I
Çok uzun bir
aradan sonra, Türkiye komünist hareketi yeniden devlet ve rejim konularını
tartışıyor. Aydemir Güler’in Komünist’in 6 Aralık sayısında
yayımlanan “İkinci Cumhuriyet’e Geçiş: Öznel bir saptama mı?” başlıklı yazısı
bu alanda önemli bir katkı oluşturuyor. Bu gerçekten sevindirici.
“Devlet” kavramı
etrafındaki teorik tartışmaların ortadan çekilmiş olması, AKP’nin yükseliş
sürecinde içine düşülen vahim hataların, boş beklentilerin oluşmasında, önemli
bir role sahip.
Örneğin, kimi
“solcular”, modern komünizmin tarihinin devlet üzerine zengin teorik birikiminden
yararlanmak yerine, kültür endüstrisinde üretilen kanaatlerle hareket etmeyi
seçmeselerdi, AKP Hükümeti’nden, (devlet olarak nitelenen “şey”in özelliklerini
düşünmeye zahmet etmeden) haklar ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında bir
“demokratikleşme”, “Kürt sorunu” konusunda bir “çözüm” beklemez, “Evet ama
yetmez” saçmalığıyla ortalığa atlamaz, bu beklentilerle bizzat AKP hükümetinin,
onu taşıyan siyasi hareketin yükselmesine katkıda bulunan “yararlı salaklar”
konumuna düşmezlerdi.
Bu tür
saçmalıkların yeniden sol içinde ortay çıkmasını engellemek, daha çıkarken
tanıyarak, yerli yerine (kapitalist sınıfın yanına) koyabilmek için devlet
kavramıyla ilgili teorik tartışmaları canlandırmak ve hızlandırmak gerekiyor.
II
Genel olarak
kapitalist devletin özellikleri, Marksist devlet teorisi, özel olarak da
Türkiye’deki devletin “Tipi”, “Biçimi”, “Rejimin niteliği”, Türkiye komünist
hareketinin (tüm akımlarıyla birlikte) en kitlesel, en umutlu, en örgütlü,
yaygın ilişkilere ve toplumda en geniş etkiye sahip olduğu 1970’lerde, en çok
tartışılan, üzerinde en çok deneme yazılan alanlardan biriydi.
Dahası bu
tartışmalar, komünist hareketin kadrolarının teorik merakından, salt Marksizm’i
geliştirme kaygılarından kaynaklanmıyordu. Bu hareket, neredeyse bütünüyle,
siyasi (iktidara talip olma anlamında) faaliyetini inşa ederken, devlet üzerine
yaptığı saptamalardan çok büyük ölçüde yararlanıyor, hatta, bu faaliyetinin en
önemli özelliklerini, hedefini, bu saptamalardan çıkarsıyordu. Bu öyle ciddi,
önemli, kararlı bir ilgiydi ki, “devlet”in niteliğiyle ilgili olarak geliştirilen, “oligarşik diktatörlük”,
“tırmanan faşizm”, “açık/gizli faşizm”, “faşist diktatörlük, “siyasi gericilik”
türünden çeşitli analizlerden hareketle ulaşılan kimi siyasi sonuçlar kimi
zaman trajik durumlara yol açabiliyordu.
O zaman komünist
hareketin hemen tüm akımları, devletin doğasını esas olarak kavramış, eski bir deyişle
devletle, iktidarla, gerçekten karşı
karşıya gelindiğinde, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” uyarısındaki ikilemle de
karşı karşıya kalınacağı gerçeğini daha baştan kabul etmişlerdi. Bu konuda ne
kadar haklı ve gerçekçi olduklarını, 12 Mart Darbesi’nde, “1977 1 Mayısı”nda,
sonra Maraş katliamında, nihayet 12 Eylül askeri darbesinde gördüler. Tüm
bunlara karşın “devlet” tartışması 1980’lerde giderek devreden çıktı ve yerini,
son derecede yüzeysel bir “post modern” sivil toplum- devlet ikilemi, salt kaba kanaatlerden kaynaklanan demokratikleşme
umudu aldı. Liberal demokrasinin tarihiyle, demokrasiyle diktatörlük arasındaki
akrabalıkla çok az kimse ilgileniyordu, devletler arası ilişkiler alanında,
emperyalizm kavramı ortadan kaybolmuş, demokrasi ve devlet kavramları sorgulandığında
imkansızlığı hemen kendini göstermeye başlayan bir “Demokratik devletler
birbiriyle savaşmaz” savına dayanan bir fantezi dünyasında yaşamaya
başlamıştık.
Geride
bıraktığımız 10 yıl içinde, yaşamın pratiği bu teori taklidi yapan fantezinin
mistiğini ortadan kaldırdı, onu tüm çıplaklığıyla “bir fantezi olarak” gözler
önüne serdi. Mali krizle birlikte “sağ” devletin önemini yeniden keşfeder (var
olan biçimler artık istenen sonuçları vermediğinden) liberal demokrasiye
alternatifler arar, aslında çoktan şekillenmeye başlamış biçimlerin teorisini
yapmaya, geliştirmeye çalışırken,
komünistlerin de devlet konusuna, 1970’lerdeki ciddiyetle dönmeye başlaması
giderek büyük bir önem kazanıyor.
Aydemir Güler’in
yazısı işte bu açıdan bence önemli; üzerinde durmak, Aydemir’e yaklaşımını daha
da geliştirmesine olanak verecek soruları sormak, eleştirileri yöneltmek, bu
sırada paralel ya da varsa karşıt çalışmaları da hızlandırmak gerekiyor.
III
Aydemir Güler’in
“Birinci Cumhuriyetin yıkılışı, ve İkinci
Cumhuriyetin kuruluşu” değerlendirmesiyle gündeme getirdiği, devlete
ilişkin önemli bir “değişikliğe” işaret eden saptamasına katılıyorum. Bence
Aydemir’in bir önceki Cumhuriyete geri dönmenin olanaksızlığına, bunu ayakta
tutan sınıfların ve sınıflar koalisyonunun (iktidar bloku?) dağılmış olmasına
yaptığı vurgu da çok yerinde. Aydemir
“Birinci ile İkinci Cumhuriyet arasındaki farkın en önemli boyutu, komünist
hareketin strateji güncellemelerinde ve somut açılımlarında ortaya konabilir”
derken de devlet tartışmalarının en önemli özelliğine “radikal siyasi çekirdeğine”
işaret etmiş oluyor. Tüm bu
saptamalarımdan sonra ben de “tartışma sürmelidir” çağrısına katılıyor, bu
anlamda “etik bir sorumluluk” olarak cevap vermek (diyaloga girmek anlamında)
gerektiğini düşünüyorum.
IV
Bu çağrıya cevap
verirken, kendime “nereden başlamalı” diye sorunca “başından başlamalı” diye
düşündüm. Şöyle: Önce genel olarak Kapitalist devlet üzerine, Komünist/Anarşist
hareketin geleneği, “eleştirel teori” denen daha geniş bir alanın ürünleri
içinden kazandığımı düşündüğüm saptamalarımı aktaracağım. Aşağıda,
özetleyeceğim yaklaşımı ve değerlendirmeyi kolaylaştırmak için, alıntı yapmak
yerine, bana kritik noktalarda esin kaynağı olan kimi yazarların adlarını anmak
istiyorum.
Benim açımdan, devlet
üzerine düşünme sürecimin başlangıcında, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’ın Kapital, Cilt III’de XLVII. bölüm, II.
Alt bölümdeki “egemenliğin ve
bağımlılığın dolayısıyla devletin özgün biçimi” üzerine olan paragraf,
Lenin’in Devlet ve Devrim, (ama benim için) daha da önemli olan Devlet Defteri (Mavi defter)
oluşturuyor. Ondan sonra Antonio Gramsci, 1970’lerde devlet tartışmalarının en
canlı döneminde, kapitalist devlet tipini, sermaye ilişkisinden türetmeyi
deneyen “Alman Okulu” nun katkıları, tabii Poulantzas geliyor.
Bundan sonra
benim de konuyla ilgili okumalarımda
(SSCB’de ki devlet tipi üzerine tartışmalar bir yana) 1990’ların sonuna kadar
uzanan bir boşluk oluştu, ta David Harvey’in Kapitalist üretim tarzı altında
mekanın üretimi üzerine yazdıklarını, özellikle 1985 tarihli “Kapitalizmin
jeopolitiği” makalesini okuyana kadar. O makaleyi okuyunca, sermaye birikim rejimleri, düzenleme sistemleri
üzerine Fransız “Düzenleme okulu”ndan öğrendiklerim, Foucault’un, iktidarla
ilgili, nüfus kontrolü, disiplin ve cezalandırma üzerine tarihsel gözlemleri,
“hakikat rejimi” gibi kavramları yeniden anlam kazanarak bir araya gelmeye
başladı. Deleuze ve Guattari’nin, “kapitalist makine”, Lacan’ın “Reel”
kavramları da devleti düşünme çabalarıma yardımcı oldu, olmaya da devam
ediyorlar.
Bu teorik
haritayı daha fazla uzatmadan, belki son olarak Bob Jessop’un çalışmalarını da
andıktan sonra devleti düşünme modelimi kısaca özetlemeye geçebilirim.
V
Hemen vurgulamak
isterim ki ben kapitalist devleti ne bir araç
ne de bir kurum olarak düşünmekten
yana değilim. “Araç” bir pasiflik,
eline geçirenin istediği gibi kullanabileceği bir nötrlük ima ediyor. “Kurum” ise başı sonu, sınırları belli, saptanmış bir yapıntıya
işaret ediyor. Ben devleti özellikle, belli sınıfsal nitelikleri olan siyasi güç odakları, daha doğrusu, sınıf
iktidarının kristalleştiği düğüm
noktaları arasında oluşmuş bir örüntü
(network) olarak düşünmekten yanayım: Bu bağlamda, devlet deyince aklımda,
sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin
basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir
belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir “organizma”
şekilleniyor.
Daha açılmış
haliyle şöyle özetlemeyi deneyebilirim: Ben Kapitalist toplumda devletin,
sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini
kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen
(düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal
değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte
uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları
yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri
oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden
yanayım.
Bu bağlamda,
devletin politikalarıyla, reflekslerini,
(a) bu organizmanın kendi ideolojik/kültürel
yapılanmasının, personel kaynağının
sınıfsal özelliklerinin, yönetim
teknolojisinin, güç noktalarını birbirine bağlayan ağın fiziksel özelliklerinin oluşturduğu iç yapılanması, diğer bir
deyişle, onu toplumun geri kalanından ayrı bir organizma olarak tanımlamamıza
izin veren belirleyici karakteri olduğu kadar, (b) bu organizmanın yaşaması için gerekli
girdilerin özellikleri de belirleyecektir.
Bu girdileri,
esas olarak, ideoloji/ kültür, personel, mali kaynaklar, yönetim ve iletişim
bilgi işlem, disiplin, cezalandırma ve kontrol teknolojileri oluşturur. Bu girdiler
devletin organizması içinde metabolize edilerek (işlenir-tüketilir)siyasi karar
ve reflekslere dönüşür.
Girdiler - organizma (metabolize etme
süreci) - siyasi çıktılar, bir
sınıflar matrisinden, başka devletlerden, dolayısıyla bir egemenlik bağımlılık
ilişkileri zincirinden oluşan bir “ekosistem”de
gerçekleşir. Bu ekosistem bu girdilerin özelliklerini, organizmanın
metabolize etme hızını, girdilerin tedarikinin, çıktıların üretiminin, toplumda
işleme süreçlerinin kalıcı olup olmayacağını belirler. Buna karşılık, bu
organizmanın refleksleri, genişleme daralma halleri, çıktıları bu ekosistemi
sürekli değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar.
VI
Son olarak
devletin “varoluş” koşulları üzerine düşünür ve çalışırken ulaştığım kimi sonuçları
paylaşmak istiyorum. Bu bölüme, “Devlet nedir?” gibi ilk anda çok garip gelen bir soruya ilişkin bir anekdotla
başlayacağım. Birkaç yıl önceydi ODTÜ’de bir uluslararası sempozyumdan sonra,
misafirlerden bir kısmıyla, daha dar bir
toplantı, fikir alış verişi yapmak için bir araya geldik, Alex Callinicos, Kees
Van der Pjil, Galip Yalman bir kaç başka akademisyenin yanı sıra bir grup
doktora öğrencisi de vardı. Emperyalizm,
kriz, küreselleşme derken konu devlet kavramına doğru geldi, ben yıllardır beni
rahatsız eden bir soruyu ortaya attım: Devlet
nedir? Ne zaman devlete baksam ancak bir parçasını görüyorum. Tamamını
neden göremiyorum? Tamam, polis devlettir, ama devlet polis değildir. Asker
devlettir, mahkeme devlettir ama devlet ne mahkeme ne askerdir gibi... Bu
bağlamda tamamını bir türlü görmediğim, deney alanım içine alamadığım, ama her
zaman karşımda duran “şey” nedir? Bu
soruyla, tam bir cevap bulamadan bir süre oyalandık. Son anda Kees, bana göre
çok anlamlı, kafamı açan bir ifade kullandı. Kant’ın III. Kritik’te
geliştirdiği “yüce” (sublime) kavramına atıfla, “state is a sublime object” (devlet
yüce bir nesnedir) dedi.
Gerçekten de,
devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait oluğunu hayal
ederiz, hissederiz, ama bütününü “kavrayamayız”. Bu da bizde devlete karşı
korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve
politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.
Gerçekten de
devlet yukarıda değindiğim parçalar değildir ama bu parçalar devlettir. Bence devlet
bu parçaların birlikte bir “bütün” oluşturmasına olanak verdiği varsayılan örüntü (ilişkiler ağı) var
olduğu müddetçe, hatta o örüntü olarak var olur.
Bu varsayım
(toplumun devleti algılayışı) zayıflamaya başladığında örüntü zayıflamaya
başlar, devlet krizi ortaya çıkar. Bu varsayım kaybolmaya başladığında da
örüntü çözülmeye, devrim olmaya başlar. Bu varsayım sınıflar mücadelesinin
basıncıyla, ya da bir dış travmayla(işgal gibi) tümüyle dağılabilir.
Devlet bu
parçaların arasındaki örüntünün var ettiği bir şeyse, buradan, varlık, varoluş ve görüntü kategorilerinden
hareketle düşünmeye devam edebiliriz.
Bu noktada
Platon’un “mağara” metaforunun materyalist
bir okuması bize yardımcı olabilir. Bu “metaforda” üç unsur ve düzey var, biri
mağaranın dışında var olan ve içindekilerce bilgisine doğrudan ulaşılamayan “şey” (Formlar). İkincisi, içerde
mağaranın duvarına yansıyan, içerdekilerin yaşam dünyasına, deney alanına giren
gölgeler. Üçüncüsü, bu
gölgelerin, içerdekilerin bu gölgeleri kavramasına olanak veren görüntüleri (şekilleri).
Devleti
oluşturan, tüm parçaları birleştiren örüntüyü,
mağaranın dışındaki (bütünlüklü olarak kavranamayan şey) “varlık” kavramıyla betimler, mağaranın dışındakini, devletin
tümüyle var olma halini, ontolojik
düzey olarak kabul edebiliriz.
Devletin bu
varlığının, günlük yaşamımıza, burada, şimdi (zaman ve mekan içinde),deney
alanımıza giren parçalarını (mağaranın duvarındaki gölgeler) “varlığın”
(ontolojik düzeyde devletin), “yaşam dünyamızdaki hali” varoluşu (existence) olarak düşünebiliriz. Son olarak, bu
“varoluşun” bizim tarafımızdan algılanan halini ifade etmek için de görüntü kavramından yaralanabiliriz.
“Varoluş” durumunda
bu varoluşun içeriğindeki bileşenlerin arasındaki göreli ilişkilerin denklemi bize,
bir görüntü verecek, bu unsurların
arasındaki ilişkiler değişince, “varoluş”un içeriği aynı kalmakla birlikte bu
görüntü değişecektir.
Bu felsefi modeli
devlete uygularsak, Marx’ın Kapital Cilt III’de
vurguladığı “egemenliğin ve bağımlılığın... özgün biçimi” saptamasını,
devletin varlık, ontolojik düzeyine ilişkin bir tanımlama olarak düşünebiliriz.
Bunun “varoluş” haline gelince, kapitalist devletin, monarşist, “demokratik”,
Faşist, oligarşik gibi biçimlerini konuşabiliriz. Bu “varoluş”u oluşturan
bileşenlerin arasındaki düzen (birbirileri karşısındaki ve bütün içindeki
göreli “varlık yoğunluklarını”, etki güçlerini ifade eden denklem) değiştikçe,
devletin biçimi sabit kalmak
koşuluyla “rejimi”, bu biçimin bize kendini gösteriş, bizi etkileyiş hali
değişmeye başlayacaktır...
Buna karşılık
devletin biçimindeki değişiklik,
“egemenliğin ve bağımlılığın özgün biçimi”, varlığının tanımlayıcı
ilişkisi, sabit kalmakla birlikte, devleti oluşturan ilişkiler ağına, örüntünün
içine giren unsurların, kapsanan iktidar
noktalarının değişmesinin, var oluş düzeyinde yaratacağı sonuçlara ilişkin
olmalıdır.
Özetle, devleti
düşünürken, farklı soyutlama düzeylerini (varlık, varoluş- görüntü /kapitalist
devlet, farklı biçimler ve rejimler gibi) göz önüne alarak düşünmek
gerekecektir.
VII
Bu düşünceler
üzerinden devam edersem, I. Cumhuriyetten, II. Cumhuriyete geçişin, hangi anlamda
bir değişikliğe karşılık olduğu sorusu kaçınılmaz olarak gündeme geliyor.
Devletin kapitalist devlet olmaya devam ettiği konusunda bir kuşkumuz sanırım
olamaz. Geriye, bir biçimden öbürüne geçiş mi, yoksa biçim (varoluş
özellikleri) aynı kalmak koşuluyla, görüntüde yaşanan (rejime ilişkin) bir
değişiklik midir söz konusu olan?
Aydemir Güler’in
çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla
karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu
“öte”nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının, yaşam dünyamızdaki
özeliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum.
No comments:
Post a Comment