Thursday, November 27, 2025

‘Süreç’ gerçek değil!

 

“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun. Ülkede artık böyle ayrıntıların önemi yok ama, ne yazık ki “süreç” de gerçek değil. Çatlaklarından ısrarla başını çıkaran imkânsızlığını örtmek için üretilen “eşit vatandaşlık”, “komünalist toplum” gibi fantezileri benimsemek de olanaksız.

‘EŞİT VATANDAŞLIK’

Tabii akla her şeyden önce, eşit vatandaşlar olarak seçilip Meclis’e girenlerin dillendirdiği “eşit vatandaşlık” talebi geliyor. Peki, “ıslak yağmur”, “sıcak ateş” gibi bir “oxymoron” olmanın ötesinde (vatandaşlık kavramı eşitliği içerir) bu “eşit vatandaşlık” talebi hangi sancılı gerçeği örtmeyi amaçlayan bir fantezi olarak karşımıza çıkıyor?

Bu fantezi şu sancılı gerçeği örtmeye çalışıyor: Bu “süreç” Kürt (ve de Türk) vatandaşların haklarının, özgürlüklerinin genişletilmesi, yaşam koşullarının iyileştirilmesi bağlamında gerçek değil! Daha açık söylemek gerekirse tarihsel bir sorunu çözmek, yaklaşık 40 yıldır sürmekte olan çatışmaları gerçek bir barışla sonuçlandırmak için barışması gereken halklar “sürecin” içinde deyim yerindeyse “masada” yoklar. Barış için gereken, Demirtaş’ın “Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?” yazısında önerdiği simgesel barışma, “ruhsal yakınlaşma” adımları üzerinden emeklemeye başlayabilecek gerçek bir toplumsal diyalog gündemde değil. Böyle bir diyalogu teşvik edecek, destekleyecek ekonomik, demokratik, kurumsal ve hukuksal reformlar da... Aksine süreç olarak faşizm ilerliyor.

Peki öyleyse ne oluyor? “Süreç” platformunda, konuşanların karşılıklı olarak ileri sürdüğü talepler gerçekleştiğinde ne Türk ne de Kürt vatandaşların demokratik, ekonomik haklarında, belki Kürtçeye tanınacak ayrıcalık umudundan başka nasıl bir iyileşme olacak? Türkiye kapitalizminin emperyalist sistem içinde, bağımlılıkları kapsamında yarattığı bölgesel eşitsizlikler, bunları yeniden üreten feodal-patronaj ilişkileri, sınıf ilişkileri ve tabii çelişkileri nasıl değişecek? Bugün egemen olan sınıflar matrisi varlığını koruyacak, belki bu matrisin içinde onu oluşturan unsurların arasındaki yeğinlikler skalasında, o da belki, bir değişiklik olacak.

(...)

‘KOMÜNALİST YAŞAM’ 

Bu elitler arası pazarlığı gizlemek için de türlü fanteziler havada uçuşuyor. En tuhafı da “kurucu liderin” ürettikleri.

Bu fantezilerin başında da Kürt halkına layık görülen, tarihsel-diyalektik materyalizm karşıtı “komünalist -adeta korporatist-yaşam” vaadi geliyor. Bu vaadin arkasındaki felsefi ve bilimsel kargaşayı tartışmaya gerek yok, yalnızca şu soruyu bırakıp geçeyim: Bu “komünalist” toplumu ayakta tutacak ekonomik-artık nasıl, kimler tarafından üretilecek, karşımıza “şeyler” olarak mı yoksa “değer” olarak mı ya da başka bir biçimde mi çıkacak? Nasıl paylaşılacak? Kürt bölgelerinde gelişmeye, dünya ekonomisiyle, emperyalist sistemle bütünleşmeye devam eden kapitalizm; onun sınıfları, onları, banka, fabrika, AVM, tarım ve hayvancılık mülkiyetleri, hatta sanayi, tarım, gig ekonomisi emekçilerinin sendika ve örgütlenme haklarına bu “komünalist toplumda” ne olacak?

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayımız

Monday, November 24, 2025

‘Evrenin yeni efendileri’

 

The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi. Bugün “evrenin yeni efendileri” hızla değişiyor: ABD’de teknoloji sermayesi, sınıflar matrisinin lider fraksiyonu konumuna yükseliyor.

Bir sınıf fraksiyonu, kendi birikim mantığını devletin stratejik öncelikleriyle birleştirerek sektörel çıkarlarını “ulusal çıkar” olarak yeniden paketleyerek hegemonik konuma yükselir; devlet harcamalarını, sanayi politikalarını ve dış politikayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirir.

Amerika’da 19. yüzyılda demiryolları gelişmeci ve genişlemeci (soykırımcı) devletin çekirdeğiydi; 20. yüzyılın ortasında otomotiv, savunma, enerji devletin temelini oluşturdu. 1980 sonrası, özellikle 1990’larda finans kapital neoliberal küreselleşmenin motoruydu. Bugün ABD’de devlet artık çipler, GPU zincirleri, veri merkezleri, YZ laboratuvarları ve yazılımın, savunma iç-dış istihbarat kompleksinin gereksinimlerine bağlanması etrafında örgütleniyor.

Bu gelişmelerin bir izdüşümünü, Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) geçtiğimiz günlerde yayımlanan, yükselen teknolojilerle devlet arasında başlayan sembiyoz ilişkiler üzerine, “Ekonomik Güvenlik”başlıklı raporunda görebiliyoruz. 

(...)

Rapora göre, yapay zekâ girişimlerine devlet garantileri, YZ sunucuları için gerekli elektronik sistemlerin üretimine 900 milyon dolarlık sübvansiyon-hibe programı, kuantum ve biyoteknolojiye stratejik destek gerekiyor.

Raporu hazırlayanlardan, James Taiclet, 2020-2024 arasında 313 milyar dolarlık savunma kontratı alan Lockheed Martin’in CEO’su. Gina Raimondo, hem eski ticaret bakanı hem de YZ şirketlerine yatırım yapan bir girişim sermayesi fonunun kurucusu. Justin Muzinich, teknoloji ve sanayi kredilerine yoğunlaşmış küresel bir finans firmasının yöneticisi. Thomas Donilon BlackRock başkan yardımcısı.

Rapor, YZ ve ileri teknolojileri ulusal güvenlik meselesi olarak sunuyor, böylece riskleri kamunun üstlenmesini, şirket kârlarının güvenceye alınmasını istiyor. Raporun dili, Soğuk Savaş döneminin sanayi seferberliğini andırıyor; ancak bugün “motor”, sanayi değil, büyük teknoloji-finans-savunma kompleksi. 

(...)

yazının tamamını okumak için

Thursday, November 20, 2025

Arjantin’de Milei zaferinin şifreleri

 


Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler: Neoliberalizm hâlâ canlı ve seçim kazanıyor. Sol şaşırdı: Halk kendilerini yoksullaştıran politikalara oy verdi. Gerçek çok daha karmaşık. Her iki yorum da yanıltıcı. Birincisi: Milei’nin seçim zaferi neoliberalizmin bir zaferi değil, aksine neoliberal küreselleşme sonrasında yeniden şekillenme dinamiklerinin bir parçası. İkincisi: Halkın kendilerini yoksullaştıran politikalara oy vermeye devam ettiğini söylemek o kadar kolay değil. İkincisinden başlayalım.

BİRTAKIM TUHAFLIKLAR 

Milei’nin seçmen tarafından onaylanma oranı şubat ayında yüzde 43.7. Bu oran istikrarlı olarak düşerek eylül sonunda yüzde 32.1 olmuş. Onaylamayanların oranı da yüzde 40.01’den yüzde 53.7’ye yükselmiş. Milei’nin, bu ortamda seçim kazanmış olmasından başka bir tuhaflık daha var. Milei’nin partisi 2025 Mayıs Buenos Aires kenti belediye seçimlerini muhalefetin 27.9 oyuna karşılık 30.7 oyla yüzde 3 farkla kazanmıştı. Buna karşılık eylül başında yapılan Buenos Aires eyalet seçimlerini 33.7’ye karşılık 47.28 ile kaybetmişti. Ekim sonunda yapılan genel seçimlerde Buenos Aires’te Milei’nin oy oranını aniden artırarak eyalet düzeyinde yüzde 41.5 ve kent düzeyinde yüzde 47.1 ile kazandığını görüyoruz.

Kısacası, bir ay gibi kısa bir sürede, seçmenin onaylama oranı düşmeye devam ederken sandıkta inanılması zor, açıklanması gereken bir oy kayması olmuş. Muhalefetin inanılır bir alternatif sunamamış olması bir yana iki gelişmeye dikkatle bakmak gerekiyor. Birincisi, seçimlerden önceki aylarda Milei, ABD’deydi; Altman (GPT), Zuckerberg (Facebook), Musk (X), Thier (Palantir, Paypal) ve üst düzeyGoogle yöneticileriyle görüşüyordu. Bunlar, topladıkları kişisel veriler üzerinden algoritmalarla sosyal medya, e-mail mesajlarıyla seçmen manipülasyonu, yönlendirme, caydırma alanlarında uzman kuruluşlar. İkincisi, Trump Milei’nin seçimleri kazanmasını istiyor, 20 milyar dolarlık swap anlaşmasıyla mali destek veriyordu. Maliye bakanı Bessent’in dediği gibi, J.P. Morgan, Citigroup ve Santander Bank bu alanda yardımcı olmuş. Seçimlerden sonra Wall Street Journal, “Yatırımcılar çok sevinçli”diyordu.

YENİDEN ŞEKİLLENME DİNAMİKLERİ

“‘Gizli (stealth) sömürgecilik’ ve Türkiye” başlıklı yazımda neoliberal küreselleşmeden sonra dünya ekonomisinin ve jeopolitiğinin yeniden şekillenmekte olduğuna işaret etmiştim. Bu yeni evre doğrudan kaynak kontrolü, altyapısal bağımlılık ve jeopolitik rekabet üzerine kuruluyor. Bu dönüşümü, “gizli (hatta hortlak) sömürgecilik” olarak da tanımlayabiliriz. Arjantin’de Milei ile başlayan dönem neoliberalizmin bir kalıntısı olmaktan daha çok, bu yeni dönemin bir parçası.

(...)

Yazının tamamını okumak için

Monday, November 17, 2025

Küresel Organize Suç Endeksi ve Türkiye

 


Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradaykenbugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.

Ekonomi yıllardır toparlanamazken bu tabloyu görünce aklıma Günter Reimann’ın klasikleşmiş kitabı The Vampire Economy  (1939) geldi.

Reimann, Nazi Almanya’sında devletin ekonomi üzerindeki keyfi ve cezalandırıcı kontrolünü, iş dünyasının nasıl bir “suç ekonomisi” içinde sıkıştığını anlatırken aslında çok evrensel bir uyarıda bulunuyordu: Hukukun ve öngörülebilirliğin yerini keyfilik aldığında piyasa ekonomisinden geriye yalnızca asalak bir düzen kalır.

Bugün Türkiye’de yaşanan ekonomik çözümsüzlüğü faiz politikalarıyla, para basmayla ya da küresel konjonktürle açıklama çabaları yüzeysel kalıyor. Çünkü ekonominin ana arterlerine suç ekonomisinin mantığı yerleşmiş. Türkiye’de insan kaçakçılığından uyuşturucuya, sahte ilaçtan akaryakıt ve altın kaçakçılığına, haraçtan finansal dolandırıcılığa kadar geniş bir alana yayılan suç piyasaları artık yalnızca yeraltı gruplarının değil; devlet içindeki aktörlerin, siyasi bağlantılı iş çevrelerinin ve rant-rüşvet-komisyon mekanizmalarının etkileşimiyle çalışıyor. Suç endeksinin “state-embedded actors” (devlet içindeki aktörler) kategorisinde 9.0 puanla (küresel oran 6) en yüksek risk alanını oluşturması tesadüf değil.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 13, 2025

COP30: Gel de kötümser olma

 

Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı. Otuz yıl sonra, küresel ısınmanın artık güncel bir tehlike olduğu kesinleşti. Isınma çoktan yarattığı belirsizliklerle bir krize dönüştü. İngiltere’de Meteoroloji Ofisi’nin, gelecek hafta (kasım ortasında!) sıcaklıkların 35 dereceye kadar çıkabileceğine (?!) ilişkin uyarısı başka nasıl yorumlanabilir?

ARTIK TEORİK BİR SAV DEĞİL

2025 yılı kapanırken kapitalist uygarlığın en büyük başarısızlıklarından birine tanık oluyoruz. Dünya Meteoroloji Örgütü’ne göre 2023, 2024 ve 2025 kayıtlı tarihin en sıcak yılları oldu. İklim krizini engellemek için kritik eşik olan 1.5°C aşıldı. Dünya, geri dönüşü çok zor bir sınırı geçti. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in COP30’un açılışında söylediği gibi, karşımızda “ahlaki bir başarısızlık ve ölümcül bir ihmal”var.

İklim krizi artık soyut, teorik bir sav değil. 2024’te 450 milyar ton buzul eridi. Kuraklık, sel, orman yangınları normalleşti. Kenya’daki Kasigau karbon projesi gibi yıllarca örnek gösterilen ekolojik girişimler bile çöktü; karbon piyasalarının sahte vaatleri, “Piyasalar çözer” fantezileri iflas etti. Yüz milyonlarca insanın geçim kaynağı kurudu. Küresel güney ülkelerine, COP29’da söz verilen 1.3 trilyon dolarlık iklim finansmanı gerçekleşmedi. Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo PetroTrump ABD ekonomisini karbondan arındırmazsa çöküş kaçınılmaz” diyor. Yani çöküş kaçınılmaz! 

