Tuesday, September 18, 2007

'Bu Kriz O Kriz mi?' (Devam Ediyoruz)

Dünya ekonomisi, 1930'lardaki gibi, uluslararası ekonomik, siyasi dengeleri değiştirecek bir krize mi girdi? Geçen haftaki gelişmelerde ve yoğunlaşan tartışmalarda, bu soruya cevap vermemize yardımcı olacak kimi ipuçları var diye düşünüyorum. Örneğin, mali piyasalardaki kriz derinleşmeye ve yayılmaya devam ederken, ABD ekonomisi resesyona girdi, doların düşme trendi güçlendi, ham petrolün varil fiyatı 80 dolar duvarını deldi. IMF eski baş ekonomisti, Harvard'dan Pof. Kenneth Rogoff , "Mali kriz, ABD'nin dünya ekonomisi içindeki en büyük mali merkez imajını sarstı" derken ( The Economist , 13/09), bu olguların üçü de, genel olarak ABD ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki göreli konumundaki zayıflama eğiliminin hızlandığını gösteriyorlardı.

ABD ekonomisinde resesyon

Dowjones-Market-Watch sitesi yorumcularından Mark Hubert 'e göre piyasaların, önceki hafta ABD iş piyasası verilerine o kadar şiddetli tepki göstermesi, ekonominin resesyona girmiş olduğunun kanıtı (12/09). New York Times 'dan Floyd Norris de cumartesi günü, bono getirilerini gösteren eğrinin eğiminin negatif olma durumuyla, ekonominin iş yaratma kapasitesindeki gerilemenin, 1990 ve 2001 resesyonlarından bu yana ilk kez çakıştığına dikkat çekiyordu. Bu iki gösterge tek tek ele alındığında bile resesyonun gelmekte olduğunu haber verirken, çakışmaları resesyonun gündemde olduğu anlamına geliyor (15/09).

ABD ekonomisinin resesyonda olduğunu gösteren başka gelişmeler de var. ABD ekonomisinin yeni iş yaratma kapasitesinin gerilemeye başlamasının yanı sıra vergi gelirlerinin de düşmeye başladığı görülüyor. Ayrıca, inşaat sektöründeki resesyonun yanı sıra taşımacılık sektöründeki, perakende satışlardaki gerilemeler, imalat sanayii dallarında lider markaların, örneğin Apple'ın Ipod'un belirgin ölçüde fiyat kırma sürecine girmesi, otomotiv, elektronik sektörünün, büyük mağazaların çeşitli ek taksit ve finansman kolaylıkları sunmaya başlamaları, en büyük mağazalardan Target'in 7 milyar dolarlık kredi portföyünü satmaya çalışması gibi göstergeler de söz konusu ( Benson Economic and Market Trends , 14/09). Reklam piyasasında bir talep daralması, 15'ten fazla mortgage şirketinin piyasayı terk etmesi, tüketici talebinin beklenen artışların gerisinde kalmaya başlaması da resesyonun başladığını söylüyor. New York Times da pazar günü, dünyanın tersine döndüğünü , oyuncaktan otomotive, patlamış mısırdan ampule kadar, birçok sanayi dalında firmalardan, tüketici ve çevre sağlığına yönelik düzenleme taleplerinin gelmeye başladığını (tabii ki dış rekabetten korunmak için) aktarıyordu.

Geçen hafta petrolün varil fiyatının, 80 dolar sınırını aşmış olması da resesyon sürecini iki açıdan güçlendiriyor. Birincisi, 80 dolar Wall Street Journal 'ın işaret ettiği gibi ABD ekonomisinin etkilenmeden e demeyeceği bir düzey (13/09). Önemli bir maliyet etkisi yaratarak ekonomik yavaşlamayı güçlendirecek. Financial Times 'ın yatırım editörü John Authers de, yüksek petrol fiyatlarının bir taraftan ekonomiyi yavaşlatıcı etki yaparken diğer taraftan, fiyatları arttırıcı bir etkiyle, stagflasyona yol açma olasılığından söz ediyordu (10/09).

Bu resesyonun dünya ekonomisi üzerindeki etkileri ABD'nin göreli konumunu da etkileyecek mi? Diğer bir değişle ABD'nin dünya ekonomisinin lokomotif olma kapasitesi bir başka merkeze ve merkezlere geçmeye başlayabilir mi? İkincisi, doların, 60 yıldır ABD ekonomisine senyoraj avantajı ve istediği kadar para basma özgürlüğü tanıyan uluslararası konumunda bir değişme olabilir mi?

"dàzi-jyàn", Bretton Woods-II...

Asya krizinden bu yana ABD ekonomisinin, yarattığı talebin, başta Asya ülkeleri olmak üzere, dünya ekonomisini peşinden sürüklediğini, bu sürecin özellikle 2001'de bir küresel depresyonu engellemek için başlatılan mali genişlemeyle iyice belirginleştiğini, bu arada Asya ülkelerinin de hem kendi ihracat kapasitelerini korumak hem de ABD talebini finanse etmek için dolar varlıklarına yöneldiklerini birçok kez tartıştık. Bu "mali mimariye" , bölge ülkelerinin dövizlerinin değerini fiilen dolara bağlamalarından ve dolar hegemonyasını desteklemesinden dolayı "Bretteon Woods-II" dendiğini de. Daha sonra, bu mali kriz başlamadan aylar önce, bu sistemin çözülmeye başladığına da bu köşede değinmiştik. Çünkü ABD cari açığındaki büyüme, dolardaki zayıflama, Asya'da ve dünyada merkez bankalarını dolardan uzaklaşmaya itiyordu. FED verilerine göre temmuzdan bu yana bu süreç hızlanmış, merkez bankaları dolar rezervlerini, 32 milyar doları geçen iki haftada olmak üzere 45 milyar dolar azaltmışlar.

Bankaların dolar riskini azaltma arzusunun yanı sıra, bu sürecin arkasındaki bir diğer etken de Çin piyasası açısından, bir ihraç pazarı olarak Avrupa'nın, ABD'nin önüne geçmeye başlaması (Mukharjee, Bloomberg 14/09). Böylece Çin'in açısından Yuan'ın değerini Avro'ya göre düşük bir düzeyde tutmaya devam ettiği müddetçe, dolar karşısında yükseltmek artık eskisi kadar önemli bir sorun, doları korumak bir gereksinim olmaktan çıkıyor. Bu gelişme, Çin ve Asya ülkeleri karşısında ABD piyasasının ve doların öneminin göreli olarak azalması, AB piyasasının ve Avro'nun öneminin artması anlamına geliyor. Yuan'ın değerlenmeye devam etmesinin ise ABD ekonomisinde hem girdi maliyetleri, hem de alt sınıfların tüketim kapasitesi üzerinde olumsuz bir etki yapacağı kesin. ABD'nin Çin'e ekonomik baskı uygulama kapasitesinin de giderek azalacağı da... Böylece Çin'in Bretton Woods-II 'ye "dàzi-jyàn" (bay bay), demeye başladığını görüyoruz.

Dahası, doların gerilemesiyle, petrol fiyatının yükselme eğiliminin çakışması ABD ekonomisinin göreli konumunu daha da bozacak gibi görünüyor. Geçen 5 yılda petrolün varil fiyatı dolar cinsinden yüzde 176 artarken, Avro cinsinden yüzde 94 artı. Petrol fiyatlarındaki artış hem Rusya, Venezüella, İran gibi ülkelerin kasalarını doldurarak, ABD karşısında jeopolitik güçlerini arttırıyor. Hem de ABD ekonomisini, Avrupa Birliği'ne göre daha fazla etkiliyor. Özetle, sanırım, bu krizin "o kriz olma" olasılığı gittikçe artıyor...

Ve Türkiye...

Kriz başladıktan biraz sonra gelişmekte olan piyasaların, sermayenin merkezdeki sıkıntılarını azaltan bir "sığınak liman" işlevi görmekte olduğuna ilişkin gözlemleri aktarmıştım (05/09). Geçen hafta Wall Street Journal , gelişmekte olan piyasaların bu özelliklerine yeniden vurgu yapmakla birlikte, bu kategori ülkelerin hepsinin aynı risk düzeyinde olmadığına, bir "Aşil topuğuna" (zayıf halkaya) dikkat çekiyordu. Journa l'a göre Brezilya ve Rusya gibi rezervleri güçlü, dış dengeleri pozitif, dış borçları büyük ölçüde azalmış, sağlam ülkelerin yanı sıra, Türkiye, Macaristan gibi tasarruf ettiğinden çok daha fazlasını harcayan riskli ülkeler de vardı. Standard & Poors , önceki hafta, Türkiye'yi Letonya, Bulgaristan, Romanya ile birlikte en riskli ülkeler arasında saymıştı. Londra'da Schöreder yatırım bankası, benzer nedenlerle, geçen haftalarda Türkiye'deki pozisyonunu azaltmaya başlamış. Bono piyasasının devlerinden Pimco da, büyük dış finansman ihtiyacında olan Türkiye gibi ülkelerin kâğıtlarından uzak duruyormuş (13/09).

Tuesday, September 11, 2007

Ah şu piyasalar…

Ah şu piyasalar meğerse kendi kendileri dengeye gelemiyorlarmış. Kriz bir kere başlayınca, eğer piyasalar kendi hallerine bırakılırsa gittikçe derinleşiyormuş. Şimdi piyasalar Merkez bankalarından gelip kendilerini kurtarmasını istiyormuş. Merkez bankaları iki arada bir derede kalmışmış. Financial Times’ın ekonomik editörü Martin Wolf’a göre, piyasalar ekonomiyi rehin almış. Bu güne kadar aç gözlülükle büyük spekülasyonlarla büyük riskler altına giren piyasalar, eğer bizi kurtarmazsanız, ekonomi batacak diyorlarmış. Merkez bankaları piyasaları kurtarsa, kendi ideolojisine göre (neo-liberalizm) aslında batması gerekenleri ödüllendirmiş olacak. Kurtarmazsa yüz binlerce insan işsiz kalacakmış

The Economist “bırakın batsınlar, ama dünya ekonomisini batıracak kadar batmasınlar” diyor. Martin Wolf, dolar değer kaybetmeye devam etsin ama çökmesine izin verilmesin diyor. New York Times editörü, ben küreselleşme (sermaye hareketlerinde serbestlik) filan anlamam. Yabancıların gelip bizim varlıklarımızı satın almasına izin verilemez diyor. Halbuki hazine bakanı ABD dış açığını finanse etme derdinde, ne kadar çok gelirse o kadar iyi diyor…

Sizi bilmem ama benim kafam karıştı. İşi piyasalara bıraktık, küresel ısınmadan, borç krizine kadar her şeyi berbat ettiler. Aslında piyasalar diye bir şey olmadığını, bu kavramın birbirini yiyen spekülatörlerin rezaletini gizlemekten başka bir anlama gelmediğini düşünürsek, bu kafa karışıklığı hemen dağılır. Müthiş bir zihin açıklığı oluşur. Zihin açıklığına yardımcı olması için bir de küçük bir bilgi vereyim: ABD nüfusun en zengin %0.1’nin geliri geçtiğimizi 20 yılda dörde katlanmış…

Monday, September 10, 2007

“Bu kriz o kriz mi?”

Geçen ay Pazartesi yazımda bu kriz o kriz mi? Diğer bir deyişle dünyanın ekonomik, siyasi dengelerini değiştirmesi beklenen o büyük kriz başladı mı? diye sormuştum (27.08.2007). Bu soruya tatmin edici bir cevap vermek çok zordu. Hala da zor. Ancak kimi ip uçlarına rastlamak olanaklı. Örneğin, The New York Times’ın yazı kurulundan Teresa Tritch’in ABD Hazine Bakanı’na hitaben yazdığı açık mektup (09/09/07) bu ip uçlarından biri olarak görülebilir.

Tritch, yaşanmakta olan mali krizin, likidite kıtlığı boyutuna dikkat çekiyor. Bu konuda önlem alınması, yeni düzenlemelere gidilmesi gerektiğini, ancak Hazine Bakanı’nın “hükümetin risk almayı dizginlemek için yapabileceği hiç bir şey yok” saptamasından, yönetimin bir köpük sönerken bir diğerini şişirecek ortamı hazırladığı sonucunu çıkarıyor.

Ancak Trithc’e göre bu, yalnızca ekonomiyi değil ulusal çıkarları da tehlikeye sokacak çok tehlikeli bir gelişme. Bu gün diyor “piyasaların en çok arzuladığı şey yeni likidite”. Ve, diğer ülkelerin hazinelerinde, diş ticaret[*] ilişkileri içinde, oluşmuş trilyonlarca dolar rezerv (likidite) var. Tritch Bakan’ın The Times’dan Steven Wiesmen’le konuşurken sarf ettiği “en büyük isteğim o paranın daha çoğunu çekmek” sözüne dikkat çekiyor. “Siz hala Goldman Sachs’ın yönetim kurulu başkanı gibi konuşuyorsunuz” diyor.

Özetle, ABD borsalarının likidite talebi artarken, bazı ülkelerin ellerindeki likiditeyi değerlendirme talebi de artıyor. Bu ülkeler ellerindeki likiditeyi salt borç olarak vererek değil, ABD’de ve diğer ülkelerde Bankalar, iş merkezleri, teknoloji şirketleri, mağaza zincirleri, enerji boru hatları ve genel olarak hisse senetleri satın alarak da değerlendirmek istiyorlar.

Tritch, “mülkiyet, borç vermeye benzemez kontrol ilişkisi demektir” diyor ve, bu likiditenin çoğunlukla Asya ülkeleri, Venezüella, Rusya, Ortadoğu ülkelerinin elinde olduğuna dikkat çekiyor: Bu ülkeler ABD’nin stratejik ulusal varlıklarını satın alarak denetleyici konuma yükselebilirler. Bu tehlikenin engellenmesi gerekiyor.

Diğer bir değişle, düne kadar küreselleşmeci ideolojinin en ateşli sözcülerinden The New York Times’ın yönetim kurulundan bir yazar, şimdi serbest sermaye hareketlerinin (küreselleşmenin), artık ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olmadığını denetlenmesi gerektiğini savunuyor.

[*] Dikkat ederseniz serbest dış ticaret de artık ABD’nin rakiplerinin elinde silah olarak kullanılabilecek kaynaklar üretiyor. Boşuna mı, belki de 70 yıldır serbest ticareti savunan ekonomi ders kitapları üreten Prof. Samuelson şimdi diş ticarette serbestliğin artık ABD’nin işine yaramadığını anlatmaya başladı…

Türkiye-ABD İlişkisinin "Yeni" Jeopolitiği

ABD medyasında, laik seçkinler/askerler ve demokratik/ılımlı İslamcı AKP olarak tanımlanan kamplaşmanın içinde seçimleri AKP'nin kazanması, Cumhurbaşkanlığını da alması, ABD'de sevinçle karşılandı. Jackson Diehl' in Washington Post 'ta "Müslüman Demokrasi" başlıklı yorumunda, "ABD karşıtı olan laik Türk politikacılarının ve Türklerin çoğunluğundan farklı olarak, ABD dostu bir siyasetçinin devlet başkanı olması neden iyi karşılanmayacaktı ki" diyordu. Gelin bu "dostluğu" , geçen hafta yayımlanan dört ilginç yazıyı kullanarak irdelemeye çalışalım.

IV. Dünya savaşı ve Türkiye...

Finansal konularda uzman Frederic Kempe 'nin, finansal analiz sitesi Bloomberg 'de (ilginç değil mi?) yayımlanan " Türkiye IV. Dünya Savaşı'nın ön safının merkezinde" başlıklı yazısı, neo-con çevrelerin, 11 Eylül'den sonra bir IV. Dünya Savaşı' nın başladığına ilişkin savlarıyla, Richard Holbrooke 'un "Dün soğuk savaşı içinde Almanya'nın ulusal güvenliğimiz açısından konumu ne idiyse, bu gün Türkiye'nin konumu da o" ... "O, ön saftaki yeni ülkemizdir" saptamasıyla başlıyor; Afganistan Maliye Bakanı'nın " Türkiye, zamanımızın üç kritik fay hattının kesiştiği yerde" sözleriyle devam ediyor. Kempe'ye göre Irak bir iç savaşa sürüklenirken, nükleer silahlı Pakistan giderek istikrarsızlaşırken, İran nükleer bomba yapmaya çalışır, Hamas Gazze'yi alır, Hizbullah Lübnan'ı tehdit ederken, bu fay hatları daha da kırılganlaşıyormuş.

Diğer bir deyişle, Holbrooke'un, bir sahiplenme vurgusuyla, "ülkemiz" diye tanımladığı Türkiye, dünyanın en büyük enerji kaynaklarının ve yollarının bulunduğu Orta Asya ve Ortadoğu coğrafyasının kıyısında. Bu coğrafyadaysa, hem bölgesel hem de küresel çapta çok boyutlu bir devletler arası rekabet yaşanıyor..

Küresel boyuttan başlarsak, I. ve II. Dünya savaşlarında, İngiltere, hegemonyasını korumaya çalışmış, koruyamayınca da ABD'ye transfer etmişti. "Soğuk Savaş" ise iki blokun genişletme çabaları üzerinde kurulmuş bir hegemonya dengesine ilişkindi. Peki, IV. Dünya Savaşı neyin nesi? IV. D.S , ABD'nin üstünlüğünü, hegemonya (liderliğini, diğer devletlere, salt askeri değil, daha çok siyasi, kültürel, mali araçlarla kabul ettirmeye dayalı ) modeliyle koruyamayacağını gördükçe, imparatorluk modeline geçme çabasına ilişkin: İmparatorluk modeli kabule değil, ABD'nin çıkarlarını dayatma kapasitesinin, dünyada askeri alanda "ful spektrum" bir üstünlükle, diğer ülkeleri, ulusal bağımsızlıklarını zayıflatarak, yönetimlerini kendine tabi, askeri yapılarını kendi ordusunun uzantısı haline getirerek küresel çapta genişletilmesine dayanıyor. Ancak, "Tek kutuplu dünya", "terorizme karşı savaş", "demokratikleştirme" gibi isimlerle tanımlanan bu süreç dünyada tepki çekiyor.. özellikle, ABD'nin Irak fiyaskosundan sonra.

Büyük rekabet

Örneğin, yükselen iki büyük güç, Rusya ve Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü (SİÖ) aracılığıyla siyasi, ekonomik ve askeri boyutlu bir bölgesel ittifak inşa etmeye çabalıyorlar. Andrew Kuchins'in National Interest 'te yayımlanan "Etat terrible" başlıklı yorumu, Pekin Mutabakatı (PM) modelinin, ABD'nin uluslararası modeline (neo-liberal demokrasi- Washington mutabakatı ) karşı yükselen muhalefetin, saflarında bir karşıt seçenek olarak belirmeye başlamasına dikkat çekiyordu.

PM, ulusal devletler arası eşitliğe dayanan bir ekonomik ilişkiler modeli öneriyor; küreselleşmeye değil, ekonomik büyümeye, refah düzeyine vurgu yapıyor. Siyasi olarak bağımsız devletler arası ilişkilere dayalı, "ulusal projeyi" , dünya devlet sistemi içinde var olmaya olanak sağlayan göreli bir bağımsızlığı öngören bu yaklaşım, gelişmekte olan ülkelerde giderek taraftar buluyor. Çünkü, "ulusal proje" tam bağımsızlık getirmiyor (kapitalist dünya ekonomisi içinde bu olanaklı değil) ama, bağımlılık biçimlerini ve düzeyini denetlemeye olanak sağlıyor.

Bir diğer direnç de, bu "ulusal projeyle" , ABD etkilerine karşı Latin Amerika'da yükselen halkçı/bağımsızlıkçı ( Bolivarcı ) rejimlerle ilgili. Üstelik, burada da, hem ŞİÖ üyelerinden Rusya ve Çin'in, hem de ŞİÖ'ye girmeye çalışan İran'ın, başta Venezüella olmak üzere Latin Amerika ülkeleriyle gittikçe gelişen ilişkileri, ABD'nin bölgesel etkisini erozyona uğratıyor.

Özetle dünyada, ABD'nin imparatorluk projesine direnen, ulusal egemenliğe/projeye öncelik veren güçler var. Türkiye, bu güçlerin ABD'yle hem küresel çapta, hem de yerel olarak karşılaştığı coğrafyada yer alıyor.

Seçenek sorunu

ABD Ortadoğu'daki enerji kaynaklarını ele geçirmek, Orta Asya'dakileri de Rusya'nın etki alanı dışına çıkarmak istiyor. Bu bağlamda, en kritik ülke, ABD'nin Irak fiyaskosu sayesinde bölgesel etkinliği artan İran. Lenore G. Martin, Boston Globe 'daki "Körfez güvenliğindeki eksik oyuncu" başlıklı yorumunda, ABD'nin İran'ı dengelemek için Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerine 20 milyarlık silah satmayı kabul ettiğine, halbuki bölgede NATO üyesi stratejik bir müttefikinin, Türkiye'nin varlığına işaret ediyor, "Ne yazık ki" diyor, "yönetimin politikaları Türkiye'yi, ABD'nin güvenlik ağının içine sağlam bir biçimde yerleştirmek yerine, İran'a doğru itiyor" . Yazar, Bush yönetiminin Türkiye'nin Kuzey Irak'taki askeri kaygılarına, PKK ile ilgili taleplerine cevap veremediğine, buna karşılık PKK'ye ve PJAK'a karşı Ankara ve Tahran arasında yaşanan askeri işbirliğine, dolayısıyla Türkiye'deki yürütmenin askeri ve siyasi kanatlarının farklı eğilimlerine dikkat çekiyor.

CIA ilişkili, analiz sitesi Stratfor 'un 29/08 tarihli yorumunda da, yeni AKP hükümetinin dış politika seçenekleri, oluşmaya başlayan Suudi önderliğinde Sünni ve İran önderliğinde Şii kamplaşması bağlamında irdeleniyordu. Stratfor'a göre en önemli sorun şuydu: AKP hükümeti hangi kampta yer alacak? Yoksa, ulusal çıkarına indeksli nötr bir tutumu mu benimseyecek? Bu kamplaşmanın Sünni tarafının ABD inisiyatifiyle şekillendiğini düşünürsek, Stratfor'un aslında, yeni AKP hükümeti döneminde Türkiye'nin ABD'ye bağımlı kalma derecesini irdelediğini görebiliriz.

Stratfor, AKP'nin devlet üzerindeki kontrolünü daha da arttıracağını, bu etkiyi, ülkenin laik karakterini yeniden yorumlamakta kullanacağını, ama bir aşamada, ister istemez İslamcı önceliklerle, ulusalcı öncelikler arasında tercih yapmaya zorlanacağını düşünüyor. Stratfor'a göre ulusalcı öncelikler Kuzey Irak'a müdahaleyi, gerektiğinde İran'la işbirliğini içerirken, İslamcı öncelikler Sünnilerle birlikte İran'a karşı konuşlanmayı (yani ABD tarafında kalmak) gerektiriyor. Zaten birçok Arap yorumcu da, örneğin Al Hayat' tan Zouheir Kseibati , "ABD'nin Mezopotamya'dan çekilmesiyle oluşacak boşluğu, İran'ın doldurma çabasının karşısına dikilmeye en büyük adayın Gül 'ün Türkiye'si olduğu öyle büyük bir sır değil" diye düşünüyorlar.

Türkiye'de siyaseti, Laik-Asker-seçkinlerle, demokratik-ılımlı-İslamcılar parantezine alma çabasına dönersek: Bu, ABD'nin, bölgesel, küresel politikalarıyla çelişebilecek, çok geniş bir siyasi yelpazenin ( "ulusal proje" yanlısı seçkinler, anti-emperyalist, demokratik, halkçı, sosyalist akımlar) direniş olasılıklarını, yakın tarihi darbelerle kirlenmiş, Kuzey Irak'ı işgale "pek hevesli" bir askeri seçkinler grubuyla özdeşleştirerek zayıflatırken, Türkiye'nin "emporiumun" içinde kalmasını garantiye alacak bir siyasi bloku (sağ-sol liberaller, artı siyasal İslam ) yaratmakla ilgiliydi... Başarılı da oldu!

(Cumhuriyet, 03.09.2007)