Tuesday, May 27, 2008

Petrol Piyasalarında Kriz ve Köpük

Petrolün varil fiyatındaki hızlı artışlar ve bu artışların nedenlerine ilişkin bir mutabakat, petrol piyasalarında bir köpüğün oluştuğunu düşündürüyor.

200 dolar olması bekleniyor
Geçen hafta petrolün varil fiyatı, günlük piyasada 135 dolara, beş yıllık kontratlarında 140 dolara ulaştı. Böylece, fiyatlar yıllık yüzde100 artmış ve bir önceki zirve noktası olan 1979 düzeyini, sabit fiyatlarla yüzde15 geçmiş oluyordu. Financial Times, The Economist, Wall Street Journal gibi önde gelen gazeteler fiyat artışlarını arz yetersizliğine ve talep artışına bağlıyorlardı.
Hafta sonuna doğru medya Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA), dünya petrol stoklarının sanılandan daha önce tükeneceğini ileri süren bir çalışmasını aktarıyordu. CNN pazar günü, IEA Baş Ekonomisti Fatih Birol’a atıfla “enerjide bir yeni dünya düzeni”nin şekillenmekte olduğunu haber veriyordu.

Bunlar petrol piyasalarının uzun yıllar direndikten sonar aniden “zirve” teorisini benimsediğini, IEA’nın da benzer bir çizgiye geldiğini gösteriyor. “Zirve teorisine” göre petrol bir gün mutlaka bitecek ama, önce petrol üretimi bir zirve noktasına ulaşacak, ondan sonra giderek azalacak. Zirveden sonra petrol giderek daha kıt ve daha pahalı bir mal olacak. Benim de büyük ölçüde katıldığım bu teze göre 20 yıldır dünyada zirve yapan büyük petrol kuyularının sayısı gittikçe artıyor, buna karşılık yeni büyük kuyu bulma oranı büyük bir hızla düşüyor. Dünya petrol piyasalarına Çin ve Hindistan’dan gelen yeni talep, “zirve” tezinin öngördüğü arz-talep dengesizliğinin çok daha büyük bir hızda ve şiddette şekillendiğini gösteriyor.

Petrolün kıt bir kaynak olması gibi yapısal, kalıcı etkenlerin yanı sıra, dünyada rafineri ve tanker kapa-sitesi yetmezliği, yetişmiş eleman kıtlığı gibi sorunlar da üretimi ve dağıtımı olumsuz etkileyerek fiyatları arttırıyor. Nihayet, siyasi ve jeopolitik nedenlerle piyasalarda oluşan risk primi de fiyatı yukarı çeken bir başka kısa dönemli etken.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, petrol fiyatındaki artışları açıklamak zor değil. Bu yüzden petrol fiyatının yıl sonuna kadar 150 dolara, bir yıl içinde de 200 dolara ulaşacağına ilişkin öngörüler ilk bakışta akla yakın geliyor.

Ama mutabakat kuşku verici
Her türlü toplumsal “mutabakata”, özellikle de ekonomi teorileri ve piyasa hareketleri söz konusu olduğunda kuşkuyla yaklaşmak gerekir. Nitekim, geçen hafta petrolün yıl başından bu yana yüzde 40 artarak 135 dolara ulaşan varil fiyatına ilişkin açıklamalardaki mutabakat, bu “kuşkuyla yaklaşmak gerekir” tavsiyesini destekliyor. Birincisi, “zirve” teorisinde, petrolün fiyatına ilişkin yapısal ve kısa dönemli etkenlerde iki yıldır, özellikle de bu yılın başından bu yana yüzde 40 artışa yol açabilecek bir değişiklik olmadı. Aksine, mali krizin etkisiyle ABD’de ekonomik yavaşlama, bunun, geçen hafta aktardığımız gibi giderek dünya ekonomisini resesyon düzeyinde etkilemeye başlamış olması, emtia ve enerji piyasalarında talebin gerileme eğilimine girmesini beklememiz gerektiğini söylüyor. Nitekim, son aylarda pirinç, gıda, buğday ve domuz eti piyasalarında yüzde 20 - yüzde 30, sanayide girdi olarak kullanılan birçok metalde yüzde 40-60’a varan gerilemeler görülüyor (The Times, 22/05; The Asia Times, 23/05).

Aynı gözlemciler, ABD tüketicisinin petrole yönelik talebinde, Çin’in petrol ithalatında gerileme olduğuna işaret ediyorlar. Diğer bir deyişle, fiyatların yukarı doğru sıçraması değil, en azından artış hızının yavaşlaması gerekirdi. Finansal analiz ve haber portalı Prudentbear’in yorumcularından Martin Huthchinson da, halen petrol piyasalarındaki günlük 85 milyon varillik üretimle, 87 milyon dolarlık talep arasındaki açığa dikkat çekerek fiyatların artmasının doğal olduğunu; ancak, yüzde 10’luk fiyat esnekliğiyle, açığın, yüzde 60’lık değil, yüzde 24’lük bir artışa yol açması gerektiğini vurguluyor(23/05). Gerek yapısal gerekse de kısa dönemli özellikleri, petrol piyasalarındaki fiyat artışlarını açıklamaya yetmiyor. Fiyat artışlarını açıklamak için bu etkenlere yapılan ısrarlı vurgular da ister istemez kuşku yaratıyor.

‘Canavarlar’ ve simyacılar
ABD ve dünya ekonomisi bir resesyona girerken bu vurguları kim yapıyor diye sorduğumuzda da karşımıza, T. Boon Pickens gibi ünlü spekülatörler, Financial Times’ın aktardığına göre Goldman Sachs, Merrill Lynch, Barclays Capital, Deustche Bank Morgan Stanley, Societe General gibi finans kurumları geliyor. Bu kurumların bir ortak özellikleri, ABD ev piyasasında başlayan mali krizde, son derecede karmaşık ve riskli yatırım enstrümanlarıyla oynarken ellerini kötü yakmış olmaları. İkinci özellikleriyse başta Goldman Sachs olmak üzere, petrol ve emtia piyasalarında oynuyor olmaları. Kısacası bunlar menkul kıymetlere dayalı olarak üretilen kredi piyasalarında yarattıkları köpük patlayınca, oluşan kayıplarını şimdi emtia piyasalarında bir köpük yaratarak telafi etmeye çalışıyorlar. Çünkü, bu piyasalarda da 1/10, 1/16 gibi kaldıraç oranlarıyla (1 lira koyup 16 lira borçlanarak) çalışmak olanaklı hale gelmiş durumda. Bu nedenle, türev piyasalarının hacmi (kredi köpüğü) kredi krizi yaşanırken daralacağına artmaya devam ederek yıl başında 510 trilyon dolardan, şimdi 590 trilyon dolara ulaşmış durumda. (Money Week, 23/05)

Financial Times’a göre, eskiden petrol fiyatlarının kaderi Suudi Petrol Bakanı’nın iki dudağının arasındaydı, “şimdi New York ve Londra merkezli bir analistler çetesinin demeçleri ve raporları belirliyor” (21/05). Bu analistlerin kimlere çalıştığını da sanırım tahmin ettiniz. Petrol ve emtia piyasalarındaki işlemler içindeki payı yüzde 60’a ulaşan Goldman Sachs’ın Jefferey Curie ve Arjun Murti gibi analistlerinin demeçlerinin özellikle etkileyici olduğunu yazıyor. 200 dolar varil fiyatı öngörüsünü yapanlar da bunlar. Dün köpüğü FED körüklüyordu.. bugün de bu görevi galiba ‘IEA’ üstlenmiş durumda…

Bu finans kurumlarının spekülatif etkinlikleri dünya ekonomisinde bir resesyon başlatırken, bir de enflasyon tehlikesine yol açıyor. Çünkü, kimi analistlere göre son fiyat artışlarının en az yüzde 60’ı spekülatif talepten kaynaklanıyor (Engdahl, The Asia Times 23/05). Böylece ekonomiyi yönetmek durumunda olanlar, birbirine ters iki rüzgârın altında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Resesyon; faizleri düşürmeyi, talebi canlandırmayı gerektiriyor.. enflasyon ise faizleri arttırmayı, talebi daraltmayı...

Bu yüzden, Almanya Devlet Başkanı ve IMF eski başkanı Horst Köhler, küresel mali piyasaları, varlıkları yok eden bir canavara; spekülatif bankerleri de simyacılara benzetiyor (International Herald Tribune, 23/05).

Monday, May 19, 2008

‘Küresel Stagflasyon’

Kimi ekonomistler kafalarını kaşıyarak “bu ne biçim kriz, bir türlü bitmiyor” diye dolaşır, kimileri de yüzünde çok bilmiş bir gülümsemeyle “değildir, değildir, resesyon yok, bak şurada büyüme, bak burada büyüme..” diyerek piyasa ekonomisine iman tazelemeye çalışırken geçen hafta yayımlanan veriler dünya ekonomisinde koşulların kötüleşmeye devam ettiğini gösteriyordu.

Ani bir fren sesi…

Mali kriz 18 ay önce, ABD ev piyasasında eşik-altı konut kredileri sektöründe patlak verdiğinde, dünya ekonomisindeki 510 trilyon dolarlık kredi köpüğüne, bu köpüğün arkasındaki aşırı üretim (kapasite fazlası) sorununun dikkat çekerek krizin yaygınlaşacağını ve derinleşeceğini ileri sürmüştük. “Kredi krizi” hem ekonomik yavaşlamaya, hatta resesyona yol açacak hem de diğer sektörlerde yayılacak, kapasite fazlası tasfiye edilene kadar da şu veya bu şiddette sürecekti…

Geçen hafta, Birleşmiş Milletler örgütünce yayımlanan “Dünyada Ekonomik Durum ve 2008 Gelişmeleri” başlıklı rapor, bu saptamalarımızı destekler yöndeydi. Rapora göre, dünya ekonomisi hızla fren yapıyor. Veriler 2007’de yüzde 3.8 olarak gerçekleşen küresel ekonomik büyümenin, bu yıl yüzde 1.8’e gerilemekte olduğunu gösteriyor. Dünya ekonomisinde yüzde 2.5 büyüme hızının resesyon sınırı olarak kabul edildiğini anımsarsak, yüzde 1.8 ne anlama geldiğini daha iyi kavrayabiliriz. Dahası rapor, büyüme hızının 2009’da da yüzde 2.1 ile yine resesyon sınırının altında kalacağına, küresel resesyonun en az iki yıl süreceğine işaret ediyor. BM raporuna göre küresel ticaretin büyüme hızının da 2007’de yüzde 7.2’den bu yıl yüzde 4.7’ye gerilemesi bekleniyor.

OECD’nin 14 Mayıs tarihli basın açıklaması da BM bulgularını destekliyor. OECD’ye göre “Birleşik Öncü Göstergeler Endeksi”, önde gelen OECD ülkelerinin ekonomilerinde, önümüzdeki dönemde belirgin bir yavaşlamaya işaret ediyor. OECD, Mart 2008 verileri, Rusya dışındaki BRIC (Brezilya Rusya, Hindistan Çin) ülkelerinde de benzer bir ekonomik yavaşlamanın başladığını gösteriyor.

Büyük uluslararası bankalardan BNP Paribas’nın hafta sonunda yayımlanan “Günlük Ekonomi Bülteni”nde de, Avro bölgesi ekonomilerinin yavaşlamaya devam ettiği, İngiltere’de resesyon olasılığının daha da arttığı, ABD ekonomisinde durumun daha da kötüleşmeye başladığı saptanıyor.

BM ve OECD’nin bu genel duruma ilişin verilerine ek olarak, geçen hafta, Standard and Poors’un, Daily Telegraph’ın uluslararası ekonomi editörü Ambrose Evans-Pritchard’ın aktardığı “The Bust After the Boom” (Yükselişten Sonra Çöküş) başlıklı bilgi notu da firma bazında yaşanmakta olanlara ışık tutuyordu. Pritchard’a, “Ben kötümser ekonomik raporlara alışığım, ama bu sefer korktum” dedirten not, ABD’de firma iflaslarının çığ gibi büyürken, son iki haftada, Linen’s and Things, (650 milyon dol.), Kimball Hill (703 mil. dol.), Tropicana Entertainment ( 2.5 milyar dol.) dahil altı büyük firmanın, vadesi gelen borç senetlerini karşılayamadıklarına dikkat çekiyordu. S&P’nin kredi bölümü şefi Diane Vazza, “Bu kez iflas dalgası, önceki durgunluk dönemlerinden iki kat hızlı geliyor” diyormuş (D. Telegraph, 13/05).

Pritchard’ın, Time dergisinin blog yazarlarından Hether Wilhelm’in deyimiyle, “geçen hafta borsada analistlerin masalarında da dolaşmaya başlayan yorumunda” da vurgulandığı gibi küresel durgunluk başladı ve yayılıyor. Ama bu kez, birçok analistin yanı sıra Morgan Stanley global ekonomistleri, Manoj Pradhan ve Joachim Fels’in de son dört ABD resesyonunu ve beş ülkede yaşanan banka krizlerini irdeledikleri yorumlarında işaret ettikleri gibi durum farklı. Durgunluklar ve banka krizleri genellikle deflasyonist etki yaratırken bu kez dünya ekonomisinde durgunluğa rağmen, emtia ve enerji fiyatlarından kaynaklanan enflasyonist bir basınç var. Diğer bir deyişle durgunluk ve enflasyon birlikte gelişiyor. Gündemde “küresel stagflasyon” var.

‘En zor dönem geride kaldı’ diyorlar ama...

ABD Maliye Bakanı Paulson,Mali piyasalarda genel durum iyileşiyor” diyor, ama ekonomiden gelen haberler farklı. Bu yüzden kimi analistler, mali piyasalarda son aylarda yaşanan toparlanmanın şu sıralarda sönmek üzere olduğunu düşünüyorlar.

Gerçekten de BM raporunun arkasındaki varsayımlara bakacak olursak, küresel durgunluğun yüzde 1.8’de kalamayarak “kötümser senaryoda” işaret edilen yüzde 0.8’e gerileme olasılığının giderek güçlendiğini söylemek olanaklı. BM raporu, dünya ekonomisinin geleceğine ilişkin varsayımlarında, ABD ev piyasasına, kredi piyasasına ve tüketici talebinin gücüne büyük önem veriyordu.

Geçen hafta veriler, ABD ev piyasalarında krizin tüm hızıyla devam ettiğini gösteriyordu. Kimi yorumcular, çok haneli konut başlangıçlarındaki sürpriz artışa dikkat çekerken tek haneli konut piyasasında, yeni inşaatlardaki gerilemenin son 17 yılın en düşük düzeyine indiği (Bloomberg, 16/05) görülüyordu. Konut borcu taksitini ödeyemeyenlerin sayısının da bir önceki yıla göre yüzde 65 arttığı, bu yıl en az bir milyon ailenin evini kaybedeceği anlaşılıyor. (The Times,15/05). Cuma günü Reuters, Federal Mevduat Sigortası (Federal Deposit Insurance) Kurumu Başkanı, Sheila Bair’e atıfla, ikinci bir kredi krizi dalgasının gelmekte olduğunu haber veriyordu. Kredi krizi, konut kredilerinden, geleneksel, firma ve tüketici kredilerine sıçramaya başlamış. Prof. Rubini de 4 Mayıs tarihli blogunda, kredi krizinin otomobil piyasasına sıçradığına dikkat çekiyordu.

PNP Paribas’nın raporundaki “ABD ekonomisi kötüleşiyor” saptaması da işte bu zemin üzerinde, cuma günü açıklanan “Tüketici Güven Endeksi” sonuçlarına dayanıyor. Michigan Üniversitesi’nin hazırladığı endeks, tüketici güveninin mayısta 1980’den bu yana en düşük düzeye indiğini gösteriyor. Bu son veri gerek ABD üreticisi, gerekse dünya ekonomisi açısından çok kötü haber. Nitekim veriler, başta otomobil, dayanıklı tüketim malları sektörleri olmak üzere, sanayinin tüketici talebindeki gerilemeden etkilenmeye başladığını, atıl kapasitenin yüzde 20’ye ulaştığını gösteriyordu: İmalat sanayi üretimi nisan ayında beklenenden çok daha fazla düşerek önceki yıla göre yüzde 0.7 gerilemişti (Washington Post 16/05).

Kriz tüm hızıyla sürerken gelişmiş ülkelerde ekonomi yönetiminin tepe noktalarında küreselleşmeye ilişkin algının da değişmekte olduğu görülüyor. Örneğin “uluslararası liberal ekonomik ortam entelektüel desteğini kayıp mı ediyor sorusuyla” başlayan bir yorum (Kapur, Mehta, Subramanian, Financial Times, 14/05). Eski Harvard Üniversitesi Rektörü, eski maliye bakanlarından Summers’in küreselleşmeyle ilgili eleştirilerine, kaygıyla değiniyordu. Thornhill imzalı (FT,16/05) bir başka yorumda da, bu kez Alman Fransız ve İtalyan yönetimlerindeki, dozu gittikçe artan eleştiriler ele alınıyordu. Özetle, gelişmiş ülkelerdeki yeni algı şöyle: Mali serbestlik mali krizlere yol açıyor, ihtalat yüksek emtia fiyatları yoluyla enflasyonu körüklüyor, yine bu yolla gelen rekabet, işsizliği arttırıyor, ücretleri düşmeye zorluyor.

Thursday, May 08, 2008

Şaşkınlıkların Zamanı...

Başbakan'ın "Ayaklar baş olursa kıyamet kopar " sözleri AKP yörüngesindeki liberal entelijansiyanın halka anlattığı hikâyedeki, demokratik AKP fantezisini ayakta tutan kurguyu çözmüştü. " Halkın huzurunun bozulmaması için " alınan tedbirlerle, "sabahın 5'inden itibaren hiçbir kayda değer olay olmadan" başlayıp biten 1 Mayıs bu çözülmeyi hızlandırdı. Tüm bunlar olurken liberal entelijansiya arasında garip bir şaşkınlık havası vardı. Başbakan'da da öyle. Başbakan önce "başlar ve ayaklar " denklemine gelen tepkiye çok şaşırdı; sonra da sendikaların 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama konusunda bu kadar ısrarlı olmalarına...

İkimiz bir fidanın...

Bu şaşkınlıkların bir ortak noktası var: Aydınlanma geleneğine (akılcılığa) düşmanlık. Birincisine göre akılcılığın, sınıf, ekonomi, hakikat gibi evrensel kavramlarla üretilen, " büyük ve bütünsel söylemlere" dayanan toplumsal değişiklik çabaları, totaliter rejimlere yol açarlar. İkincisine göre, insan aklı eksiktir, hakikatin kaynağı maddi dünyanın dışındadır. Bu benzeşmedeki ironi sanırım sizin de dikkatinizi çekti: Liberal entelijansiya, Aydınlanma'nın maddeci, usçu geleneğinden, "büyük söylemlerden" kaçarken, demokrasiyi savunmak adına gitti, biri "Aydınlanma" öncesinin, öbürü de 1968 sonrasının, en " büyük, bütünsel söylemlerini" (siyasal İslam ve küreselleşmecilik) birleştiren bir siyasi partinin kucağına oturdu.

Başbakan'ın "a yaklar ve başlar " söylemine, sendikaları anlamakta çektiği zorluğa dönersek, bence bunların sırrı Murat Belge' nin dile getirdiği şu kaygıda gizli: "12 Eylül askeri rejiminin DİSK'i yargılayan sıkıyönetim askeri savcısı Süleyman Takkeci bile, iddianamesinde bu 'ayaklar-başlar' deyimini açıkça kullanmanın ayıp kaçacağını düşünebiliyor da, Başbakan neden düşünemiyor?" (25/04/08)

Aydınlanma'nın "hakikat rejiminde" egemenliğin kaynağını halk iradesi oluşturur. Bu nedenle egemen sınıf, hangi rejimle yönetirse yönetsin, her zaman "halk iradesine dayandığını" iddia eder; meşruiyetini burada arar. Kapitalist sınıf, halk olarak doğmuşluğunun, ulus devletin kurucusu olmanın mirasını korumaya özen gösterir. Bir toplumda Aydınlanma'nın "hakikat rejimi" egemense, orada egemen sınıfın ideolojisi halkı kazanmaya, yüceltmeye ilişkin öğeler içerir, halkı korumaktan, ona hizmet etmekten söz eder. Bu durum halktan, emekçilerden yana güçleri açısından önemli olanaklar sunar. Kapitalizme, diktatörlere karşı mücadelenin siyasi söylemi, Aydınlanma'nın "hakikat rejimi" içinde, en ağır baskı koşullarında bile üretilebilir.

Ayaklar, başlar ve kıyamet

Dini "hakikat rejimi" farklıdır. Bu "hakikat rejiminde" tüm insanlar Tanrı'nın kuludur. Ama Tanrı kullarıyla doğrudan ilişki kurmaz, onlara yapmaları gerekenleri doğrudan söylemez. Bu "iletişim boşluğu" , bir seçkinler tabakası tarafından doldurulur. Kendilerini bu "kulları" yönetmekle yükümlü, seçilmiş insanlar olarak gören seçkinler açısından, halk, siyasi gücün kaynağı değil hedef nesnesidir; kullar sürüsüdür . Bu "rejimde" asla mücadele hedefi olmayacak olan "şey" Tanrı'dır, diğer bir deyişle egemen sınıfın iktidarının meşruiyetinin zemini... Bu rejimlerde yönetenlere karşı çıkmak, "Tanrı'ya karşı ayaklanma" olacaktır; " ayakların baş olmaya kalkması kıyametin ta kendisidir" . Bu "hakikat rejimine" ait bir akımın, siyasi yelpazenin demokrasi tarafında yer alması, nasıl söz konusu olabilir? Dini "hakikat rejimi", kapitalizm, işçi sınıfı gibi kavramları dışladığı için, Başbakan da, işçilerin sınıf çıkarını dile getirme taleplerini ve haklarını, 1 Mayıs olayını, "anlamlandıramaz", "neden böyle direttiklerini" anlayamaz, şaşırır.

Söz şaşkınlıktan açılmışken, benim de kafamı kurcalayan sorular var. Erol Manisalı hocamız aktarıyor: 29 Nisan akşamı, bir kanalda Bülent Eczacıbaşı, şunları söylüyormuş: " Turgut Özal başbakan iken TÜSİAD'ın toplantısına katılmıştı. Ben, yaptığım konuşmada Türkiye için sanayileşme stratejisine ihtiyaç olduğunu anlattım. Toplantı bittikten sonra çıkışta Turgut Özal yanındakilere, şu genç işadamları da kafalarına sosyalist planlamayı takmışlar diye yakınıyordu."... Ertesi gün Cumhuriyet'te Mustafa Koç 'un gümrük birliğiyle ilgili yakınmaları vardı: O zaman karşı çıkmışlar, ama "Koç grubu gümrük duvarlarının arkasına saklanmak istiyor" denilmiş. Kararları birileri alıyormuş, biz uyguluyormuşuz. Türkiye için zararlı olmuş.

Koç ve Eczacıbaşı gibi grupların dahi üzerindeki bu iktidarın kaynağı ne? Yoksa burası bir tür sömürge mi oldu kimse farkına varmadan? Bu yüzden mi emperyalizmden, ulusal çıkardan söz etmek ayıp sayılıyor? Sakın, bu yeni âdetle, 'Yedi Düvel' in, AKP'yi demokrat ilan etmesi arasında bir ilişki olmasın? Ha, bir de bu itiraflar niye? Yoksa, sandığımızdan çok daha derin bir krizle mi karşı karşıyayız?

Tuesday, May 06, 2008

Bu mayıs, farklı bir mayıs...

Ama işçiler bu yıl, demokrasi ve insan hakları mücadelesi verdiği iddia edilen bir hükümetin elinden dayak yedikleri için değil. Dünyada da ilginç bir hava var: Medya "1968 olaylarıyla" ilgili yorumlarda, söyleşilerle, sempozyumlarla, belgesellerle dolu. Konuyla ilgili yüzlerce kitap yayımlandı. Londra'da, Paris'te film festivalleri var. "1968" i, 40. yıldönümünde adeta özellikle anımsamak istiyoruz.

Bir 'olay' olarak 1968
"1968"
deyince akla, öncelikle Paris'te, 6 Mayıs'ta öğrencilerin Sorbonne Üniversitesi'ndeki direnişiyle başlayıp hiç beklenmedik bir biçimde, bir hafta içinde tarihin en büyük genel grevine açılan gelişmeler gelir. O yıl dünya, 1848 devrimlerinden sonra yaşanan en büyük, en yaygın düzen karşıtı , kimi zaman devrimci kitle eylemlerine şahit oldu.

ABD'de 1960'ların ortasında, ırk ayrımcılığına karşı kitlesel bir hareket doğmuştu. ABD egemen sınıfları açısından daha da kötüsü, bu hareket 1968'de, Martin Luther King' in çabalarıyla işçi hareketiyle kesişmeye başladı. O yıl ABD'de ve Avrupa'da Vietnam Savaşı'na karşı öğrencilerin başını çektiği bir hareket hızla büyümekteydi; Fransa'da öğrenci hareketi, işçi hareketiyle kaynaşmaya başlamıştı: On milyon işçinin katıldığı genel grev yaklaşık bir ay sürdü, fabrika işgalleri yaşandı. Almanya'da, diğer Avrupa ülkelerinde, hatta Çekoslovakya'da bile öğrenciler, işçiler düzene karşı ayaklanmışlardı.

Bu "isyan dalgası" , ABD hegemonyasını, 1950 sonrasının muhafazakâr düzenini, kitlesel tüketim kültürünü, bir taraftan sosyal demokrasiyi, diğer taraftan Stalinist komünist partilerini, " reel sosyalizmin " toplumsal modelini hedef alıyordu. Çin'de kültürü , ön plana çıkaran yeni gelişmeler ilgi çekmekteydi. Artık, dünya değişecek havası, umudu vardı.

Ancak, muhafazakâr partilerden sendika bürokrasilerine, Stalinist komünist partilerine kadar, düzenin bekçileri çok güçlüydü. Devrimci dalga, tüm heyecanına, kültürel dinamizmine karşın örgütsüzdü. Olaylar giderek yatıştı, düzen yeniden kuruldu, "1968 olayı" bitti.

Kurulu toplumsal yapı içinde patlak veren her tarihsel " olayın " karşısında üç tutum şekillenir: 1- "Yapıyı" korumak için "olaya" karşı savaşan muhafazakâr tutum. 2- "Olayın" yarattığı "hakikati" , bu hakikatin ahlakını benimseyen, ona sadık kalan tutum. 3- "Olayın" etkisine kendilerini açan ama sonra, ahlakına, sadık kalamayarak "yapıya" geri dönen tutum. Birincileri, "olaydan" sonra da, onun sonuçlarına, "bıraktığı ize" karşı savaşmaya devam ederler. İkinci gruptakiler, "olayın" sonuçlarını kabul ederek bıraktığı ize sadık kalırken ahlakını evrenselleştirmek için mücadeleye devam ederler. Üçüncü gruptakiler ise ısrarla olayın izlerini silmeye, hakikatini çarpıtmaya çabalarlar.

Bir nefret nesnesi olarak '1968'
ABD'de, Avrupa'da muhafazakâr kesime sorarsanız, "1968" , "her şeyin" bozulduğu yıldır. Adenauer Vakfı'nın direktörüne göre, " 1968 isyanı toplumsal değerleri, Nazi rejiminden bile daha fazla yıpratmıştır" (Furedi, Spiked, 25/04). İngiltere'de, felsefeci Roger Scruton da 1968'in entelektüel etkisini, "İskenderiye Kitaplığı'nın yakılmasına benzetiyor" ( Prospect , Mayıs, 2008). Fransa'da Nicolas Sarkozy 'ye göre, " 1968'in, Fransız halkının anlağındaki kalıntılarının artık tümüyle likide edilmesi gerekmektedir ".


(Ama Fransız emekçilerinin başka planları var. Fransa işçi sınıfı, bu yıl, 1 Mayıs kutlamalarına, 2003'ten bu yana ilk kez tüm kanatlarıyla birlikte katılmakla kalmıyor, ortak ekonomik sorunlarının yanı sıra yasadışı göçmenlerin sorunlarını savunmayı da içeren yoğun eylem programına da başlıyor. - Liberation , 01/05)


Tüm muhafazakâr yorumcuların yüzleri, 1968'i anarken öfkeden neredeyse kıpkırmızı oluyor. Yüzleri kızaran bir kesim daha var: 1968'de yaşadıklarını unutmaya çalışan, üçüncü gruptaki eski solcu tipler. Ne kadar cahilmişiz, duygusalmışız, nahifmişiz, diye hayıflanır, her ağızlarını açtıklarında, "1968" i öğrenci romantizmi olarak karalamaya çabalar, Anthony Giddens gibi, özgürlük heveslerinin boşluğundan, hep yenilgiden, 1968'in ardından gelen baskıcı rejimlerden söz ederler. Bunları, Robert Frost 'un "gençken devrimci, yaşlanınca muhafazakâr" olmakla ilgili şiiri bile avutmaya yetmiyor, o günleri anımsadıkça "ateş basıyor..." Olayın "izleri" bir türlü silinmiyor!


Ama, 1968'i, her fırsatta anımsamak isteyen bir kesim de var. 1968'in ancak sonuna yetişebilmiş biri olarak ben de bu kesimi oluşturanlar gibi yaşamımı, 1968'i biteviye yeniden yorumlayarak, sonuçlarıyla "ilişkilenmeye" devam ederek, ahlakına sadık kalmaya, yapıya geri dönenleri anlamaya çalışarak geçiriyorum. Çünkü, 1968'in ilkeleri bir ütopya değildi, son derecede gerçekçiydi. Onlar, insanlığın Spartaküs ayaklanmasından bu yana gündemde tuttuğu, her olanakta yeniden yaşama geçirmeye çalıştığı ilkeleriydi. Zizek'in vurguladığı gibi, esas ütopya, var olan sistemin kendini sonsuza kadar yeniden üretmeye devam edeceğine inanmaktır.

Bir tarihsel 'konjonktür' olarak '1968 '
Tarihsel "konjonktür" , belli bir zaman dilimini betimler. Bu zaman dilimi içinde birçok etken birleşerek gelişmelerin yönü, fikirlerinin üretimi üzerinde belirleyici olur. "Konjonktür" , "yapının" farklı özelliklere sahip iki dönemini birbirinden ayırır. "Konjonktür" , bu dönemlerden farklı bir olaylar kümesine sahiptir.


"1968"
, kapitalizmin, II. Dünya Savaşı sonrasında, Fordist sermaye birikim rejiminin "ekolojik egemenliği" altında yaşanan büyüme, siyasi "istikrar" , ABD hegemonyası dönemiyle bu rejimin, 1970'lerde başlayan yapısal krizi arasındaki geçişi oluşturuyor. Bu açıdan "1968 olayı" , "1967-74" konjonktürünü oluşturur.

Olayların gidişinin yönü, fikirlerin üretilişi üzerindeki etkisine, özellikle o sırada çok kullanılan "toplumsal olay" kavramının ışığında baktığımızda, 1968 konjonktürünün, çok daha uzun iki tarihsel dönemi de birbirinden ayırdığını görebiliriz. Kapitalizm "toplumsal sorunla" ("sık sık isyan etmeye başlayan yoksullar) ilk kez 1830'larda karşılaşır. İlk tepki sorunun çözümünü piyasa ilişkilerine bırakmaktı. 1848'de Avrupa çapında yaşanan ayaklanmalardan sonra, gündeme "sosyal reform" , devletin düzenleyici rolü, kamu hizmetleri gibi düşünceler girdi, liberal demokrasinin yanına, sosyal demokrasi (komünizm) eklendi. Artık, 1970'lere kadar, siyasetin " merkezine " sınıf ilişkilerinin sorunları oturmuştu. "1968 olayından" sonra, Şili cuntasıyla, Çin'de piyasa ekonomisine geçişle başlayan süreç, 1979/80'de neoliberal restorasyonla yeni, farklı bir dönemin varlığına işaret eder. Önceki hafta, Özal ile ilgili yazımda, şimdi bu "restorasyonun" da çözülmeye başladığını savunmuştum. Belki de "1968" bu nedenle bu kadar çok ilgi çekiyor.


Alain Badiou'
nun "1968" olayına ilişkin yaklaşımı da düşündürücü ( New Left Review , Ocak/Şubat, 2008). Badiou insanlığın sınıf ilişkilerine başkaldırı geleneğine ilişkin, kapitalizm tarihi içinde iki dalga saptıyor: 1792 (Fransız Devrimi) ­ 1871 (Paris Komünü) ve 1917-1976 . Bu iki dönemin arasında 40 yıllık bir durgunluk ve gericilik dönemi var. Badiou'ya göre şimdi "1968" olayını izleyen uzun gericilik dönemi sona eriyor olabilir; solun ilkelerini ve projelerini, sınama olanağı bulacağı yeni bir dönem başlıyor.

Thursday, May 01, 2008

Yılan Hikâyesine Döndü...

ABD başkanlık seçimlerinde, Demokrat Parti'nin iki başkan aday adayı Hillary Clinton ve Barack Obama arasındaki yarış iki açıdan adeta bir "yılan hikâyesine" döndü. Uzadıkça uzuyor, seçmeni bıktırıyor. İki adayının giderek sertleşen kampanyasının etkisiyle parti, kendi kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışan bir yılana benzemeye başladı

Clinton'ın hesabı...
Demokrat Parti, başkan adayını, eyalet bazında yapılan seçimlerden sonra belirlenen 3250 delegeye ek olarak 800 doğal (seçilmemiş) delegenin katıldığı bir ulusal konferansla belirliyor.
Önce adaylar, toplam 3250 delegenin oylarının çoğunluğu için eyalet bazında yarışıyorlar. Bu süreç boyunca, parti liderlerinden ve görevlilerinden oluşan 800 doğal delege ise, başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti'nin karşısında hangi adayın şansının daha yüksek olabileceğine karar vermeye çalışıyor. Bu nedenle, seçilmiş delegelerin çoğunluğunu kazanamayan bir adayın, ulusal konferansta, doğal delegelerin oyuyla partinin adayı olarak atanması olanaklı. Hillary Clinton ve Barack Obama arasında oluşan dinamik, Demokratik Parti'yi böyle riskli bir noktaya doğru sürüklüyor.

Önceleri, hemen herkes -Cumhuriyetçi Parti'nin seçkinleri bile- Demokratlar'ın seçimleri kolaylıkla kazanacağına inanıyor, Hillary Clinton'ın Demokrat Parti'nin başkan adaylığına oldubitti gözüyle bakıyordu. Ancak delege seçimleri başlayınca gelen ilk sonuçlar, Clinton'ın seçimle belirlenen 3250 delege içinde çoğunluğu kazanamayacağını ortaya koydu. Böylece Obama "olayı" başladı; Clinton'ın karşısında da giderek büyüyen bir "sen artık çekil" korosu oluştu.

Ancak Clinton çekilmedi, mücadeleye devam etti. Üstelik başkanlık seçimlerinde belirleyici olan büyük eyaletlerde delegelerin çoğunluğunu her zaman Clinton alıyordu ( Washington Post , 08/03). Bu nedenle, Clinton, 3250 delege içinde çoğunluğu sağlayamasa bile 800 doğal delegeyi ikna ederek, adaylığı alabileceğine inanıyordu. Bunun için de, Obama'nın momentumunu kırması gerekiyordu.

Obama'ya ilişkin ilk kuşkular, "süper salı" onun ardından Ohio, Texas seçimlerinde oluşmaya başlamıştı (Dünya Ekonomisine Bakış, Cumhuriyet , 10/03). Birçok gözlemci, geçen salı günü yapılan delege seçimlerinde bu momentumun kırıldığını düşünüyor. Obama, Pennsylvania'da TV reklamlarına Clinton'dan üç kat daha fazla para harcadı, kamuoyu yoklamaları Clinton'a en fazla yüzde 5 bir farkla kazanma şansı tanıyordu ( Wall Street Journal 24/04) ama Obama seçimleri yüzde 10 farkla kaybetti.

Başkanlık seçimlerinde, her zaman belirleyici olan üç büyük eyaletten biri olan Pennsylvania'daki başarısının ardından Hillary Clinton'ın yıldızı yeniden parlamaya başladı. Örneğin Clinton bütün bilinen rekorları kırarak 24 saatte, 80.000 destekçisinden 10 milyon dolar ek bağış topladı ( Associated Press , 24/04)

Bir öykü daha var
Bu süreçte bir öykü daha var: Obama'nın "statükoya" karşı, ırk ve sınıf çelişkilerini aştığını iddia eden "yeni politika" çizgisi, gerçekliğin duvarına çarpınca dağılmaya, siyaseti kültürel yüzeye indirgeyen bu postmodern politikanın tüm zaafları gözler önüne serilmeye başladı.

George Bush' un seçim zaferlerinin mimarı, ülkedeki sınıfsal ve kültürel dizilişi en iyi kavradığı düşünülen Karl Rove 'un Wall Street Journal 'daki analizi, Clinton'ın, Pennsylvania'da, son anda karar verenlerin hemen hepsini kazandığını gösteriyordu. Clinton, Obama'ya oy vermesi beklenen iyi eğitimli, varlıklı orta sınıfın yaşadığı dört bölgeden ikisini almıştı. Obama'nın, " ekonomik sıkıntılardan dolayı dine ve silaha sarılan küskün kesim dediği" küçük kasaba nüfusu ve beyaz işçi sınıfı içindeyse Clinton Obama'yı, yüzde 75, yüzde 63 gibi oranlarda oy alarak ezmişti.

Bir başka gözlemciye göre Obama, bugüne kadar hemen hiçbir büyük sanayi merkezinde Clinton'a karşı zafer kazanamadı. Clinton, mavi yakalı işçiler, orta sınıfların yoksul kesimleri, emekliler, kırsalda yaşayanlar, Latin Amerika göçmenleri, kadınlar arasında Obama'ya fark atıyor. Pennsylvania delege seçimlerinde, sendikaya üye hane halkının yüzde 59'u, ekonomiye öncelik veren seçmenin yüzde 58'i, oylarını Clinton'a verdi ( Huffington Post , 23/04).

Demokratların önde gelen entelektüellerinden, başlangıçtan beri iki aday arasında tarafsız kalmaya çalışan Prof. Krugman 'ın The New York Times 'ta dile getirdiği kaygılar, iki adayın sınıfsal tabanları arasındaki farkı gösteriyor. Çalışan Amerika'nın sağlık, sosyal sigorta gibi konulardaki gerçek kaygılarına yönelik çözümler, Obama'nın kampanyasının ana temasını oluşturmuyor. Örneğin, herkesi kapsayan sağlık sigortası tartışmasında Clinton'a yönelttiği eleştiriler, sigortası olmayanları da kapsayacak çözümler önermek yerine halen sigortası olanları korkutmaya yönelik. Obama'nın "yenilik" , "dönüşüm" derken neyi kastettiği de hep belirsiz kalıyor. Demokrat Parti geleneksel olarak ekonomik güvenliğin, ulusal sağlık ve sosyal sigorta sisteminin, Clinton dönemine atıfla refahın partisiydi. Obama'nın sözde yeni politikası, "statükoyla" savaşı, partinin bu geleneğini inkâr ediyor, Demokratları Cumhuriyetçilerle aynı kaba koyuyordu. Bu yüzden, bugüne kadar eski Demokratlar hep Clinton'ı tercih ettiler.

Cumhuriyetçi Parti'nin etkin entelektüellerinden, neo-con eğilimli Charles Krauthammer 'in Washington Post 'taki yazısıysa, saldırının nereden geleceğini açıkça gösteriyor. Cumhuriyetçiler kampanya boyunca üç noktaya vurgu yapacaklar. Birincisi, Obama'nın "dine ve silaha sarılan küskünler" sözleri. İkincisi, devam ettiği kilisenin siyah dini lideri Jeremiah Wright 'ın "AIDS virüsünü hükümet siyahları yok etmek için üretti", "11 Eylül Tanrı'nın ABD'yi lanetlemesiydi" iddiaları. Üçüncüsü, eski arkadaşı, 1970'lerde adı bombalı eylemlere karışan Prof. William Ayers 'in "Daha çok yapmalıydık" sözleriyle, bir diğer arkadaşı, gayrimenkul milyarderi Tony Rezko 'nun yolsuzluktan tutuklanmış olması. Böylece, siyah, yukarı orta sınıftan, radikal dinci, hatta Marksist entelektüel görüntüsü altında, yurtseverliği, karakteri, dürüstlüğü kuşkulu bir adam imajı işlenecek. Bu eleştirileri savuşturamazsa Obama, beyaz işçi sınıfından ve kırsal seçmenden asla oy alamayacak. Rove ve Krugman'ın işaret ettiği gibi sınıfsal tercihler , The Times 'ta Anatol Kaletski 'nin vurguladığı gibi, ırk konusu ABD siyasetinde, "hâlâ" inkâr edilemeyecek kadar etkili, "yeni siyaset" in kültürel fantezilerine sığınarak bunların etrafından dolaşmak olanaklı değil.

Şimdi, Demokrat Parti de çok ciddi bir ikilemle karşı karşıya. Clinton'ın, nispeten ölçülü saldırıları karşısında bile tutunmakta zorluk çeken Obama, Cumhuriyetçi Parti'nin acımasız, kimlik kirletmekte uzman propaganda makinesi karşısında ayakta kalabilir mi? Partinin seçilmiş delegelerinin çoğunluğu Obama'yı tercih ederken konferans, doğal delegelerin oyuyla Hillary'nin adaylığını onaylarsa, bölünmüş ve küs bir partiyle seçimler kazanılabilir mi?

Böyle devam ederse Demokratlar, "Sekiz yıllık George Bush yönetiminin, halkın desteğini kaybetmiş savaşların, bir resesyonun sunduğu olanakları kullanamayacak, salt devlet başkanlığını değil, ABD politikasında, her kuşakta ancak bir kez gelebilen, ender bir dönüşüm yaratma şansını da kaçıracaklar". ( Baker , The Times, 25/04/08). Hiç beklenmedik bir şey oluyor, Cumhuriyetçilerin şansı giderek artıyor.