Monday, June 30, 2025

Lider, parti, rejim

 


Bu pazartesi yazımı yazamayacaktım: Gözlerimde geçici bir sorun var. Ancak CHP’de yaşananları izlerken dayanamadım. Kısa bir yazıyı bir başkasına dikte ettirebilirim diye düşündüm.

LİDER VE PARTİ

Demokratik bir rejimle, mevcut ya da potansiyel bir otokrasi (“süreç olarak faşizmi”) arasındaki farklardan biri de bir siyasi parti ile lideri arasındaki ilişkidir. Demokrasilerde lider siyasi partiye hizmet etmek, partiyi hükümete taşımak için vardır. Bu nedenle, mevcut lider ilk kaybettiği seçimlerin ardından istifa ederek yeni bir liderin yolunu açar. Partide, eğer, mevcut liderin, gelecek seçimleri kaybedeceğine yönelik güçlü bir kanı oluşmuşsa, buna karşın istifa etmeye yanaşmıyorsa demokratik düzenin partisinin liderini değiştirecek mekanizmaları vardır. Buna karşılık, otokrasilerde ya da “süreç olarak faşizmde” siyasi partiler lidere hizmet etmek için vardır. Bu durumda partinin, liderini değiştirecek mekanizmaları yoktur.

(...)

Türkiye siyasetinde esas sorun, demokratik bir geleneğin, projenin ve dinamiğin parçası olan CHP ile ilgilidir. Son kurultaya kadar, CHP, seçimleri birbiri ardına kaybeden, kaybettiği seçimlerde izlediği politikayı ısrarla sürdüren, partiyi hükümete taşıyamayan buna karşılık başkanlığı bırakmamakta ısrar eden “liderini” değiştiremiyordu. Son kurultayda CHP delegeleri, partiye sahip çıktılar; ısrarla seçim kaybeden “lideri” görevinden aldılar. Yeni liderlik kendini seçimlerde kanıtlamış olan İmamoğlu ve partiyi canlandırmaya başlayan Özel etrafında şekillendi.

İ(...)KONGRE VE REJİM

CHP, liderini gerektiğinde “kongre oyunlarını” da içeren, iç mekanizmalarıyla değiştirdi. Kapitalist demokrasilerde para ve nüfus etkin faktörlerdir; “kongre oyunları” da bir demokratik partinin işleyişinin sıradan boyutlarından biridir.

(...)

Buraya kadar olan her şey kapitalist demokraside “oyunun kurallarına” uygundur. Ancak kendi parti içi sorunlarını çözemeyen bir devrik “liderin” iktidardaki partiden, hele bu parti ile kendi partisi arasındaki derin tarihsel ideolojik uçuruma yadsıyarak medet umması yalnızca “oyunun kurallarına”aykırı değildir, ayrıca bir liderlik kapasitesinin tamamen tükenmiş olmasının da kanıtıdır.


(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız 

Thursday, June 26, 2025

Faşizm ve direniş

 


Bu yazı, Kılıçdaroğlu’nun hareketlerini anlamaya çalışırken aklıma geldi. Bilinçdışının azizliği olsa gerek.

Yüz yıl önce, o zamanki kapitalizm “son bunalımını” aşamadı. Kırk yıl süren bir kaosun içinden yeni bir kapitalizm ve dünya düzeni şekillendi. 

(...)

Bu kez proleter devrimi denemeleri yok ama birçok kapitalist ülkede faşist hareketlerde “devrim” umutları güçleniyor. Bugün bu “yok oluş krizini” aşabilmek için önce faşist “devrim” olasılıklarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Faşizme karşı mücadele gündemin birinci sırasına yükseldi.

FAŞİZM VE SÜREÇ

Faşizmi, (ideoloji, hareket, örgüt, lider, devlet/rejim) “sınırları” ve “özü” belirli bir varlık olarak değil, sonu belirsiz -asla tamamlanamayan- bir “oluş” (Wergen/becoming) süreci olarak düşünmek gerekir. Faşizme karşı mücadele de bu “oluş” sürecinin her aşamasında, ideolojik, kitlesel, son aşamada da rejime karşı direniş, mücadele anlamına gelir.

Bu direniş ve mücadele faşizmin “oluş” sürecinin her aşamasında farklı biçimler alacaktır ama faşizm ve antifaşizm arasındaki savaşın dinamiklerinin, diyalektiğinin kimi temel ilkeleri hatta kuralları da olsa gerekir. Bunları düşünürken, öncelikle Antonio Gramsci’nin teorik çalışmalarından/ Hapishane Defterleri) yararlanabiliriz. Gramsci’nin geliştirdiği dört kavram bu bağlamda son derecede önemlidir:Mevzi/siper savaşı, manevra/ cephe savaşı, transformism ve trasformismo. Aslında bu son iki sözcük aynı kavramın biri İngilizce diğeri İtalyanca versiyonudur. Ancak söz konusu kavramın iki boyutu olduğundan ben “asimile ederek-moleküler düzeyde dönüştürme” için “transformismo” ve iki kampın savaşı sürerken ideolojik ya da siyasi olarak ortada kalanları (satın almak dahil, türlü pratik ideolojik araçlarla) kendine çekme süreci/ çabaları için “trasformismo” sözcüğünü kullanıyorum.

(...)

'SÜREÇ OLARAK FAŞİZM' VE DİRENİŞ

Mevzi/siper savaşında faşizm, ideolojik, kurumsal ve siyasi/hukuksal, alanlarda küçük ama, birikimli kazanımlarla, karşı tarafın mevzilerini, entelektüel, siyasi liderlerini teker teker tasfiyesi ederek ilerler. Direnişin, hukuki, kurumsal alanda, günlük dilin sözcüklerinde (söylenebilir olanın sınırlarında), ahlaki değerlerde (hakikat rejiminin bileşenlerinde) başlayan/ dayatılan dönüşümler (transformismo)karşısında, bunlar ne kadar küçük olursa olsun direnmesi, durdurması ya da geri kazanması son derecede önemlidir. Bu küçük, birikimli değişimler toplumu moleküler düzeyde dönüştürerek faşizmin ayaklarının altındaki zemini sağlamlaştırır. 

(...)

Süreç olarak faşizm, ekonomik, ideolojik olarak toplumun çeşitli katmanlarında, yerleşerek, dönüştürerek sürece uygun yeni katmanlar yaratarak ilerler. Öyleyse faşizme karşı mücadele ve direniş, salt liderliğine bakarak, seçim sandığına odaklanarak inşa edilemez.

Yazının tamamını oku bak içn tıklayınız

Monday, June 23, 2025

Kuyruğunu yiyerek…

 


ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “İran nükleer silah yapmıyor” dedi ama ABD’de bir irade, İran’ın nükleer tesislerini bombaladı. İngiliz başbakanı hemen desteğini açıkladı. Bu müstehcen resme uzaktan bütününü anlamaya çalışarak bakarsak ne görüyoruz? Emperyalist kapitalist uygarlık, kendi kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışan bir yılana benzemiyor mu?

İKİ YORUM 

1) Fransız iklim bilimcilerinden oluşan bir grup, Paris İklim Anlaşması’nda belirlenen küresel ısınmayı 1.5 °C ile sınırlama hedefinin artık ulaşılamaz olduğunu ortak bir açıklamayla duyurdu.

(...)

2) Dünya, 2000’e kıyasla neredeyse iki kat daha fazla kömür yakıyor. Çin ve Hindistan gibi gelişen ülkelerde ekonomik büyüme, artan elektrik talebi ve enerji güvenliği endişeleri nedeniyle kömür vazgeçilmez yakıt. 

(...)

ÖLÜMCÜL DİYALEKTİK

Savaşlar, yalnızca kentleri, insanların yaşamlarını değil, gezegenin iklim dengesini de yıkıyor. 

(...)

Tamamının okumak için tıklayınız

Thursday, June 19, 2025

Kapitalizmin grotesk hakikati

 


İsrail’in Gazze soykırımının ardından İran’a düzenlediği saldırılar, Batı merkezli emperyalist kapitalizmin grotesk hakikatini sergiliyor. ABD-Avrupa merkezli emperyalist kapitalizm artık bir barbarlık üretme makinesine dönüşmüştür. “Grotesk” de Batı’nın bu olaylar karşısında sergilediği biyolojik ırkçılığa ilişkindir.

YAPISAL VE TARİHSEL...

Filistinliler, modern İsrail projesi içinde, daha en baştan, Avrupa sömürgeciliğinin ötekileştirdiği halklar gibi, “gelişmemiş”, “geride kalmış” ve “medenileştirilmesi gereken” insanlar olarak yeniden ırksallaştırıldılar.

Sadece İsrail’de değil, Almanya başta olmak üzere Batı’nın birçok ülkesinde geçerli olan bu bio-ırkçılığın bakışı altında Filistinliler “Holokost’un kurbanlarının kurbanı” olarak özgürlüklerini kaybederek görünmez olur, “tanınamaz, anlatamaz, yas tutamaz” hale gelirler. Böylece Filistinlilerin sistematik olarak insanlıktan çıkarılmaları, onları “ölümle yaşamak” zorunda kalan bedenlere dönüştürür. “Ölümle yaşamanın” aşırı şiddeti içinde cinsiyet, çocukluk, aile gibi sosyal kategoriler anlamını yitirir. Artık ortada, sorumlu ya da masum bireyler değil, şiddet uygulanabilecek bir “bedenler kütlesi” vardır. Bu tarihin son durağında Gazze soykırımı karşısında Batı’daki devletlerin ve medyanın, “kulakları sağır edici”sessizliği, koşulsuz İsrail desteği, yalnızca bir ahlaki çöküş örneği değildir, aynı zamanda onların, 80 yıl sonra yine bir soykırımın kolaylaştırıcısı olduklarını gösterir.

IRKÇILIK...

Bu yeni çağda, (emperyalist kapitalizmin son yapısal krizi içinde) ırkçılık, artık klasik biyolojik ayrımlardan çok, kapitalist düzenin “potansiyel”anlayışı üzerinden işliyor (Kiarina Kordela: Being, Time, Bios). Artık önemli olan bir varlığın “insan” olup olmaması değil, artık değer üreten döngüye katkı sağlayıp sağlayamayacağıdır. Kapitalist düzende makine, gen, algoritma değerliyken çocuk, kadın, yaşlı ya da hastalıklı bedenler değersizleşir. Filistinli çocukların “tehdit” olarak görülmesi, İranlıların, Batı’nın tanımladığı “potansiyelin” dışında görülmeleri, tam da bu bio-ırkçılığın sonucudur.

Bu bio-ırkçı bakış altında “insanlar” değil, bio-ölümsüzler (sonsuz potansiyeli temsil eden, üretime dahil edilebilenler) ve bio-ölümlüler(yalnızca biyolojik varlık olarak, tüketilebilir görülenler). Günün jeopolitiğinin diliyle: “Nükleer silahlara sahip olma hakkına sahip olanlar ve olmayanlar”. Gazze’de, insan bedeninin “Ashla’a”ya -parçalanmış bedenlere (Gala Rexer)- indirgenmesi, o ontolojik ikilemin somut ifadesidir. Artık mesele sadece öldürülmek değil; ölülerin dahi insan sayılmamasıdır: Louis Theroux’nun, “The Settlers” (yerleşimciler) başlıklı BBC belgeselinde konuştuğu yerleşimciler ısrarla, “Filistinliler yok, yalnızca Araplar var”, “Onlar ulus değil”, “halk değil”, “Çocuk yok potansiyel terörist var”diyorlardı.

VE İRAN

İran’a yapılan son saldırı da büyük güçler arası rekabetin jeopolitik hesaplarının yanı sıra, bu ayrımın farklı bir yüzüdür. İran, “teknolojik potansiyeli tehdit edici” olarak tanımlanarak bio-ırkçılığın ters yönünden dışlanır. Yani İran’ın üretkenliğinin niteliği uygunsuzdur. O nedenle, her halükârda bombalanması, Batı’da ahlaki bir tartışmaya bile konu edilmez.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, June 16, 2025

Rüya mı kâbus mu?

 


Netanyahu’nun 30 yıllık rüyası nihayet gerçekleşti. İsrail, İran’ın nükleer programının “geri dönülmez” bir noktaya geldiğini iddia ederek nükleer ve askeri altyapısını hedef aldı. Saldırılarda, İran Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami, iki nükleer bilimci, 300’e yakın sivil öldürüldü. Saldırıların istihbarata ilişkin bir boyutu da vardı: Haaretz, Mossad’ın İran içinde bir süredir gizli olarak konuşlandırdığı insansız hava araçlarını (İHA) devreye sokarak İran’ın savunma sistemlerini felç ettiğini yazıyor. İran Ticaret Odası’ndan Hamid Hosseini, The New York Times’a verdiği demeçte, “saldırıların özellikle de üst düzey komutanların, nükleer bilimadamlarının öldürülmesinin liderliği gafil avladığını” söylemiş.

Saldırılarının amacı üzerine genelde iki yorum var. Birincisi: ABD’nin önceden haberi vardı; saldırıyı önlememiş olması, onay verdiği, İran’ı daha zayıf bir el ile masaya oturmaya zorlamayı hesapladığını düşündürüyor. İkincisi Netanyahu, Trump’ın İran’la nükleer müzakereleri sürecini sabote etti. Bence ikincisi daha gerçekçi. Çünkü Netanyahu’nun ABD’yi İran’la bir savaşın içine çekme planına uygun.

İRAN'IN SEÇENEKLERİ

İran füze ve insansız hava araçlarıyla misilleme başlattı. İsrail’in hava savunma sistemleri güçlü ama kusursuz değil. İran’ın, geçmişte, saldırıları sınırlı tuttuğu iddia ediliyordu. Bu kez farklı. İran’ın kendini sınırlama lüksü yok. Tel Aviv, Hayfa, Kudüs’ü vurmayı başardığına bakarak bu kez, saldırılarının (kimi yorumlara göre Rusya’dan aldığı askeri teknolojik desteğin katkısıyla) daha etkili olduğu söylenebilir.

İkincisi: İran siber savaş alanında son yıllarda önemli adımlar atmış. 2023’te İsrail hastanelerine yönelik etkili siber saldırılar gerçekleşmiş. Buna karşılık İsrail, İran’da yüzlerce benzin istasyonunu devre dışı bırakmış. Siber savaşta kimin neye sahip olduğunu bilmek çok zor. Ancak genel kanı, İsrail’in bu alanda üstün olduğu yönünde.
(...)

Thursday, June 12, 2025

Los Angeles’ta faşizm

 

Los Angeles’ta, Trump rejiminin göçmen karşıtı baskınlarına tepki olarak başlayan barışçıl protestolar, 4 bin ulusal muhafızın devreye girmesiyle şiddetli çatışmalara dönüştü; polis gazetecilere plastik mermiyle ateş açtı, sivillere karşı şiddet kullandı. Trump’ın, anayasal yetkilerini aşarak bir siyasi kriz yaratmakla eleştirilirken düzenli ordunun elit güçlerinden (Marines) 700 askerin de gelmesi, gelişmeleri “süreç olarak faşizm” bağlamında değerlendirmek gerektiğini gösteriyor. 

BİR SEMPTOM

Los Angeles olayları aslında kapitalizmin yapısal krizi içinde ABD’de toplumsal istikrarı bozmaya devam eden tarihsel sürecin bir semptomu olarak görülebilir. Bu olaylarla, ABD’nin küresel hegemonyasının, artık “kural koyucu” konumundan “tehdit yöneticisi” konumuna kadar gerilemiş olması arasında hem dolaylı hem de doğrudan nedensellik ilişkileri var. 

ABD’de siyasi elitlerin bir kesimi, finansal krizden sonra, bu gerilemeye tepki olarak ABD toplumunu, 1960’ların “sivil haklar hareketinin”, siyahlar, kadınlar LGBT bireyler için getirdiği kazanımları geri çevirecek, başkanlığı yargı ve yasama, hatta eyaletler karşısında daha da güçlendirecek, kısacası totaliter bir yönde yeniden yapılandıracak bir program tasarlayarak faşizme yöneldiler.

Nafeez Ahmed’in, Alt Reich: The network war to destroy the West from within (2025) başlıklı çalışmasında gösterdiği gibi faşizm 1920’lerden bu yana, aslında hiç yok olmadı. Bu akım, 1950’lerden sonra, türlü yeni kavramların arkasına gizlenerek geriye çekildi, daha sonra neoliberal dönemin verimli toprağında giderek güçlendi. Şimdi, neoliberalizm dağılırken onun enkazı üzerinde, özellikle 2008 finansal krizden sonra, ekolojik kriz, ekonomik kriz ve jeopolitik rekabet sertleşirken yeniden etkin olmaya başladı.

(...)

Bu gelişmeler karşısında “iç savaş” tartışmaları yeniden canlandı: Bu tartışmalarda, Los Angeles çatışmaları, ABD’deki daha büyük siyasi ve sosyal kutuplaşmaların bir “mikrokozmosu” olarak görülüyor. Merkezi hükümetin eylemlerinin, ürettiği çatışmacı söylem, henüz, klasik bir iç savaş anlamına gelmiyor ancak o yönde gelişmeye elverişli bir “çatışmalar” ortamının oluşmasına katkıda bulunuyor.

Yazının tamamını okumak için

Monday, June 09, 2025

Bir mektup, iki soru


Geçen hafta Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 12. kongresine gönderdiği “tarihi” mektubun ideolojik, tarihsel ve felsefi iddiaları birçok mecrada yorumlandı. Mektubu, yorumları okurken aklıma iki soru geldi. 

(...)

Sonuç olarak, bu önemli mektubu okurken şu iki soruyu mutlaka akılda tutmak gerekiyor: Öcalan konuşuyor ama aslında kim konuşuyor? Mektup bunları söylüyor ama aslında ne demek istiyor?


Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, June 05, 2025

İklim-faşizm-YZ

 

Bu hafta Polonya seçimlerinin sonuçlarıyla Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) yayımladığı son iklim verilerini, Wall Street Journal’ın yapay zekâ (YZ) ile ilgili uyarılarını birlikte okuyunca düşündüm: Karşımızda uygarlığın kendi sonuna doğru koşmaya başladığını gösteren bir paradokslar zinciri var.

İKLİM KRİZİ-FAŞİZM-İKLİM KRİZİ

Donald Trump’ın desteğiyle Polonya’da başkan seçilen Nawrocki’nin zaferi, sadece Varşova’da değil, Avrupa genelinde faşist yükselişin son örneği oldu. Faşist MAGA’nın (Make America Great Again) “önce milletim” söylemi, beyaz üstünlüğü ima eden kimlik siyasetiyle birleşiyor, otoriterliği meşrulaştırıyor, iklim krizini inkâr ediyor. Oysa WMO’nun son verileri, 2029’a kadar en az bir yıl, küresel ortalama ısının,“Sanayi Devrimi” öncesi ortalamanın 1.9 derece üstüne çıkabileceğini söylüyor. 2 derece sınırının aşılması halinde mercan resiflerinin yüzde 99’unun yok olacağı, birçok tarımsal ekosistemin çökeceği, orman yangınlarının, kuraklıkların felaket boyutuna varacağı, her yıl en az 800 bin kişinin yurdunu terk etmek zorunda kalacağı uyarısı yapılıyor.

(...)

Polonya örneğinde Nawrocki’nin “Çevre düzenlemeleri ekonomiyi boğar” savı da bu düşünce sistemine dayanıyor. Oysa “ekonomi mi, çevre mi?” ikilemi yapaydır. Ekolojik çöküş, kaçınılmaz olarak ekonomik çöküşe yol açacaktır. Bugün çevreyi savunmak, aslında yaşamın ve üretimin sürdürülebilirliğini savunmaktır.

(...) 

BİR TEKNOLOJİK PARADOKS

Uygarlık, tarih boyunca pek çok kez çevresel krizlerle karşılaştı. Kimileri bu krizleri aştı, kimileri aşamadı. Ancak hiçbiri, bugünkü kadar çok şey bilip bu kadar az şey yapmadı. Bilim uyarıyor, veriler çığlık atıyor ama egemen sınıfların temsilcileri, özellikle faşistler, “üç maymunu” oynuyor.

Halbuki insanlık ilk kez, kendisinden çok daha hızla “düşünen”, karmaşık sorunlara kısa sürede çözümler üretebilen, birçok dilde birden çalışabilen, kendini geliştirme becerisi de edinmeye başlayan bir teknoloji, (“yapay zekâ”) yaratmış durumda. Ancak “YZ” alanında da insanlığın geleceğini tehlikeye sokan bir paradoks gelişiyor:

(...)

 yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, June 02, 2025

Yeni bir finansal kriz mi geliyor?

 



Küresel finans sistemi, 2008 sonrasının birikimli çelişkilerinin olgunlaşmasıyla yeni bir krizin eşiğine geldi. Bu uyarı yalnızca radikal iktisatçılardan değil, sistemin en merkezi ideolojik aygıtlarından geliyor. Bu hafta The Economist, “Yeni Finansal Düzen” (The New Financial Order) başlıklı özel dosyasında yaklaşmakta olan bir krizin sinyallerini tartışıyor. 

Dosyadaki yazılar savlarını ABD’nin kamu borcundaki tırmanışa, finans sisteminin bir elin parmaklarından daha az sayıda banka dışı dev aktörler tarafından kontrol edilmesine, merkez bankalarının ekonomik ve siyasi manevra alanının daralmasına, Trump’ın fevri davranışlarının yarattığı belirsizliklere dayandırıyor. 

DÖNÜŞÜM, KÜRESEL RİSKLER

2008 sonrası finansal regülasyonlar, büyük bankaları disiplin altına aldı. Ancak bu disiplin, finans sermayesini banka dışı alanlara itti. BlackRock, Apollo, Citadel, KKR, Blackstone gibi banka dışı aktörler de ABD finans sisteminin ana taşıyıcıları haline geldi. Bu kurumlar artık sadece borsalarda değil, kredi piyasalarında da belirleyici. Örneğin Apollo, 2024 yılında tek başına 200 milyar dolar kredi verdi; bu rakam, o yıl büyük Amerikan bankalarının verdiği toplam kredi artışını geride bıraktı. 

Bu yapı dışarıdan bakıldığında “yenilikçi” ve esnek görünüyor. Ancak gerçekte son derece kırılgan bir mimariye sahip. Bu fonlar karmaşık, düşük likiditeli, kaldıraçlı ve yüksek riskli enstrümanlarla çalışıyorlar. En ufak bir şok, zincirleme satışlara, güven krizine ve panik havasına yol açabilir. 2023’teki Silicon Valley Bank çöküşü bunun erken bir ön örneğiydi. 

(...)

Tamamını okmak için tıklatınız