Thursday, July 31, 2025

Çin’de çifte yol ayrımı

 

Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor. Bu yol ayrımlarından birincisi, ülke içindeki ekonomik kriz eğilimleriyle ilgili. İkincisi de bu eğilimlerin dünya ekonomisine yansımasının olası siyasi etkileriyle... Yapılacak tercihin küresel düzeyde kritik sonuçlar üretmesi kaçınılmaz. Çünkü Çin dünyanın en büyük ekonomisi, sanayi malları üreticisi ve ihracatçısıdır.

PLAN MI, PİYASA MI?

Çin’de üretici fiyatları enflasyonu, Ekim 2022’den bu yana negatif bir eğilim sergiliyor. Diğer bir deyişle, ekonomi yönetimi deflasyonla mücadele ediyor. Financial Times’ın bir başyazısına göre deflasyon yalnızca talep yetersizliğinden kaynaklanmıyor, bir aşırı kapasite sorunu da var. Öyleyse, Çin (devlet) kapitalizmi klasik bir aşırı üretim krizi ile karşı karşıya. Yıllardır süren devlet teşvikleri, yerel yönetimlerin GSYH büyüme hızına odaklı yatırımları ve Çin Komünist Partisi’nin ekonomik büyümeyi “yeni üretici güçler” üzerine kurma söylemi, elektrikli araçlardan bataryalara kadar birçok teknolojik sektörde giderek artan bir kapasite fazlası yaratmış. Buna karşılık, sosyal güvenlik sistemi yetersiz. Bu yetersizliğin beslediği güvensiz ortamda hane halkının, “kara günü” düşünen yüksek tasarruf eğilimi iç talebi sınırlıyor. Eksik tüketim, bu aşırı üretimin karşısında, değerlenme ve kârların gerçekleşme sürecinde yapısal bir fren haline geliyor.

Guanghua İşletme Fakültesi’nde uygulamalı ekonomi doçenti olan Tang Yao’ya göre, “Önceki aşırı kapasite krizlerinde Pekin devlete ait ağır sanayi işletmelerini kapatarak veya konsolide ederek müdahale edebiliyordu. Bugün ise sorun elektrikli araç, güneş paneli, batarya gibi özel sektör ağırlıklı yüksek teknoloji alanlarında yoğunlaşıyor. Eski yöntemlerle merkezi planlama yoluyla kapasiteyi kısmak çok daha zor.”

(...)

Bir diğer yol da daha sıkı kapsamlı bir planlama ve devlet kontrolüyle ilgili: Sosyal hizmetler sistemini güçlendirmek, görece verimsiz işletmeleri denetimli olarak tasfiye etmek ya da uygun olan durumlarda birleşmeye zorlamak, dolayısıyla, kapasite fazlasını yukarıdan aşağıya yönetmek. Ancak bu yönetim, özel sermayenin direnişiyle, alan dışına kaçma eğiliminin basıncıyla karşılaşacağından, ÇKP devlet kapitalizmini daha da genişletmek zorunda kalacaktır. Bu emekçi halkın demokratik katılımına dayanan bir süreç olmayacağından daha baskıcı ve kontrolcü bir rejime açılacaktır.

AÇILMA MI, KAPANMA MI?

Aşırı üretim (kapasite fazlası), talep yetersizliği, Çin kapitalizmini dış pazarlara yönelmeye zorluyor. Ancak bu noktada ikinci bir baskı devreye giriyor: ABD, AB, Hindistan ve Brezilya gibi büyük ekonomiler, kendi sanayilerini, Çin mallarının rekabetçi basıncının deflasyonist etkisinden, tarifeler ve kotalarla korumaya çalışıyorlar. Dünya pazarı, Çin’in kapitalizminin üretim fazlasını eskisi kadar kolaylıkla emecek gibi görünmüyor. Bu da ikinci yol ayrımını oluşturuyor.

(...)

Aşırı üretim krizi, Çin liderliğini, yalnızca kendi halklarının değil, hepimizin geleceğini belirleyecek, kritik kararlar almaya zorluyor.

Yazının tamamını oku ak içn tıklayınız


Monday, July 28, 2025

‘Süreç’ üzerine notlar

 

Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Önce bir not: Liberal “yararlı salakları” yine nüksettiler, “ulusalcı” (Aksi ne acaba? Bunlar sosyalist olmadığına göre “enternasyonalizm” olamaz. Küreselleşmeci kimlik siyaseti olsa gerek.) saplantısıyla abuk sabuk konuşuyorlar. İlk seferinde, yaptıklarının anlamını “belki de” bilemiyorlardı. Yaptıklarının sonuçlarıyla karşılaşınca “ama biz aldatıldık” demeye başladılar. Bu kez “salaklar” kavramı uygun olmaz: Onlar, “Ne yaptıklarını biliyorlar, yapmaya devam ediyorlar”

Kürt hareketinin yakaladığını düşündüğü “fırsata” dönersek. Bu “fırsatın”, hareketin değil dışsal etkenlerin iradesi ile oluştuğunu, bu iradenin değişebileceğini düşünmek gerekir. Tartışmamız açısından, Kürt hareketinin jeopolitiğini “Suriye ve Türkiye” üzerinden düşünebiliriz.

Suriye ve BOP

Kürt hareketinin Suriye’deki başarısı, kazanımları (cesareti, fedakarlıkları asla küçümsemeden), bölge jeopolitiği içinde, ABD ve İsrail’in iradesine endekslidir.

BOP kapsamında, bölge ülkelerini yeniden yapılandırma projesi iflas edince, Pentagon, Churchill’in 1921’de, “sömürgeler bakanı” olduğu sırada Ortadoğu’yu kontrol etmek için önerdiği yönteme döndü: Düzen getirmeye gerek yok, aşiret ve cemaat yapıları dursun. Bir isyan olursa, iyi korunan bir kaç büyük üsten hareketle havadan imha yoluyla, karadan zırhlı araçlarla bastırırız (D. Fromkin, A peace to end all peace, sf. 500)

Böylece Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan, İran devletleri parçalanmak üzere hedefe konuyordu (Gen. Wesley Clark, 2007). Aynı dönemde İsrail, iki devletli çözüm projesini terk ederek “Clean Break” yaklaşımı ile, bölgede İsrail’i tehdit edebilecek ulus devletleri parçalama amacını benimsiyordu.

İki nokta dikkate değer: 1) O listede Mısır, Tunus, Fas, Cezayir yoktu. 2) Yalnızca İran ayakta kalmaya devam ediyor. Bunların yıkılan devletlerden farklı ortak özellikleri, birer ulus devlet olmalarıdır. Bu gözlem rejimlerini onayladığım anlamına gelmez. 

(...)

Yazının tamamı için tıklayınız

Thursday, July 24, 2025

Batı’da yükselen dalga Japonya’ya ulaştı

 


Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor: Yaklaşık yetmiş yıldır iktidarın büyük kısmını elinde tutan Liberal Demokrat Parti (LDP) her iki mecliste de çoğunluğu kaybetti. Buna karşı faşist eğilimli partiler başarılı oldular. Avrupa’dan ABD’ye kadar yükselen faşist dalga Japonya kıyılarına ulaştı.

HEP AYNI ŞARKI

Sanseito (Japonca’da “Üç Ses Partisi”) seçimlerden büyük bir başarıyla çıktı. Kurucusu ve lideri Sohei Kamiya’nın “Japanese First” (Önce Japonca) sloganı, Donald Trump’ın “Make America Great Again” retoriğini anımsatıyordu. Gerçekten de Kamiya, Amerika’nın MAGA hareketini ve Trump’ı, İngiltere’deki Reform UK’yi, Almanya’daki AfD’yi ve Fransa’daki Ulusal Toparlanma (LePen) partilerini desteklediğini açıkça dile getiriyor. Sanseito’nun göçmen karşıtı söylemleri, turizmi hedef alan aşırı çıkışları, kültürel saflığı koruma söylemi, kadınların haklarının çok genişlediğine ilişkin iddiaları, küresel faşist hareketlerin programlarıyla örtüşüyor.

The Japan Times, seçim sonrası yayımladığı analizinde, Sanseito’nun 14 sandalye kazanarak Üst Meclis’teki en büyük dördüncü muhalefet partisi haline geldiğini yazdı. Parti, yalnızca iki yıl önce bir sandalye ile meclise girmişti. JT’ye göre Sanseito’nun bu performansı, ani bir patlamadan çok, yapısal bir rahatsızlığın siyasi ifadesiydi: 40 yaş altı erkek seçmenlerin yarısı, oylarını Sanseito’ya ve diğer faşist eğilimli parti Demokratik Halk Partisi’ne (DPP) verdiler. Bu seçmen grubu, 1990’lar ve 2000’lerin başında durgun bir ekonomide iş güvencesinden yoksun biçimde büyüdü, bugün de yüksek enflasyon, eriyen reel ücretler, artan hayat pahalılığı altında eziliyorlar. Sanseito ve DPP, bu kesimin öfkesini göçmenlere, küreselleşmeye ve yerleşik siyaset elitine yönlendiriyor.

Asahi Shimbun, pazartesi günü “Vox Populi” (halkın sesi) başlıklı bir köşe yazısında, seçimlerde yabancı düşmanlığının meşrulaştırıldığından yakınıyordu. Gazete, “Bir siyasi partinin lideri, televizyon ekranında siyahların ve Müslümanların gece içki içmesini korkutucu bulduğunu söyleyebiliyor ve bunu meşru bir tartışma olarak sunabiliyor. Bu, Japon demokrasisi açısından yeni bir eşiğin geçildiğini gösteriyor”diyerek seçim sonuçlarının sadece politik değil, etik düzlemde de bir kırılmaya işaret ettiğini vurguluyordu.

(...)

 Fakat gerçek şu: Artık Japonya’da da seçim kazanmanın yolu, sadece büyüme vaat etmekten değil, kültür savaşlarından geçiyor.

yazının tmamını okumak için tıklayınız

Monday, July 21, 2025

Jeopolitik ve emperyalizm

 Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...

BOP ÖRNEĞİ

BOP kavramı 1990’ların sonunda doğdu, “11 Eylül” sonrasında, “terörizme karşı savaş” yalanı altında Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan bölgenin toplumlarının yeniden yapılandırılmasına yönelik bir proje olarak tasarlandı. Jeopolitik yorum, ülkelerin rejimlerinin yıkılması, topraklarının parçalanması analizi etrafında şekillendi. Emperyalizm teorileri bağlamında, benim de benimsediğim bir yoruma göre BOP, kapitalizmin yapısal krizi içinde geniş bir coğrafyayı sermaye ihracı, tüketim, ucuz emek, kaynak alanı, olarak yapılandırma projesiydi.

(...)

 BOP bir “kapitalist mekân düzenleme projesi” olarak iflas etti. Halbuki o sırada, BOP ile aynı dönemde, JINSA bünyesinde İsrail için tasarlanmış “Clean Break” projesi devreye giriyordu. “Clean Break”, ABD ve Avrupa’nın “İki devlet” çözümünü reddediyor, bugünkü soykırımın zeminini hazırlayan “Büyük İsrail” nihai çözümüne yöneliyordu. Jeopolitik gözlükle BOP’a odaklananlar, bu yönelimi göremediler.

EMPERYALİZM VE İSRAİL ÖRNEĞİ

Modern emperyalizm, kapitalizmin evrimine, örgütlenme biçimlerine ve egemen sermayenin alan dışına genişleme (kriz eğilimlerini dışlaştırma) pratiğine ilişkindir; öncelikle, askeri siyasi değil, ekonomik ve sistemik bir olgudur. İsrail ekonomisi örneği üzerinden bakarsak bu bağlamda önemli gelişmeler gözlemleyebiliyoruz. BM raportörü, Francesca Albanese’in açıklamalarından ve Financial Times’ta Ruchir Sharma’nın bir yazısından yararlanacağım.

(...)

Çağın “finans-kapital” (askeri-sanayi-finans-gözetleme kapitalizmi kompleksinin) emperyalizmi de böyle, sömürgeci, soykırımcı bir yönde şekilleniyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, July 17, 2025

‘Cumhuriyet yıkılmalıdır!’

 



Roma İmparatorluğu’nun cumhuriyet döneminde muhafazakâr senatör, “Yaşlı Cato”, senatoda her konuşmasına “Carthago delenda est” (Kartaca yıkılmalıdır) diye başlarmış. Bugün Türkiye’de birileri “Cumhuriyet yıkılmalıdır” diye dolaşıyorlar.

Cato Cumhuriyetin, kanaatkârlığa, yurttaşlığın erdemine dayanan ideallerini savunan; servetin ve sefahatin artan etkisine karşı çıkan bir cumhuriyetçiydi. Roma, Kartaca’yı yok ederek düşmanını yendi ama bu zaferle birlikte, cumhuriyeti ve sonunda Roma’yı tüketecek bir süreci başlattı.

MİLLET, VİLAYET

Büyükelçi Tom Barrack’ın Osmanlı’nın millet sisteminin Türkiye için en uygun model olduğuna ilişkin sözleri de “Cumhuriyet yıkılmalıdır”saplantısıyla buluşuyor. Pedofil Esptein’in en yakın dostunu başkan yapan, güvenlik sistemini komplocu akıl hastalarına teslim eden bir ülkenin büyükelçisini dikkate almaya değmez diyeceğim ama ülkede meraklılarının olduğu anlaşılıyor.

Osmanlı idari yapısında, yalnızca “millet” kavramı yok “vilayet” kavramı da var. “Millet” kavramı dini topluluklar için, “vilayet” kavramı da (Barkan: Kanunlar) feodal üretim tarzı ve ilişkileri üzerinde yaşayan Kürt nüfusun görece özerk idari yapıları için kullanılıyordu. 

(...)

Diğer taraftan, Osmanlı “millet” sistemi, liberallerin sattığı fantezilerin aksine, modern anlamda çok kültürlülük ya da laiklik değildi, daha çok, çok dinli bir imparatorluk düzenine ilişkindi. Birincisi, dini cemaatler arasında eşitlik değil hiyerarşi vardı. Müslüman olmayanlar Müslüman olanlara göre “ikinci sınıftı”. İkincisi, bu “millet” kümelerinde, dini-ekonomik hiyerarşiler, ataerkil düzen, dolayısıyla sömürü ve baskı egemendi, modern anlamda özgürlüklerden söz etmek olanaksızdı. Bu saptamalar, ağa ve şeyh aşiret düzeni, toprak mülkiyeti üzerine kurulu feodal bir sosyal formasyon olaran “Kürt vilayetleri” için de geçerlidir.

SEÇKİNLER SİSTEMİ

Aslında “millet” ve “vilayet” kavramları, Osmanlı İmparatorluğu ana kümesi içindeki alt kümeler olarak bir seçkinler (egemen sınıf, tabaka vb.) sistemine işaret eder: Kendi kümelerinde bir baskı, sömürü düzeni üzerinde yaşayan seçkinlerin aralarındaki bir hiyerarşik ittifaklar ve paylaşım düzeninden söz ediyoruz.

(...)

Bu modeli modern, emperyalist kapitalizmin zamanlarına taşırsak, bu alt kümelerin, emperyalizmin jeoekonomik, jeopolitik rekabet ve yeniden paylaşım dönemlerinde dış basınçlar karşısında dirençsiz, manipülasyonlara açık ve böl, savaştır, uzaktan dengele, yönet (sömürgeleştir) politikalarına hedef olacaklardır.

Osmanlı İmparatorluğu ana kümesi emperyalist küresel küme içindeki paylaşım savaşlarına konu olmaya başlayınca kısa sürede alt kümelerini kaybetmeye başlamış ve dağılmıştır.

(...)

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız

Monday, July 14, 2025

Ulus-devlet, iki basınç

 

Yine emperyalizmin bir “yeniden paylaşım” dönemindeyiz. Bu dönemde, “merkezde” ve “çevrede” ulus-devlet birbirine zıt iki basınç altında dönüşmeye zorlanıyor.

TERCİH DEĞİL YASA

Sermayenin kendi coğrafi merkezinin dışına taşma eğilimi tercih değil, zorunluluktur. Aşırı üretim krizleri, kârı tehdit eden sınıf mücadeleleri ya da yeni teknolojilerin gerektirdiği madenler, enerjiler, veri akışları, sermayeyi yeni alanlara doğru iter. Tarihsel olarak bu, sömürgecilik, emperyalizm olarak gerçekleşti. Bugün de öyle...

(...)

Sömürgecilik, emperyalizm yeni biçimler sergiliyor: Küresel tedarik zincirlerinin kontrolü, finansal “şantaj-şiddet”, borç tuzakları, yaptırımlar, dijital gözetim ve vekâlet savaşları. Artık sadece toprak ya da ucuz işgücü değil, lityum, kobalt, yarı iletkenler, “büyük veri”, su gibi stratejik kaynaklar hedefte.

(...)

ULUS DEVLET-ÇİFTE STANDART

Bu bağlamda, ulus-devlet, stratejik bir önem kazanıyor. Kapitalizmin merkezlerinde ulus-devlet yeniden silahlandırılıyor. Sanayi politikaları geri döndü. Ticaret engelleri, yatırım kontrolleri, baskıcı uygulamalar, milliyetçilik yükseliyor: Kapitalizmin merkezlerimde ulus-devlet sermayenin yeni genişleme evresi için hem içerden hem de dışarı doğru tahkim ediliyor. 

(...)

Emperyal güçler kendi devletlerini yeniden inşa ederken çevredeki toplumların da kendi ulus-devletlerini savunması gerekiyor. Egemen bir ulus-devlet; sermayeyi denetleyebilir, gıda sistemlerini koruyabilir, ekolojik yıkımı tersine çevirebilir, sanayi inşa edebilir ve bölgesel/küresel dayanışma ağları kurabilir, var olanlara katılabilir. Ulusdevlet emperyalizme karşı etkin bir savunma hattı kurabilir. Ancak bu hattın, yaşayabilmesi için etnik milliyetçilikten, dinci cemaatçilikten arındırılması, yurtseverlik, laiklik, dayanışma, eşitlik, adalet, direnç için ve halkın, özellikle de emekçi sınıfların desteğiyle gerçekleşmesi gerekiyor.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, July 10, 2025

Faşizm ve kültür-II

 


Siyasal İslamın AKP rejimi, siyasi, ekonomik bir iktidardan öte, toplumu yeniden şekillendirmeye dönük kapsamlı bir kültürel mühendislik sürecidir. Bu, eğitimi, medyayı, sanat politikalarını, tarih anlatılarını, mimariyi, hatta gündelik yaşamın ritimlerini dönüştürerek yeni bir insan tipi, yeni bir hafıza, yeni bir ahlak yaratma sürecine karşı direniş, çoğunlukla ekonomik sorunlara odaklı, kültür savaşlarından kaçınan bir hatta kaldı. İşsizlik, yolsuzluk, hayat pahalılığı gibi elbette çok ciddi meseleleri öne çıkaran bu muhalefet dili, ne yazık ki kitlelerin gündelik yaşamında karşılık bulan kültürel anlam evrenlerini ihmal etti, belki de küçümsedi. Oysa kültür, içinde ekonomik taleplerin de anlam kazandığı bir alandı.

KÜLTÜR MADDESELDİR

Kültür, somut pratiklerle, nesnelerle, bedenlerle, mekânlarla, teknolojilerle iç içe geçtiği için maddeseldir. Kültürün maddeselliği, onun yalnızca anlam dünyasında değil, aynı zamanda gündelik yaşamın, nesnelerin, bedenlerin, teknolojilerin ve mekânların içinde kurulduğunu söyler. Raymond Williams’ın ifadesiyle kültür, “Bir yaşam biçimidir”; insanların konuşmalarının, giyinmelerinin, kederlerinin, sevinçlerinin, kutsallarının anlamlarına ilişkindir. Kültür, geçmişin kalıntısı değil, bugün yaşayan bir çatışma alanıdır; yalnızca estetik ya da sembolik bir alan değil, ahlaki anlamların üretildiği yerdir. Ve insanlar sadece aç kaldıkları için değil, adaletsizliğe uğradıklarını düşündüklerinde sokağa çıkarlar.

Diğer bir deyişle, insanlar yalnızca biyolojik varlıklar değil, anlam arayan, kimlik kuran, değerlerle hareket eden varlıklardır. Biyolojik ihtiyaçlarına öncelik veren hayvanlardan farklı olarak insanlar, “doğru”, “yanlış”, “hak”, “adalet”, “onur” gibi kavramlar üzerinden tepki verirler. Geçim derdi, onurla yaşamak, emeğinin karşılığını almak, torpilsiz hak kazanmak gibi ahlaki-siyasal taleplerle iç içedir. Ekonomik bir kriz ancak bu kavramlarla anlamlandığında siyasallaşır.

Primatolog, sinirbilimci, Robert Sapolsky’nin, “Kültür, değerlerin, tarzların, davranışların bir sonraki kuşağa genetik olmayan yollarla aktarımıdır” biçimindeki tanımı da kültürün geleceği belirlediğine, ancak değiştirilebilirliğine, siyasal mücadeleyle şekillendirilebileceğine işaret eder.

KÜLTÜR GELECEĞİ ŞEKİLLENDİRİR

Walter Benjamin’e atfedilen “Her faşist zaferin arkasında bastırılmış bir devrim vardır” sözleri, faşizmin, toplumsal hafızayı silme, tarihi yeniden yazma, kayıp devrimin içindeki gelecek umudunu unutturma çabasının mantığını da açıklar. Faşist rejim, yalnızca zorla değil, kültür savaşlarıyla ayakta kalmanın ötesinde, geleceğini güvenceye almayı amaçlar; bugünü de ona göre biçimlendirir. İşte bu yüzden, kültür savaşları bu kadar önemlidir.

(...)

Nitekim, CHP’nin (Özgür Özel’e kadar) ve solun (hâlâ), halkın sıkıntılarını yalnızca geçim derdine indirgerken rejimin kültürel mühendisliğine kayıtsız kalma eğilimi, siyasal İslamın rejim inşa sürecini kolaylaştırmıştır.

(...)

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız

Monday, July 07, 2025

Faşizm ve kültür

 


Kanadalı kültür kuramcısı Prof. Henry A. Giroux, “Culture as a Pedagogical Battlefield in the Fight Against Authoritarianism” başlıklı yazısında kültürü pedagojik bir savaş alanı olarak tanımlıyor, faşizmin günümüzde estetik, medya, yapay zekâ gibi araçlarla nasıl normalleştirildiğini gösteriyor.

Baskı artık yalnızca copla, yasayla, sansürle değil, medya, sosyal ağlar, okul müfredatları, dijital platformlar aracılığıyla da işliyor. Böylece neye öfke duyulacağını, kimden nefret edileceğini, kime sessiz kalınacağını sistematik biçimde öğreten bir “pedagojik rejim” kuruluyor. Faşizm yalnızca bir yönetim tarzı değil, bir düşünme biçimi, bir duygu rejimi, gündelik yaşamın içine sinmiş bir kültür haline geliyor.

Giroux, “kültürel faşizm” olarak adlandırdığı rejimin merkezinde işleyen şeyin bir tür pedagojik şiddet olduğunu vurguluyor: Düşünceyi, empatiyi, hafızayı, alternatif geleceklere dair düşünmeyi bastıran bir kültürel aygıtlar sistemi (“disimajinasyon”) -tahayyül bastırma, makineleri yani televizyon ekranları, sosyal medya, eğitim politikaları, sansür mekanizmaları- toplumsal hayal gücünü felce uğratıyor. Neoliberal kültür endüstrisinin bireyciliği yücelten, toplumsal olanı küçümseyen, dayanışmayı “zayıflık” sayan dilinin içinde faşizm artık yalnızca devleti ele geçirmekle kalmıyor, hafızayı da işgal ediyor.

(...)

Madımak’ı hatırlamanın “provokasyon”, bir karikatürü çizmenin “tahrik”, bir yürüyüşte gökkuşağı bayrağı taşımanın “sapıklık” olarak kodlanması, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda kültürel bir mühendislik sürecine işaret ediyor. Giroux’nun vurguladığı gibi faşizm yalnızca yasalarla değil, alışkanlıklarla, imgelerle, dil oyunlarıyla da işliyor. Günümüzde faşizm bir “hafıza rejimi”dir. Ne hatırlanacağına, neyin unutulacağına, neye ağlanıp neye sevinileceğine dair bir kültürel kılavuz dayatır.

HAFIZAYI SAVUNMAK, GELECEĞİ SAVUNMAKTIR

Giroux için demokratik yaşam biçimi; düşünme cesaretiyle, hakikatin izini sürme ısrarıyla, ortak hafızayı canlı tutan bir yurttaşlık etiğiyle mümkündür. Bu yüzden kültür, siyasetin yalnızca yansıması değil, kurucu zemini, hegemonik aygıtıdır. Kültür üzerinden inşa edilen baskı ancak kültür üzerinden verilecek bir direnişle aşılabilir.

(...)

Ne var ki 23 yıllık CHP pratiğinin, (özellikle Kılıçdaroğlu döneminde) laiklikten, yasallıktan verdiği ödünler (anayasaya aykırı ama olsun, mühürsüz ama olsun, Ekmeleddin ama olsun), sol akımların, kültürekonomi diyalektiğini yadsıyan, kültür savaşlarından kaçınan tutumu, bu hegemonik çöküşte pay sahibidir.

(...)

Hatırlamak bir eylemdir. Unutturmaya karşı direnmek, bir yurttaşlık görevidir. Direniş, kültürle başlar çünkü faşizm artık sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir kültürdür. Muhalefet lideri, ahlak, adalet, cesaret, laiklik temalarını (kültür), açlık, yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, güvencesizlik temalarıyla birleştirmeye başladığı için rejim sallanmaya başlamıştır.

Yazının tamamını okumak içn tıklayınız

Thursday, July 03, 2025

Büyük sürüklenme

 


ABD ve İngiltere’de jeopolitik alanında rastladığım kimi çalışmalar önemli bir korkuyu yansıtıyordu: Dünya bir “Büyük Savaş”a doğru sürükleniyor. Artık, kapitalizm, “küreselleşmenin” (ABD hegemonyasının) dünyasından farklı bir yerde. Örneğin McKinsey araştırma şirketinin bir raporuna (Multinationals at a crossroads: Adapting to a new geopolitical era) göre çokuluslu şirketler (ÇUŞ), on yıllardır, tedarik zincirlerini, yatırımlarını ve üretim ağlarını sadece maliyet ve verimlilik üzerinden tasarladılar. Bu dönem sona eriyor. Küresel rekabet, artık, yalnızca piyasalarla, teknolojiyle sınırlı değil. Kritik madenler, enerji altyapısı, iletişim kabloları ve lojistik ağlar, doğrudan jeopolitik cephelere (paylaşım alanlarınaEY) dönüştüler.

Günümüzde hayat, cep telefonlarından savaş uçaklarına, elektrikli araçlardan füze sistemlerinin üretimine çoğu kez isimlerini bile bilmediğimiz bazı elementlere dayanıyor. Bu minerallerin üretim, arındırma süreçleri üzerinde tekelci bir konuma sahip olan Çin, 2025’te ABD ve müttefiklerinin yarı iletken teknolojilerine koyduğu kısıtlamalara karşılık, germanyum ve galyum ihracatını kısıtlayarak, konumunu bir jeopolitik silah olarak kullanabiliyor.

Geopolitical Monitor’dan Nicholas Weber “Unsecured Fronts: How Hybrid Warfare Influences Strategic Competition” başlıklı çalışmasında (25/06/2025) bu sürüklenmenin, ekonomik yaptırımlar, siber saldırılar, sabotajlar ve hammadde ambargolarıyla ilerlediğine dikkat çekiyor. Lawrence Freedman “The Age of Forever Wars”(Foreign Affaires Mayıs/Haziran 2025) başlıklı yazısında, savaşların, artık kısa sürede bir zafer getirmediğine, beklentilerin aksine sonu gelmez çatışmalara açıldığını saptıyordu.

ÇUŞ VE JEOPOLİTİK

McKinsey raporuna göre ÇUŞ, şimdi çok zor tercihlerle, karşı karşıyalar: Çin gibi denetimli piyasalardaki kâr oranlarını sürdürmek, artık savaş, yaptırım, el koyma veya ani tedarik kesintileri riskine değiyor mu? Ekonomik verimlilik, hukuk düzeni ve mülkiyet güvencesi üzerine inşa edilen eski dünya hızla dağılıyor.

(...)

VE TÜRKİYE

Dünya, enerji boru hatlarında, nadir toprak madenlerinde, çip ambargolarında ve altyapı sabotajlarında ilerleyen bir ekonomik, diplomatik savaş alanına dönüşüyor. Hem şirketler hem de devletler için artık, tedarik zincirleri sadece ticaret değil, bir ulusal güvenlik sorunu ve ekonomik, finansal bağımlılıklar,potansiyel tehdit kanalları. “Büyük Savaş” artık imkânsız değil. Ve buna hazır olmayanların -ister devlet ister şirket olsun- bu savaşın doğrudan cephesi (paylaşım alanı) olması kaçınılmaz.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız