Tuesday, October 27, 2009

Berlin Duvarı’nın Yıkılışının 20. Yıldönümünde…

1980’lerde kapitalist sistemin, Reagan-Thatcher ikilisinde ifadesini bulan önderliğinin iki arzusu vardı: ‘Şeytan imparatorluğu’nun (SSCB) yıkılması, “serbest piyasa” modelinin küreselleşmesi...

Bu arzular, SSCB’nin ve de 1929 krizi sonrasında mal ve finans piyasalarına getirilen kısıtlamaların artık olmadığı bir dünya tasarlayarak, adeta bir nihai kurtuluş fantezisi oluşturuyordu. Diğer bir deyişle, peygamber (serbest piyasa) ikinci kez gelecek, aynı anda şeytan (“komünizm”) tarih sahnesinden çekilecekti…

Ah! Ama şeytan, “Arzuladığın şeye çok dikkat et. Bakarsın gerçekleşebilir” dermiş. Psikanaliz de, “fantezi gerçekleştiğinde ortaya çirkin bir şey çıkar” diyerek uyarır. Ekim ayı, bu uyarıları haklı çıkaran olaylarla doluydu.

Yüzyılın en büyük düş kırıklığı...

Bu arzular (kurtuluş fantezisi), 1989 Ekim ayında gerçekleşmeye başladı. O yıl Çin’de Tiananmen Meydanı katliamı yaşanıyor, tüm Doğu Avrupa’da rejimler sallanıyordu. 9 Ekim’de Doğu Almanya’nın Leipzig kentinde Nikola Kilisesi önünde başlayan gösteriler giderek ivme kazandı. 18 Ekim’de de Başkan Honecker istifa etmek zorunda kalınca, Doğu Alman devleti çözülmeye başladı. SSCB’nin 1991’de çöküşüyse “komünizmin” sonunu vurguluyor, uluslararası sermayenin kullanımına yeni alanlar açıyordu. Tüm dünyada birkaç yıl içinde egemen hale gelen “küreselleşme” ideolojisi ise ikinci arzunun da gerçekleşmeye başladığını gösteriyordu.

Şimdi filmi hızla ileri doğru sararak bugüne gelelim. Bu yıl, ekim ayında, bu iki arzunun / fantezinin gerçekleşmesinin 20. yıldönümünde, artık medyada olağan hale gelen düş kırıklığı, kızgınlık, hatta tiksinti görüntüleri, şeytanın haklı çıktığını göstermiyor mu?

Küresel serbest piyasa kurma projesi, “yüzyılın en büyük mali krizi” denen ‘şeye’ yol açtı. Mali piyasaların sihirbazları, “dünyanın yeni efendileri” aniden toplum vicdanında suçlu, sahtekâr, açgözlü sapkınlar konumuna düştüler. Geçen yıl Wall Street’in ikramiye dağıtma döneminde, Prof. Dominique Moisi, ABD bankerlerine, Fransız devrimi öncesi aristokrasinin içine düştüğü “gafleti” boşuna anımsatmaya çalışıyordu. Yozlaşan her egemen sınıfın üyelerinde olduğu gibi, bu kez de küstahlıkla aptallık yine el ele gidiyordu. Önceki hafta, “krizin” ortasında, bankacılara yönelik nefret zirve yaparken çalışanlarına 16 milyar dolar ikramiye dağıtan Goldman Sachs’ın Genel Müdürü “Halk bu ikramiyeleri hoşgörüyle karşılamayı öğrenmelidirdeyiverecekti (The Guardian 21/10/09).

İlk anda krizin faturasını, açgözlü bankerlere çıkararak, serbest piyasa modelini aklama çabaları, devlet devreye girip de kurtarma operasyonlarına başlayınca, yerini, giderek ivme kazanan bir neo-liberalizm, serbest piyasa eleştirisine bırakmaya başladı.

Financial Times gibi yayınlarda, mali sermayenin denetlenmesi, kurala bağlanması konuşulurken İngiltere’de Finansal Hizmetler Denetim Kurulu’nun (FSA) başkanı (daha önce Standard Chartered ve Meryll Lynch yönetim kurulu üyesi- ‘döner kapı’ sistemi işte…) Lord Turner’in, bankacıların yıllık yemeğinde konuşurken, “Geçtiğimiz yıllarda bankaların geliştirdiği kimi etkinlikler (krizde patlayan enstrümanları kastediyor), toplumsal olarak yararsızdır” sözleri dinleyicilerde şok etkisi yaratmıştı. Geçen hafta da İngiltere Merkez Bankası guvernörü, bankaları kurtaran mali desteğin yarattığı kamu borçlarını vurgulayarak “tarihte hiçbir zaman bu kadar az insan, bu kadar çok insana bu kadar çok borçlanmamıştı” diyecek, büyük bankaların parçalanmasını, diğer bir deyişle mülkiyete siyasi müdahaleyi savunacaktı.

Şimdi, piyasaların kendiliğinden dengeye geldiğini, buna karşılık devletin dengeyi bozduğunu savunanların akıl sağlığından kuşku duyuyoruz. “Serbest piyasa” fantezilerine kapılanlar büyük bir düş kırıklığı yaşıyorlar.

Emperyalizm mi dediniz?

“Küreselleşmeci” savların iflası, mali sermaye - devlet ilişkilerinin, mercek altına alınması insanların tarihsel hafızalarını da canlandırarak bir seri başka “düş kırıklığı”na da yol açıyor.

New York Times’ın “Emperyalizm, Goldman Sachs Tarzı” başlıklı yazıda aktardığına göre, önceki hafta, Bart College’de, bir grup siyaset bilimci, felsefeci, ekonomist, “Hannah Arendt’in emperyalizm tartışmaları, mali krize ışık tutabilir mi?” başlıklı panelde bir araya gelmişler. Panelde, Arendt’in emperyalizmden söz ederken yaptığı, “siyasi güce yapılan yatırım, paraya yapılan yatırımın önünü açmıyordu. Aksine siyasi güç ihracı, para ihracını izliyordu” … “1860-1870’lerin mali skandallarından sonra, uzak diyarlardaki yatırımlarını koruma gereksinimi, kapitalistleri, tarihte ilk kez girişimlerini siyasi güce dayanarak, devlet eliyle güvence altına alma yoluna itmişti” saptamaları üzerinde durulmuş.

Bu panel, sermaye ihracı ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi vurgularken muhafazakâr tarihçi Niall Ferguson, İngiltere’nin en muhafazakâr gazetesi, The Daily Telegraph’daki yorumunda, mali sermayenin tekelleşme eğilimiyle, kriz arasındaki ilişkiyi anımsatıyordu. Ferguson’un, “geçen yıl yaşananlar Marksizm-Leninizmin, ‘Finans kapitalin gittikçe artan yoğunlaşması sonunda krize yol açar. Bunu da banka sisteminin devlet mülkiyetine geçmesi izler’, diyen merkezi savlarından birini, gecikmeyle de olsa kanıtladı” (09/10/09) saptaması özellikle anlamlıydı.

Paneldeki tartışmaları, Ferguson’un saptamalarıyla birleştirince, Lenin ve Bukharin’in kurduğu modern emperyalizm teorisinin bileşenlerine ulaşıyoruz: Tekelci mali sermaye, sermaye ihracı, ihraç edilen ülkedeki çıkarını korumak için devlet müdahalesi...

“Şeytan imparatorluğunun” yıkılmasının sonrası da ilginç. ABD’nin tek süper güç, “sermayenin küresel devleti” konumuna ulaşma rüyası giderek, “ABD sonrası dünya” kâbusuna dönüşüyor. Afganistan, Irak fiyaskolarının yanı sıra, küresel serbest piyasa projesi sayesinde yükselen (ironiye bakar mısınız!) Çin, Brezilya, Hindistan, Rusya gibi ülkeler artık ABD’nin iradesine sınır koyabiliyorlar. “Duvar” yıkıldı, ama Almanya birleşerek dünyanın en büyük ihracatçısı, AB’nin merkezi olarak yükseldi, giderek “normal” (uluslararası alanda askeri güç kullanmaya hazır) bir ülkeye dönüşüyor. İçine kapalı SSCB yıkıldı, ama bu kez, enerji jeopolitiğinde etkin, Çin ve diğer Asya ülkeleriyle birlikte, ABD karşıtı bloklar kurmaya çalışan, sermaye ihraç eden bir Rusya şekillendi. Küresel serbest piyasa projesi, finansallaşma tüketimi daha önce görülmemiş düzeylerde hızlandırarak, hem mali krizi hazırladı, hem de geçtiğimiz 20 yılda karbondioksit üretimini iki kat arttırarak ekolojik bir krizi…

Dahası, ABD’nin komünizme ve ulusalcılığa karşı beslediği siyasal İslamın önü, iki bloklu dengenin kalkmasıyla oluşan boşlukta, neo-liberalizmin, küreselleşmenin kültürel etkileriyle açıldı.

Serbest piyasa ve seçimleri demokrasi, küreselleşmeyi de yeni dünya düzeni sananlar bir süredir akıl sağlıklarını, “realiteyi yadsıma” yoluyla korumaya çalışıyorlardı. Yukarda değindiğim iki “fantezinin” “gerçekleşirken” ortaya çıkardığı görüntü, bu realiteyi yadsıma yolunu da hızla kapatıyor.

Komünizme gelince, geçen yüzyılın deneylerinin başarısız olduğu kesin. Ama o kapitalizmin adaletsizliklerine karşı, radikal (bu adaletsizliklerin kaynağıyla uzlaşmayı reddeden) bir tepkiydi. Bu bağlamda komünizmin hâlâ rakipsiz olduğunu kim yadsıyabilir?

Monday, October 19, 2009

Krizden Sınıf Manzaraları...

Batı merkezli dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin, geçen hafta, yine ilginç gözlemler yapma şansımız oldu. Bunlardan biri dünya ekonomisinin (yüzyılın mali şokunun) merkezindeki“garipliklerle” ilgiliydi. İkincisi de, doların geleceğine ilişkin tartışmalarla...

İndeks 10 binde; ikramiye 16 milyar dolar

Mart ayında 7 binin altında sürünen Dow Jones Endeksi (DJİ) geçen hafta 10 binin üzerine çıktı. Bu yükseliş, krizden çıkıyoruz havasına önemli bir katkı yapabilirdi; aksine, mali çevrelere yakınlığıyla bilinen CNBCkanalında, “Market Watch”portalında, Wall Steet Journal’da bile şüpheyle karşılandı. Yorumcular işsizliğin, üretimin durumuna dikkat çekerek, “Dow, ekonomiyi temsil etmiyor”saptamasında birleştiler.

Gerçekten de, DJİ ABD’nin en büyük 30 firmasının hisselerini, ilgili spekülatif hareketleri izliyor. Halbuki 350 binden fazla üretken firmanın performansını izleyen bir endeks daha var: Bağımsız İşverenler Ulusal Federasyonu Endeksi (NFIB). Mart ayından bu yana DJİ yüzde 50 artarken, NFIB Endeksinin artışı yüzde10’da kalmış (Market Watch, 14/10/09).

“Eh yüzde 10 da fena değil” diye düşünürken, gidip NFIB endeksinin bileşenlerini gösteren ekim ayı raporuna bakınca gördüm ki, bu endeks aslında 2006’da, 101’den düşmeye başlamış. 2009 başında 82’ye kadar inmiş. Eylül sonu itibarıyla 88’de sürünüyor. Rapor, üç aylık gelir artışı verilerinin bu sektörde yüzde -40, -50 arasında kaldığını, işletmelerin talep yetersizliğinden, kredi bulamamaktan büyük sıkıntı içinde olduğunu gösteriyor. Bu kesimde sermaye harcamaları eğilimi düşük, işçi çıkarmaya devam ediyorlar. Medya bunlarla değil de en büyüklerle ilgilendiğinden, genelde gerçekçi olmayan bir iyimserlik egemen oluyor. Nasıl olmasın? En büyüklerin, hazine ve Fed tarafından kurtarılan, artık, her biri ortaçağların yozlaşmış feodal dukalıklarını andıran kimi yatırım bankalarının bilançolarında adeta güller açıyor. Örneğin, Goldman Sachs, günde ortalama 35 milyon dolar kâr yapmaya devam ederken (The Guardian, 15/10/09), toplumun büyük bir kesiminde, işini, tasarruflarını kaybedenler arasında finans kesimine yönelik artmakta olan kızgınlığa aldırmadan, çalışanlarına kişi başına ortalama 527 bin dolar olmak üzere toplam 16.7 milyar dolar ikramiye dağıtmaya hazırlanıyor.

Sizi bilmem ama tam bu noktada benim aklıma yine, Jared Diamond’un, Collapse: How Societies Choose to fail or succed(Çöküş: Toplumlar, başarılı veya başarısız olmayı nasıl seçiyorlar- Penguin, 2006) başlıklı çalışması geldi. Diamond’un çalışmasına göre, çöküş, toplumların varlıklarını sürdürmeleri için vazgeçilmez doğal kaynaklar tükenirken, toplumun geri kalanına göre bu tükenmenin etkilerinden yalıtılmış bir yaşam sürdüren yönetici sınıf üyelerinin dikkatlerinin, zenginleşmek, birbirleriyle rekabet etmek, savaşmak, anıtlar dikmek, tüm bu etkinleri desteklemek için üreticiyi daha çok sömürmek gibi kısa dönemli hedeflere odaklandığı, halkın duygularına, taleplerine duyarsızlaştığı bir noktada başlıyor.

Dolara ne olacak?

“Tam çöküşten söz ederken dolara geçmenin âlemi var mı?”demeyin. Doları konuşurken, aslında, dünya ekonomisinin dengelerinin, ABD hegemonyasının, ona dayanan Batı merkezli sistemin geleceğini konuşuyoruz. Bu açıdan doların geleceği, bu gelecek şekillenirken başta ABD olmak üzere çeşitli toplumların egemen sınıflarının tepkileri, Diamond’un değindiği“Çöküş” senaryolarıyla yakından ilgili.

Doların uluslararası konumu, ABD’nin “senyoraj” hakkı, ABD egemen sınıflarının, başta Avrupa olmak üzere, diğer ülkelerin egemen sınıfları üzerindeki hegemonyasının devam edebilmesi açısından yaşamsal bir öneme sahip. ABD, 1970’lerin başında, yapısal bir krizin başladığı, ekonomik üstünlüğünün gerileme sürecine girdiği bir noktada doları altına bağlı olmaktan çıkarınca çok önemli bir ayrıcalık elde etti: Artık, ABD, para basıp (üretilmesi birkaç cent’e mal olan bir kâğıt parçasının üzerine, 1 dolardan 100 dolara kadar değişen değerler yazıp), dünya piyasasından mal, şirket satın alabilecek, yatırım yapabilecek, kredi yoluyla diğer ülkeleri kendine bağımlı kılabilecek ya da aniden faizleri arttırıp krize itebilecekti. ABD dış borçlarını bile bu para birimi üzerinden gerçekleştirebilecek, bu parayla ülke içinde tüketimi destekleyip toplumsal istikrarı koruyabilecekti.

ABD’nin ekonomik yapısı zayıfladıkça, kapasite fazlasını emecek talebi yaratmakta yetersiz kaldıkça, diğer bir deyişle değer yaratma kapasitesi geriledikçe, başka ülkelerin tasarruflarını (birikimlerini) kendi ülkesine yönlendirmek, mülk edinebilmek için bu olanağa daha çok yaslandığını, giderek dünya piyasalarını dolarla doldurduğunu, kredi köpüklerinin oluşmasına yol açtığını gördük. Bu köpükler 2007/08 yılında patlayarak 100 yılın en büyük finansal şokunu yarattılar. ABD’nin, bu şokun yarattığı ortamda mali köpüğü temizlemek, fazla (verimsiz) kapasitenin yok olmasına olanak sağlamak yerine, piyasa kuralları gereğince batması gerekenişletmeleri, bankaları, bu dolar yaratma kapasitesine yüklenerek kurtarmaya giriştiğini, piyasalara dolar (3 trilyon doğrudan, 17 trilyon dolar dolaylı olarak) basmaya devam ettiğine şahit olduk.

Bu yolla ABD yalnızca stratejik firmalarını korumakla kalmıyor, dolar devalüasyonuna dayanarak uluslararası ticarette rekabet gücünü arttırıyor, enerji ithalatının maliyetini sınırlıyor, borçlarını azaltıyor (Marttan bu yana dolar yüzde 15 değer kaybetti - ABD borcunun yüzde 15’i silindi), elinde dolar rezervi bulunduran büyük güçleri, rakiplerini de mali olarak vuruyordu.

Bu yüzden, bir taraftan doların çöküş senaryoları konuşulurken, Çin ve Rusya’nın önderliğinde Japonya ve Hindistan, Brezilya ve OPEC ülkelerinin de desteğiyle, yeni bir uluslararası rezerv para arayışı giderek yoğunlaşmaya başladı.

Doların rezerv para olarak kalabilmesi için dolara olan güvenin, talebin belli bir düzeyde kalması gerekiyor. Bu nedenle, petrol gibi stratejik malların ticaretinin dolar üzerinden yapılması doların konumunu koruması açısından yaşamsal öneme sahip. ABD, bir taraftan doların “senyoraj” ayrıcalığı sayesinde askeri harcamalarını finanse edip dünyanın en güçlü ordusunu yaşatabiliyor. Diğer taraftan bu orduyu, senyoraj ayrıcalığını da tehdit edici olasılıklara karşı (örneğin, kimi savlara göre petrol ihracatında, dolardan çıkmaya hazırlanan Irak’a ambargo koyarak sonra işgal ederek) caydırıcı bir araç olarak kullanıyor.

Geçen hafta dolara olan güvensizliğin derinleştiğini gördük. Geçen üç ay içinde oluşan uluslararası rezervler içinde doların payı yüzde 37’ye düşmüş (New York Post,13/10/09). Bloomberg’inaktardığına göre, Sumutomo Bank’ın baş stratejisti Daisuke Uno, “Gelecek yıl dolar 50 yene düşebilir. Dolar rezerv para konumunu kaybedecek”diyormuş. Bu tartışmalar bağlamında, İngiltere’nin hegemonyasını kaybetme süreciyle ABD’nin bugünkü durumunu karşılaştıran bir Wall Street Journal yazısı, egemen sınıfların, çöküşten önceki duyarsızlıklarını çarpıcı biçimde yansıtan bir saptamayla bitiyordu. Yazara göre, ABD hegemonyası gerilerken “sağlık sistemi, iklim değişikliği üzerinde didişmek, Roma yanarken keman çalmaya benziyor”muş(12/10/09).

Monday, October 12, 2009

Tünelin Ucundaki Işık

Yıl başından bu yana piyasalarda “krizden” çıkış sürecinin başladığına, tünelin ucunda ışık belirdiğine ilişkin bir kanı güçleniyordu. Geçen hafta doların döviz piyasalarında yaşadığı “mini şok” ve ABD işsizlik verilerinde beklenmedik artış, bütçe açığının GSMH’nin yüzde 10’una ulaşması, tünelin ucunda belirenin, o ünlü deyişteki gibi “bir başka trenin ışıkları” olabileceğini düşündürdü.

Yüzde 9.8 ve artıyor

Anımsarsanız, 2007-2008 döneminden, depresyon tartışmaları yeniden başladığında, ileri sürülen ölçütlerden biri de işsizlik oranının iki haneli düzeylere yükselmesiydi. Geçen hafta açıklanan ABD işsizlik verileri, beklenenin çok üstünde çıkarak yüzde 9.8’e vurunca, bu konu yeniden gündeme geldi. Fed Başkanı Bernanken’nin “Ekonomik toparlanma sürecek, ama 2010 yılında işsizlik oranı yüzde 10’a yakınlaşabilir” sözleri oldukça anlamlıydı. Anımsarsanız bu adam, ABD ev piyasasında “kriz” başlayınca, önce, “önemli değil yerel bir sorun” demiş, sonra, yayılmayacak, resesyon yumuşak olacak filan diye devam etmişti. Sonunda hem yayıldı, hem de dünya ekonomisi 1930’lardan bu yana en şiddetli daralmayı yaşamaya başladı. Bu kez de işsizlik yüzde 10’a yaklaşır diyorsa, gerçekte acaba ne düzeyde diye düşünmek gerekiyor.

The Asia Times yazarlarından, “tutucu” ama “bilge” ‘Spengler’in geçen hafta sunduğu veriler (06/10/09), ABD’de işsizlik, oranının, gerçekte çoktan yüzde 20’ye ulaşmış olabileceğini gösteriyordu. “Yok daha neler!” demeden önce şu verilere gelin birlikte bakalım. ABD’de eylülde işini kaybedenlerin sayısının 175 binde kalması bekleniyordu, ama sayı 263 bin oldu. Böylece resmi işsizler toplam 15.1 milyon kişiye ulaşıyordu. “Spengler” buna, isteği dışında, yarım gün veya daha az çalışmaya zorlanan 9.2 milyon kişiyi, geçen ay iş aramaktan vazgeçen 2.2 milyon kişiyi, iş bulmaktan umudunu kaybettiği için piyasadan çekilen üç milyon uzun dönemli işsizi ekliyor (2.5 milyona ulaşan tutuklu nüfusunu nedense hesaba katmıyor); böylece gerçek işsizlik oranının yüzde 20’ye ulaştığına dikkat çekiyor.

Spengler’in aktardığı ve toplumsal istikrar açısından risk oluşturacak işsiz nüfusun ABD’de ne kadar tehlikeli bir düzeye ulaştığını gösteren bu verilerin, ekonomistleri, Obama yönetimini kaygılandırmaya başladığı kesin. Gerek korumacılık eğilimlerinin güçlenmesinin, gerekse üçüncü bir teşvik paketinden söz edilemeye başlanmasının arkasında da işte bu kaygılar yatıyor. Bu yüzden geçen haftanın ikinci yarısına, dolarda yaşanan mini “şok”tan daha çok, ekonomik büyüme, işsizlik tartışmaları damgasını vurdu. Bu tartışmaların içinde, Prof. Stiglitz, ekonominin daha da kötüleşeceğini savunuyordu. Morgan Stanley’den ekonomist Richard Berner, IV. üç aylık dönemin çok sallantılı geçeceğini, bu yüzden “iki dipli” resesyon kaygılarının canlandığına işaret ediyordu. The Economist’in, “Hava boşluğu mu yoksa ikinci dalış mı?” başlıklı yazısı da özellikle işsizlik verileri, sanayi üretimindeki artış eğiliminin yumuşaması üzerinde duruyordu (08/10/09). Financial Times’ın aktardığına göre HSCB CEO’su Geoghagen, “resesyonun iki dipli olacağına o kadar eminmiş ki, bankanın kredi hacmini arttırma planlarını bir süre için askıya almaya karar vermiş” (10/10/09). Prof. Krugman da, “çıktı açığının” (potansiyel üretimle, gerçek üretim arasındaki fark, atıl kapasite) halen 2 trilyonla 3 trilyon dolar arasında olduğuna işaret ediyor, ekonominin toparlanması işsizliğin azalmaya başlaması için yeni bir teşvik paketinin gerekli olduğunu söylüyordu. (Market Watch, 09/10/09)

Yeni paket lazım ama…

Yıllardır ABD kredi sistemi dünya ekonomisini dolar likiditesiyle doldurdu, bu finansal hareketler, aynı hızla ABD ekonomisine geri dönerek ABD borsasını, tüketicisinin alım gücünü, ithalatı besledi, uluslararası dengesizlikler denen durumu, kredi köpüğünü yarattı. Dolar “rezerv para” olduğundan, değer kaybetmeye devam etse bile, bu süreç uzun süre devam etti, hatta kredi köpüğünün patlamasıyla başlayan mali şok içinde yatırımcılar, açık kapamak, sığınmak için dolara yönelince, dolarda bir değerlenme bile yaşandı.

Ancak 2008 başındaki 132 milyar dolarlık, bu yıl başındaki 787 milyar dolarlık teşvik paketleri, 2008 sonunda devreye giren 700 milyar dolarlık banka kurtarma paketi, bu arada GSMH’nin yüzde 10’una ulaşan bütçe açığı, piyasalarda doların geleceğine ilişkin kaygıları güçlendirdi. Rezervlerini dolarda tutan BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkeleri, petrol ihracatçıları, dolara alternatif yeni bir rezerv paranın gerekli olduğundan söz etmeye başladılar. Böylece, “mali şok”, resesyon, giderek doların uluslararası statüsünü tehdit etmeye başlıyordu. Soros’la birlikte Quantum Fonu’nun kurucusu Jim Rogers’a göre dolarda “yapay bir yükseliş yaşanmıştı. Şimdi bir döviz krizinin zamanıydı”. Rogers, “Ya bu sonbahar da ya da 2010 sonbaharında bir döviz krizi yaşayacağız” diyordu (Bloomberg 11/05/09); “ABD Hazine kâğıtlarında da yakında patlaması kaçınılmaz bir köpük oluşmuştu”. (Reuters, 10/10/09)

Bu koşullarda dolar, marttan bu yana yüzde 14 değer kaybedecek, geçen hafta da Robert Fisk’in The Independent’da aktardığı bir dedikodu ile sarsılarak perşembe günü 14 ayın en düşük düzeyine inecekti. Aynı gün altının onsu 1.056 doların üzerine çıkacak, şubat ayında 35 dolar olan petrolün varil fiyatı 75 dolara kadar yükselecekti. Metallerin, minerallerin fiyatlarında da benzer bir gelişme izleniyordu.

Fisk, Körfez ülkelerinin, Çin ve Rusya ile, petrol ihracatında doları kullanmaya son vermeye yönelik gizli bir toplantı yaptıklarını ileri sürüyordu. İlgili ülkeler, hemen bu haberi yalanladılar. Cuma günü Bernanke, gerektiğinde faizleri arttıracağız dedi; piyasaları sakinleştiler. Ancak cumartesi günü medya Fed yönetiminin faiz arttırımının zamanlaması konusunda, ikiye bölündüğünü aktarıyordu.

Doları korumak için yapılacak bir operasyon (örneğin faiz artışı), ekonominin krizini derinleştirecek, işsizliği arttıracak. Doların düşmeye devam etmesi, ABD ihracatını desteklemeye, kimi sektörlerde istihdamı korumaya devam edecek, ama dolardaki değer kaybının bir çöküşe dönüşmesi riskini arttıracak. Diğer taraftan dolardaki zayıflama, yüksek işsizlik ortamında, ABD işçi sınıfının tüketim düzeyini doğrudan etkileyen ithal mallarının fiyatlarının, dolayısıyla yoksullaşmanın artmaya devam etmesi anlamına geliyor.

Bu koşullarda yeni bir teşvik paketi, bütçe açığını, dolar likiditesini arttıracak, doları daha da kırılganlaştıracak, rekabetçi devalüasyonları gündeme getirecek, korumacılık eğilimlerini güçlendirecek, uluslararası “düzeni” daha da bozacak. ABD yönetimi doları korumayı seçerse, içerde depresyon olasılığı, siyasi risk (sonunda dolara olan güvensizlik) artacak. ABD’de ekonomi politikasındaki bu açmaz, “kriz”den çıkışın aslında ne kadar uzak olduğunun bir başka göstergesi değil mi?

Wednesday, October 07, 2009

Etnik Farklılık, Etnik‘Çelişki’ Üzerine

Çin Halk Cumhuriyeti’nin deneyimi, tüm ayrıntılı idari tedbirlere, otonomi uygulamalarına karşın, etnik gruplar arası karşıtlıkların ortadan kaldırılamadığını gösteriyor.

Diyalektik ya da ‘antinomi’

Halbuki, etnik farklılıklar özünde çelişkili farklılıklar değildir. Ancak, etnikfarklılıklar, belli toplumsal koşullarda bir karşıtlığa dönüştüklerinde karşımıza özel bir durum çıkıyor.

Bu özel durum üzerinde düşünürken, önce bir başka toplumsal farklılık/çelişki türüne, sınıf çelişkisine bakmak yararlı olabilir. Kapitalist toplumda sınıfsal çelişkiye yol açan farklılıklar bireylerin kendilerinden değil, toplumsal yapı içindeki farklıkonumlarından kaynaklanır. Birey işçi olduğunda işçi sınıfına aittir. Bu konumdan çıktığında bu özelliğini kaybeder hatta, sermaye sahibi olabilirse kapitalist sınıfa katılabilir.

Emek-sermaye çelişkisi, bir tarafın varlığının öbürüne bağımlı olduğu bir çelişkidir. İşçi kapitaliste, kapitalist işçiye göre tanımlanır. Bu çelişkinin çözümüne ilişkin dinamikleri bu çelişkinin karşıtlık biçimi (üretim araçlarının mülkiyeti, artık değerin üretilmesi, paylaşılması gibi) içerir. Bu çelişki çözüldüğünde, bağ koptuğunda, her iki konum da ortadan kalkacaktır. Bu çelişki aşılarak bir senteze, yeni bir toplumsal yapıya yol açabilir. Bu yüzden bu diyalektik bir çelişkidir.

Buna karşılık, etnik farklılıklar, bireyin istese de terk edemeyeceği kimi“organik” özelliklerden kaynaklanır. Birey ait olduğu etnik kimliğini yok edemez, örneğin, Han, Kürt, Türk, Roman olmaktan vazgeçilemez. Buna karşılık, çelişkinin (karşıtlığın) taraflarından birinin varlığı öbürünün varlığına bağımlı değildir. Bu nedenle etnik farklılıklar bir etnik karşıtlığa dönüştüğünde karşımıza özgün bir durum çıkıyor. Bu durumu, Zizek’in,Karatani üzerinden gelerek bize,Kant’tan aktardığı antinomi”kavramının yardımıyla düşünmeyi deneyebiliriz.

Antinomi”, taraflarından birinin öbürüne indirgenemediği, diyalektik bir senteze ulaşılarak aşılamayan bir çelişki, karşıtlıktır. Bir antinomi ile karşı karşıya olduğumuzda, bu karşıtlığı eleştirmeye, başlarken onu oluşturan unsurların özelliklerinden hareketle değil, bir üçüncü noktadan yaklaşmak (“parallax bakış) gerekecektir. Örneğin, bugün karşımızda, bir taraftan bakınca “Kürt sorunu”, öbür taraftan bakınca “Türk sorunu” olarak görülen bir karşıtlıkvar. Bu karşıtlığa yönelik radikal bir eleştirinin, tarafların sorun” algısının dışında üçüncü bir noktadan bakan bir yaklaşımı gerektirdiğini düşünüyorum.

Yoksa, çözüm seçenekleri karşımıza, ilişkinin, parçalanması (ayrılma) ya da taraflardan birinin yok olması (asimilasyon) ile sınırlanmış olarak çıkabilir. Üstelik şiddet içeren bu iki“seçenek”, asla sorunu ortadan kaldıracak bir kesinliğe ulaşamayacak, en fazla karşıtlığı geçici bir süre, şiddet kullanarak bastıracaktır.

Üçüncü bir noktadan hareketle, dışından, eleştirildiğindeyse, bu“antinomi yönetilebilir (yapının istikrarını bozmayacak, egemenlik ilişkilerini koruyacak bir düzeyde tutulabilir) ya da tümüyle ortadankaldırılabilir.

Üçüncü nokta

Acaba, etnik olarak farklı grupların birlikte barış ve uyum içinde yaşayabilmesini sağlamak için bu“antinomi”, her iki tarafı da kapsayabilecek bir üçüncü ilişkinin içine gömülerek yönetilebilir mi? Örneğin bu üçüncü ilişki, Tanrı önünde eşitlik”vaat eden dini bir kimlik, ya da“yasalar önünde eşitlik vaat eden“vatandaşlık olabilir mi?

Tarihsel deneyler (Yugoslavya, ÇHC), bir kez antinomi oluştuktan sonra, bir başka, üçüncü kimlik noktasından yapılan yaklaşımın yeterli olmayacağını, ancak geçici çözümler sunabileceğini gösteriyor. Çünkü, dini ya da vatandaşlık kimlikleri çelişkili sınıf konumları üzerinde şekillenmiş toplumsal yapılarda (örneğin, kapitalizm) patlayıcı çelişkileri taşımaya devam ediyorlar. Bu çelişkiler de etnik“antinomiyi” yeniden patlayıcı bir noktaya itebiliyor.

Bu etnik karşıtlığı (antinomiyi), kimi reformlarla da sonsuza kadar biteviyeyönetmeye kalkarak Sisifus’un yükünü üstlenmek yerine, reformlara ek olarakortadan kaldırmayı amaçlamak daha gerçekçi bir seçenek olabilir. Üçüncü noktayı bir başka kimlikte değil, etnik kimlikler arası ilişkiyi, karşıtlığa dönüştürerek bir antinomiye yol açan, maddi koşullarda, yapının ekonomi politiğinden kaynaklanan çelişkilerde arayabiliriz.

Eğer bu saptama doğruysa, antinomiye dönüşmüş etnik karşıtlığa, gerek reformlar yoluyla yönetmek,gerekse ortadan kaldırmak için, yaklaşırken, öncelikle kapitalizmi, varsa feodal ilişkileri, bunlar üzerinde yaşayan emperyalist süreçleri eleştirmek gerekecektir.

Aksi takdirde, yasal, kurumsal, ne kadar kapsamlı, ayrıntılı düzenlemelerle (reformlarla) yönetilirse yönetilsin, toplumsal zenginliğin üretiminden, bölüşümünden, bunu sağlayan siyasi yapı içindeki konumlardan (sınıfsal farklılıklara) kaynaklanan çelişkiler, kaynakları anlaşılamadığı takdirde,etnik kökenli eşitsizlikler olarak görülebilecek, gösterilebilecek, böylece etnik gruplar arası ilişkiler, özellikle, gelir dağılımının bozulmaya, ekonomik güvensizliklerin artamaya başladığı dönemlerde, kolaylıkla“antinomiye dönüşecek,dönüştürülecek, bir kez dönüştükten sonra, yapılmış tüm reformlara karşın, ekonomi politikten gelen maddibelirleyiciler ortadan kalkmadıkça, yok olmayacaktır.

Monday, October 05, 2009

Çin Halk Cumhuriyeti 60 Yaşında

Geçen hafta, perşembe günü başlayan, Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) 60. kuruluş yılı kutlamaları, “Çin 60 yılda nereden nereye geldi? Acaba nereye gidiyor” gibi sorulara olan ilgiyi yoğunlaştırdı.

Çin’in dünya ekonomisindeki yeri, uluslararası siyasetteki etkisi, toplumsal modeli, “Pekin Mutabakatı” etraflıca tartışıldı. Kimi yaklaşımlara göre Çin, geleceğin lider ülkesi olduğunu giderek daha belirgin bir biçimde gösteriyordu. Başkalarına göre, Çin’in toplumsal-siyasi yapısı, bu hızlı büyümenin getirdiği, kaynak gereksiniminin, derinleşen sınıfsal, etnik çelişkilerin basınçlarına daha uzun süre dayanamazdı; büyük bir toplumsal kriz olasılığı gittikçe artıyordu.
Ben bu yazımda, bir süre devam edeceğe benzeyen bu tartışmalardan daha çok, ÇHC’nin, etnik azınlıklara (milliyetlere) yönelik politikalarına ve uygulamalarına kısaca bakmak istiyorum. Bence, bu deneyimlerden, bu konuyu daha sağlıklı düşünmemize yardımcı olacak dersler çıkarmak olanaklı.

ÇHC’nin ulusal azınlıklar politikası, uygulamaları
Yazımın bu kısmında, ÇHC’ninulusal azınlıklar politikasının ana bileşenlerini özetlerken, Çin devletine yakın bir yayın organı olan Global Times’da temmuz ayında yayımlanan kapsamlı bir yazıdaki açıklamaları aktaracağım.

ÇHC kendini, çok etnik gruplu, bu grupların birlikte kurduğu bir devlet olarak tanımlıyor, böylece de tüm etnik gruplara kurucu statü tanınmış oluyor. ÇHC, kurulurken feodal beyleri, tapınakların baskısını, savaş ağalarını tasfiye eden bir süreç yaşandığından, çok etnik gruplu birleşik devlet, özgürleştirici bir gelişme olarak da şekillenmiş.

Bu nedenle ÇHC’nin azınlık ulusları politikası eşitlik ve birliktelik ilkesine dayanıyor. 1954 yılında devlet 38 etnik grup tanımlarken 1964-79 yılları arasında yapılan başvurular sonunda resmen tanınan etnik grupların sayısı 56’ya yükselmiş. Bu çok etnik gruplu yapının nüfusunun yüzde 90’dan fazlasını Han (Çinli) grup oluşturuyor, diğer etnik grupların oranının yüzde 8.5 olduğu belirtiliyor.

ÇHC anayasası, etnik gruplara kendi dillerini konuşma geliştirme, hukuk, idari ve eğitimalanlarında kullanma hakkı veriyor. Devlet bu hakkın, kültür ve sanatın, geliştirilmesine yönelik araştırmalara ve çalışmalara önderlik ediyor, mali ve idari olarak destekliyor. Yasalar her türlü etnik ayrımcılığısuç olarak niteliyor. Bütün etnik gruplar devlet işlerine eşit olanaklarla katılıyorlar. Bu uluslar Ulusal Halk Kongresi’nde kendi temsilcileri tarafından temsil ediliyorlar, temsil oranlarının nüfus içindeki paylarından yüzde 5 daha yüksek olarak gerçekleştiği görülüyor. Komünist Partisi’nin azınlık uluslardan gelen üyelerinin sayısı, ülke çapında 2.7 milyonu geçiyor.
Azınlık uluslar (etnik gruplar), yaşadıkları bölgelerdeki yoğunluk ve homojenlik özelliklerine bağlı olarak, otonom bölgeler, otonom eyaletler, belediyeler vb. gibi idari kurumlarla, kendi kendilerini, ama merkezi devletin yapısı içinde kalarak yönetiyorlar. Büyük homojen gruplar, otonom bölgeler olarak yönetilirken birden fazla etnik grubun birlikte yaşadığı bölgelerde, otonom eyalet, otonom belediye gibi diğer otonom yönetim kurumları geçerli olabiliyor.

ÇHC, tüm etnik grupların eşitçe, birlikte gelişmesini amaçlayan bir ekonomi politikası izlediğini söylüyor. Bu amaçla kırsal alanlarda yaşayan etnik azınlıklara tarım ve hayvancılık alanlarında ekonomik, mali destek sağlanıyor. Devlet politikası azınlık alanlarına yönelik olarak pozitif ayrımcılığı amaçlayan mali ve ekonomik politikalar uyguladığını ve ekonomik reformlar aracılığıyla buraları ülkenin geri kalanına ve dünya ekonomisine açmaya başladığını da vurguluyor. Geri kalmış bölgeler için yoksulluğu azaltıcı, sağlık hizmetlerine ve çocuk doğumlarına yönelik özel politikaları da geliştirilmiş. Devletin politikasının, bu etnik grupların asimilasyonunu, “Han”laştırılmasını değil, korunmasını ve geliştirilmesini amaçladığı ayrıca belirtiliyor.
Özetle, ÇHC’nin azınlıklara, ayrılma hakkı dışında, akla gelebilecek hemen tüm hakları tanıdığı, desteği sunduğu söylenebilir. Ancak, son yıllarda Sincan ve Tibet bölgesinde görülen kanlı ayaklanmalar bize, tüm bu haklara karşılık, azınlıklar sorunun varlığını koruduğunu, hatta daha da şiddetlenerek geri geldiğini gösteriyor.

Ve çarptığı engeller
Sorun, bu yasal ve idari tedbirlerin, gereçlerin uygulanmıyor olmasından değil, bu uygulamaların esas olarak ekonomi politiğin içindeki çelişkilerin etkisiyle çarpılmasından kaynaklanıyor.
Foreign Policy dergisinde geçen hafta yayımlanan, Christina Larson imzalı bir araştırmaya göre, Han (Çinli) nüfusun diğer azınlıklara ait bölgelere, son yıllarda giderek artan sayıda gelmeye başlaması, etnik çelişkilerin sertleşmesine yol açmış. Otonom etnik bölgelerde yaşayanlar, yeni gelenlerin daha iyi yaşam koşullarına sahip olduğundan yakınıyorlarmış. Gelenler ise örneğin çatışmaları aktaran televizyon haber programlarında, aslında yerel etnik gruptan kaynaklanan ayrımcılık ve düşmanlıktan yakınıyorlardı.

Larson yazısında, geçen 20 yılda yaşanan hızlı (kapitalist) kentleşmenin farklı etnik grupları birlikte yaşamaya zorladığına işaret ediyor. Bu kentleşme sürecinde etnik grupların, yaşam koşulları, yeni yollar, hastaneler ve diğer altyapı hizmetleri sayesinde eskiye göre belirgin bir biçimde iyileşmiş. Ancak, Asya Kalkınma Bankası’nın işaret ettiği gibi gelir dağılımı giderek bozulduğundan, bu yeni komşu olanlar, ne yazık ki dost, arkadaş olamamışlar.

Urumçi çatışmaları, yeni gelen Han etnik grubu ile yerli grupların arasındaki uçurumu sergiledi. Han ve yerel etnik grup, birbirlerinden kesin bir biçimde ayrı yaşıyor, hatta farklı dili konuştuklarından, aralarında iletişim dahi kuramıyorlar. Bu nedenle, Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden Charles Freeman’ın işaret ettiği gibi etnik farklılıklar kolaylıkla ateşlenebilecek çelişkilere dönüşüyorlar.

Otonom bölgeler gerçekten yerel kadrolarla ve otonom olarak yönetiliyorlar. Ancak merkezi devletin uygulamaları, çoğu kez dayatma olarak algılanıyor. Yerel etnik gruptan seçilen yöneticiler, merkezi devlet tarafından onaylandıklarından, hatta yetiştirildiklerinden, kariyerlerini merkezi devlete, Komünist Partisi’ne borçlu oluyorlar. Diğer bir deyişle yerel etnik liderlikler de Çin devletinin bürokrasisine bağlı oluyor, nomenklaturasının(egemen sınıfın) parçası olmaya devam ediyorlar.

Bu bağlamda, yerel düzeyde, sınıf ilişkilerinin, rüşvet ve yolsuzluk olaylarının, etnik farklılıkları çelişkiye dönüştürdüğü görülüyor. Dahası merkezi devletin bölgelere, pozitif ayrımcılık yapmak, otonom bölgelerdeki ekonomik, kültürel gelişmeleri desteklemek amacıyla gönderdiği kaynaklar, bu bürokrasiye, onların yerel çevrelerine (yerel sınıf ilişkilerine) takılarak talan ediliyor, büyük bir kısmı halka ulaşamıyor.

Özetle, tüm ayrıntılı idari tedbirlere, otonomi uygulamalarına karşın, gelir dağılımı bozuldukça, sınıfsal çelişkiler derinleştikçe, etnik farlılıklar, patlayıcı etnik çelişkilere dönüşüyorlar. Çarşamba günü, Zizek, Karatanive Kant üzerinden, “diyalektik çelişki” ve “antinomi”kavramlarına dayanarak etnik çelişkilerin, yapısal özellikleri ve“çözüm” olasılıkları üzerine“düşünmeye” çalışacağım…