Monday, February 22, 2010

‘Ben Google Değilim’

İran Devrimi’nin yıldönümünde rejim muhaliflerinin çok görkemli bir eylem yapması bekleniyordu. Beklentiler gerçekleşmedi. Tartışmalı seçimlerin hemen arkasından, ilk patlak verdiğinde Twitter, Facebook, cep telefonu gibi araçları etkili bir biçimde kullanarak büyük başarı gösteren muhalefet, bu kez başarısız olmuş, bir düş kırıklığı, yönelimsizlik içine düşmüş.

Bu alandaki tartışmaları izlerken, cuma günü gözüm, The Independent’taki yorumun “Google dünyanın bilgisi üzerinde tekel mi oluşturuyor?” başlığına ve CNN’deki internet sansür endüstrisinin” gelişme hızına ilişkin habere takıldı. O zaman Mehmet Öztek’in, uygarlığımızın dijital teknolojiye giderek daha fazla bağımlı hale gelmesinin, insan olmanın aşk, siyaset, sanat ve bilgi üretme gibi belirleyici alanlarında yaratmakta olduğu gerginliklerle boğuşan Ben Google Değilim (Pan/Heves, 2008) başlıklı şiir kitabının bende bıraktığı izleri anımsadım.

İnternet ve siyaset

1990’ların ortasında, bu başlıkta bir yazı yazmıştım. O zaman henüz Google yoktu. Egemen söylem, internetin engellenemez, denetlenemez bir özgürlükler alanı açtığına, büyük bir demokrasi aracına kavuştuğumuza ilişkindi. Bu savları ileri sürenler, her teknolojinin içine doğduğu toplumun siyasi, ekonomik ilişkilerinin damgasını taşıyacağını, sınıflar ve ülkeler arasındaki dengeleri yansıtacağını ya bilmiyor ya da unutmuş görünüyorlardı. Radyonun ilk icat edildiği günlerdeki savları aynen tekrarladıklarının farkında değillerdi. Daha sonra insanlık Goebbels’in, Hitler’in radyoyu nasıl kullanacağını görecekti.

Zaman içinde internetin denetlenemez bir şey olduğuna ilişkin fantezi dağıldı, “sanal uzay” da 19. yüzyılın Afrika’sının “bakir” alanları gibi hızla sömürgeleştiriliyor, metalaşıyor, parselleniyor, kamuya kapanıyordu. Ama olsun; Facebook, Myspace, Twitter gibi sosyal ilişki-haberleşme alanları artık bizi birbirimize bağlamıyor muydu? Ucu bucağı belirsiz bir yeni topluluğun üyesi değil miydik artık? Ama, “sanal gerçeklik” teknolojisinin öncülerinden Jaron Lanier’in Your are not a Gadget (2010) kitabında vurguladığı gibi, “bir gencin Facebook ilişkilerine bakarak yüzlerce arkadaşı olduğunu düşünmesi, arkadaşlık kavramını değersizleştirmiyor muydu?

Nihayet “Google”! sonu olmayan bir bilgi hazinesi değil mi? Artık insanlığın tüm bilgi birikimi parmağımızın ucunda, ekranımızda... İnternette oluşan milyonlarca bilgi noktası arasında sürekli ilişkiler kuran, bunları bizim için kullanılır hale getiren Google arama motoru, elektronik postayı daha önce görülmemiş bir kolaylığa çeviren Gmail, diğer bir deyişle sanal uzaydaki simgesel evrenimizin gittikçe artan oranda hâkimi Google... “Bunda kaygı duyacak bir şey yok” diyor Google yaratıcıları, biraz da kaos teorisine dayanarak: “Bilgelik büyük kalabalıklardan, çokluğun karşılıklı karmaşık ilişkisinden doğar”, “tek tek insanlardan değil”; “demokratiktir”... Google bunları birbirine bağlayarak bu bilgeliğin oluşmasına katkıda bulunuyor. Bu sonsuz bağlantılardan yeni bir akıl oluşuyor, “Googlista”lara göre. Böylece bilginin ve bilgeliğin yaratıcısı artık insanlar değil, insan üstünde ve ötesinde bir yaratıcı kolektif... Ama söylemeyi, etkilerini bu tartışmaya taşımayı unuttukları bir şey var: Tüm bu bilgi noktalarını, çokluğun parçalarını birbirine Google teknisyenlerinin yazdığı algoritmalar bağlamıyor mu? Yapısı son derecede gizli tutulan, bir o kadar değerli, özel mülk nesnesi algoritmalar...

Diğer bir deyişle Google sanal uzayın en büyük sömürgecilerinden, mekânı kontrol eden, düzenleyen öznelerinden biri. Hatta en güçlüsü. Artık günlük yaşamımızda onun simgelediği (Facebook, Twitter, Myspace vb. giderek telefon, kitaplık...) sistemde ne kadar derine dalar, ne kadar yararlanırsak, o kadar bağımlı, onsuz yaşayamaz hale geliyoruz. Benim gibi kimi zavallılar, internetten bir gün uzak kalınca gerginliğe girmeye, “fix”in almak için tatil köylerinin sokaklarında dolaşırken bile gözünün ucuyla, internet-kahve arar duruma düşüyorlar. Zamanının büyük bir kısmını Facebook’taki saygınlığını, “çevresini” koruma stratejileri düşünerek geçiren, kimi zaman intihara dahi teşebbüs edebilen gençlerin durumu da tabii zamanımızın bir başka trajik hikâyesi... Mehmet’in “Ben Google Değilim” çığlığı çok haklı, ama şimdilik, teknolojinin toplumsal zemini değişene kadar, cevapsız kalmaya mahkûm gibi görünüyor...

Diktatörler interneti sevmeye başladı

Eskiden mektuplar izlenir, tek tek açılır okunur, telefonlar dinlenir, konuşmalardan bir anlam çıkarılmaya çalışılır, ilişki ağları saptanmaya çalışılırdı. Şimdi internet ve dijital teknoloji sayesinde, bu işlemleri insanlardan çok daha hızlı gerçekleştiren bilgisayarlar, becerikli algoritmalar söz konusu. Ses tanımak, anahtar sözcük taramak, potansiyel suçluyu saptamak çok kolaylaştı. Facebook, Myspace, Twitter, nihayet Google’ın yeni “Buzz” kolaylığı, devletin güvenlik örgütlerinin çok işine yarıyor. Çünkü, ilişki ağlarının haritalarını bu siteler kendiliklerinden oluşturuyor. Devletlere de, gerektiğinde bu sitelere girerek bu bilgileri toplamak kalıyor.

Başlangıçta çok korkmuşlardı, ama artık otoriter rejimler (liberal demokrasiler de dahil) interneti denetlemeyi, sınırlamayı, maden gibi kullanmayı, gerçekliğin kendi versiyonlarını egemen kılmayı öğrendiler.

İran muhalefet hareketinin de, olayın ilk raundunda bu kadar başarılı olmasının arkasında bu yeni teknolojiler vardı, ama ikinci rauntta düş kırıklığına uğramalarının da… Çünkü molla rejimi, bu teknolojileri kullanmayı ve denetlemeyi çok kısa sürede öğrendi, bunları izleyerek muhalefetin girdisini çıktısını, planlarını öğrenmeyi de. Muhalefet internet üzerinde haberleşirken, “örgütlenirken”, en demokratik ilişkileri kurduğundan dolayı kendi kendini kutlarken, rejim de süreci aynı kanallarla izliyor, gerekli tedbirleri alıyor, karşı savları, kendine uygun gerçeklik parçalarını üreterek tedavüle sürüyordu. (Persia House 12/2010, Cameron Abadi, Foreign Policy12/02).

Bu tartışmalar içinde Abadi’nin çözümlemelerinin çok öğretici olduğunu düşünüyorum. Abadi üç noktaya özellikle dikkat çekiyor. Birincisi, rejim de bu yeni teknolojileri etkin bir biçimde kullanmaya başlıyor. İkincisi bu internet, Twitter, Facebook vb. üzerinden oluşan yatay örgütlenmeler, ilk anda sanıldığı gibi büyük bir güç değil zaaf oluşturuyor. Katılımcılar arasındaki iş bölümünü oluşturmak, insanların özelliklerine göre katkılarını maksimize etmek, dahası hareketin gerçek gücünü bilmek mümkün olmuyor. Üçüncüsü, ne kadar yararlı olursa olsun yeni teknolojinin getirdikleri, kurum (örgüt) inşa etmenin erdemlerini ortadan kaldırmıyor, harekete sadık öznenin ve liderliğin (bizzat Humeyni’nin uzun erimli çalışmasını örnek vererek) günlük, iğneyle kuyu kazan siyasi çalışmanın yerine geçemiyor.

İran muhalefetinin macerası, tüm teknolojik yeniliklere rağmen, muhalefet hareketlerinin yüzyıllardır, siyasi mücadelenin ateşinde sınanmış deneyimlerinin hâlâ geçerli, hatta belirleyici olmaya devam ettiğini gösteriyor. Ek olarak yapılması gereken, yeni teknolojileri kullanırken teknolojik determinizme ve teknoloji fetişizmine düşmemek... Elinde iktidar, ekonomik güç olanın teknolojiyi her zaman çok daha etkin bir biçimde kullanacağını da unutmamak...

Bitirirken, kararlılıkları ve cesaretleriyle toplumu aydınlatmaya devam eden TEKEL işçilerini selamlıyorum.

Thursday, February 18, 2010

‘Avrupa Birliği’ & ‘Şok Doktrini’

Jeton bazen geç düşüyor. Pazartesi yazımın içindeki bir olasılığın, pazar akşamı ayırdına vardım. Birden aklıma Naomi Klein’in The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism (Şok doktrini: Felaket kapitalizminin yükselişi) yapıtı geldi. O anda da jeton düştü. Hemen tüm yorumcular Yunanistan krizinin AB’yi yıkabileceğini düşünüyor. Ancak krizlerin “yapıcı”, tıkanıklıkları açıcı özellikleri de olabiliyor. Ya bu kriz AB sürecini ilerletmek için bir fırsat yaratıyorsa!

Şok doktrini

Pinochet darbesi (İlk neoliberalizm deneyimi), 12 Eylül Darbesi (Türkiye’de Özal reformları, dışa açılma), Yeltsin’in parlamento saldırısı (korsan özelleştirmeler); 11 Eylül, İkiz Kuleler (Afganistan, Irak), tsunami ve katerina kasırgası (kıyı şeridinin alt sınıflardan “temizlenerek” büyük sermayeye açılması)... Klein’in savı çok açık (ve iyi belgelenmiş): Bu tür olaylar halkın bilincinde bir şok yaratıyor. Egemen güçler o güne kadar halka kabul ettiremedikleri ekonomik siyasi programları, bu şokun ardından hayata geçirebiliyorlar.

AB süreci, (Avrupa çapında, ulus devletleri aşan homojen bir ekonomik, idari mekân yaratma projesi) 1990’lardan bu yana hep tabandan gelen direnişlerle aksıyor, her aşamada sendikaların, köylülerin, küçük, orta kapitalizmin muhalefetine çarpıyordu. Bu muhalefeti aşmak için gerekli merkezi siyasi irade, Avrupa çapında uygun bir kültürel iklim, böyle bir iradeyi tescil edecek “hegemonya” ilişkilerinin kurulamamasından dolayı şekillenemiyordu. Anayasa girişimi, bu engeli, neoliberalizmi yasalaştırarak aşabilirdi; ancak neoliberal projeyi tartışmaya açtı, bu nedenle oylanarak reddedildi. Bu tıkanıklık Lizbon Anlaşması’yla aşılacaktı, eğer İrlanda seçmeni, 12 Haziran 2008 referandumunda anlaşmaya hayır demeseydi...

Şimdi “şok doktrinine” geri dönebiliriz. Referandumda hayır çıktıktan sonra İrlanda’da kriz hızla derinleşti, ekonomi dağılma noktasına geldi. AB yardımı, desteği kaçınılmaz oldu. Ekim 2009’da Lizbon Anlaşması yeniden referanduma sunuldu, bu sefer onaylandı. Kasım ayında İrlanda hükümeti, emekçilerin toplumsal haklarına, ücretlerine yönelik büyük bir kemer sıkma, krize uyum politikası uygulamaya koydu. Kısacası, mali krizin getirdiği “şok” İrlanda’yı terbiye etmiş, AB’nin, Brüksel’in iradesini kabul etmesini kolaylaştırmıştı.

İrlanda küçük bir ülke ama deney öğretici. Eğer mali kriz içinde çökme noktasına gelen AB ülkeleri, birlikten çıkmayı göze alamaz, yardım karşılığında, Brüksel’in, Avrupa Merkez Bankası’nın iradesini, kendilerinden istenenleri yerine getirmeyi kabul ederlerse, AB’yi bir ileri siyasi, ekonomik düzeye taşımak söz konusu olabilir. Bu süreç pratikte, elinde kaynak olan ülkelerin öncelikle Almanya’nın diğer ülkelerin ekonomik yönetimleri üzerinde söz sahibi olmaya başlaması anlamına gelecek, böylece hegemonya sorunu fiilen aşılma sürecine girebilecek.

Sınıfın bir parçası öbürüne karşı

III. Enternasyonal’den günümüze kadar gelebilen sosyalistlerden Tony Cliff (1917-2000), “esas mücadele işçi sınıfının bir kesimiyle öbürü arasında geçer... Eğer eyleme (direniş, grev vb...) çıkmak isteyen kesim geri kalanını ikna ederse, dönüp hep birlikte tükürseler karşı tarafı boğarlar” derdi. Bunun tam karşıtındaysa işçi sınıfının bir kesiminin öbür kesimine karşı kullanılması durumu var.

Şimdi Yunan işçi sınıfı ekonomik, siyasi kazanımlarının, bu kriz kullanılarak tasfiye edilmesine direniyorlar. Yunanistan Başbakanı Papandreu (PASOK), ayakta kalabilmek için AB merkezinden mali yardım bekliyor. Ancak AB merkezinde, Almanya’da medya, “Yunanistan işçisi emeklilik yaşını 61’den 65’e çıkartmak istemiyor diye, Alman işçisi 68 yaşına kadar çalışmayı kabul etmeyecektir... Yunan işçilerinin konforlu emekliliğini biz mi finanse edeceğiz” havasında. Alman hükümeti, dönüp Yunanistan’a “yardım etmek istiyoruz ama... muhalefet güçlü... Hem size yardım etsek ya öbürleri vb...” diyor. Kriz derinleşiyor, Yunanistan hükümeti, halkı krizin yükü altında eziliyor. Mali sermaye İngiliz basını yoluyla, Yunanistan’ı birlikten çıkarın mesajı veriyor (The Times, 16/02). Alman hükümeti, kendi emekçi sınıfının direncini kullanarak, yardım edebilmek için, Yunan ekonomisi üzerinde doğrudan denetim istiyor. Yunan orta sınıfı bu talebi kabul edebilir. Yunan işçi sınıfı yalnızlaşabilir.

Eğer “Yunanistan operasyonu” başarılı olursa, model, diğer “kriz kurbanı” ülkelere de dayatılabilir. İspanya’da yönetim, “İngiliz Amerikan medyası, finansal spekülatörler bizi batırmaya çalışıyorlar” diyormuş. Batırabilirlerse, oluşacak şokta İspanya da yeniden yapılandırılabilir. Böylece AB’de ekonomi yönetimi, ulusal iradeleri aşan bir düzeyde merkezileşmeye başlayabilir.

Tuesday, February 16, 2010

‘Quo Vadis’ Avrupa

“Avrupa” düşüncesi, tarihe Yunan uygarlığıyla (beyaz boğa görüntüsündeki Zeus’un sırtında) girmişti. Avrupa Birliği projesi de tarih sahnesinden, Yunanların üzerinden çıkacak gibi görünüyor. Yunanistan’dan yeniden nükseden mali kriz, AB projesinin geleceğini tehlike altına sokan bir “durum” oluşturmaya başladı.

Khatemerini’den Stavros Lygeros’un cuma günü anımsattığı gibi, “AB bir federasyon değil. Ülkelerin kendi çıkarlarının peşinde gitmesi, oyunun kurallarından biri. Ama bir ülkeler birliği, dahası para birliği (hatta Lizbon Anlaşması’yla siyasi liderlik kurma iddiası - E.Y), belli bir dayanışmayı da önkoşul olarak varsaymak durumunda. Mali entegrasyon olmadan parasal entegrasyon, siyasi entegrasyon olmadan da mali entegrasyon, çelişkili bir durum”. AB liderleri perşembe günü toplandılar, dayanışma mesajları verdiler, ama ulusal farklar sürece egemen oldu ve somut bir öneri üretemeden dağıldılar.

Gündeme gelebilecek olası bir kurtarma paketinin ise Yunanistan’ı adeta “Düyûn-u Umumiye”yi anımsatan bir vesayet, özellikle de Almanya’nın vesayeti altına sokacağı anlaşılıyor. Yunan emekçilerinin bu vesayete “partizanca” direnecekleri kolaylıkla söylenebilir. Bunun için Atina sokaklarına bakmak yeterli… Sokakların mesajını alan Başbakan Papandreu da hafta sonunda, “AB liderliğini, Yunanistan’ı, Avro ile piyasalar arasındaki savaşın laboratuvar hayvanına çevirmekle” (Financial Times, 13/02), “blokun başarısızlığını Yunanistan’ın arkasına saklamaya çalışmakla” suçluyordu (Khatimerini, 13/02).

Bir ‘semptom’ olarak Yunanistan

Avrupa Birliği projesinin gündeme gelen çöküş senaryolarının günahını, birliğin toplam hasılasının yüzde 3’ünü üreten Yunanistan’ın üzerine yüklemek gerçekçi olmaz. Yunanistan, AB’nin iki büyük zaafının kesişerek kendini açığa vurduğu bir “semptom” o kadar. Biri, AB içindeki farklı özelliklerdeki ekonomiler arasındaki, merkezin çevreyi (kredi ile beslenen bir büyüme yoluyla) ihracat ve fazla sermaye emen, ucuz işgücü sağlayan bir mekân olarak kullanmasına olanak veren ilişkidir. İkincisi, AB projesinin ortak bir siyasi irade, birleşik bir ekonomik düzen oluşturmadaki başarısızlığıdır. Bu nedenle işler iyi giderken bile bir karar verebilmek için ilk şiddetli resesyonu beklemek gerektiğini savunduk. Geçen ay işaret ettiğimiz gibi şimdi bu noktadayız.

Cuma günü yayımlanan ekonomik veriler, Avrupa’da ekonomik toparlanmanın, Fransa’daki olumlu gelişmelere karşın aksadığını gösteriyor. Alman ekonomisinin duraklaması, dolayısıyla Alman tüketicisinin Birliğin diğer ülkelerine sunduğu talepteki daralma, belirleyici oluyor. Bu koşullarda, Alman hükümetinin, Birliğin bir başka ülkesini kurtarmak için kesenin ağzını açması, Avrupa Merkez Bankası eski baş ekonomisti Otmar Issing, “Yunanlıların emeklilik sistemini finanse etmemiz söz konusu değil”, sözlerinin de gösterdiği gibi, giderek daha da zorlaşıyor.

Dahası sorun Yunanistan’la da sınırlı değil. Başka ülkeler de var. Örneğin, İspanya’nın ekonomisi daralmaya başladı. İtalyan ekonomisi de durgunlukta, Portekiz ekonomisi de iki dönem toparlanma işaretleri verdikten sonra yeniden durgunluğa girdi (Bloomberg, 12/02/). Yunanistan krizi bu ülkelere “bulaşırsa” sıranın Belçika’ya, Avusturya’ya gelmesi bekleniyor (Wall Street Journal, 13/02).

Hemen tüm ekonomik yorumcular, ısrarla emek maliyetlerinin yüksekliğinden yakınıyorlar. Önce, kurtarma paketleriyle mali sermayenin yükü devletlerin hazinlerine aktarılmıştı, şimdi buradan da emekçi sınıfların sırtına aktarılmak isteniyor. Bu küreselleşme döneminde bir kez daha gördüğümüz gibi, mali (en akıcı, en hızlı hareket eden) sermaye, dünya ekonomisi ulusal ekonomik-toplumsal birimlerden oluşmuyormuş gibi davranıyor, herkesin piyasanın mantığına uymasını istiyor. Şimdi de aynı refleksle sorunu salt bütçe disiplini, maliyeti de salt matematik bir hesap olarak görmek istiyor; bu yaklaşımın beraberinde getireceği siyasi sorunların ayırdında değilmiş gibi davranıyor. Birincisi, bütçe disiplini için, emek kazanımlarının daha da tırpanlanmasına emekçilerin şiddetle direneceğini, hükümetlerin, siyasilerin bu tepkilere uygun olarak ayak sürüyeceğini, yan çizeceğini görmek istemiyor. İkincisi, diyelim ki mali sermayenin baskısı başarılı oldu, sosyal harcamalar kısıldı, ücretler düşürüldü, maliyet düşürücü tensikatlara gidildi. Peki, o koşullarda, sanayi sermayesinin talep yetersizliği (kapasite fazlası) sorunu daha da ağırlaşmayacak mı? Sanayi sermayesi uluslararası mali sermayenin arzularının sonuçlarına katlanacak mı? Katlanmamaya karar verirse bunu, ulusal sınırların, denetimlerin güçlenmesi, iç talebe dayanma çabası izlemeyecek mi? Bunların Avrupa Birliği açısından ifade edeceği anlamı ayrıca vurgulamaya gerek var mı?

Siyasi liderlik mi? ‘üç salaklar mı?’

Avrupa Birliği’nin bu krizden parçalanmadan çıkabilmesi için, merkezileşmenin güçlenmesi, birliğin derinleştirilmesi, daha homojenleşmiş bir ekonomik, yasal yapıya ulaşılması gerektiğini savunanlar da var. O koşullarda, bu büyük ekonomi düzenlenebilir, bölgeler (ulus devletler artık gerçekten anlamsızlaşmaya başladığından) arası kaynak aktarımları gerçekleştirilebilir. Ama bu yöndeki gelişmeler de umut verici değil. Öncelikle, siyasi birliğin gerçekten ilerleyebilmesi için AB içindeki hegemonya, liderlik sorunlarının gerçekten aşılması gerekiyor, bürokratik manevralarla, kimsenin benimsemediği anayasa benzeri belgelerle değil. Lizbon anlaşmasından sonra ortaya çıkan duruma bakmak yeter.

Güçlü bir idari liderlik oluşturmayı amaçlayan bu anlaşmadan sonra, birilerinin “üç salaklar” diyerek nitelediği (Doug Bandow, The National Interest, 10/02) bir durum oluştu. Birincisi, Lizbon Anlaşması’nın getirdiği AB Konseyi Başkanlığı’dır. İkincisi hâlâ geçerli olan, altı ayda bir üye ülkeler arasında değişen Avrupa Birliği Başkanlığı. Üçüncüsü de halen Barroso’nun oturduğu Avrupa Komisyonu Başkanlığı. Şimdi bunların kendi aralarında bir nüfuz alanı kavgası vermekte olduğu aktarılıyor. Times, Daily Telegraph gibi gazetelerin yorumları, başından beri ilişkilerini daha fazla derinleştirme konusunda isteksiz davranan İngiltere’de, bu mali krizle birlikle, AB karşıtı kesimin sesinin daha da yükseldiğini gösteriyor. Dahası, İngiltere’nin AB’nin daha ileri bir siyasi birliğe gitmesini engellemek için elinden geleni yapacağını, bu durumun da, Polonya gibi AB merkezindeki, Almanya-Fransa ikilisine kuşkuyla, hatta korkuyla bakan ülkelerin direncini daha da arttırmasını bekleyebiliriz. ABD’nin de, AB’nin, Çin’i ve Rusya’yı, kendisine karşı, dengeleyici unsur olarak kullanabilecek ayrı bir siyasi odağa dönüşmesinden kaygı duyduğunu biliyoruz.

AB’nin bu krizi aşabilmesinin yolu, Papandreu’nun yakındığı çoksesliliğinin ortadan kalkması, Almanya’nın inisiyatifi ele alarak krizde olan ülkelere mali destek vermesi (Wolf, Financial Times, 09/02), yükün bir kısmını üstlenmesi, kendi ülkesinde talebi körükleyerek AB ekonomisinin lokomotifi olmayı kabul etmesi gerekiyor. Almanya’nın bu işlevi üstlenmeye başlamasıysa, Yunanistan, Portekiz, İspanya hatta İtalya gibi kırılgan ekonomilerin üzerinde söz sahibi olması, bu ülkelerin emekçi sınıflarının tepkilerini göğüslemesi anlamına gelecek. AB projesinin yola çıkarken en önemli amacı, Almanya’nın yeniden bir hegemonya macerasına çıkmasını engellemekti. Şimdi projenin yaşaması için Almanya’nın hegemonyası gerekiyor. İroniye bakar mısınız?

Wednesday, February 10, 2010

Kriz ‘Ben Hâlâ Buradayım’ Dedi

Davos toplantılarını izlerken, anlaşılan “dünya ekonomisinin ve siyasi düzeninin karşı karşıya olduğu sorunlar, gündelik medyada yansıtılanlardan çok daha ağır ve kaygı verici” diye düşünmüştüm. Geçen hafta medyanın gündemini dolduran konular, dünya ekonomisinin zirvesinde ve dümenindekilerin, Davos’ta dile getirdikleri kaygılarında haklı olduklarını gösteriyordu.

Sıradan bir ekonomik durgunluktan farkını vurgulamak amacıyla, “bu kriz o kriz” derken, ekonomik ve siyasi sorunların (risklerin) kesişerek oluşturduğu, özel bir “durum”la karşı karşıya olduğumuzu vurgulamak istiyordum. Geçen hafta, medyanın gündemi tam da böyle bir “durumu” yansıtıyordu. Borsalar aniden sarsıldı, Avrupa Birliği’nin geleceği, ABD’nin bütçe açığı mali piyasalarda spekülasyon konusu oldu, egemen büyük güç ABD ile yükselen büyük güç Çin arasındaki gerginlik aniden su yüzüne çıkarak tırmanmaya başladı. Bu sırada egemen kriz yönetim biçimi neo-liberalizme karşı, işçi sınıfının Türkiye’de ve Yunanistan’da ülke çapında gerçekleştirdiği direnişler, “Yunanistan yönetilemiyor mu”, “Sırada Portekiz mi var” sorularıyla birlikte sınıf mücadelesinin siyasi ikliminin de değişmekte olduğunu gösteriyordu. Kısaca, kriz, “ben buradayım” diyordu.

Ekonomik riskler yine gündemde

Geçen hafta perşembe günü, Dow Jones, S&P 500 indeksleri, yüzde 2.6 ve yüzde 3.1 geriledi, Dow Jones kasımdan bu yana ilk kez 10.000’in altına indi. Ancak esas büyük sallantı Avro bölgesinde ve iflası konuşulan ülkelerden alacaklı büyük bankaların piyasalarında yaşanıyordu. Borsalar yüzde olarak İngiltere’de 2.6, Fransa’da 2.9, Almanya da 3.4, İspanya’da 5.5, Portekiz’de 5.3, Yunanistan’da 3.3 düştü; buna karşılık kredi sigortaları (CDS) bir günde Portekiz’de 28, İspanyada 12, Yunanistan’da 21 puan yükseldi. Asya piyasaları da bu süreci izleyerek cuma günü yüzde 2.5 ile 3.4 arasında değer kaybettiler. Cuma günü bu hava büyük ölçüde devam etti, günü 10.000’in altında geçiren DJ kapanmaya yakın yüzde 0.1’lik bir hamleyle 10.012’ye çıkabildi. Ancak Avrupa piyasaları gerilemeye devam etti. Yüzde olarak, Londra 1.53, Paris 3.4, Frankfurt 1.79 düştü. İspanya, Portekiz ve Yunanistan borsalarının haftalık kaybı sırasıyla yüzde olarak; 7.7, 7.4 ve 8.3 oldu.

Geçen haftanın ikinci yarısında, uluslararası medya yeniden 2007/2008 günlerini anımsatan bir dille konuşuyordu. Ülke iflaslarından (borçlarını ödeyemez duruma düşmelerinden), Yunanistan sorununun bulaşıcılığından, Avro bölgesinin çözülme olasılığından söz ediliyordu. Bu sırada ABD’den gelen işsizlik verilerinin, 2007 sonundan bu yana toplam iş kaybının 8.4 milyona ulaştığını göstermesi, piyasalardaki tedirginliği arttırıyordu. Cuma günü işsizlik verileri oranının ocak ayında yüzde 10’dan yüzde 9.7’ye gerilediğini gösteriyor olması da, iş aramaktan vazgeçenlerin sayısındaki artışlar göz önüne alındığında piyasaların moralini pek fazla yükseltemedi. Asya’daysa, Çin’in para politikasında daraltıcı uygulamaların başladığına ilişkin gözlemler etkili oluyordu. Yatırımcı durgunluktan çıkışın gecikeceğini, Davos’ta dile getirilen “yılın ikinci yarısına ilişkin kötümser beklentileri” de düşünerek metaları, enerji kâğıtlarını satarak dolara dönüyor, bu dönüş, Avro’dan kaçışla birleşerek dolarda görülen güçlenmeyi destekliyordu. Dolar yükselirken milyarlarca dolarlık “Carry Trade” (dolarla borçlanıp yatırım yapmak) piramidi sallanmaya başlıyordu. İki gün boyunca dünya ekonomisindeki ekonomik riskler kendilerini yeniden çok güçlü bir biçimde hissettirdiler.

Siyasi riskler de...

Davos’ta dile getirilen siyasi risklere ilişkin kaygılar da geçen hafta gündemdeydi. Bu kaygılar üç risk alanında odaklaşıyordu. 1- ABD’de işsizlikle bütçe açıkları yüzde 10’larda dolaşırken, Çin’in yüzde 10 düzeyinde büyümeye devam etmesi, ABD’de korumacılık eğilimlerini güçlendirebilir; 2- Pasta küçülürken, işsizlik büyürken halkın banka kurtarmalara yönelik kızgınlığı artıyor. Hükümetler bu basınca nasıl cevap verecek? 3- Mali olarak zayıflamış bir “süper güç”, “çok kutuplu” bir dünyanın tepesinde durmaya çalışıyor.

Bu bağlamda, geçen hafta, ABD’nin Tayvan’a 6 milyar dolarlık silah satış anlaşmasına Çin’in beklenenden çok daha sert bir dille tepki vermesiyle dikkatler ABD-Çin ilişkileri üzerinde yoğunlaşınca ortaya kaygı verici bir görüntü çıktı. Bu silah satışına tepki olarak ABD ile askeri temasları kesebileceğini, ilgili ABD şirketlerine yaptırım uygulayabileceğini vurgulayan, Obama’nın Dalay Lama ile planlanan görüşmesinin iptal edilmesini isteyen Çin, uluslararası ilişkilerde giderek daha kararlı, kendine güvenli davranıyor; İran’a yeni yaptırımlar uygulanmasına açıkça karşı çıkıyor. Pasifik Okyanusu’nda kalıcı askeri üsler oluşturmayı gündemine alan Çin, geçen hafta balistik füzeleri vurmayı gerçekleştiren bir füze sistemini başarıyla denedi. “Pekin Mutabakatı” denen ekonomik model de özellikle gelişmekte olan ülkeler arasında giderek daha çok ilgi çekiyor.

Buna karşılık ABD’nin Çin’e karşı Tayvan ve Tibet kartlarını kullanmaya kararlı olduğu anlaşılıyor. Dahası geçen hafta açıklanan Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme (QDR) raporu, giriş bölümündeki, “diğer ülkelerin askeri modernleşme programları” nitelemesiyle, Çin’i uzun dönemde en önemli rakip olarak saptıyordu. Bu bağlamda, öncelikle Çin açısından iki kaygı verici gelişme söz konusu. Birincisi, QDR, hava-deniz kuvvetleri işbirliğine dayalı yeni bir savaş planını gündemine alıyordu. İkincisi, ABD dünyanın herhangi bir noktasındaki bir hedefi bir saat içinde vurabilecek bir konvansiyonel Acil Küresel Vuruş (C-PGS) sistemi geliştiriyordu (The Asia Times, 04/02). Bu sistemle ABD, Çin’in nükleer silahlarını yerinde imha etme olasılığına kavuşmayı amaçlıyordu. Geçen hafta medyada ABD’nin Körfez ülkelerine, ABD silah sistemleriyle eşgüdüm içinde çalışacak füze savunma sistemleri yerleştirmeye, Körfez’deki deniz gücünü arttırmaya başladığına, böylece, İran’a karşı Bush döneminin saldırgan politikalarına geri döndüğüne ilişkin yorumlar da dikkat çekiyordu.

Resesyondan çıkışın yavaş, büyük kamu borçları, bütçe açıklarıyla, işsizlikte bir azalma getirmeden yaşanıyor olmasının ilk toplumsal, siyasi sonuçlarını Yunanistan’da görüyoruz. Yunanistan’da yaşanan mali krizin, toplumsal gerginliklerin giderek benzer sorunları içeren Portekiz, İspanya ve İtalya gibi ülkelere de sıçrayarak, AB’nin bütünlüğünü tehdit edeceğine ilişkin yorumlara da gittikçe daha çok rastlıyoruz. ABD’ye bakınca, The Economist’in işaret ettiği gibi, Avrupa ülkelerinde görünen otomatik düzenleyicilerin (refah devleti kurumlarının) olmaması, toplumsal muhalefeti yumuşatmak açısından önemli bir eksiklik yaratıyor, siyasi iklimin sertleşeceğini haber veriyor.

Tarihte, kimi konjonktürlerde, uluslararası gerginliklerle ülke içi toplumsal gerginlikler arasında çok zehirli bir ilişkinin şekillenebildiğini biliyoruz. Yönetici seçkinler, ülke içinde artan huzursuzluğun hedefi olmamak için milliyetçilik üzerinden uluslararası gerginlikleri kullanabiliyorlar. ABD-Çin ilişkisinde olduğu kadar, AB sürecinde de bu süreci gündeme getirebilecek gelişmelerin başladığı söylenebilir.

Thursday, February 04, 2010

‘Yeni Normal’ - II

Davos tartışmaları “Yeni Normal”in 30 yıllık alışkanlıklarda önemli değişiklikleri zorlayacağını düşündürüyor.

Örneğin, Davos’ta 30 Ocak günü yapılan “Küresel Ekonomiye Bakış” başlıklı, küresel ekonominin en ağır toplarını bir araya getiren panelde, “ihracata dayalı büyüme modeli” sürdürülemez, “kapasite fazlası” çok ciddi bir sorun,“bankaları denetlemek gerekir” gibi konularda adeta bir mutabakatın oluştuğu söylenebilir. Diğer bir deyişle, geçen 30 yılın neo-liberal küreselleşme modelinin ihracat ve finansallaşma gibi iki temel bileşeni artık, bizzat dünya ekonomisinin zirvesindekiler tarafından sorgulanıyor.

İç pazara dönüş...

“Küresel Ekonomiye Bakış” panelini, dünyada iş çevrelerinde en çok saygı duyulan ekonomi yazarı olarak anılan Martin Wolf (Financial Times) yönetiyordu. Panel, Deutsche Bank Yönetim Kurulu Başkanı Ackerman, ABD Ulusal Ekonomik Konseyi Başkanı, Obama’nın başdanışmanı Summers, Fransız Ekonomi Bakanı Lagarde, IMF Direktörü Straus-Khan, Çin Merkez Bankası Direktör Yardımcısı Zhu Min, Hindistan Ulusal Planlama Komisyonu Başkanı Ahluwalia, Japonya Ulusal Politika Bakanı Sengoku’dan oluşuyordu.

Wolf açış konuşmasında, “Batı modelinin gözden düştüğünü” vurguladı. Straus-Khan ekonomik büyümenin farklı hızlarda ilerlediğini, çok kırılgan olduğunu, devlet desteğinin çekilmesinin zamanlamasının büyük riskler taşıdığını, ülkeler arası eşgüdüm yokluğunu vurguladı. Lagarde’a göre, mali desteği çekme zamanı ve bankaların toparlanmasının zamanıyla halkın bankacılara kızgınlığının artış hızı arasında bir uyumsuzluk vardı. Diğer bir deyişle halkın sabrı taşıyordu...

Ahluwalia, “Yeni normal bize büyüme için gerekli ihracat pazarını sunamayacak, bu yüzden iç talebe, özellikle altyapı yatırımlarına dayanmayı planlıyoruz” dedi. Sengoku da dış talebe dayanmaya çalışmamanın, iç tüketimi güçlendirmenin önemini vurguladı. Martin Wolf araya girerek, bugüne kadar küresel büyümenin yüzde 72’sinin ihracata dayalı ülkelerden kaynaklandığının altını çizdi. Zhu-Min, gelir dağılımını, sosyal güvenlik ağını, eğitim ve sağlık yapılarını güçlendirerek iç talebi teşvik etmekte olduklarını söyledi. Zhu-Min’e göre “ihracata dayalı büyüme sürdürülemez noktaya gelmişti”.

Summers, “ihracata bağımlı ülkelerin ihracata devam etmek istediklerini ancak borçlu ülkelerin borçlarını azaltmayı planladıklarını” hatırlatırken, ihracata dayalı modelin önünün tıkandığını vurgulamış oluyordu. Straus-Khan da ABD daha az tüketiyor, Çin iç pazara daha çok dayanıyor; “krizden sonra yeni bir büyüme modelimiz olacak” diyordu.

Tehlikeli sularda…

Panelistlerin iç pazara dönüş eğilimine ek olarak, mali sermayenin, yeni kurallarla ve Tobin vergisi (mali işlemlerden vergi) benzeri bir önlemle denetlenmesi, sınırlanması gerektiğinde de anlaştıkları anlaşılıyordu. Sengoku bu talebi açıkça dile getirdi. Wolf, “Fransa ile aynı görüştesiniz” dedi.

İç pazara dönüş, mali sermayenin gücünün kırılması gibi olasılıklar, kapasite fazlası sorunuyla birleşince, uluslararası piyasalarda rekabet sertleşirken korumacılık eğilimlerinin artacağını düşündürüyor. Tüm konuşmacılar, kapasite fazlasının yükünden yakındılar. Özellikle Çin, demir-çelik sektöründe, Avrupa’nın tüm üretim kapasitesine eşit bir kapasite fazlası olduğuna “korkutucu bir durum” nitelemesiyle değinildi. Zhu-Min de ağır sanayi yatırımları büyüme hızı yüzde 22 düzeyindeyken hafif sanayi yatırımları büyüme hızının yüzde 12 düzeyinde kalmasının getirmekte olduğu basınca işaret etti.

Bu tartışmaların, geleceğe ilişkin daha da korkutucu senaryolara işaret eden boyutu da refah dağılımında yaşanması beklenen gelişmelere ilişkindi. Tüm konuşmacılar, dünya ekonomisinin dengelenebilmesi için Batı’da özellikle ABD’de tüketimin kısılması, buna karşılık Doğu’da artması gerektiğine işaret ettiler. Bu, merkez ülkelerin halklarının yoksullaşmayı kabul etmeye zorlanması anlamına geliyor. Merkez ülkelerin halkları yoksullaşmayı kabul etmedikleri takdirde, oluşacak siyasi basınç, kapasite fazlası sorunu, iç pazara dönüş eğilimi ile birleşince, korumacılığın, dış pazarlara, kaynaklara ulaşma çabasının (emperyalizmin) güçleneceği anlamına geliyor.

Mali sermayenin temsilcisi olarak Ackerman’ın konuşması madalyonun öbür yüzünü oluşturuyordu. Ackerman’a göre “kimi sektörlerde daralmanın yüzde 40’lara ulaşması, yüzde 7-8 büyüme hızının bizi kriz öncesi noktaya götüremeyeceğini gösteriyor; varlık enflasyonu sürüyor, gayrimenkul fiyatları hâlâ çok yüksek, Carry trade, devlet iflası riskleri artıyor. Bu yüzden mali piyasalar çok tedirgin. Ackerman, “tek bir süper gücün çok kutuplu bir dünyayı denetlemeye çalışıyor olmasının, piyasalarda dalgalanmaları arttıracağını” düşünüyor.

Wednesday, February 03, 2010

Davos ve ‘Yeni Normal’

Davos toplantılarını 1990’ların başından bu yana izliyorum. Tabii ki oraya giderek değil… Önceleri yalnızca gazetelerden, sonra da internet üzerinden… Ama hiç bu yıl olduğu kadar açık sözlü, gerçek tartışmalara şahit olmamıştım. Özellikle ilk gün yapılan, “Yeni Normal” ve “Bir Sonraki Kriz” konulu paneller çok aydınlatıcıydı. Bu iki panelde, Roubini, Rogoff, Rajan, Takenaka (Japonya), Zhu Min (Çin), ABD Demokrat Parti’den sendikaların sesi olarak bilinen Frank Barney, Carlyle Grubu’nun kurucusu ve müdürü David M. Rubenstein tartışmalara derinlik kattılar.

Anladığım o ki, dünya ekonomisinin ve siyasi düzeninin karşı karşıya olduğu sorunlar, gündelik medyada yansıtılanlardan çok daha ağır ve kaygı verici. “Küresel büyüme için Yeni Normal nedir” sorusu bu kaygıların ürünü. Bir taraftan bir dönemin, kuralları, alışkanlıkları, açıklayıcı söylemleriyle birlikte geride kaldığında hemen herkes anlaşıyordu. Diğer taraftan yeni kurallar, standartlar, söylemler henüz oluşamamıştı. Üstelik hemen hemen kimse krizin geride kaldığına inanamıyor; çok gerçekçi nedenlerle, yılın ikinci yarısında yeni sarsıntılar, hatta ikinci bir gerileme dalgası bekliyor. “Bundan sonraki küresel kriz ne olacak” sorusu da bu beklentilerle ilgiliydi.

İkinci tartışmaya katılanlardan Financial Times’ın finans sayfaları editörü Gillian Tett’in “Finansal kriz ekonomik makineyi sınava soktu, şimdi siyasi makineyi sınava sokuyor. İkinci sınav da birincisi kadar düş kırıklığı yaratacak” sözleri, iklimi çok iyi yansıtıyordu.

Düşük büyüme yüksek işsizlik

Tartışmalardan, dünya ekonomisinde, ama özellikle gelişmiş ülkelerde, uzun bir süre için “Yeni Normal”in, tarihsel ortalamaların altında bir büyüme hızı, yüksek işsizlik oranları olacağı anlaşılıyor. Tartışmacıların anlaştıkları bir diğer nokta da, bu yılın ikinci yarısında ekonomik toparlanmanın aksamaya başlayacağına ilişkindi. Hükümetlerin ekonomik desteklerinin sonuna geliniyordu, gündemde yeni genişleyici önlemler yoktu. Bu bağlamda, ekonomist Heizo Takenaka iki dipli “W” tipi bir resesyon olasılığının güçlü olduğunu vurgularken Roubini, toparlanmanın “V” değil “U” tipi olduğunu söylüyordu.

Michael J. Elliot’un şirketinin, 52 ülkede 1200 CEO’yu kapsayan anketinin sonuçları da iyimser değildi. CEO’ların yüzde 25’i yeni işçi alabileceklerini söylerken yüzde 25’inin yeni işçi almaya niyeti yokmuş. CEO’ların hepsi, devlet müdahalesi, korumacılık risklerinin, maliyet unsurlarının öneminin artmakta olduğundan yakınıyorlarmış.

Hemen tüm tartışmacılar, gelişmekte olan ülkelerin piyasaları, büyüme oranları konusunda iyimser olduklarını vurguluyorlardı. Ancak, ABD, AB ve Japonya’nın toplam üretimi 40 trilyon dolara ulaşırken Çin’in 4 trilyon dolar düzeyinde dolaşması, toparlanmanın öncelikle merkez ülkelerin performansına bağlı olduğunu gösteriyordu. Merkez ülkelere bakınca da, tüketimin zayıflamaya devam ettiği, kapasite kullanımının yüzde 70’lerde süründüğü, kredi piyasasındaki sıkışıklığın açılmadığı, kaldıraçlı borçların hâlâ çok yüksek düzeyde olduğu görülüyordu.

Carlyle Grubu’nun CEO’su David Rubenstein, “Beni en çok üç ‘D’ (debt, deficit, dollar - borç, açık, dolar) korkutuyor” diyordu. ABD’nin toplam borçlarının 14 trilyon dolara, finansal karşılıkları henüz bulunamamış sosyal harcamaların yükümlülüklerinin 41 trilyona ulaştığına işaret ederek, bu koşullarda doların geleceğinin çok riskli olduğunu vurguluyordu.

Raguran Rajan, “Gelişmekte olan ülkeler geleneksel olarak borçlu hükümetler, gevşek para politikası, piyasa ekonomisine, özel sektöre yönelik kuşku ve kutuplaşmış seçmen özellikleriyle tanımlanırdı. Ancak bugün bu özellikleri gelişmiş ülkelerde görüyoruz” diyerek, çok önemli bir noktaya değindi. Rajan’a göre, Davos’ta her zaman çözüm mültilateral (global) olacak denirdi, ama gerçekte bugün işbirliği çok zordu ve çözümlerin ulusal zeminde şekillenmesi gerekiyordu. Eğer bu çözümler şekillenemezse küreselleşemeden geri gidilebilirdi.

‘Sert güç’ önemli

Bir Sonraki Kriz” tartışmalarında (ki “Yeni Normal” tartışmalarıyla arasında organik bir bağ olduğu söylenebilir) üç kriz kaynağı olasılığı üzerinde duruldu: Devletlerin borçlarını ödeyemez duruma düşmesi, çok fazla düzenleme, korumacılık. Üç konuşmacı, bu kriz olasılıklarını kısaca savundular; üç konuşmacı da bu savunmaları sorguladı. Sonunda salonda yapılan oylamada kamu borçları sorunu yüzde 50.7, korumacılık yüzde 37 destek alırken düzenleme korkusunun yüzde 12’de kaldığı görülüyordu.

Borç ödeme zorluğunun olası etkilerini açıklarken Rogoff önce, tarihte her büyük mali krizi bir devlet iflası olayının izlediğini anımsattı. Sonra devletlerin bu borçları ödeyebilmek için kemer sıkma politikalarına yöneleceklerini, bunun da yüksek işsizlikle birleşince ciddi siyasi krizlere yol açabileceğini vurguladı. Bu, “Yeni Normal” toplantısında Rajan’ın “ekonomik belirsizlik” döneminden sonra şimdi de siyasi belirsizlikler dönemine giriyoruz” saptamasıyla uyum halindeydi.

Kamu borçları ile ilgili tartışmada, Senatör Barney’in, “savunma harcamalarını kısarak kaynak yaratabiliriz” önerisine, tartışmaya salondan katılan Ian Bremmer, “Doğal kaynaklar üzerinde rekabetin sertleşiyor olması, ‘sert gücün’ öneminin azalmayacağını gösteriyor” diyerek itiraz etti. Bir izleyicinin, “ABD’nin elinde büyük topraklar ve doğal kaynaklar var, neden bunları satarak borçlarını ödemiyor” sorusuna karşılık Carlyle’in CEO’nun ulusal güvenlik, stratejik nedenler sayarak verdiği “olacak iş değil” cevabı, bu politikaları gelişmekte olan ülkelere dayatanların gündemini sergilemesi açısından ibret vericiydi…

Financial Times’dan Gillian Tett de bu tartışmaya, “Önümüzdeki dönemde en önemli sorunlar, sıkıntıları nasıl dağıtacağız, küçülmekte olan pastayı nasıl paylaşacağız, sorularından kaynaklanacak” saptamasıyla katıldıktan sonra “ABD’nin bu konularda hiç deneyimi yok” diyerek çok önemli bir noktaya dikkat çekti.

Her iki toplantıda, konuşmacıların (küresel kapitalist sınıfın temsilcileri olduklarını anımsamakta yarar var) hükümetlerin popülist politikalara yönelmesinden korktuklarını belirtmesi, bir konuşmacının popüler beklentiler kadar “duyarlılık da önemli” uyarısı çok anlamlıydı. Çünkü, duyarlılıktan kastedilen piyasa oyuncularının (kendi sınıfının) duyarlılığıydı. Bir başka konuşmacının, “Kapitalizmin temel taşı hisse senedi sahipliğidir, ama henüz kriz bizi yeterince cezalandırmadı” sözleri de anlamlıydı.

Tartışmacılarda şöyle bir kaygının egemen olduğu görülüyordu: Demokrasi çok önemli; ancak demokrasi için kamuoyu önemli; kamuoyuysa finans kesiminden nefret ediyor… Kamuoyu hükümetlerin bir şeyler yapmasını bekliyor. İşsizlik artarken, hükümetler halklarının, su, gıda gibi temel gereksinimlerini karşılamakta zorluk çekmeye başlarlarsa, korumacılığın gündeme gelmesi kaçınılmaz. Dahası, uluslararası düzeyde işbirliği değil rekabet gündemde ve ortada bunu aşabilecek bir liderlik yok.

Rogoff, “Esas sorun büyümenin düşük düzeyde kalması olacak. Bize yapısal büyüme gerekiyor” diyordu. Ben kendi hesabıma, bu saptamayı (tartışmaları) “kriz içinde toparlanma olabilir ama, sermaye birikim sürecinin yapısal bir istikrar kazanacağı noktadan çok uzağız; önümüzde, mali krizler, sert sınıf mücadeleleri, uluslararası gerginlikler ve sömürge savaşları var” olarak okuyorum…