Tuesday, January 29, 2008

“De omnibus dubitandum est”

(Cumhuriyet, 28/01/08)

“Aydınlanma”nın temelinde iki slogan var. Biri “cogito ergo sum” (düşünüyorum öyleyse varım), ikincisi de “de omnibus dubitandum est” (her şeyden şüphe edilecektir). Geçen hafta, Davos’ta hakim havayı, sanırım en iyi, bilen ve yapan cogito’ya ilişkin ilk slogan değil, egemen düşünsel modeller yıkılmaya başlayınca oluşan gerginliklere ilişkin, ikinci slogan betimliyordu.

Kendi kum havuzuna pislemek üzerine…
Finansal analiz sitesi Bloomberg’in yorumcularından Mark Gilbert’in şu yakınmaları, o ruh halini iyi anlatacak sanırım: “Herhangi bir bankacı, borsa işlemcisi, ya da yatırımcıdan , ihtirasının en çılgın hayallerini bile aşan servetleri yaratmasına olanak sağlayacak, mükemmel bir piyasa modeli tasarlamasını isteseydik, bize, geçtiğimiz on yılda egemen olanlara benzer koşulları tarif ederdi. Peki, öyleyse, şimdi ne oldu?” (24/01/08). Diğer bir değişle, her şey istediğiniz gibiydi, hatta daha fazlasıyla… ama yine kriz içindesiniz!

Gerçekten de, şimdi bankacılar “küresel kapitalist sistemin çökme riskinden”, “sosyalist ruhun, korumacılık eğilimlerinin geri gelmesinden” (age) korkuyorlar. Ağızlarına bile almak istemedikleri, “düzenleme/regülasyon”, “müdahalesi”, “şeffaflık” sözcüleri, Davos toplantılarında sık sık anıldı. AB Merkez Bankası Guvernörü Trichet, bir oturumda, “geçen yıl burada, risklere işaret etmiş, uyarmıştım”. Dedikten sonra, tartışma ilerlerken, “regülasyonun koşullara göre sürekli yenilenmesi gerektiğini” vurguladı, Goldman Sachs’ın genel müdürü, “şeffaflığın öneminden, Merkez Bankalarının daha yakın gözetiminin gerekliliğinden” söz ediyordu. Bu arada, 1970’lerde kaldığına inanılan stagflasyon, 1930’larda kaldığına inanılan deflasyon sözcükleri havalarda uçuşuyor.

Herkes birbirini suçlamaya başladı. Özellikle de mali piyasa aktörlerini, yani küreselleşmenin efendilerini… Düne kadar, örnek alınan, gıpta edilen genel müdürler, borsa yatırımcıları için, aç gözlü, aptal, küstah sözcükleri artık, sıkça kullanılıyor… Gilbert, “kendi kum havuzunuza pislediniz” diyor.

United Press International’ın emektar editörlerinden Arnaud de Borchgrave’e göre de, “Amerika’nın acımasız tefecileri, düşük kalite ipotek komisyoncuları, sahtekarlar, el ele verip, Amerika’nın parasal denetçilerinin gözlerini boyayıp, dünyanın geri kalanını dolandırıp demokratik kapitalizmin adını kirletmişlerdi”(UPI, 25/01/08). Financial Times’a göre dünyanın geri kalanı da bunun farkında ve ABD’yi suçluyor. Örneğin, Avrupa Birliği Parasal İşler Komisyonu başkanı Joaquim Almina “temel sorun, ABD’de resesyon riskidir. Dünyada değil ABD’de… ABD ekonomisinde uzun yıllardır büyük dengesizlikler birikti…” (Financial Times, 22/01/08). Prof Konstantin Sonin’de Moscow Times’daki yorumunda ABD yönetiminin enflasyonist finansman politikalarına değinerek, “ABD ekonomisine ve demokrasine güvenmenin maliyetinin” artmaya başladığından yakınıyordu(22/01/08)

Washington Post’tan Robert Samuelson’a da “bu mali alt üst oluşun ortasında giderek ortaya çıkıyor ki, kapitalizmin en tehlikeli düşmanları bizzat kapitalistler… Bu mali başarısızlıkların ortasında, bizzat sorumlu olanların, kendilerin verdileri abartılı ödüller kimsenin gözünden kaçmıyor”… diyerek yine genel müdürlere yükleniyor. Böyle devam ederseymiş “bir çok Amerikalı, kapitalizmin aklını kaçırdığını düşünebilirmiş”. Adeta sermayenin, serbest piyasanın katkısı yok krize, sorun insanlarda… Hani şu “okullar olmasa milli eğitimi çok güzel yönetirdim” sözü var ya onun gibi bir şey…

Yoksa bir rüya mıydı?
Kuşkular bu kadarla sınırlı değil. Her şey o kadar iyi gidiyordu ki… Yoksa, hoyratça tatlı bir rüyadan mı uyandırıldık? Amerika’da 1990’larda Küreselleşmeyle başladığına inanılan, “Goldilock” (masaldaki çorba gibi, ne çok sıcak ne, çok soğuk. Tam kıvamında) ekonomisine ilişkin olarak, New York Times’dan David Leonhardt “İyi zamanların serap olduğuna ilişkin endişeler” başlıklı yorumunda “Son mali kargaşanın bir çok nedenli var, ama bunların hepsi, önceki kuşağın ekonomik başarılarının serap olduğunun ortaya çıkması korkusuyla bağlantılı”. Refah gerçek miydi yoksa sanal mı?

Gerçekten, kredi köpüğü olmasaydı bu refah da, başta Çin olmak üzere Asya ekonomilerinin ihracatını emen tüketim humması da olmayacaktı. Stephen Roach, Davost’aki ekonomistler forumunda, ABD’de ekonomik etkinliğinin içinde geçmişte, yaklaşık %67 civarında olan tüketici harcamalarının payının, son yıllarda %72’e yükseldiğine dikkat çekiyor ve ekliyordu, “bu tüketimin payını %5 indirecek olsak, bu tarihin en büyük resesyonu olur” (J.Fox, Time, 24/01). ABD ekonomisindeki hızlı büyümenin, borsadaki “boğa piyasalarının”, aslında bir kedi köpüğünün ürünü olduğu giderek bilinçlere çıkıyor: “Önce borsalarda, sonra inşaat piyasalarında oluşan muazzam spekülatif köpükler, ekonominin sivri uçlarını gözlerden gizlemişti”(Leonhardt, age)

Business Week’den Michael Mandel da benzer kaygıları paylaşıyordu: “büyük bankalar ‘sil baştan’ yapıp, her şeyi geride bırakmak, yeniden başlamak istiyorlar”. “Zararları silmeye çalışıyor, FED’in de bu süreçte ellerinden tutmasını bekliyorlar”. Ama, diyor, Mandel. “gerçek şu ki, halen teknoloji köpüğünün arkasından oluşan refahın ne kadar gerçek ne kadar kredi çılgınlığının ürünü olduğunu anlamaya çalıştığımız uzun, zor bir sürecin daha başındayız”. Sonra Mandel, tüketici harcamaları, tüketici kredileri, şirket kazançları, üretkenlik, borsa performansı ve dünya ekonomisindeki büyüme başlıkları altında verileri gözden geçiriyor; yüksek performansla kredi köpüğü arasında yakın ilişki olduğunu düşündüren bir resim oluşturuyor.
-0-
Geçen hafta ABD Merkez Bankası, 20 yılın en büyük faiz indirimini gerçekleştirdi. Yönetim tüketici talebini güçlendirici maliye-politikaları uygulayacağını muştuladı: Geliri yılık 75,000 dolara kadar olan herkese 600 dolarlık, her çocuk için de ek 300 dolarlık çek gönderilecekmiş. İki parti bu ekonomik paket üzerinde anlaştılar. Diğer bir değişle yalnızca, sol eğilimli Prof Weisbrot’un değil, Wall Street Journal’ın da işaret ettiği gibi artık hepimiz Keynesciydik.

Ama ortada ufak bir sorun var: Küreselleşme (mal ve sermayenin serbest dolaşımı). ABD’de bu, talep teşviki aslında kimi destekleyecek? ABD’deki mal, servis üreticilerini mi, yoksa ABD’ye mal satan Asya ülkelerindeki üreticileri mi? Diğer bir değişle Davos’ta da sık sık vurgulandığı gibi, dünyanın büyüme merkezi doğuya kayarken, ABD hegemonyasına direnme gücü gittikçe artan ekonomileri ve siyasi güçleri mi?

Bu destek, canlı emek tüketme peşinde, doğuya kaymaya başlayan “kendi kendine genişleyen makine” olarak, sermayenin gereksinimlerine uyun olabilir. Ama ya “arzulayan makine” olarak, bir ülkeye, bir kültüre ait kapitalistin, hele hegemonyacı gücün egemen sınıfı olarak kapitalistin, gücünü, servetini, yaşam tarzını koruma gereksinimi ne olacak? Bu sınıf, devletinin Keynesci politikalarından öncelikle yararlanmak istemeyecek mi? Bu istek, salt sermaye hareketlerinin değil uluslararası ticaretin de denetlenmesi taleplerini gündeme getirmeyecek mi? Ya o zaman ne olacak? Küreselleşme de şüphe edilmesi gerekenler listesine girmeyecek mi?

No comments: