Thursday, August 28, 2025

Eski olguya yeni kavram

 


Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires). Bu kavram, devletlerin rakiplerini ve müttefiklerini askeri güç yerine finansal sistemler, tedarik zincirleri ve teknolojik bağımlılık gibi araçlarla yönlendirmeye çalışmalarına dikkat çekiyor. Trump’ın gümrük tarifelerini silah olarak kullanması, Ukrayna’ya yapılan yardımı maden çıkartma haklarına bağlaması, Avrupa’yı savunma harcamalarını artırmaya, ABD’den daha fazla silah almaya zorlaması, bu yeni dönemin güncel örnekleriymiş.

“Ekonomik zorlama çağı” kavramı yeni gibi görünse de aslında, sermayenin kârını güvence altına almak için ulusların ekonomik, siyasi egemenliklerini tehdit eden bir “emperyalizmden” farklı değil.

Kriz dönemleri, sermayenin ulusal sınırları aşarak genişlemesini hızlandırır; bu genişlemenin yalnızca ekonomik değil, siyasi ve askeri boyutlar da vardır. Lenin, emperyalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması”Buharin, dünya çapında bir sistem olarak tanımlarken tekelci sermayenin ve finans kapitalin uluslararası düzeyde hegemonya kurma dinamiklerine işaret etmişlerdi. Bugün “ekonomik zorlama çağı” olarak tanımlanan bu süreç, söz konusu mirasın güncellenmiş halidir.

(...)


Bu sürecin içinde, “ekonomik zorlamanın” en ağır sonuçları, yükü işçi sınıfının üzerine yıkılıyor. Yaptırımlar, kısıtlamalar ve tedarik zinciri savaşları üretim maliyetlerini artırırken işsizliği tetiklemekte ve tüketici fiyatları enflasyonuyla ücretleri baskılamaktadır. ABD’nin Çin’e uyguladığı kısıtlamalar sadece Pekin’i değil, Amerikan işçilerini de etkilerken Çin’in misillemeleri Alman otomotiv işçilerinin istihdamını tehdit ediyor. Sermayenin uluslararası genişleme dinamikleri, büyük güçlerin hegemonya rekabeti, emekçiler için daha fazla güvencesizlik, siyasi baskı ve hatta “süreç olarak faşizm” anlamına geliyor.

(...)

Kapitalist düzen, başından bu yana bir “merkez-çevre” ilişkisi üzerinde yükseldi. “Merkez” ülkeler,“çevre” ülkelerini ucuz işgücü, hammadde kaynağı, mal ve sermaye ihracatı, sanayi atıklarını ve tüketici çöplerini dökme alanı olarak kullanageldi. Bugün “ekonomik baskı çağı” “merkez” içi çatışmanın şiddetlendiğini gösteriyor. Bu rekabet, “çevre” ülkelerin bağımlılık kanallarını daha da güçlendiriyor.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, August 25, 2025

‘Yıllık yüzde 20 büyüme hızı’ ve diğer fanteziler

 


Son yıllarda, medyada, “uygarlığın geleceği” ile ilgili en çok tartışılan on konu içinde ağırlık teknolojide. Yapay zekâ (YZ) platformlarına sorunca “en çok ilgi çeken konular” listesinde, YZ’nin uygarlık üzerindeki olası etkileri birinci sırada. Geri kalan dokuz konu içinde, sıralama değişse bile teknolojik tekillik, biyoteknoloji, gelişmiş hesaplama, beyin-bilgisayar bağlantısı, veri gizliliği ve düzenleme,  kuantum bilgisayarı, uzaya gitme konuları önde geliyor. Küresel ısınma ve iklim krizi, ekonomik toplumsal eşitsizlik, toplumsal parçalanma, küresel sağlık güvenliği gibi konular hep listenin ikinci yarısında, toplumsal konular da en sonda yer alıyor. En hızlı teknolojik gelişme, baş döndüren bir sermaye birikimi, tarihte görülmemiş bir yoğunlaşma (7 büyükler, S&P 500’ün değerinin 1/3’ini oluşturuyor), giderek egemen sermaye konumuna yükselmeye başlayan YZ alanında.

BÜYÜME PATLAMASI

Bu yeni egemen sermayenin, Altman, Zückerberg, Musk gibi liderlerinin egemenlik ideolojisi de “YZ ekonomik büyümede patlama yaratacak” fantezisi üzerinde yükseliyor.

Bu fanteziye göre, küresel ekonomik büyüme, Sanayi Devrimi öncesi yılda yüzde 0.1 düzeyindeymiş; 20. yüzyılda ortalama yüzde 2.8’e çıkarak önemli ölçüde hızlanmış. Şimdi yapay zekâ sayesinde, yıllık yüzde 20-30 gibi oranlarda patlayıcı bir büyüme dönemi başlayacakmış.

Bu büyüme, nüfus artışına dayalı tarihi büyüme yerine, YZ “ajanlarının” hızla birikmesinden kaynaklanacakmış.

(...)

Benzer bir “büyüme patlaması” iddiası internet yaygınlaşırken de gündeme gelmişti. İnternet, ekonomik büyümeyi önemli ölçüde artırmadı ama internet üzerinden, sosyal medya, arama araçları, finansallaşma, ticaret, cep telefonları vb. gibi gelişmeler, servet transferinde, sermaye yoğunlaşmasında (tekelleşmede) bir sıçrama yarattı. Dahası, Nasdaq indeksi yüzde 80 arttı sonra köpük patlayınca yüzde 80 geriledi, buraya yatırılan emeklilik fonları, verilen borçlar, yıkım içinde yok oldu gitti.

(...)

Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?

Yeni egemen sermayenin sözcüleri, YZ güdümlü patlayıcı bir ekonomik büyüme fantezisini satıyor ama çok tatsız bir gerçeği de dikkatlerden uzak tutmaya çalışıyor: Bu tür bir patlayıcı büyüme, bataryalar için lityum, çipler için silikon ve elektronikler için nadir toprak elementleri gibi teknoloji açısından kritik, çıkarılması çevre kirlenmesi açısından çok zehirli, minerallere olan talebi de patlatacak.

(...)

Bu fantezisinin örtemediği bir çatlak daha var: Kapitalizmin varlığı, “artık değer” üretimine dayanır. “Artık değer” üretimi emek sömürüsünü zorunlu kılar. YZ güdümlü “büyüme patlaması” fantezisi, aslında işçilerinden kurtulmuş bir kapitalizm fantezi üzerinden YZ alanına sermaye ve yatırım çekme, diğer bir deyişle son derecede tehlikeli bir sektörü meşrulaştırma projesidir!

Thursday, August 21, 2025

Buradan nereye?

 


Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor,

(...)

Bu süreçte Aydın mitingi, 19 Mart’tan bu yana süren mitingler zincirinin son halkasıydı. CHP’nin bu mitinglere dayanan muhalefet tarzını sürdürmesi bekleniyor. Üzerinde düşünmeye değer!

BİZİ KİM İZLİYOR?

Her kitlesel gösteri, aynı zamanda bir sahnedir. Kalabalıklar slogan atar, pankartlar yükselir. Bütün bu görüntünün arkasında çok önemli bir soru vardır: Bizi kim izliyor?

Jacques Lacan’ın söylediği gibi arzu, hiçbir zaman tamamen bize ait değildir; her zaman “ötekinin bakışı” tarafından şekillenir. Siyaset de böyledir. Bir hareket yalnızca kendisi için değil, aynı zamanda hayali (baktığı var sayılan) bir izleyici için eyleme geçer; onun bakışı, mücadelenin anlamını belirler.

Bugün CHP’nin, Özel liderliğinde düzenlediği mitingler, partililerin tutuklanması, gazetecilerin susturulması, düzmece delillerle yürütülen göstermelik davalara, yoğunlaşan baskıya karşı “Yılmıyoruz”diyen bir meydan okuma mesajıdır. Peki bu “mesajı” kimin bakışının algılaması arzulanıyor?

(...)

Peki, CHP, üç bakıştan halkınkini seçtiğinde, bu, diğer iki bakışın altında olmaktan nasıl farklı olacaktır? Eğer halkın bakışı temel alınırsa, iktidarın bakışıyla olan ilişki tali hale gelecek; muhalefet iktidarın çizdiği sınırların değil, halkın kendi ihtiyaçlarının tanımladığı zeminde hareket etmeyi düşünebilecektir.

(...)

Ancak halkın bakışını merkeze almak, yalnızca kitlelerin kendini seyretmesini sağlamak değildir. Bu, aynı zamanda halkı, salt “bireylerden” oluşan dağınık ve kaotik bir yapıdan, sınıflardan oluşan örgütlü bir birlik haline doğru yönlendirmek demektir. Başka bir deyişle, bu bakışın örgütlenmesi, bireylerin “seyirci” olmaktan çıkıp “özne” olmalarına giden yolu açar. Kitle, kendisini yalnızca bir “toplama kalabalık” değil, bir halk hareketi olarak görmeye başlar.

Bu dönüşümün sonuçları derindir: 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Monday, August 18, 2025

Bir gün, Spinoza sinagoga girer...

 

Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı. Dışarı çıktığında bir daha asla aynı insan olmayacağını biliyordu. Avrupa Yahudiliğinin merkezinde, en etkili din adamlarına açıklamak üzere olduğu şey sadece felsefi bir keşif değildi. Bu, insanlığın bin yıldır içinde kilitli kaldığı zihinsel hapishanenin anahtarıydı. Bu erkeklerin inşa ettiği, sürdürdüğü ve sadece onların işine yarayan bir hapishaneydi. Spinoza, dünyadaki her dinsel kurumun umutsuzca sonsuza dek gömülü kalması için dua ettiği şeyi ortaya çıkarmıştı.

Spinoza, Tanrı’nın var olmadığını söylemedi. Çok daha kötü bir şey yaptı: Dinlerin Tanrı’sının politik bir icat olduğunu kanıtladı. Neden tüm dünya dinlerinin bu kadar benzer bir yapısı var? Neden hepsi sizinle, ilahi olan arasında aracılara ihtiyaç duyuyor? Neden hepsi, Tanrı adına konuştuklarını iddia eden adamlara mutlak itaat talep ediyor?

Spinoza bu soruların cevabını keşfetti...

(...)

Spinoza da nereden çıktı derseniz, kadınların, bedenlerini, tatil pratiklerini, ve miras haklarını hedef alan hutbeleri okuyunca aklıma geldi. O sırada “YouTube”da Spinoza ile ilgili bir “podcast” izliyordum (https://www.youtube. com/watch?v=EgtN2WzlblY&t=564s); özetleyerek Türkçe çevirisini, sizinle paylaşmak istedim.  

Yazının tamamını okumak için

Thursday, August 14, 2025

Başkan başkenti ‘geri almış’

 


ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı; yaptığı açıklamada “Bu kurtuluş günüdür. Başkentimizi geri aldık” diyordu. DC halkı aynı fikirde değil sokaklar protestolarla kaynamaya başladı.

TARİH TEKRAR EDER Mİ?

Kimi ekonomik yorumcular, ABD ekonomisinde gelişmekte olan eğilimi, “durgunluk içinde enflasyon” olarak tanımlıyorlar. Tarife savaşları, yatırımların siyasi sadakate göre yönlendirilmesi ve piyasanın sürekli olarak başkanlık ofisinden gelen kararlara göre şekillenmesi hem güveni hem de öngörülebilirliği aşındırıyor. Konut piyasası daralıyor, yeni iş ilanları azalıyor, imalat sektörü nisandan bu yana daralma eğilimi sergiliyor. Financial Times’tan Chris Giles“İyimser olmak akıllıca değil” diyordu. Bunlar yetmezmiş gibi Trump, Epstein skandalının etkilerinden kurtulamıyor. Taraftarlarına verdiği “şeffaflık” sözünü yerine getiremiyor. Etrafındaki, liyakatsiz “evet efendimciler” olayı örtbas etmeye çalışırken yüzlerine gözlerine bulaştırıyor. Biri, “İşe palyaçoları alırsan elinde bir sirk kalır” diyordu.

(...=

‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’ HIZLANIYOR

Ekonomideki bu “başkanlık patronajı”, haraç alma pratiği, güvenlik alanında da tekrarlanıyor. Geçtiğimiz haziranda Los Angeles sokaklarını Ulusal Muhafızlarla “işgal” eden Trump yönetimi, bu kez başkenti, Washington DC polis teşkilatını, ABD tarihinde ilk kez doğrudan başkanın kontrolü altına aldı, Ulusal Muhafızları sokağa indirdi, gerekirse ordunun da devreye gireceğini açıkladı. Trump, artan suç oranlarıyla mücadeleden söz ediyor ama DC’de suç oranı son otuz yılın en düşük düzeyinde ve düşme eğilimini koruyor. İstatistikler, Trump’ın esas amacının suçla mücadele değil, “başkana bağlı, federal (merkezi) güvenlik güçlerini yerel güçleri kenara iterek, devreye sokmayı olağanlaştırmak” olduğunu gösteriyor. Washington Post, Pentagon’un bir “Sivil Huzursuzluklara Hızlı Müdahale Gücü” kurmakta olduğunu aktarıyor.

(...)


