Friday, July 08, 2011

Ç‘K’P 90 Yaşında

(Cumhuriyet: Pazartesi ve Çarşamba)

-1-
Geçen hafta cuma günü Çin Komünist Partisi 90. kuruluş yılını kutlamaya başladı. Hafta başında, Çin Başbakanı Wen Jiaboderin bir mali kriz içinde bocalayan Avrupa Birliği’ni ziyaret ediyor, “bir kez daha yardım elini uzatmaya hazır olduklarını açıklıyor”... “zor günlerin dostu olduğunu kanıtlıyordu”. (The Peoples Daily 30/06/11) Salı günü New York Times, Çin’in en büyük petrol şirketi Çin Ulusal Petrol İşletmeleri, Irak’ta El Ahdab petrol alanında üretime başladığını bildiriyordu. Al Ahdab, geçtiğimiz 20 yılda yeni üretime açılan en büyük kuyuymuş.

 ‘Şimdi liderlik sırası sizde’
Kissinger, 25 Haziran günü Pekin’de, Çin’in küreselleşmeyle ilgilenen en önemli düşünce kuruluşunun düzenlediği bir konferansta konuşurken, Çin’in bugünkü konumu, ABD’nin 1947’deki konumuna benzetmiş; o dönemin gerilemekte olan hegemonyacı gücü İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Bevin’in ABD’ye “siz dünyanın en çok kredi veren ülkesisiniz, yeni dünya düzenini şekillendirmede liderlik görevini üstlenmelisiniz”dediğini aktarmış. Şimdi, ABD’yi geçerek en çok kredi veren ülke konumuna yükseldiğine göre Çin’in, “liderlik etmeye başlaması gerekiyormuş”. (Christian Science Monitor, 28/06/11)

Gerek Çin Komünist Partisi’nin 90. yılı kutlamaları, gerekse de Wen’in AB gezisi sırasında yapılan değerlendirmeler, Çin’in Kissinger’in tavsiyesi yönünde, yavaş ve temkinli adımlarla da olsa ilerlemekte olduğunu düşündürüyor. Irak’ta kuyu işletmeye başlamasıysa, Çin’in, en önemli enerji coğrafyasında doğrudan var olmaya başlayarak, bu günün kapitalizmine liderlik edebilmek için gerekli adımlardan birini atmaya başladığını da gösteriyor.

Kissinger’in önerisine dönersek, ABD açısından kaygı verici bir soruyla karşılaşıyoruz: Ya Çin bu liderlik etme süreciyle birlikte kendi kurallarını hatta kendi ekonomik ve sosyal modelini de dayatmaya başlarsa? Ne de olsa, Financial Times’tan Philip Stephens’in anımsattığı gibi Çin; “uluslararası ekonomik siyasi sistemin Batı’nın çıkarları üzerinde yaratılmış olduğunu düşünüyor” (30/06/11). Çin de her lider adayı gibi kendi çıkarları temelinde şekillenmiş olan bir modelle birlikte gelmek istiyor; daha doğrusu fiilen geliyor.

Partinin 90. yılı kutlamalarında, Wen’in AB gezisi sırasında dile getirilenler de bu modelin ana hatlarının, ABD-AB anglo-sakson modelinden belirgin biçimde farklı olduğunu, bu farklılığın kaygı yarattığını bir kez daha gösteriyordu. Örneğin, AB gezisinin İngiltere ayağında, Çin Başbakanı Wen ile, İngiltere Başbakanı Cameron arasında gerginlik yaşanırken, gezinin Almanya ayağı karşılıklı övgülerle tamamlanıyordu.

‘Liderlik’ ama nasıl?
Bu yeni “model” henüz tümüyle şekillenmemiş olsa bile en azından iki özelliği dikkat çekiyor. Bunlardan biri ulusal egemenlik kavramıyla ilgili. Çin, ABD imparatorluk projesi bağlamında gündeme gelen, ABD ve NATO’nun başka ülkelerin iç siyasetlerine müdahale etmesine olanak veren,“ulus devlet aşıldı”, “sınırlı egemenlik” kavramlarını kabul etmiyor. Çin, Wen’in Cameron ile yaptığı basın toplantısında anımsattığı gibi, eşitlik, karşılıklı saygı, ulusal egemenliklerin dokunulmazlığı ilkesini savunuyor. “Biz”diyordu Wen, “Avrupa’nın siyasi sistemine saygı gösteriyoruz... Karşılığında Çin’in sistemine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini bekliyoruz.” (New York Times, 28/06/11)
Ekonomik kriz derinleştikçe, ABD’nin hegemonyası geriledikçe, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da giderek artan sayıda ülkenin egemen sınıflarının, Çin’in yaklaşımını kendi çıkarlarına daha uygun bulduğu, Çin’in liderliğini benimseme eğilimi geliştirdiği görülüyor.

Çin modelinin diğer özellikleri de, ABD merkezli Batı’nın benimsediği Liberal Demokrasi, Liberal Ekonomi modelinden, ABD ve İngiltere ekonomilerinden belirgin farklılıklara işaret ediyor. Örneğin, Çin modeli, toplumsal istikrara, bunu sağlamakta devletin ve partinin (siyasi iradenin) merkezi yapısına önem veriyor.

Bu modelde, The Asia Times’ın Çin editörü Wu Zhong’un“ÇKP, doksanında demokrasiyi yeniden keşfediyor” başlıklı ilginç yazısında aktardığı gibi, Çin yönetimi, dünya ekonomisine açılan özel sektör kapitalizmi gelişirken şekillenen yeni sınıf ve tabakaların çıkarlarını yansıtacak, müzakere, temsil katılım, uzlaşma mekanizmalarını, merkezi yapıyı bozmadan geliştirebilmek için “Halk Demokrasisi”nin, devrimin ilk döneminde, Mao’nun uygulanmasına önem verdiği, ama sonra terk edilen kimi yöntemlerine geri dönmeye başlıyor. Bu bağlamda, parti, söz konusu çıkarları yansıtacak, yeni partilerin oluşmasına izin vermek yerine, ekonomik, siyası farklılıkların parti içindeki fraksiyonlar yoluyla temsil edilmesinin dayalı bir “çoğulculuğun” olanaklarını geliştiriyor.

Zhong’a göre, ÇKP, bu yukardan aşağı “demokratikleşme”sürecini, parti görevlilerinin ve yerel yönetim temsilcilerinin bir kesiminin, merkezden atanan adayların yanı sıra yerel adaylar arasından seçilmesine olanak tanıyarak bu kez bir “aşağıdan yukarı” demokratikleşme süreciyle destekliyor. (29/06/11) Böylece, Çin giderek karmaşıklaşan sınıfsal ve toplumsal yapıların temsil ve uzlaşma olanaklarını, kendi tarihsel modernleşme deneyiminin derslerinden yararlanarak, liberal demokrasiden farklılaşan bir yönde geliştirmeye çalışıyor.

Doksanıncı yıl kutlamalarında, partinin meşruiyetini, gelenekle bağları güçlendirerek koruma çabalarının sonucunda partinin tarihsel başarılarını vurgulayan “Kızıl” (devrimci) şarkılarda belirgin bir artış gözleniyormuş. Ancak, ÇKP Merkez Komite Propaganda Bölümü Başkan Yardımcısı Wang Xiahou“bunlar, geçmişe bir ideolojik geri dönüşe işaret etmediğini”söylüyormuş. Wang “Bugün bizim zengin ve çok renkli bir kültürümüz var. Kimileri kızıl şarkıları, kimileri pop şarkılarını kimileri de rock and roll seviyor” diyormuş. (Independent,01/07/11)

Weng’in bu saptaması, 1970’lerin ortasından bu yana milyonlarca vatandaşını yoksulluktan kurtaran, ülkenin uluslararası statüsünü, bir lider adayı konumuna yükselten ÇKP’nin artık kendi kapasitelerine, Teng Xiaoping’den ve devrime katılmış kuşağın emekliye ayrılmasından sonra geliştirmek zorunda kaldığı “kolektif liderlik” sistemine giderek daha çok güven duyduğu bir noktada olduğunu gösteriyor.
Çin’i dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna yükseltmeyi başaran ÇKP serbest piyasa ve finansallaşma modelinden farklı, öncelikle sanayi üretimini ve ihracatı güçlendirmeye devam ederken, giderek iç pazarın ve tüketimin geliştirilmesine, buna bağlı olarak da, toplumsal destek ve refah araçlarını oluşturmaya, sınıflar arasında diyaloğa ve uzlaşma aramaya dayalı bir ekonomik model oluşturduğu görülüyor. Bu model planlamayı, devlet işletmelerini,“sosyal piyasa” biçimlerini, öncelikle kendi kaynaklarına dayanarak büyümeyi içeriyor. Bunlar kapitalizmin çelişkilerini, kriz eğilimlerini ortadan kaldırmıyor (örneğin Çin’de sanayide bir kapasite fazlası sorununun oluşmaya başladığı görülüyor) ama, hem devlete kriz yönetiminde yeni olanaklar sağlıyor, hem de neoliberal modelin dogmalarını aşarak yeni bir büyüme modeli bulmaya çalışanlara yararlanacakları bir deneyim sunuyor.

-2-

Ç’K’P’nin kuruluşunun 90. yıldönümü kutlamaları, Çin Başbakanı Wen’in Avrupa gezisiyle çakışırken, Kissinger’e göre, “Çin, en çok yabancı kredi veren (Finansa kapital ihraç eden-E.Y) ülke olarak liderlik sorumluluğunu üstenme gerekiyordu”.

Wen’in Avrupa gezisi, bu bağlamda, iki farklı yoruma yol açtı. Birinci yoruma göre, Wen’in de konuşmalarında vurguladığı gibi, AB gezisi, Çin ve AB arasında gelişen ekonomik ilişkiler, Çin’in, zor durumda olan AB’ye yardıma elini uzatarak, liderlik sorumluluklarını üstlenmekte olduğunu gösteriyordu.

AB’nin en etkili düşünce kuruluşlarından, European Council on Foreign Relations (ECFR) tarafından dile getiren ikinci yaklaşıma göreyse, Çin krizden yararlanarak, AB’yi, özellikle de, AB’nin küçük ve yoksul ülkelerini hedef alan bir “böl ve yönet politikası” uyguluyordu.

 “Yardım eli” mi?
Avrupa Birliği öncelikle, Yunanistan, İrlanda, Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi AB periferisini sarsan derin bir mali kriz yaşıyor. Birliğe, yeni katılan Doğu Avrupa ülkelerinin de, yakın gelecekte bu krizden etkilenme olasılığı yüksek. Ödenemeyen alacakların daha çok Alman ve Fransız bankalarında yoğunlaşmış olması, bu iki ülkenin de kendilerini krizin etkilerinden koruyamadığını gösteriyor. Avro’nun ve AB’nin geleceğini tehdit eden bu kriz karşısında AB liderliğinin önlem almakta, kaynak bulmakta zorlandığı görülüyor. Bu koşularda, AB’ye ek kaynak girmesinin krizin etkilerini hafifletmek açısından büyük öneme sahip olacağı kolaylıkla söylenebilir.

Bugün dünyada bu çapta kaynakları harekete geçirebilecek ülke sayısı son derecede az. Bu ülkelerin başında da yaklaşık, üçte biri dolar varlıklarından oluşan 3 trilyon dolarlık rezervlere sahip Çin geliyor.  Financial Times ise, doların geleceğine eskisi kadar güvenmeyen Çin’in dolar varlıkları almayı geçen yıl durdurduğunu, gittikçe artan oranlarda Avro cinsiden varlıklara yöneldiğini yazıyor.

ECFR’nin huzurunu kaçıran gelişme de işte bu yönelişle ilgili. ECFR’nin “Scramble for Europe” (Avrupaya Hücum) başlıklı raporunda, Çin’in 64 milyar dolarlık toplam AB yatırımlarının yarısından fazlası 2010 yılından bu yana gerçekleşmiş. Çin, Macaristan’da  1,7 milyar dolara, bir kimyasal madde üreten kuruluş satın almış, Macar devletinin hazine kağıtlarından satın almaya hazır olduğunu açıklamış. Macaristan Başbakanı  Viktor Orban’ın bu açıklamayı bir “tarihsel yardım” olarak nitelemesiyse ayrıca anlamlı.  Ek olarak, İspanyol devi Repsol, Brezilya’daki  iştiraklerini 7 miyar dolara Çin şirketi Sinopec’e devretmiş. Çin Norveç’te de  önde gelen bir silikon üreticisini 2 milyar dolara satın almış.

Wen’in Avrupa gezisi, Çin’in AB’deki varlığını daha da arttıracak gelişmelerle doluydu. Wen İngiltere’yle 2.2 milyar dolarlık yatırım ve ticaret anlaşması gerçekleştirdi. Çin’in, Almanya ile ilişkilerini geliştirmeye  özellikle önem verdiği anlaşılıyordu. Görüşmelerde, Çin’in iç siyasi sorunları üzerine yorum yapmaktan kaçınan Merkel, Çin ile 15 milyar dolarlık ticaret ve yatırım anlaşması imzaladı. İki ülkenin liderleri, aralarındaki ticaret hacmini 2020’ye kadar 200 milyar dolara çıkartmaya kararlı olduklarını açıkladılar. Çin Yunanistan’a, devlet borçlanma kağıtlarından satın alarak, yardım eli uzatmaya hazır olduğunu da açıkladı..

Stratejik yatırım mı?
Devletler arası ilişkiler, her zaman, egemenlik, bağımlılık, güçler dengesi ilişkileridir. Bu Bağlamda, zor durumdaki bir devlete bir başka devletin “yardım eli” uzatmasıyla, “böl yönet” politikası arasında, bazen sanılandan çok daha az bir fark olabilir.

Dünya devletler sisteminde bir ülke yükselmeye başlayınca, verili sistemin mimarları, “statüko” güçleri, tedirgin olmaya, tarihte görüldüğü gibi, birleşerek yükseleni, tehdit edici bir noktaya ulaşmadan, etkisiz hale getirmeye çalışabilirler. Buna karşılık yükselmekte olan, hem verili düzenin engellemelerinden, “haksızlıklardan” yakınırken, yükselme sürecini destekleyecek ittifakları, ekonomik, teknolojik koşulları korumaya çalışırken, hem de bir tehdit unsuru olmadığını kanıtlamaya özen gösterecektir.
Çin’in AB gezisini, AB üyelerine, Avro’ya, AB projesine verdiği desteği de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Almanya ile ilişkileri geliştirirken, Çin’in teknolojik gereksinimlerini karşılamaya, Avroya yönelirken dolar karşısında korunmaya çalıştığı söylenebilir. Wen’in “AB’yi bağımsız bir kutup olarak görüyoruz” saptaması da, Çin’in, ABD karşında dengeleyici bir kutup arayışından kaynaklanmaktadır.

Özetle, Çin’in hem AB’ye yardım eli uzattığını hem de, ECFR’nin kaygılandığı gibi, AB’yi ABD’ye alternatif bir blok olarak destekleyerek, “Atlantik çatlağını” korumayı amaçladığını söyleyebiliriz.  Ne yazık ki, “Statüko” güçlerinin, tarihten ders aldıklarını, bu kez tepkilerinin gelecekte, bir savaşa yol açmayacağını ise henüz söyleyemiyoruz.

No comments: