Tuesday, October 02, 2012

Avrupa’da yaz bitti

1 Ekim 2012 Cumhuriyet


Dünya ekonomisinden olumsuz veriler gelmeye devam ederken Avrupa’nın Güney ülkelerinde yaz rehaveti bitti, sokaklar, meydanlar yeniden protesto gösterileriyle, genel grevlerle, polisle çatışan kalabalıklarla doldu.
AB’nin Kuzey (zengin) ülkelerinin de krizinin yükünü paylaşmaya hala niyetli olmadığı görülüyor. Bu da, piyasa ekonomistlerinin bir türlü anlamadığı, ama AB projesine içkin olan bir “paradoksu” bir kez daha gözler önüne seriyor.

Piyasalar yine sallandı

Çarşamba günü Reuters’den Pedro da Costa,  Philadelphia Merkez Bankası’nın yayımladığı, kimi zaman gözden kaçan ama, önemli bir indekse dikkat çekti. Kamu sektörü istihdam ve ücret düzeyini izleyen bu indeks Mayıs’ta 80’den, Ağustos’ta 24’e düşmüş.  Bu indeksin, geçmişte yaşanan en az beş resesyonda, resesyona ilişkin resmi açıklamalardan  üç ay önce 41 düzeyine düşmüş olduğu görülüyor. RBC Capital’dan ekonomist Top Purcell, “bugün bu düzeyi kesinlikle geçmiş bulunuyoruz” diyerek. ABD ekonomisinin “bir yavaşlamanın ötesinde resesyona düşüyor olmasından korktuğunu” söylüyormuş.
Cuma günü Bloomberg, ekonomik büyüme hızlarının Japonya ve Güney Kore’de düşmeye devam ettiğini aktarıyordu. Bu iki ülkede sanayi üretimi büyüme hızı beklenenin çok altında kalmış. Moody’s, J.P Morgan, Barclays Securities, BNP Paribas, Japon ekonomisinin üçüncü üç aylık dönemde negatif büyüme (resesyon) bekliyorlar. Japonya Maliye Bakanı Jun Azumi, ihracat ortamının çok istikrarsız olduğunu vurgularken, Toyota. Nissan ve Honda’nın Çin’deki üretimlerinin düşmekte olduğu görülüyor.
Bloomberg, Asya ülkelerinde üretim ve ihracatın, Çin ve Avrupa’daki ekonomik yavaşlamanın etkisiyle düşmeye başladığına, Japonya ile Çin arasında yaşanan gerginliğin de bu güvensizlik ortamını güçlendirdiğine dikkat çekiyor.
Bu koşullarda piyasaların geçen hafta, AB’de yeniden başlayan toplumsal hareketlerin de etkisiyle sarsılması olağandı. Çarşamba günü, FT, S&P 500, FT EURO 300, Nikkei, gibi borsaların indekslerinde ani, sert düşüşler yaşandı. Haftanın ikinci yarısındaki göreli bir toparlanmaya karşın indeksler hafta başındaki düzeylerinin gerisinde kaldılar.

“Halkın gücü”