Diğer taraftan kimi bilim insanları, sıcaklık 1.5°C’yi geçse bile yüzyıl sonuna dek yeniden bu seviyenin altına inilebileceğini söylüyorlar. Bunun için hem “teknolojik devrimi” hem de siyasi iradeyi hızlandırmak gerekiyormuş.

Bu noktada, ABD değil, Çin umut verici bir örnek. Son on yılda yaptığı yatırımlarla güneş paneli, pil ve elektrikli araç maliyetlerini yarı yarıya düşürdü. Artık birçok ülkede güneş enerjisi kömürden ucuz. Çin, Paris Anlaşması’nı fiilen ayakta tutan ana güç haline geldi.

Batı’daki siyasi gerilemeye rağmen, bu teknolojik dönüşüm yeni bir enerji düzeni yaratıyor. Ama aynı zamanda, küresel eşitsizlikleri de büyütebilecek bir rekabet dönemine işaret ediyor. Temiz enerjiye geçiş sürecinin başarılı olabilmesi için yalnızca karbon salımı değil, sosyal adaleti de gözetmesi gerekiyor.

UMUT ARAYIŞLARI

COP30’un ev sahibi Lula da Silva, “Artık bilimin uyarılarını ciddiye almanın zamanı” derken yerli halkların doğayla uyumlu yaşam biçimlerinden ilham alınmasını önerdi. Brezilya’nın açıkladığı Tropical Forest Forever girişimi, 25 milyar dolarlık yatırım hedefiyle ormanları korumayı amaçlıyor. Yenilenebilir enerji yatırımları küresel ölçekte rekor kırıyor. Bilimsel çözümler çoğalıyor, toplumsal farkındalık artıyor.

(...)

Dünya, iklim felaketinin ve jeopolitik felaketlerin kıyısında. Felaketleri önlemek veya etkilerini azaltmak, bilimin ilerleyiş hızına, dayanışmanın, diplomasinin güçlenmesine bağlı. Ancak ilkim krizine karşı işbirliği giderek zorlaşıyor. Çünkü küresel jeopolitik de özellikle ABD’nin hegemonya restorasyonu çabaları birbiri ardına iflas ettikçe, kurulu düzeni sarsıldıkça şekillenen tepkilerle “ısınıyor”. Trump’ın popülaritesi yerlerde sürünürken, Steve Bannon“seçimleri kaybedersek hepimizi hapse atarlar” derken, Trump Venezüella, Meksika ve Nijerya’ya askeri müdahaleden, nükleer silah testlerine başlamaktan söz ediyor. Rusya’nın Venezüella’ya hipersonik füze gönderme çıkışı, ”küçük” savaşlarla “büyük savaş”arasındaki eşiğin hızla yaklaşmakta olduğunu düşündürüyor)

(...)

Yazın8n tamamını okumak için...

(

Monday, November 10, 2025

Demokrasi ve emperyalizm


Middle East Institute’den Gönül Tol, New York Times’ta “Avrupa, pratik güvenlik ve istikrar konularında giderek daha fazla Türkiye’ye dayanırken, ilişkilerin çıkar temelli bir alışverişe indirgenip demokratik ilkelerin göz ardı edilmemesi gerektiği” konusunda uyarıyor. Tol’a göre, “Türk demokrasisinin dayanıklılığı hem Türkiye hem de Batılı müttefikleri için hayati önem taşımaya devam ediyor”. Tam anlamıyla “fantastik” bir uyarı.

Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.

‘İMPARATORLUĞUN VİTES KOLU’

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist kapitalizm iki kutup ve “yeni-sömürgecilik” (post colonial) üzerinde yeniden şekillenirken bağımlı ulus devletlerin (post colonial nation state) ekonomik siyasi modellerinin, toplumsal geliş(ememe dinamiklerinin emperyalizm içinde belirlendiği görülüyordu. Bu bağlamda, emperyalizm, devletin yönetimini, ekonominin, popüler kültürün Batı’nın kullanımına, etkisine açık tutması, ulus-devletin iki kutuplu dünyada yeni hegemonya sistemine bağımlı kalması koşuluyla, işbirlikçi bir kesimin yönetmesine itiraz etmiyordu. Emperyalizm, devletin rejiminin açık diktatörlük seçeneğiyle, bir yönetici sınıf fraksiyonunun, diğerinin yerine ikame edilebileceği bir parlamentarizm seçeneği arasında kalmak koşuluyla toplumun kendini ifade etme biçimlerine izin verebiliyordu.

Diğer bir deyişle, “‘post colonial’ ulus-devletin”, emperyalist ekonomik sistemin, egemen sermaye birikim rejimine eklemlenmesi, emperyalizmin tehdit algıları içindeki yeri, “post-colonial” ulus devletin değişmezleriydi. Bu değişmezler veri olmak koşuluyla, siyasi rejim (hatta devletin biçimi) toplumsal muhalefetin özelliklerine bağlı olarak değişebiliyordu. Prof. Kees Van Der Pijl bu sisteme, “imparatorluğun vites kolu” diyor. Emperyalist ilişkilere karşı bir toplumsal muhalefeti bastırmak gerektiğinde açık diktatörlük, toplumsal muhalefet emperyalizme bağımlılık koşullarına itiraz etmediği sürece, yalnızca düzen partilerini ve hükümetlerini içeren bir parlamenter rejim şekillenebiliyordu.

(...)

İLK DÖNEM VE SONRASI

(...)

Bu “İlk dönemden” bir “kopuş” noktasını 2013 yılına, ikinci kopuş noktasını da 2016 yılına koymak olanaklıdır. 2013’te 1 Mayıs için İstanbul’un on binlerce polis ile “işgali” ve “Gezi olayı” demokratikleşme fantezisine son verdi. 2016 da, AB’nin, yılın ilk yarısında göçmenler anlaşmasını imzaladıktan sonra, yılın ikinci yarısında ülkede yaşanacak olanlara gözlerini kapamaya karar verdiğini gösteriyordu.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 06, 2025

Mamdani, panik ve umut

 


Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti. Seçmen de bu eğilimi ülkenin en büyük kenti New York’un belediye başkanlığına çarşamba günü bir demokratik sosyalisti, Zohran Mamdani’yi (34) seçerek kanıtladı. Demokrat Parti adaylarının aynı gece Virginia ve New Jersey eyalet seçimlerini kazanmaları, California’da seçim haritasını Kongre’de ek üç iskemle kazanacak biçimde değiştirmeyi başarmaları da bu eğilimin potansiyellerini gösteriyordu. Mamdani’nin zaferi birçok açıdan özellikle önemliydi.

Mamdani’nin, etnik azınlıklardan “Müslüman” ve demokratik sosyalist kimliği, en zengin kesimin vergilerinin artırılması, ücretsiz çocuk bakımı, toplu taşımanın ücretsiz hale gelmesi ve kira artışları üzerinde daha büyük bir devlet müdahalesi gibi halkçı politikaları, yalnızca Trump ve Cumhuriyetçi çevrelerde değil, Demokrat Parti’nin geleneksel seçkinleri arasında da panik yarattı.

Trump başta olmak üzere, MAGA hegemonyası altındaki Cumhuriyetçiler için Mamdani, “ABD’nin ekonomik sistemini yok etmek isteyen çok tehlikeli bir komünist”. Trump’ın bizzat Mamdani’yi hedef alıp New York’a verilen federal fonları kesmekle tehdit etmesi bu paniğin siyasal düzeyini sergiliyor.

Demokrat Parti seçkinleri de Mamdani’nin zaferinin, Cumhuriyetçilerin eline, Demokratları “tehlikeli sosyalistlerle özdeşleştirme” fırsatı vermesinden, ılımlı/tarafsız seçmeni yabancılaştırmasından korkuyorlar. Mamdani’nin polisin ırkçılığına, İsrail’in Gazze soykırım politikasına yönelik eleştirileri, ABD’de merkeze yakın ve muhafazakâr çevrelerde “güvenlik açığı yaratacak” ve “antisemitizme göz yumacak” eleştirilerine neden oluyor.

Öte yandan ABD solunda, özellikle gençlerde, işçi sınıfı kökenli göçmen topluluklarda Mamdani’nin yükselişi ve zaferi bir umut kaynağı oldu. Seçim kampanyası boyunca 100.000+ gönüllü kapı kapı dolaştı. 

(...)

Mamdani’nin yükselişi Amerikan siyasetinde taşları yerinden oynatmaya başladı. Mamdani, yeni bir politik şahsiyet ve değişim simgesi olarak New York’u, ülke gündeminin de önüne koydu. Şimdi onu, Amerikan sistemi ve“süreç olarak faşizm” içinde büyük bir sınav bekliyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız