Devlet tartışmalarına katkı –I
Yasin Kaya, Ferda
Koç ve Aydemir Güler gibi değerli dostların, devlet tartışmalarında, benim
katkılarıma verdikleri tepkilere çok teşekkür ettiğimi belirterek başlamak
istiyorum ([1]. Bu
teşekkürü salt dostluğumuzu, aynı saflarda yer tuttuğumuzu vurgulamak için
yapmadığımı söylemek isterim. Tabii ki
bu da bir etken ama, esas neden, dostların zaman ayırarak yaptıkları
eleştiri ve uyarılardan, zaten bekliyor olduğumdan çok daha fazla yararlanmış
olduğum içindir.
Bu katkılardan iki
açıdan yararlandım. Birincisi, benim de üzerinde düşünmeye, savunmaya devam
etmekle birlikte zaaflarının da ayırdında olduğum noktaları yakalayarak,
öncelikle yoğunlaşılması gereken noktalar konusunda karar vermemi
kolaylaştırdılar. İkincisi, bu katkılar, daha önce önemlerinin tam olarak
ayırdında olmadığım sorunları, akıl yürütmemdeki zaafları, alet çantamdaki
eksikleri görmemi kolaylaştırdılar.
Umarım, bu
katkılardan yararlanmış olma durumunun ürünlerini aşağıdaki yazıda sunmayı
başarabilirim. Bu yazıda, öncelikle Yasin Kaya ve Ferda Koç’un uyarı, eleştiri
ve saptamaları üzerinde duracağım. Bu yazının gelecek hafta “sol.org” sitesinde
yayımlamayı planladığım ikinci kısmında da sevgili Aydemir’in yazısıyla “konuşmayı”
deneyeceğim
-I-
Yasin Kaya’nın “Devlet üzerine: Ergin Yıldızoğlu'nun açtığı
tartışmaya bir katkı denemesi ( sendika.org; 04 Şubat 2012) başlıklı
yazısından başlarsam...
Yasin’in, Devleti
kaynağı kendinde bir rasyonalite ve eylem gücü barındıran bir “fail” olarak
(antropomorfizm) görülmemesi gerektiğine ilişkin saptaması gerçekten de çok yerinde
bir uyarı. Bu “antropomorfizm” yalnızca devleti üren toplumsal ilişkilerin
görülmesini zorlaştırmakla kalmıyor, devletin belli iktidar (karar alma)
noktalarındaki insanların sorumluluklarını da saklamalarına yardım ediyor. Bu
bağlamda aklıma, Büyük Marmara Depremi’den sonra toplum içinde siyasilere yönelik eleştiriler
yükselirken, Demirel’in “aman devleti
yıpratmayalım” uyarısı geliyor. O zaman Cumhuriyet’te, “Bu hasarın bu kadar
büyük olmasına yol açan kararları kim aldı?” diye sormuştum. Bunları alan hükümetleri, bakanları biliyorduk.
Devleti korumaya çalışır görünenlerin aslında kendilerini korumaya çalışıyorlardı.
Ancak devletin
gerek bir organizma, gerekse de iktidar noktalarını birleştiren bir ağ olarak,
“yapısal bir belirlenme altında” yaşadığına ilişkin uyarıları da göz önüne
almak gerektiğini düşünüyorum.
Kapitalist
toplumda devlet yalnızca kapitalist ilişkileri yeniden üretir,
Çünkü devlet bu ilişkilerin (isterseniz “siyasi alanda” notunu da ekleyebilirsiniz)
bir “fenomenal formudur”.
Bu nedenle
kapitalist devletin biçimini, rejimini, halkçı, emekten yana reformlar yoluyla
değişmeye zorlamanın, bir mutlak, “varlığa” ilişkin, sınırı vardır. Bu sınırı
da emek sermaye ilişkisinin yeniden üretim koşulları koyar. Reformların devam
edebilmesi için bu çelişkinin çözülerek sınırın kaldırılması gerekir. Bu
anlayışı, Lenin’in “İki taktik”
kitabında değindiği “sürekli devrim” kavramında, “Nisan Tezleri”nde, Troçki’nin
“geçiş programı” kavramsallaştırılmasında,
son bir örnek olarak Küba Devrimi sürecine bakınca da, Castro ve arkadaşlarının, bu sınırla karşı karşıya
kalınca daha önce önlerine koymadıkları adımları atmaya başlamak zorunda
kalmalarında görebiliriz.
Yasin’in
“Devletin varlığı değişmez mi?” başlıklı bölümünde gündeme getirdiği kaygılar
uyarılar da bence devleti düşünmeye yardımcı olacak yöndeydi. Örneğin, benim
Platon/Eflatun’un materyalist bir okunmasından türetmeye çalıştığım
kavramsallaştırmaya ilişkin uyarısı çok yerindeydi:
Yasin “bu üç soyutlama düzeyi arasında geçişler
yaparken mekanik çıkarımlardan kaçınmamız gerekiyor. Yüksek soyutlama düzeyinde
kavradığımız devletin varlığından,
ampirik inceleme yapmaksızın, mantıki çıkarımlarla devletin varoluşuna ve buradan da
görüntüsüne ulaşamayız” diyor. Ben “varlık-varoluş- görüntü” kavramlarını
düşünme araçları (felsefi bağlamda) olarak kullanıyorum, bir modelin içindeki
birinden diğerine geçilen düzeyler olarak değil.
Şöyle
örnekleyebilirim sanıyorum: Günlük yaşamda polisin işçilere halka karşı
davranışında bir sertleşme, devletin bazı kesimlerinde keyfi, yasaları yok
saymaya başlayan gelişmeler, ekonomi alanında, seçimden önce verilen sözlerin,
seçimden sonra, bir IMF toplantısının ardından unutulması vb., gibi zamanda ve
mekanda sabitleyebileceğimiz olguları soruşturmaya başlayınca, bu görüntülerden
hareketle, yaşananları tanımlamaya “teorize” etmeye çabalarken “varoluş” özelliklerine
ulaşmaya başlıyoruz. Bu noktada, düşünmeye devam edebilmek için “rejim” ve “devlet
biçimi” kavramlarından yararlanabileceğimizi görebiliyoruz. Bu noktada
karşımızda beliren olgularda ve ulaştığımız sonuçlarda bir sınıfsal ilişkinin “semptomları”
olabileceğini düşündüren bir sapma (bias- “nalıncı keseri”) saptamaya
başlıyoruz. Devletin tüm siyasi, ideolojik kültürel çıktıları, devleti topluma
sunan söylem hep bu “sınıfsal ilişkiyi” saklama yönünde etki yapıyor. Bunu
görmeye başladığımızda, Jacques Lacan’ın “Reel” olarak betimlediği şeyle,
devletin “Reel”i ile karşı karşıya kaldığımızın da ayırdına varıyoruz. Bu “Reel”in,
tanımı gereği kendini doğrudan değil de yarattığı etkilerde belli ettiğini
düşünerek, “bu devleti, zaman ve mekana
ilişkin tüm özelliklerinden (Reel’in semptomlarından) soyutlarsak geride ne
kalır?” sorusunu soruyoruz.
Bu soruya cevap
olarak da, karşımıza, Marx’ın Kapital III. Cilt’den aktardığım, doğrudan
üreticilerle üretim araçlarının sahiplerinin arasındaki ilişkiye, karşılığı ödenmemiş
artık emeğin doğrudan üreticilerden
alınış biçimine ilişkin saptamaları çıkıyor. Bu ilişkinin hem devletin varlığını
düşünmeye ve hem de bu bağlamda farklı devletleri düşünmeye yardımcı olduğunu
görüyoruz.
Devletin “varlığı”nın
bu bağlamda bizi iki mutlak sınırla karşı karşıta bıraktığını söyleyebiliriz.
Birine yukarda değindim, reformlar süreci gelir, emek sermaye çelişkisine
dayanır. İkincisi devletten kurtulmak için, Marx’ın vurguladığı ilişkiden
kurtulmak gerekir; Ergo, devletten söz ettiğimiz sürece bu ilişkinin bir biçimde
devam etmekte olduğunu da kabul etmiş oluruz.
Sonuç olarak
“devletin varlığı değişmez mi?” sorusuna evet değişir diyerek cevap
verebiliriz. Ancak Yasin’in önemli bir saptamasını daha göz ününe almamız
gerekiyor. Yasin şöyle bir soruyla bu saptamayı gündeme getiriyor:
“Birincisi, Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar
ile sömürü ilişkisi formel olarak
ayrışmış mıdır? Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların
özelliği midir? Geç kapitalistleşen ve bağımlı formasyonlarda böyle bir ayrışma
gerçekleşmez mi (ya da farklı bir şekilde mi gerçekleşir?) İkincisi, Türkiye’de
kapitalist devletin kapitalist ilişkilerin yeniden üretimindeki rolü ne
olmuştur bu rol nasıl dönüşmektedir? AKP döneminde özgür emek ilişkisinin
üretiminin devletle ilişkisi nasıl değişmiş, devlet nasıl kapitalistleşmiştir?”
Bu, devlet
teorisinde çok önemli bir konuya işaret ediyor. Lenin bu konuya, el yordamıyla
“yarı sömürge” kavramıyla yaklaşmaya başlıyordu. Devam etmedi. Mahir,
karşımızda merkez ülkelerdekinden farklı bir devlet olduğunu düşünerek konuya
emperyalizmin “içsel olgu” olması, “sömürge tipi faşizm”, “oligarşik devlet”
kavramlarıyla yaklaştı ve önemli adımlar attı. Ferda Koç da aşağıda değineceğim
yazısında bu konuya dikkat çekiyor. Bu saptamalara, henüz bu konuda yeterince
çalışma yapılmamış olduğunu not ederek, şimdilik kaydıyla katılıyorum. Kees van der Pijl’in New Left Review dergisinin
Temmuz/Ağustos 2011 sayısında yayımlanan “Arab Revolt and Nation-State Crisis”
denemesinde geliştirilen “post colonial-state” kavramının da “araççı” bir renk
içermekle birlikte çok yararlı olduğunu düşünüyorum.
Pijl bu
“post-colonial” devlete ilişkin, emperyalist denetimin vites kutusu olarak
tanımladığı bir sürece dikkat çekiyor. Bu vites kutusunda, sınırlanmış bir
demokrasiden açık diktatörlüğe kadar değişen çeşitli “dişliler” var.
Bu “post-colonial”
devletin işlevi, toplumu ve ekonomiyi emperyalizme açık tutmak, devlet
dışındaki halk sınıflarının taleplerini sınırlamaktır. Emperyalizm bu vites
kutusuyla, devletin/rejimin biçimini (?) bir ucunda demokratik özellikler öbür
ucunda açık diktatörlük olan bir aralıkta sürekli değiştirerek bu işlevi
sürekli kılmaya çalışıyor. Bence düşünmeye yardımcı olan bir yaklaşım ama
yeterli değil.
Yasin’in “analizimizi formalizme düşürmeyip, faşist
devlet biçimini Weberyan bir ideal tip olarak görmemek. Faşizmi, kapitalizmin
tarihsel gelişimindeki bir dönem olarak görmemiz, faşizmin kapitalizmin
tarihselliğindeki özel yerini ufkumuzda tutmamız, yirminci yüzyıl başı
kapitalizmi ile yirmi birinci yüzyıl başı kapitalizminin arasındaki farklılıkları
gözden kaçırmamamız gerekiyor.” Uyarısı da önemli.
Ancak buradan
ileriye doğru adım atacaksak, şu sorular bizden cevap bekliyor diye
düşünüyorum. Faşist devlet, “Nasyonal Sosyalist” devlet bir daha
tekrarlanmayacak biçimler midir? Yoksa bu devletlerin evrensel özellikleri var
mıdır? Bu evrensel özelliklerin hangilerini birlikte (bu “birliktelikte”
işleyiş de tanımlanmak koşuluyla) varlığı bir başka zamanda bir başka devletin
“faşist” olarak nitelenmesine izin verecektir. Yoksa, belki de Foti Benlisoy’un
yazısında kullandığı gibi “Faşizm” artık
yalnızca bir rejim sorunu mudur?
Ben kendi
hesabıma, tartışmaya, değiştirmeye açık olduğumu da vurgulayarak, “evrensel
özelliklerin” (neler olduğunu bir başka yazıda tartışmak üzere)var olduğunu
düşünüyorum. Bu özelliklerin devletin içindeki varlığının, Bob Jessop’un bir kavramını
alırsak, “ekolojik egemenlik” (Ekolojik olarak egemen olanın kendini yeniden
üretme kapasitesi, diğer unsurların kendilerini yeniden üretme kapasitesinden
yüksektir. Ekolojik olarak egemen olanın diğer unsurların kendilerini üretme
kapasitelerini olumsuz etkileme kapasitesi de, o unsurların benzer tarzda karşı
yönde etkileme kapasitelerinden yüksektir) düzeyine ulaşmış olması halinde
devletin Faşist bir özellik kazandığını savunabileceğimizi düşünüyorum.
-II-
Değerli dostum
Ferda’nın yazısına geçerken, daha sonra hata yapmamak için hemen bir noktaya
dikkat çekmek istiyorum. Yasin Kaya yazısında, bence esas olarak “akademik” bir
söylem benimsemiş ve bunun kurallarına bağlı kalmış. Buna karşılık, Ferda’nın
siyasi, daha doğrusu “militan” bir söylem benimsediğini ve bunun
gereksinimlerine göre ilerlemiş olduğunu düşünüyorum. Olası bir yanlış anlamayı
hemen burada önlemek için bu iki farklı söylemden birinin diğerine göre daha az
ya da çok karmaşık, “derin”, “değerli”, “işlevsel” olup olmadığı gibi bir
sorunun yanlış olacağını düşünüyorum. Fark yalnızca iki söylemin benimsediği
metottan, “retorik” araçlardan kaynaklanıyor. Örneğin Yasin tartışmayı kendi
sınırları içinde tutarken, Ferda, bu tartışmada ortaya çıkabilecek, çünkü
benzer tartışmalarda daha önce ortaya çıktığını düşündüğü sonuçlara işaret
ediyor.
Örneğin, “bu sorunun bir yanıtlanma şeklidir ve
soldaki liberal ve bürokratik-devletçi yanılsamaların ortak hareket noktasını
oluşturur. Bu yaklaşım tarzı, Türkiye devrimci sürecinin, Türkiye’nin
burjuva devrimi süreci ile bir süreklilik halinde geliştiği yanılsamasıyla
maluldür.” Saptamalarıyla bu tartışmayı hem eski bir tartışmaya hem de daha
genel bir “devrim süreci tartışmasına” bağlıyor. Bunun “militan” söylem
bağlamında tamamen meşru, hatta tartışmanın siyasi etkilerini de gözden
kaçırmak istemeyen bir yazar açısından yerinde bir tutum olduğunu düşünüyorum.
Ama tartışmayı, erkenden (prematüre bir noktada) sertleştirme dinamikleri
taşıdığını da görüyorum.
Sanırım, Ferda “Türkiye sosyalist hareketinin AKP’nin
yükselişi sürecindeki temel konumlarını değiştirmek zorunda kalması, Türkiye
sosyalist hareketi açısından yararlı tartışmaları da beraberinde getirecek gibi
görünüyor... Yıldızoğlu’nun ilgi odağı haline getirmeye çalıştığı bu tartışmanın
Türkiye sosyalist hareketinin geleceği açısından yararı su götürmez”
saptamasından sonra yaptığı uyarı da, dikkatlerin
mutlaka tartışmanın siyasi sonuçlarına odaklanmasına, bir an önce siyasi
sonuçlar üretmeye başlamasına ilişkin bir arzudan kaynaklanıyor:
“Devletin AKP iktidarında somutlaşan
‘dönüşümü’nü anlama çabamız, AKP iktidarına (tabii ki bu iktidarın temsil ve
ifade ettiği egemenlik ve sömürü ilişkilerine) karşı somut siyasi mücadelenin
doğru ve devrimci yolunu önerme amacını taşımalıdır. Aksi takdirde kendimizi
sözcüğün kötü anlamıyla bitmez tükenmez bir “felsefi” tartışmanın içinde
buluruz.”
Farda’nın bu
uyarısının göz önüne alınması gerektiğine inanıyorum. Ancak uzun bir aradan
sonra başlayan bir tartışmada, ilerlerken ister istemez kimi “felsefi”
tartışmaların içinden geçmek de sanırım kaçınılmaz oluyor. Bu saptamayı
yaparken üç gerekçeye işaret edebilirim. Birincisi, kapsamlı, siyasi sonuçlar
üreten “ağır” devlet tartışmalarının en son yapıldığı dönemin, eğer
yanılmıyorsam 1970’lerin ortası olduğunu söyleyebilirim. Bugün karşımızda
1970’lerin kuşağından, pratik ve teorik formasyonu, klasiklere aşinalığı
açısından çok farklı bir kuşak var. İkincisi, o zamandan bu yana gerek
kapitalizmin örgütlenmesinde (post fordizm), egemen ideolojinin işleyişinde
(Boltanski ve Chiapello), zaman zaman “küreselleşme”, “imparatorluk” gibi kavramlarla ifade edilen, teknolojik
gelişmelerle desteklenen ve şekillendirilen, “gösteri toplumu” (Guy Debord) “ağ
toplumu” (Manuel Catsell, Hardt vb.) “kontrol toplumu” (Gilles Deleuze) gibi
kavramlarla da ifade edilmeye çalışılan önemli süreçler ortaya çıktı.
Emperyalizm tartışmalarında, kapitalizmin “mekan düzenleme” dinamiklerine ilişkin anlayışımızda David
Harvey’in katkıları sayesinde önemli gelişmeler oldu. Üçüncüsü, AKP özelinde
yaşanan sürecin, dünyanın başka yerlerinde yaşanan “Siyasal İslam”ın “Pasif
Devrim” süreciyle, bu süreci emperyalizmin bölge dinamikleriyle bir
“simbiyotik” ilişki içinde birleştirmeye çalışan kimi önemli benzerlikler
taşıdığını düşündüren gözlemler yapmak da olanaklı.
Bu bağlamda, kendimizi Ferda’nın uyarısının çapasına
bağlayarak, ilerlemeye çalışmaktan başla çaremiz yok gibi geliyor bana. Belki
şunu da ekleyebiliriz. Devlet tartışmalarında, esas amacımız, devletin adını
koymak, sonra bu betimlemeden siyasi görevler çıkartmak olamaz. Bu düpedüz, sözcüğün
tarihsel anlamında “skolastik” bir tutum olur.
Bence esas
anlamlı olan, devlet tartışmalarında, devletin adına ulaşmak değil, bu ada
ulaşmaya giden yolda, devleti düşünmemize yardımcı olacak kavramsal alet
çantasını ve bu aletleri kullanma bilgisini üretebilmektir. Yakında
kaybettiğimiz Angelopoulos’un Ulysses’in Bakışı filminden bir
alıntı yapacak olursam, devlet
tartışmalarında “önemli olan varılacak yer değil yolculuğun bizzat kendisidir”...
diye düşünüyorum.
Yeniden devlet
tartışmalarında Ferda’nın yaptığı uyarılara dönersem, teorik olarak önemli
gelişmeler vaat eden bir saptamasını aktarmak isterim:
“AKP iktidarı vasıtasıyla ‘dönüştürülen’ devlet,
2. Dünya Savaşı’nın ardından inşa edilen yeni-sömürge devletidir.
Yıldızoğlu’nun kavramsal avadanlığını kullanacak olursam, dönüşüme konu olan
varoluş, “yeni sömürgesel devlet”tir (neo-colonial state). Yeni sömürge
devletini burjuva devletin bir “alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya
sistemi halinde örgütlenmesinin zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir.
Burjuva devletin bu “sömürgesel segmenti”, yeni sömürgecilik ilişkilerinin
siyasi üstyapısını tanımlar ki, bu siyasi üstyapı 1970’lerden bu yana “sömürge
tipi faşizm” olarak tanımlanmıştır.”
Bu saptamada,
bence verimli tartışmaların yolunu açabilecek olan en önemli tanımlama şudur: “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir
“alt türü” olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin
zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir.”
Bu segment
tanımlaması, bizi (a) “Kapitalizmin dünya sistemi halinde örgütlenmesinin,
zorunlu olarak, merkez devletin yapılanmasının bir uzantısı olarak var olan bir
“quasi-devlet” (yarı devlet) biçimi mi yaratmıştır?”; (b) Kapitalizmin dünya
sistemi olarak örgütlenmesi, tüm devletleri yeniden şekillendirirken, bağımsız
ekonomik mekanı, organik varlığı (göreli otonomisi) olmayan, salt bir üstyapı
yapıntısı olarak şekillenmiş ama tam
anlamıyla devletleşemeden kalmış bir parazit
“güç odakları ilişkileri ağı” mı yaratmıştır?
Buradan iki yönde
ilerleyebiliriz sanırım. Birincisi,
bu “segment” (quasi) devlet saptaması şöyle bir düşünce sürecini harekete
geçirebilir: Karşımızda, yeniden üretim süreçleri açısından gerekli girdi ve ideolojiler
bağlamında, kendi coğrafyasının tarihsel kültürel dinamiklerine değil,
kapitalist dünya sisteminin hegemonya ilişkilerine bağlı bir siyasi “yapıntı”
(ağ, ya da organizma) OLABİLİR. Gerçekten de bu yönde benimsenen ekonomik
modellerden, transfer edilen kadrolardan, mali kaynaklardan, tüketim
normlarından, felsefi kültürel “moda”lardan, hatta özneliklerin oluşmasında
belirleyici rol oynayan özdeşleşme nesnelerinden (imajlardan ve “mem”lerden)
kalkarak çok sayıda destekleyici veri bulmak olanaklıdır. Bu saptamalar, siyasi
faaliyet açısından öncelikle seçilecek hedeflerin saptanmasında ve mücadelenin
söyleminin kurulmasında, çok yararlı bir işlev üstlenebilir. Ne de olsa siyasi
mücadele aslında insanların düşünce süreçleri üzerinde de süren bir mücadeledir.
İkincisi, “Yeni sömürge devletini burjuva devletin bir
‘alt türü’ olarak değil, kapitalizmin bir dünya sistemi halinde örgütlenmesinin
zorunlu bir segmenti olarak ele almak gerekir” saptaması, bizi
karşımızdaki “quasi- segment” devleti, ulus devlet kategorileri dışında
düşünmeye YÖNLENDİREBİLİR. Bu Ferda’nın, “Oysa
Türkiye’de burjuva devrimi yarım kalmış ve yeni sömürgeciliğin
“zaferi” ile bitmiştir!” saptamasıyla ve Yasin’in “
Türkiye’de devlet yani siyasi iktidar ile sömürü ilişkisi formel olarak ayrışmış mıdır?
Yoksa bu formel ayrışma erken kapitalistleşen toplumların özelliği midir” sorusunun önerdiği yönelimle de sanırım
uyumlu olacaktır. Ama bu yönelimler bizi, “ulus devlet
paradigması” dışında bir yerde çalışmakta olduğumuzu düşünmeye de yönlendirecektir.
Bu noktada, “ulusal bağımsızlık”, “anti emperyalizm”, “gelişme” gibi kavramlar,
kapitalizmin ufkunun aşılması, “proletarya
devrimi”, “komünist hipotezin
uygulanmaya konması” dışında bir anlama sahip olmayacaktır. Bu saptamanın
Kürt sorunu açısından anlamını da Kürt komünistleriyle ayrıca tartışmak
gerekecektir.
Son olarak
bitirirken Ferda’nın şu saptamasına ve izleyen uyarısına da katıldığımı
vurgulamak isterim “ “AKP faşizmi”
kavramı, “sömürge tipi faşizmin AKP dönemini” ifade etmek için kullanılan bir
politik propaganda terimi olduğu ölçüde hatalı değildir. Ama Türkiye’deki
faşizmi AKP’ye ve AKP iktidarının dayandığı özel baskı, bağımlılık ve hegemonya
yöntemlerine (polisiye baskı, devlet kadrolarına yandaşların yerleştirilmesi
vb.) indirgersek işte o zaman “sosyalist hareketin stratejik önceliklerini
anti-kapitalist içeriği hayli cılız soyut/sınıfsız bir demokratikleşme hedefine
sıkıştırmış oluruz.” Bu saptama siyasi mücadelede propaganda ve
ajitasyonda, abartmanın meşru hatta gerekli olduğuna ilişkin saptamalarla
uyumludur: Bu söylemde “AKP Faşizmi” teorik bir saptama değil, bir itiraz,
uyarı, hatta direniş çağrısıdır.
Bu uyarıdan
hareketle de, çok özel bir devlet “biçimiyle” (segment – quasi devlet vb.,) onun
belli bir zaman ve mekanda, aldığı görüntüyü (rejimi?) birbirine karıştırmamak,
emperyalizmin ve sınıf iktidarının kapitalist niteliğini, “ulus devlet
paradigması” dışında çalıştığımızı unutmamak gerekmektedir.
-------------------
Devlet tartışmalarına katkı –II
Aydemir Güler’in Komünist
dergisinde, AKP döneminde yeni bir Cumhuriyet’e geçildiğine dikkat çeken önemli
bir yazısı yayımlanmıştı. Ben, bu yazıyı okurken, oluşan izlenimlerim
üzerinden, Aydemir’le bir diyaloga girmeyi denemek için, “Kapitalist devlet
üzerine kısa notlar” başlıklı bir deneme yazmıştım. Sevgili Aydemir zaman
ayırarak, hem konuyu biraz daha açan hem de tartışmaların yoğunlaşması gereken
noktaları işaret eden bir cevapla bu diyalog çağrısına katıldı.
Aydemir, “II.
Cumhuriyet ve Devlet üstüne” başlıklı yazısına benim ““Aydemir Güler’in
çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden
öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e
katılıyorum. Ama bu 'öte'nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet
biçimine (kapitalist sınıf iktidarının yaşam dünyamızdaki özelliklerine)
ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum,” saptamama karşılık, “Bir üstyapı öğesi
olarak devleti kuşatan temellere, en başta iktisadi ilişkilere”, “Bunların
geçtiğimiz süreçte yaşadığı değişime” vurgu yaparak başlıyor.
Aydemir, böylece, devleti düşünürken, işe öncelikle kapitalizmin
örgütlenme biçimlerinden (sermaye birikim rejimi ve düzenleme sistemleri
vb.,) başlamak gerektiğini, bu bağlamda,
neo-liberalizmin “devletin parçası olarak yapılandırılmış geniş bir ekonomik
alanı kapitalist piyasalar olarak” örgütlemiş olmasını vurguluyor. Bunu
yaparken dikkati, metalaştırarak, piyasa ve kar mantığı altına alma sürecinin su, sağlık, eğitim gibi alanları da
kapsamaya başladığına dikkat çekiyor. Aydemir’in işaret etiği yöne bakarken,
Dünya Ticaret Örgütü Doha Raundu‘nu çıkmaza sokan TRIPS tartışmalarını, tüm yaşam biçimlerini, gen kaynaklarını,
kodlarını, geleneksel, yerel bilgi biçimlerini patent yasası altına alarak
metalaştırma çabalarını anımsıyoruz.
Bu noktada durup, neo-liberalizmin[[i]]
devlet tartışmaları alanında da büyük öneme sahip olması gereken bir yeniliğini
vurgulayabiliriz. Bu yenilik, bizzat işgücünün salt beslenme ve barınma
pratiklerinin ötesinde, sağlık ve eğitim gibi, insanlar arası doğrudan
ilişkilere dayanan (duygulanımsal- affective- emek biçimlerini) “yeniden
üretim” alanlarının, yaşamın biyolojik
bileşenlerinin metalaştırılarak, sermaye birikim sürecinin disiplinine, dolayısıyla bu disiplinin uygulanması, cezalandırılması süreçlerine
açılmasıdır. Bu yeniliğin yeni “sınıf şekillenmeleri” ve mücadelesi alanları
açmaya başladığını da görmemiz gerekir.
Aydemir, geleneksel olarak devletin tekelinde bulunan şiddet, imha
araçlarının özelleştirilmesine, özel güvenlik
örgütlenmelerinin, paralı askerlerin (şavaş şirketlerinin) oluşmaya
başlamasına da dikkat çekerek,[[ii]]
devlet ve sermaye ilişkilerinin, dolayısıyla ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımın da hızla bulanıklaşmaya başladığını
düşündürüyor.
Bu yönde düşünmeye başlamanın neo-liberalizmin devletini konuşurken çok
yararlı, yeni ve siyasi etkinlikler (propaganda, örgütlenme) açısından önemli, sonuçlar doğurabilecek tartışma
alanları açabileceğine inanıyorum.
Örneğin, geride kalan 30-35 yıl boyunca, neo-liberalizmin altında,
sermayenin geçirdiği evrime bakınca onu, mallar ve hizmetler üreten bir şey
(gerek ilişki, gerek nesne) olarak, üstyapı denen şeyin bileşenlerinden kopuk,
onlardan farklı bir düzeye ait bir şey olarak düşünebilmenin gittikçe daha da
zorlaşmış olduğunu görebiliyoruz.
Bugün gelinen nokta, sermayenin artık yalnızca mallar, hizmetler
üretmediğini, artık, fikirler, inançlar, algılar ve zevkler gibi
geleneksel olarak “üstyapı”ya ait olduğu varsayılan şeylerin üretimini de
gittikçe artan oranlarda sermaye birikim sürecinin içine aldığını görüyoruz.
Böylelikle, gittikçe artan sayıda metayı ait oldukları “yaşam tarzından”, “alt kültürden”
soyutlayarak, simgesel olarak taşıdıkları mutluluk, haz vaatlerinden ayrıca,
salt “işlevine” bakarak düşünmek olanaksızlaşıyor. Gerçekten de, “tüketici
kültürü” tartışmalarında, “Fordizm”in işlevsel tüketici biçiminin, post-Fordizm
(neo-liberalizm) döneminde yerini hazlara dayalı (hedonist) tüketici
biçimlerine bıraktığına ilişkin savlar tam da bu evrime bakarak ortaya sürülmüyor mu? Tüm bunlardan hareketle
salt fiziki ürünler üreten, hizmetler sunan emeğin yanı sıra, bilgi, haz,
duygulanım (affect) üreten bir emek kategorisinin, onun üzerinde yaşayan
kesimlerin de sermaye birikim ve sınıf mücadelesi süreçlerinin içinde önemli
(yaygın, egemen demiyorum) bir yer elde etmeye başladığını söyleyemez miyiz? Bu
süreci de, bilgi işlem, haberleşme teknolojilerindeki gelişmelerle, ağa bağlı
etkinliklerin yaygınlaşmasıyla birlikte düşünmek de gerekmez mi?
Tüm bu gelişmelerin bir başka anlamı daha olabilir. Sermaye birikim
süreci, sermayenin egemenliğinin sürmesi için gereken insanı (öznellikleri)
üreten maddi zemini (fabrika, piyasa ortamı) oluşturmakla kalmıyor, artık bu
insanı üretmekle yükümlü “üstyapı” kurumlarını, en geniş anlamıyla “kültürü” de
kendi etkinlik alanı içine alıyor.
Theodor Adorno’nun 1930’larda, Guy Debord’ın 1960’ların sonunda
“kültürün” üretimine, bunun sanayileşmesiyle birlikte “yaşam dünyasında”
sermayenin egemenlik biçimleri bağlamında, “merkez” (emperyalist vb.,)
ülkelerde ortaya çıktığını saptadıkları gelişmelerin, bugün neo-liberalizmin
egemenliği altındaki tüm coğrafyaları etkilemekte olduğunu söyleyebiliriz
sanıyorum.
Bu uzun virajdan sonra, devlet konusuna dönersek, daha ilk yazımda vurguladığım
“Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve
zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar
oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan),
ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme
getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan,
uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya
da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel
süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma”
olarak düşünülmesinden yanayım” saptamasında [[iii]], bir
gerçeklik payı varsa, devletle sermaye arasındaki ilişkilerde iki yönlü bir
değişim olduğunu sanırım görebiliriz.
Birincisi,
sermaye ilişkisi (ekonomi) yaşamı üreten, disiplin altına alan, cezalandıran
toplumsal ağlara daha derinlemesine nüfuz ettikçe, devlet yapısının
(ilişkisinin) gittikçe artan oranda doğrudan içine girmekte, onun parçası
olmaktadır.
Sermaye,
düşüncelerin, arzuların ve öznelliklerin maddi üretimi süreçlerini kendi
etkinliğine kattıkça devletin etkinlikleri, ilişkileri ve ağları da bu
noktalardan sermaye ilişkisinin içine nüfuz etmeye başlamaktadır. Bunu en kısa
yönden bir taraftan, devlete giren kadroları, devletin iç yaşamının
tutarlılığını sağlamaya çalışan ideolojileri, finansal, teknolojik kaynakları
elde etme koşullarını; diğer taraftan, uyguladığı şiddeti, disiplini ve
cezalandırma süreçlerini topluma anlatma işlemlerini düşünerek gözümüzde canlandırmayı
deneyebiliriz.
Bu gelişmelerin,
komünist siyasi çalışma açısından tam olarak ne sonuçlar yaratmakta olduğunu
ben henüz, “hah işte bu” diyecek düzeyde
kavradığımı söyleyemiyorum. Ama kavradığım kadarıyla bu alanda bizi çok önemli
tartışmaların, bu tartışmalardan doğacak yaratıcı çalışma faaliyetlerinin beklediğini
düşünüyorum.
Buraya kadar
konuştuklarım üzerinden I. ve II. Cumhuriyet arasında, bence en önemli fark
olarak gördüğüm gelişmeleri bir kez daha sunmak istiyorum.
Neo-liberal
dönemde, devlet–ekonomi alanlarının aralarındaki ilişkinin karşılıklı
“bağımsızlığını” kaybetmeye başladığını yukarda vurguladım. Hatta, hayal
gücümüzü zorlarsak, “sadaka toplumu” kavramını, devasa küresel şirket
yapılarını, bu şirketler arasındaki ve içindeki bağımlılık ilişkilerini göz
ününe alarak, karşımıza adeta “feodal” yapılara benzer garipliklerin de
çıktığını düşünmemize olanak verecek bir yapılanmaya işaret de etmiş oldum.
Hayal gücünü bu
yönde zorlamanın henüz erken olduğunu kabul etmekle birlikte, ABD’de
muhafazakar yayınlarda, “liberal ekonominin yaşaması için demokrasiye gerek
yok, zaten genel seçimler, liberal hakları tehlikeye sokuyor” gibisinden
tartışmaları izledikçe, bu konunun da bir gün tartışma alanımıza girebileceğini
düşünüyorum.
“II. Cumhuriyet”
kavramı ilk kez, liberaller tarafından, neo-liberalizme ve post-modernizme
paralel olarak ortaya atıldığında, hepimizin sinirine dokunan bir, Aydınlanma (laiklik) düşmanı, “ulusal proje” düşmanı ve Türkiye komünist hareketinin geleneğinden adeta
nefret eden, onu aşağılayan, unutturmaya çalışan bir yaklaşımla
karşılaşıyorduk. Bu “II. Cumhuriyet”, o zaman son derecede gerici bir arzuyu
dile getiriyordu; bizler de şiddetle, eleştiriyor ve arkasındaki mantığa karşı
çıkıyorduk.
Aydemir’in işaret
ettiği gibi neo-liberalizmin zaferi, bu zaferin benim yukarıda vurgulamaya
çalıştığım “kültürel” boyutu, devlet üzerindeki etkileri, liberallerin “II.
Cumhuriyet” ile arzuladıklarına benzer, ama aynı anda ona taban tabana zıt bir
oluşumu, Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı dönüşümü yarattı.
Aydemir’in II.
Cumhuriyet’i, liberallerin hayal ettikleri “II. Cumhuriyet”ten haklar ve
özgürlükler açısından 180 derecede farklı bir olgu oldu.
Liberallerinki, demokrasi özgürlük vaat eden bir fanteziydi. Aydemir’inkiyse yaşamın her
alanına gittikçe daha derinlemesine nüfuz eden, müdahale eden, bunu yaparken
de, yüzde 50’lere ulaşan bir seçmen desteğini korumaya devam eden, kabus
kıvamında bir gerçek!... Tam da
Lacan’ın işaret ettiği gibi, “fantezi”, gerçeklemeye başladığında hızla
müstehcen bir özellik kazanmış, bir kabusa dönüşmüştü.
Aydemir’in “II. Cumhuriyet” olarak tanımladığı olgunun, bence ayırıcı
öneme sahip üç özelliğine vurgu yaparak bu
yazımı bitirmeye çalışacağım.
Birincisi, bu devlette, kapitalist devletin en önemli, onu feodal
devletten ayıran bir özelliğinin hızla kaybolmakta olmasına şahit oluyoruz diye
düşünüyorum.
Kapitalist devlette “kralın iki bedeni” vardır. Biri “maddi” bedeni,
ikincisiyse “manevi” bedeni. Devlet işlerinde bu ikisi asla birbirine karışmaz,
daha doğrusu, karışmıyor görüntüsünün korunmasına büyük önem verilir. Örneğin,
“kral/yönetici”nin manevi bedeninin etkinliklerinden (devlet işlerinden) fiziki
bedeni maddi çıkar sağlayamaz, bu onun yakın çevresini ailesini de kapsar.
İkincisi, Kapitalist devlet, bu ayrımdan hareketler, “kişi özeli”
(mahremiyeti) olarak tanımlanan bir alanın varlığını kabul eder. Dahası bu
alanı korumayı üstlenir. Disiplin ve
cezalandırma süreçleri, nüfus, beden kontrol (diğer bir değişle “biyopolitik”) rejimleri
bu varsayımı veri olarak almaya devam ederler. Çünkü kapitalist devletin doğuşu
bir taraftan ulus devletin oluşma sürecidir. Öbür taraftan, dini etnik
cemaatler fikrinin aşılarak, devletten ve bu cemaatlerden bağımsız “otonom
vatandaşın” (burjuva/liberal özgürlükler anlamında, “özgür birey”in) en azından
arzulanan bir ideal olarak oluşmasının da sürecidir.
Üçüncüsü, kapitalist devlet, işleyiş kültürü, ideolojisi, taşıyan
kadroların öznellikleri açısından, “Aydınlanma Olayı’na” ve “Ulusal Projeye” sadakat
üzerinde durur. Yukarda değindiğim iki
özelliğin var olabilmesi için bu iki sadakat
sine qua non koşuldur.
Aydemir’in II. Cumhuriyet olarak tanımladığı olguya gelene kadar,
1923’den 1980’e kadar güçlü bir biçimde, 1980- 2000’lerin başına kadar da
giderek zayıflayan bir oranda Kapitalist devletin bu üç özelliğinin, ülke
koşullarına, tarihsel temele de uygun bir söylemle muhafaza edildiğini, iki
sadakatin korunduğunu, korunmaya çalışıldığını, korunduğuna ilişkin bir
görüntünün korunduğunu görüyoruz.
AKP hükümetinin, özellikle II. Döneminde, yukarda değindiğim bu üç
özelliğin hızla, “cemaat” ruhunun ve cemaat olarak adlandırılan ne olduğu belirsiz bir yapının devlete ortak
olmasına olanak verecek düzeyde terkedildiğini, bu terk etme sürecinin, “dindar
gençlik” yaratacağız vaadinin yanı sıra, “iki sadakate” ilişkin izleri de
silmeyi hedef alan etkinliklerle birlikte ilerlemeye devam ettiğini görüyoruz.
****
Bu tartışmalardan
ben şunları öğrendiğimi düşünüyorum. Birincisi, eleştiriler, yorumlamalar ve cevap
bağlamında açıklamalar bana, başlangıçta düşünmediğim konuları da tartışma
kapsamı içine almaya başlama şansı verdi. Bu anlamda arkadaşlara borçlu olduğumu, şükranla kabul
ediyorum, İkincisi, devlet konusunu birlikte konuştuğumuz hemen herkes, AKP döneminde
gerek devletin biçiminde gerekse de
rejiminde önemli değişiklikler yaşandığını kabul ediyor.
Farklı
geleneklerden gelenlerin, bu değişimleri farklı söylemlerle ifade etmeleri
bence son derecede anlaşılabilir bir durumdur. Yaşadığımız onca deneyden ve
teorik gelişmeden, yalanan mürekkepten sonra, artık kim komünist hareketin tek
sesli ve tek bir gelenek üzerinde kurulması gerektiğini savunabilir ki. Önemli
olan farklı geleneklerin birbirleriyle konuşmaya devam etmesi, birbirlerinin
dilinden, söyleminden, bu söylemle dile getirilen birikiminden yaralanmaya
çalışmasıdır. Komünist hareketin tarihi birikimi, tek bir ülkenin tek bir
geleneğini, hayal bile edilemeyecek bir zenginlikle aşmaktadır. Bu zenginlikten
yararlanmadan, buna burun kıvırarak ilerlemeye çalışmanın, ne mantıksal ne de
ahlaksal bir zemini olduğunu düşünüyorum.
Bu nedenle, bu
yazımı, tartışmalarımızın, devlete farklı geleneklerden gelerek koyduğumuz
isimlerin üzerinden değil, bu isimlere bizi götüren olguların ve bunlardan
çıkarılabilecek, pratik siyasi sonuçların üzerinden sürmesini dileyerek
bitiyorum.
[1] Eleştirilerini
elektronik posta ile gönderen dostlara da ayrıca teşekkür ederim. Ancak bu
metinler yayınlanmamış olduğundan,
burada alıntılarla değerlendiremiyorum.
[i] Bu kavramı, ben
de kolaylıkla “özne” olarak, adeta antropomorfize ederek kullanmaya devam
ediyorum. Ama bu kullanış tarzının tarihsel materyalizmin, felsefi düşünme
disiplini açısından sakıncalı olduğunu
düşünüyorum. Bu sakıncalı durumdan kurtulmak için de, neo-liberalizmin
arkasındaki, örneğin “uluslararası mali sermaye”, “egemen sermaye” gibi bir sınıfın yada sınıflar bloğunun,
bunların yerli (bağımlı ülkelerdeki) ortakları vb gibi bir şeylerin iradesine
gönderme yapmayı deneyebiliriz diye düşünüyorum.
[ii] Bunlara özel hapishaneleri, istihbarat, veri işleme, izleme
etkinliklerinin kimi durumlarda özel şirketlere, serbest çalışan uzmanlara
devredilmesini de ekleyebiliriz.
[iii] “Organik
ilişkiler ağı”, “organizma” ifadelerini işimizi kolaylaştırmak için geçici
olarak bir kenara koyalım...
No comments:
Post a Comment