Tamamını okumak için

Monday, August 11, 2025

Eski tüfek deyip geçmeyim

 “Tutuklanmaktan korkmuyorum... Aslında gençlerden daha güvendeyiz,” dedi bir protestocu, bu hafta sonu Londra'da düzenlenen Filistin Eylemi yasağı protestosunda Guardian'a.


Geçen ay Birleşik Krallık hükümeti tarafından yasaklanan grupla ilgili en büyük gösteride Cumartesi günü toplam 532 kişi tutuklandı. 10 kişi hariç tümü, destekleyici pankartlar veya işaretler sergiledikleri için 2000 Terörle Mücadele Yasası'nın 13. maddesi uyarınca tutuklandı.


Metropolitan polisi tarafından Pazar günü açıklanan yaş dağılımına göre, gözaltına alınanların yaklaşık 100'ü 70'li yaşlarda, 15'i ise 80'li yaşlardaydı. Doğum tarihleri teyit edilen 519 kişinin %49,9'u 60 yaş ve üzerindeydi.


Yüzlerce kişi, Defend Our Juries tarafından Parlamento Meydanı'nda düzenlenen etkinliğe katıldı. Etkinlikte katılımcılardan “Soykırıma karşıyım. Filistin Eylemi'ni destekliyorum” yazılı pankartlar taşımaları istendi.


Translated with DeepL.com (free version)

‘Hazırlıksız yakalandık’

 

Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”. Köprülerin altından çok su geçti. Eğitim sistemi, bürokrasi, güvenlik mimarisi darmadağın oldu, “liyakatin”yerini, siyasal İslamın sadakat-biat kültürü aldı. Devlette, toplumda ekonomik, kültürel çürüme daha da derinleşti. Artık bilgi, bilim, akılcılık itibar görmüyor. 

Biz bu durumdayken bölge dağılıyor. Emperyalizmin merkezlerinde, yorumcuların köşelerinde, teknolojik-askeri rekabet ve ekonomik-ticari güç konuları öne çıkıyor. Evet, “Hazırlıksız yakalandık”. 

‘ÇİFTE REKABET’

Bir ülkenin “yapay zekâ” alanında ani bir atılım yapması gibi teknolojik sürprizler, diğer ülkelerin tehdit algısını keskinleştiriyor. Klasik askeri dengede yıllar süren üstünlükler artık aylar, hatta haftalar içinde bozulabiliyor. Bu durum, devletleri, hızlı, sert adımlar atmaya zorluyor. Ekonomik cephede ise tarifeler, ihracat yasakları, sanayi politikaları, tedarik zincirlerini yeniden şekillendirerek ittifak sistemlerini zayıflatıyor. Sonuç: Ekonomide atılan bir adım, askeri-teknolojik yarışa doğrudan yansıyor; teknolojide yaşanan bir sıçrama, ekonomik bloklaşmayı hızlandırıyor. 

(...)

Nükleer caydırıcılık hâlâ büyük güçler arasında doğrudan bir “büyük savaş”olasılığını azaltıyor. Ancak bu, dünyanın daha güvenli olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, asıl risk veri hırsızlığının, sağlık, elektrik, güvenlik altyapılarını hedef alan siber saldırıların ve vekâlet savaşlarının daha sık, daha şiddetli, daha kontrolsüz hale gelmesi. Suriye, Yemen, Sudan, Mali ve Ukrayna örneklerindeki gibi, büyük güçlerin doğrudan çarpışmadığı ama farklı tarafları desteklediği çatışmalar da bölgesel savaşlara evrilme potansiyeli taşıyor. 

ÇEVRE ÜLKELER

Bu “ikili rekabet” ortamında, çevre ülkeler için en büyük tehlike, bloklar arasında, gelişmelere ayak uyduramadan, taraf olmaya zorlanmak, yeniden paylaşım amaçlı vekâlet savaşlarının coğrafi sahnesi haline gelmek. Bu riskler Türkiye için de geçerli. 

(...)

Bu ortamda, Türkiye açısından temel sorun ekonomik, teknolojik alanlarda stratejik özerkliği ve güvenliğini koruyabilmektir. Öyleyse, yapay zekâ, yarı iletkenler, veri altyapısı gibi alanlarda bağımsız üretim kapasitesi yaratmak kritik öneme sahiptir. Bu, ancak üniversitelerin, meslek okullarının ve araştırma kurumlarının güçlendirilmesi, desteklenmesi, ilk öğretimden başlayarak modern bilimsel eğitim içinde bilim insanı yetiştirme kanallarının açılmasıyla, özgürleştirilmesiyle başarılabilir. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız