önceki iki yazımda, faşizmi düşünürken, onu “kendisi” yapan özünün, ilk ortaya çıktığında sergilediği biçimlerle değil, kapitalizmin bugünkü koşullarda sergileyeceği biçimlerle tanımaya çalışmak gerektiğini savunmuştum. Faşizmin bugün sergileyeceği biçimler, bugünkü kapitalizmin, teknolojik, kültürel özelliklerini, örgütlenme biçimlerini ve bunların sınıf yapılarındaki ifadelerini yansıtacaktı. 


2) Faşizmi, bir süreç olarak, üç farklı aşamadaki durumunda düşünebiliriz:


(...)

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 15, 2018

Faşizmi düşünmek - II

Faşizmin, kapitalizmin bugünkü “durumunun” içinde yeniden yükselmeye başladığını, ancak, 1930’lardakine benzer bir “görüntü” sunmayabileceğini vurgulamıştım. Bugün, 1930’lara benzer hareketler yerine, faşizmin, özünü oluşturan unsurları düşünerek, bunların bugünün kapitalizmi içinde bir araya gelme sürecini anlamaya, egemen sınıfların tercihi haline gelmeden durdurmaya, süreç tamamlandıysa, kurtulmanın yollarını, liberalizmin fantezilerine kapılmadan bulmaya çalışmak gerekiyor.

Kapitalizmin dünü ve bugünü 
Bugünün kapitalizmini, 1930’larda ilk bileşenleri ortaya çıkmaya başlayan, ancak esas olarak II. Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenmiş Fordist sermaye birikim rejiminin yapısal krizi temsil ediyor. 

(...)

Monday, November 12, 2018

Faşizmi düşünmek - I

Çağımızın en tehlikeli özelliği, faşizmin yeniden yükselmeye başlamasıdır.

Tarihsellik... 
Faşizm, kapitalizmin belli bir “durumunun” (yapısal krizinin) içinde, giderek egemen sınıfın tercihine dönüşen bir siyasi-toplumsal hareket olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, faşizm, kaçınılmaz olarak, kapitalizmin andaki durumunun, örneğin, sermayenin örgütlenme biçimlerinin, değerlenme coğrafyasınınteknolojik altyapısının, düzenini doğallaştırmak için dayandığı ideoloji ve kültürün, bu ideoloji ve kültürün üretim/ yeniden üretim süreçlerinin, nihayet, belki de en önemlisi, işçi sınıfının, orta sınıfların yapısal özelliklerinin, egemen sınıfın gereksinimlerinin damgasını taşıyacaktır. 

(...)

Thursday, November 08, 2018

‘Zamanın ruhu’ yeniden şekilleniyor

ABD ara seçimleri, dünyada hem büyük ilgi hem de endişe yarattı. ABD siyasetinde kutuplaşmanın sertleşerek devam edeceğini gösteren sonuçlar, bu endişeleri dağıtmaya yetmiyor. İkincisi, son yıllarda, “zamanın ruhu” yeniden ve çok karanlık bir yönde şekilleniyor. 
Zamanın ruhu” üç vektörün bileşkesinde şekilleniyor.

(...)
Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 01, 2018

Uğursuz diyalektik-II

Latin Amerika’nın en büyük ülkesi Brezilya’da başkanlık seçimlerini, eski asker, Jair Bolsonorafaşist politikaları savunarak kazandı. Dünyanın en büyük askeri gücüne sahip ABD’de faşist ideoloji, terörist eylemlerle, potansiyelden kinetik aşamaya geçmeye başladı. İki gelişmenin arkasında, geçen hafta İtalya bağlamında vurguladığım “uğursuz diyalektik” yatıyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, October 29, 2018

Hep aynı fantezi

Türkiye’de siyasal İslamın temsilcisi AKP liderliği, Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında, hegemonyacı güç olma fantezisinin peşinde, biteviye kafasını realitenin duvarına çarpıyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketine, Suriye’de radikal cihatçılara yatırım yapmıştı. Şimdi Kaşıkçı cinayetinin ertesinde o fantezi yine canlandı. AKP liderliği, Suudi Veliahdı Muhammet bin Salman’ı tasfiye ederek kendine Sünni dünyasında yol açmayı hesaplıyor. Yine realitenin duvarına çarpacaklar. 

(...)


Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, October 22, 2018

Dengeler ve fanteziler

Suudi uçakları, Yemen’de ağustosta okul gezisindeki çocukları bombaladı, en az 40 çocuk öldü; geçen hafta, bombalardan kaçan sivillerin sığındığı otobüsü bombaladı, en az 17 ölü, 60’dan fazla yaralı var. Bunlar medyada birkaç paragraf, haberlerde birkaç dakika konuşuldu, geçildi. Günlerdir, İstanbul’daki Suudi konsolosluğuna giren ve bir daha çıkmayan “gazeteci”Kaşıkçı’yı konuşuyoruz. 
(...)

Bu arada, AKP ve siyasal İslamın entelijensiyasının, “stratejik derinliğe” dalma, öbürü ucundan “Dünya Müslümanlarının lideri” olarak çıkma fantezisi de canlandı. Bu bayat yemek ısıtılıp masaya sunuluyor. Yerseniz!

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, October 18, 2018

Faşizme ve ekolojik yıkıma karşı



Ben “iyimser-kötümser” ikileminin dışında kalarak yazmaya çalışıyorum ama, sanırım yeterince başarılı olamıyorum. Kimi okurlarım son iki yazımın çok kötümser olduğunu düşünüyorlardı. Bu noktayı Emre Kongar Hocam da vurgulamıştı. 
Perşembe yazımda, Weimar Cumhuriyetini Nazi diktatörlüğünün izlediğini anımsayıp şimdi küresel çapta benzer dinamiklerin söz konusu olduğuna işaret etmiştim. Pazartesi günü de Birleşmiş Milletler İklim Paneli’nin yayımladığı son raporun, geri dönülemez noktaya hızla yaklaşan küresel ısınmayı durdurabilmek için “büyük ekonomik kaynakların harekete geçirilmesi gerekir” saptamasını aktardım. Bir “kâr makinesi” olan sermayenin üzerinde yaşayan egemen sınıfların temsilcilerinin bu kaynakları insanlığın uzun dönemli çıkarına değil sermayenin kısa dönemli gereksinimlerine ayıracaklar; küresel ısınma da hızlanarak artmaya devam edecek diyordum. Adeta kapitalizm yaşayabilmek için “dünyayı faşizme doğru, ateşe vermeye” kararlı görünüyordu. 


Bu çok karanlık bir tablo. Yine de hafta sonu, Almanya’nın Bavyera eyaletinde yapılan seçimlerin sonuçlarına bakarak “başka bir dünya” olasılığının henüz tamamen ölmediğini düşünebiliriz.

(...)

Yazının devamını okumak için tıklayınız

Monday, October 15, 2018

Ekonomik ve ekolojik örtüşme

Kapitalist uygarlığın ekonomik dinamikleriyle ekolojik dinamikleri, insanlığın, hatta dünyadaki canlıların geleceğini yok edebilecek biçimde örtüşmeye başladı.
Gündemde bir “resesyon” (ekonomik daralma) tartışması var. Birleşmiş Milletler İklim Paneli yayımladığı son rapora göre, küresel ısınmayı durdurmak için, olağanüstü önlemler alınamazsa, gelecek 20 yılda dünya iklim krizi dönüşü olmayan noktayı geçmiş olacak.

Yaklaşan resesyon...Uluslararası ekonomi yazınında, “gelmekte olan yeni bir resesyona” ilişkin tartışmalar giderek yoğunlaşıyor. The Economist’in bu haftaki ekinde vurgulandığı gibi, dünya ekonomi-sinde yeni bir “resesyon” yalnızca zaman sorunu.

(...)

Thursday, October 11, 2018

Bir küresel ‘Weimar dönemi’ bitiyor

Son günlerde, birbiri ardına gelen sıra dışı olaylara bakarken, bunları tek bir kümeye koyabilecek bir metafor aradımaklıma Weimar sözcüğü geldi.

Weimar Cumhuriyeti
Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) Almanya’nın I. Büyük Savaş’ta yenilgisiyle başlayan, Nazilerin iktidarı ele geçirmesine kadar uzanan yıllarını kapsar. “Weimar Cumhuriyeti”, çökmüş eski bir düzenle, doğamayan bir yeni düzen arasında kalanların düş kırıklıklarını, umutlarını, fantezilerini, toplumsal çalkantıları betimler; “türlü canavarların tarih sahnesine çıktığı” bir dönemi...
Bu fantezilerden biri, emperyalizm aşamasına girmiş, yükselen işçi hareketleriyle yüz yüze bir kapitalizmin yapısal krizinin içinde liberal demokratik bir düzenin kurulabileceğine ilişkindir.

(...)

Saturday, October 06, 2018

Neo-liberalizm, in perpetuum

Ebubekir Aykut ve Kansu Yıldırım’ın birlikte kalem aldığı “Neoliberalizm, “Ahbap-çavuş kapitalizmi” ve Türkiye” başlıklı yazıyı [[1] okurken bir çok soruyla karşılaşmış olmama karşın üzerine bir şeyler yazmayı düşünmüyordum[[2]], ta ki son paragrafa gelene kadar: “Son olarak, “ahbap-çavuş kapitalizmi”, “talan ekonomisi”, “kayırma ekonomisi” tanımlamaları ima yollu da olsa “hukukun üstünlüğüne dayanan” “güler yüzlü neo-liberalizm” yanılsamasını besler ve yeşertir.”[[3]]
Siyasal İslam’ın Başkanlık rejiminin ekonomik ve sosyal politikalarını betimlerken sık sık  ahbap-çavuş kapitalizmi” (crony capitalizm)  kavramını kullanan birisi olarak, bu suçlamayı üzerime almadan edemedim.
Önce şu konuyu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Kapitalizmin krizlerini açıklamak gerektiğinde iki yaklaşım söz konusudur. Liberal yaklaşım kapitalizmin (ki bunun yerine genelde piyasalar kavramı kullanılır) kendiliğinden fazlaları temizleyerek denge durumuna yönelme eğiliminde olduğuna inanır. Krizin kaynağını her zaman denge eğilimini bozduğunu düşündüğü dış etkenlerde arar. Bu akımın Türkiye’deki temsilcilerinin bir kısmının, krizin nedenlerini, ahbap-çavuş ilişkilerinin etkisinde arama eğiliminde oldukları da doğrudur. Ancak, bu yaklaşımda nedensellik ilişkisinin yanlış bir yere konmuş olması ahbap-çavuş kapitalizmi denen olgunun önemini azaltmaz. Bir diğer, benim de katıldığım, kapitalimin krizini bu üretim tarzının iç çelişkilerine bağlayan  yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Türkiye’de yaşanan krizi açıklarken ahbap-çavuş ilişkilerine gönderme yapmak gereği duymaz. Ancak bu ahbap çavuş kapitalizmi denen olgunun krizin şiddeti, yönetimi ve çıkış olanakları üzerindeki etkilerini yok saymayı gerektirmez.
Her iki yaklaşımı da aynı kaba koyarak tartışmak[[4]] sapla samanı, bile bile birbirine karıştırmak anlamına gelir ki akademik disiplinle uyuşmaz.

Bir kaç soru

Yazıyı okurken aklıma gelen soruları aktararak devam etmek istiyorum.
1- Yazarlar, “İsveç’teki neoliberal uygulamalar, ABD’deki ve Türkiye’deki neoliberal uygulamalardan farklı olacaktır ve farklıdır da.” diyorlar. Haklı da olabilirler, ancak şu soruya da cevap verilmesi gerekir: Bu uygulamaların, tüm farklılıklarına karşın, neo-liberal tanımını taşımaya devam etmesine neden olan töz nedir’?
2- Bir ülke ekonomisinde, neo-liberalizm bir kez egemen olunca artık hep neoliberalizmi mi olacaktır? Neo-liberal (otoriter ya da değil) olarak tanımlanan bir ekonomik toplumsal yapılanma (neo-liberalizmin ne olduğuna ilişkin görüşlerimi aşağıda aktaracağım) ne gibi değişiklikler geçirirse artık neo-liberal (otoriter ya da değil) olarak tanımlanmaktan çıkar? Ya da bir hükümet ne yapmaya başlarsa neo-liberalizmden çıkmaya başlar. Yoksa asla çıkamaz mı?
3- Krizin asla aşılamayacağı yalnızca ertelenebileceği[[5]] iddiası gibi, neo-liberalizm her krizden güçlenerek çıkıyor iddiası da oldukça gariptir. Örneğin, bunlar hangi krizlerdir? Son finansal krizden sonra neo-liberalizm hemen tüm bileşenleri sorgulanır ( Asya Krizinden sonra IMF ve Dünya Bankasının, 2007 finansal krizinden sonra ve Dünya Ticaret Örgütünün durumlarına, nihayet patlak veren ticaret savaşlarına bakmak bir fikir verebilir), uygulamalarının krizi derinleştirdiği konuşulur olmuştur. Nitekim finansal krizin 10. yılında bu alanda  gittikçe güçlenen bir mutabakattan dahi söz edilebilir. Tüm bunlar göz ardı edildiğine göre neo-liberalizm adeta in perpetuum var olacak bir töz gibi mi düşünülmektedir?  
4- Diğer taraftan, II. Dünya savaşı sonrasında kapitalizm, liberalizmi geride bırakarak, yeni bir sermaye birikim rejimi (fordizm ve düzenleme sistemi-refah devleti vb..) ile krizini aşarak yeni bir genişleme ve büyüme evresine girmemiş midir? Böyle bir olasılığın artık asla söz konusu olamayacağı, bu krizin (neyin krizi?) son kriz olduğu söylenebilir mi?
5- Türkiye özeline dönersek Özal’la başlayan 1998-2001 kriz dönemine (AKP iktidara gelene) kadar süre gelen dönem “neoliberal” olarak tanımlanabilir mi? Eğer tanımlanabilirse bu liberal demokratik bir neoliberalizm midir yoksa otoriter bir neo-liberalizm midir? Eğer otoriter neo-liberal bir modelse otoriter neoliberalizmi olarak tanımlanan AKP neo-liberalizmiyle arasındaki farklar nelerdir? Yoksa esas olarak bir süreklilik mi söz konusudur?[[6]]  1998-2001 dönemindeki neo-liberalizm, liberal demokratik bir neo-liberalizim ise, hangi özelliklerinden dolayı liberal ve demokratik olarak tanımlanması gerekir?
6- Neoliberalizm, otoriter ya da değil, kapitalizme ait bir biçimdir.  Öyleyse öncelikle sermaye birikim sürecinin gereksinimlerine uygun olarak çalışması, sermaye birikim sürecinin gerektirdiği iş gücünü, işçi ve personeli,  diğer bir değişle yalnız yerel değil küresel “neo-liberalizme” uygun öznellikleri üretecek asgari verimlilikte, rasyonel ve uygun duyarlılıkları üretecek bir eğitim sistemine sahip olması gerekmez mi? Neo-liberalizm de kaynakların kullanımı ve dağılımı egemen sermayenin gereksinimlerine göre şekillenmez mi?
Siyasal İslam’ın rejim inşa etme sürecinde, kaynakların, AKP iktidarına “siyasi-kültürel sermaye” (Bourdieu’den ödünç alarak) üretecek, ideolojik aygıtlara, kurumlara dağıtılmış olması[[7]] krize yol açan dinamikleri daha da ağırlaştırmıyor mu? Neo-liberalizmde  devlet kaynakları finans sektörünün, büyük korporasyonların krize uyum sağlama çabalarını desteklemeye yönlendirirken, AKP’nin kaynak yönetimi, egemen sermayenin neoliberal politikalarıyla ne anlamda uyumludur?
Neo-liberalizmin Avrupa ve AB deneyimleri, genelde sosyal bilimleri kaynaksız bırakırken fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarını, sermaye birikim sürecine eklemleyerek besleme eğilimindedir. Otoriter neo-liberalizmin bundan daha farklı bir yol izlemesi değil bu eğilimi daha da güçlendirmesi gerekmez mi? Bir ülkenin eğitim sisteminin, öğrencilerin büyük bir kısmının üniversite sınavlarında sıfır çekmesine yol açacak, doğru dürüst Türkçe ve matematik bilmeden mezun olacak düzeyde geriletecek kadar dincileştirilmesi. kapitalist sınıfın, sermaye brikim sürecinin (ikisi farklı şeylerdir) hangi gereksinimlerine cevap verecektir. İmam hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin ve de camilerin  sayısının  bu kadar hızlı artışı sermayenin, buralarda yaşayan ve sayısı hızla artmakta olan kalabalığın artık değerden pay alması hangi sermaye mantığı ile açıklanabilir? Ya da bu özgün gelişmeler sermaye mantığından (capital logic) çıkarsanabilir mi?
7- Neo liberalizm esas olarak sermayenin kriz koşullarına uyum sağlayabilmek için, isteği gibi üretebilmesine ve dolaşabilmesine, devletin bunların önündeki engelleri kaldırmasına, krize uyum sağlamasına yardımcı olmasına ilişkin değil midir? Bu süreçte önceliğin egemen sermayeye tanınmış olması olağandır ama  egemen sermaye de  ancak diğer sermayelerle birlikte var olabilir tek başına değil.
Bu bağlamda, güçler ayrılığı, sermayenin gereksinimlerini açıkça tartışan bir medya ve mülkiyet güvencesi, kapitalizmin neoliberal “biçimi” için de gereklidir. Dikkat edilirse zaman zaman gündeme gelen askeri rejimler, bu koşulları restore etmek üzere toplumsal muhalefeti ezene, kurumları yeniden yapılandırana, ekonomiyi küresel kapitalizmin (emperyalizmin) gereksinimlerine uydurana kadar kalmış ve ondan sonra  kışlaya dönmüşlerdir.
Bu özelliklerin ortan kalktığı, hukukun ve ekonomik kararların tek bir adamın iradesine bağı kaldığı, piyasada ayıklanmaların,  artık-değerin paylaşımının, sermayelerin göreli gücüne, kar oranları yasalarına göre değil de taraftarlık (akrabalık vb...) ilkelerine göre yaşandığı, tüm eğitim sisteminin, ve toplumun günlük yaşamının hatta siyasi söylemin hızla dincileştirildiği bir ortamda, ekonomik “modelin” neden hala neoliberal (otoriter ya da değil) olarak nitelenmesi germektedir? Böyle bir ısrar rejimin, toplumu sistemli bir biçimde dincileştirme sürecini gizlemeye yardımcı olmaz mı

Şimdi iki not:

Beni kışkırtan, “güler yüzlü neo-liberalizm” arama iddiasına gelmeden önce, yazının iki önemli zaafına değinmek gerekiyor.
1-Yazıda neo-liberalizm bir “birikim tarzı” olarak tanımlanıyor. Ancak, yazı, “regülasyon okulu” olarak bilinen, geniş bir teorik alana işaret eden bu kavramı tanımlamaya çalışmadan devam ediyor.
Aglietta (1978) ile başlayan, Boyer ile devam eden daha sonra birçok yazarın katkılarıyla zenginleşen bu alanda, “birikim tarzı”, “birikim rejimi”, “düzenleme sistemi” kavramları,  kimi zaman tek tek, kimi zaman da birlikte kullanılabiliyor.
Bu kavramlar farklı soyutlama düzeylerine aittirler. “Birikim tarzı” artık değerin iki farklı (mutlak artı diğer= yaygın sermaye birikim tarzı; rölatif artık-değer= yoğun birikim tarzı) biçimine ilişkindir ve “üretim tarzıyla” aynı soyutlama düzeyine aittir: Gerçek zaman ve mekan içinde değil teorik olarak anlamlı bir kavramdır. “Rejim”, emek süreçlerine (labour process) bir veya birden farklı birikim tarzının belli tarihsel zamanda ve mekanda var olma koşullarına ilişkindir. “Düzenleme sistemleriyse” bu varoluşun istikrarını sağlayan, kar oranları düşme eğiliminin karşıt eğilimlerini harekete geçiren, bir çok açıdan dolaşım alanına ait, kurumsal (devlet) ve ideolojik (hegemonya söylemleri) süreçlere ilişkindir.
Bu sınıflandırma ve tanımlamalar tartışılabilir ama “birikim tarzı” kavramı bir kez kullanılınca, kavramın bu alandaki yerini de belirlemek gerekir.
“Birikim tarzı” kavramını tanımlamaya gerek görmeden, aslında dolaşım alanına ait bir düzenleme sitemi (kriz içinde şekillenmesine bakarak, , “kriz yönetim” sistemi de diyebiliriz) olarak değerlendirilmesi gereken neoliberalizmi bir “birikim tarzı” olarak ve de teorik olarak gerekçelendirmeden tanımlamak, sorunlu bir yaklaşımdır.
İkincisi, Ebubekir Aykut ve Kansu Yıldırım, yazılarında neo-liberalizm bir birikim tarzı olarak tanımlanmakla birlikte, kapitalizmin hangi başka (önceki ya da başka mekanlardaki) birikim tarzlarından ne gibi farklar sergilediğine değinmiyorlar. Yazıda “neo-liberalizm” adeta neredeyse tüm yerel özellikleri ( tarihsel-kültürel zemin, sınıf şekillenmeleri...) açıklamaktan kurtaran, “gerçekte var olan neo-liberalizm” diye bir kavram üretiliyor. Bu da insanın aklına ister istemez, bir zamanlar Doğu Almanya’daki  garabeti (tarihsel zemin ve sınıf şekillenmeleri göz ardı edilerek) meşrulaştırmak amacıyla üretilen “gerçekten var olan sosyalizm” (teoriye uymuyor ama hala sosyalizm demek istiyoruz- yerse) kavramını getiriyor. Böylece, yazarların neoliberalizmi, kapitalizmin her türüne giydirilebilecek bir elbiseye, “her balığı yakalayabilecek” bir kepçeye dönüşüyor.
2) AKP’de temsil edilen siyasal İslam’ın iktidarı, ülkenin kurumsal, kültürel dokusunu en azından 12-13 yıldır sistematik olarak, dini ilkelere dayanan gerekçelerle yeniden yapılandırıyor. Devlet de bu süreçte yeni bir biçim aldı[[8]].
Bu değişim, yalnızca tek adam yönetimi, güçler ayrılığının tasfiyesi, meclisin işlevsizleştirilmesi, disiplin ve cezalandırma süreçlerinde hukuk ve yasaların değil keyfi kararların rol oynamasıyla, mecliste muhalefet partisinin “Hapishanelerde işkence yapılıyor mu?” sorusunun “kamu oyunu ilgilendirmez” savıyla cevapsız bırakılmasıyla da sınırlı değildir.
Yeni devlet biçimi, yalnızca işçilere, muhaliflerine ağır bir baskı uygulamakla, özel mülkiyet hakkını sürekli ihlal etmekle de kalmıyor, aynı zamanda eğitim sistemindeki son derecede radikal dinci yeniden yapılandırmaya yönelik “reformlarla” ülkenin kültürel yapısını değiştiriyor. Kapitalizmin ne işine yarayacağı belirsiz, ama rejime sadık öznellikler üretmeyi hedeflerken, ülkenin geleceğine de ipotek koyuyor.
Gelinen noktada, gittikçe yeğinliği artan eril şiddet, kız çocuklarının bedenleri üzerinde tasarruf hakkı iddiaları, eğitim sisteminde, okul öncesinde çocukları tarikatlara teslim eden, orta eğitimden başlayarak, “haremlik selamlık” noktasına kadar ulaşabilen değişimler, kadın erkek ilişkilerine, kadınların  uzun tarihsel özgürlük mücadelesine büyük bir darbe vuran gelişmeler, siyasi kültürel coğrafyayı hızla değiştiriyor.
Sermaye birikim sürecini analiz etmeye niyetli bir yaklaşım,  bu sürecin insan boyutuna ait bu gelişmeleri yok sayarak ilerleyebilir mi? [[9]]
Bir kez daha vurgularsam: Tüm bunlar, ülkede üretilen artık değerin, ekonomi dışı (siyasi ilişkiler, rüşvet, komisyon kayırma, hukuki şantaj, açık baskı ve doğrudan el koyma gibi) sermaye ve piyasa ilişkilerinin dışına kaçan yöntemlerle edinilerek belli dini çevre özellikleri sergileyen bir grubun içinde dağıtılmasını sağlıyor [[10]] . Bu grubun devleti yöneten liderliği kapitalizm açısından yaşamsal bir öneme sahip olan “mülkiyetin güvencesi” ilkesini de dikkate almıyor. Yukarda değindiğim, artık-değerin bu dağıtımının dini bir söylemle, kültürle meşrulaştırması da  ülkedeki ekonomik modeli tanımlarken mutlaka göz önüne alınması gereken bir boyutun varlığına işaret ediyor.
Ne yazık ki Ebubekir Aykut ve Kansu Yıldırım’ın yazısında, ekonomi adeta siyasetten ve kültürden soyutlanmış bir alan olarak (aynı neoliberal düşünürlerin benimsediği yöntemle) analiz ediliyor.
Yazarların “güler yüzlü neo-liberalizm” arayışı olarak suçladığı, “Ahbap çavuş kapitalizmine” gelince, Bu kavram bir sermaye birikim tarzına, rejimine, düzenleme sistemine gönderme yapmıyor. Bu kavram, belli bir sermaye birikim rejimi (genelde bu rejim kriz içindedir) altında işleyen sermaye birikim sürecine, ve düzenleme sitemine ekonomik (iş yeri ya da piyasa) ilişkileri dışından yapışmış, toplumsal artık değerin önemli bir kesimini, komisyon rüşvet ilişkileri üzerinden birikim süreci dışına çeken, üretken olmayan servete dönüştürerek “istifleyen” bir bölüşüm daha doğrusu edinim ilişkisinin ve bunun üzerinde yaşayan asalak bir sosyal tabakanın varlığına işaret eder.
Ahbap-çavuş kapitalizmi kavramı, bu tabaka tasfiye edilirse (sermaye birikim sürecinin verimliliği artabilir ama) emekçi sınıflar karşısında daha az baskıcı, orta ve küçük sermaye karşısında daha az tekelci, gelir dağılımındaki eşitsizliği azaltacak reformlara daha sempatik bir kapitalizm (neo-liberal ya da değil) oluşacaktır anlamına gelmiyor. Buna karşılık, reimin siyasal İslam bağlantısını ve bunun getirdiklerini yok sayan analizler, Saray rejiminin tarihsel ve coğrafi özgünlüğünün, sınıf karakterinin kavranmasını, dolayısıyla mücadele olanaklarının tartışılmasını zorlaştırır.



[1] BİRGÜN PAZAR, 09.09.2018
[2] Yazı esas olarak, neol-iberalizm krize girdiğinden bu yana yok “hayır ölmedi” dedikten sonra ad-hoc hipotezlerle (otoriter neoliberalizm,  neoliberal popülizm, illiberal demokrasi filan; bu gidişle illiberal neo-liberalizm kavramıyla bile karşılaşabiliriz), devam etmeye çalışan akademik mantra yı çağrıştırıyordu.
[3] Bu iddiayı, yazıdaki,  “Bu perspektiften bakanlar için yaşananlar neoliberal modelin ihlaliydi. Türkiye bu koşullarda toplumsal bütünlüğünü yeniden üretememekte ve “ahbap-çavuş kapitalizmi” krize neden olmaktaydı” saptamasıyla birlikte düşününce, insan, daha sonra kolaylıkla boğazlamak için mi bir “ sanal bir canavar” yaratılmaya çalışılıyor diye düşünmeden edemiyor. Örneğin ben BBC Türkçe sitesinde yayımlanan yazımda (10/09/18), Türkiye’deki krizin nedenlerini tartışırken, bu ahbap çavuş kapitalizmine  gönderme yapmaya gerek duymadım.
[4] “Bu perspektiften bakanlar için yaşananlar neoliberal modelin ihlaliydi. Türkiye bu koşullarda toplumsal bütünlüğünü yeniden üretememekte ve “ahbap-çavuş kapitalizmi” krize neden olmaktaydı”
[5] Yazarlar, “Marksist bakış açısından “krizlerin atlatılması” krizlerin ertelenmesi anlamına geliyor” diyorlar. Gerçekteyse, Marx kapitalizmin tekrarlanan (ertelenen değil) krizlerinin  kapitalist sınıfa sermayenin  düzenini yenilemek ve genişletmek için yeni olanaklar sunduğunu söylemez mi? Kapitalizm birikimiş sorunlarını krizler yoluyla aşarak kendini yenilemez mi?
[6] İkisi de aynı şey midir?
[7] Örneğin, 2017 yılında diyanet işlerine ayrılan 7.8 milyar YTL ile siyasal İslam’ın, dernek, vakıf, birlik, kurum, kuruluş, sandık gibi taban örgütlerine aktarılan 3.7 milyarın toplamı, 2018 bütçesinde öngörülen savunma harcamalarının % 19.3’üne, eğitime ayrılan kaynağın % 11.4’üne, sağlık bakanlığı bütçesinin % 28’ne karşılık geliyor.
[8] Önce bir birikim tarzı olan neoliberalizm, yazarlardan, Kansu Yıldırım, son yazısında “neoliberal devlet biçimi” kavramıyla bu kez bir devlet biçimine dönüşüyor. Siyasal İslam’ın inşa ettiği devlet biçimini neo-liberal devlet olarak tanımlamak, devlet teorisinde yaratacağı sorunlar bir yana, yine vurgularsam, siyasal İslam’ın pratiklerini gizlemeye hizmet etmiyor mu?
[9] Belki de yazarlar “Dahası ahbap-çavuş kapitalizmi kapitalist devlet tipine içkin bazı gerçekleri yok sayar. Kapitalist devlet, sınıflar ve sermaye fraksiyonları karşısında tarafsız değildir” saptamasına sadık kalabilmek için, siyasal İslam’ı ve onun egemen sınıfının özelliklerini, devlete taşıdığı personeli, kültürü tartışmaktan ısrarla kaçınıyorlar. Ancak,  Türkiye’de “gerçekten var olan neo-liberalizm” neden ülkeyi dinci bir “hakikat rejiminin” önceliklerine göre şekillendirmek istiyor?” sorusu cevapsız kalmaya devam ediyor.
[10] Bkz, 6 No’lu dipnot