Bir Financial Times yorumuna göre “Halkın gücü kemer sıkmaya karşı yükselen gürültüyü güçlendiriyor”. Financial Times’ın, İspanya’da yaşananlarla, Katalonya’daki ayrılıkçı hareketin etkileri bağlamına yaptığı bu saptama aslında, tüm AB “periferisi” için geçerli. Yalnızca İspanya’da değil, Yunanistan ve İtalya’da halk sokaklardaydı geçen hafta.
İspanya’da işsizlik oranı yüzde 25’in üzerinde, Merkez Bankası’nın açıklamasına göre resesyon hızla derinleşiyor, İspanya borçlanma oranı yeniden yüzde 6’nın üzerine çıktı. Ancak, İspanya hükümetini bu verilerden yalnızca sonuncusu, mali piyasaların yargısı ilgilendiriyor. Bu yüzden  hükümet 2013 bütçesiyle birlikte, yeni kesintilere gideceğini açıkladı. Bunların resesyonu daha da derinleştireceği, işsizliği daha da arttıracağı kesin. Hükümetin, kendilerini değil, yalnızca piyasaların sesini dinlemeye kararlı olduğunu gören halk da geçen hafta sokaklara döküldü. Madrid’de protestocular parlamentoya yürümeye, parlamentoyu işgal etmeye kalktı. Polis göstericileri, ancak plastik mermi, göz yaşartıcı gaz, cop kullanarak çok sayıda yaralı ve tutuklama pahasına durdurabildi.
Yunanistan hükümeti de yeni kesintilere gitmeye hazırlandığını açıklayınca bir genel grevle karşılaştı. Kamu ve  özel sektör işçileri birlikte iş bırakarak sokakları doldurdular. Sintagma meydanında Polisle göstericiler arasında sert çatışmalar yaşandı. Cuma günü sıra İtalyan işçi sınıfındaydı. Ülkenin en büyük iki konfederasyonu Roma’da büyük bir protesto gösterisi düzenlediler. Güney İtalya’da ILVA demir çelik kompleksinde de işçiler polisle çatışıyordu.
Ancak, ekonomik krizde, İspanya’da Katalonya ayrılık hareketi ve Yunanistan’da Altın Şafak partisindeki gibi, milliyetçi hatta faşist akımlar da güçlenebiliyor.
İspanya’nın zengin bölgesi, Katalan’da kapitalist sınıflar, bir taraftan merkezi hükümetten ek fonlar istiyorlar, diğer taraftan “ödediğimiz vergilerin karşılığını alamıyoruz” iddialarıyla ayrılıkçılığı kışkırtıyorlar. Financial Times’a konuşan bir Katalonya’lı üniversite öğrencisinin dikkat çektiği gibi “bunlar, Franco zamanında zenginleşen aileler. Franco öldüğünden bu yana kimlik siyaseti üzerinden para kazanıyor siyaset yapıyorlar”.

Yunanistan’da da ırkçı, milliyetçi-otoriter bir söylemi pervasızca yükselten, yabancılara karşı şiddet olayları düzenleyen, Hitler hayranı Altın Şafak partisinin toplumsal desteği artıyor. The Times’ın aktardığına göre geçen seçimlerde oyların yüzde 8.8’ini alan bu faşist partinin toplumsal desteği, son kamu oyu yoklamalarında yüzde 12’ye yükselmiş.

AB’nin temelindeki paradoks

AB’nin bir türlü sonu gelmeyen krizine ilişkin çeşitli önerilerin arasında sorunun temeline inmeye çalışan seslere de rastlanıyor. Bunlardan, Berkley’de Prof. Bradford DeLong (Project Syndicat 27/09/2012), Princetondan Andrew Moravcsik (Foreign Affaires May/june) çok haklı olarak, AB üyesi ülkeler arasındaki yapısal (örneğin, rekabet düzeyi) farkları krizin temelindeki en önemli etken olarak saptıyorlar.
Moravcsik, “Avro bu farkların zaman içinde ortadan kalkacağına ilişkin bir varsayımla, adeta kumar oynayarak başladı, ama beklenenler gerçekleşmedi diyor”.  Moravcsik, Maastricht anlaşmasından bu yana sürecin her aşamada Alman ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendiğine dikkat çekiyor.  Neticede, Ne çevre ülkelerin ekonomileri Almanya’nınkine benzedi ne de Almanya’nın tüketim eğilimi çevre ülkelerininkine...
DeLong,  Kuzey Avrupa’ya “beş yıl için yüzde iki ek enflasyon, daha yaygın toplumsal demokrasi ve refah devleti”, Güney Avrupa’ya da “daha düşük vergi oranları ve sosyal hizmetleri radikal kesintiler, işletmeleri rekabet gücünü arttıracak biçimde yeniden yapılandırma” bir anlamda Kuzey ve Güney arasında daha ileri bir ekonomik yakınsama (konverjans) öneriyor.
Gerçekten de dün AB projesinin başarıyla tamamlanması, bu gün de krizden çıkabilmesi için üye ülkelerin ekonomileri arasında giderek daha ileri bir yakınsamanın gerçekleşmesinin gerektiği varsayılıyordu.
Bugün Alman bankalarının sorunlu ülkelerden, örneğin İspanya’dan 140 milyar dolara varan alacaklarını, bu kredilerin zamanında tüketimi, Almanya’dan ithalatı finanse ettiğini, bankalara kar sağladığını anımsarsak ; “yakınsama”nın Alman ekonomisinin rekabet üstünlüğünü kaybetmesi  anlamına geleceğini görürsek,  “paradoksu” da görebiliriz. AB sürecinin tamamlanması “yakınsama” gerekiyor. Ama projenin merkez ülkelerinde örneğin Almanya’da sermayesinin çıkarları, fazla sermayenin ve üretimim buralara gönderilebilmesi (ihracat, finansal kredi yoluyla), buraların pazar olarak kullanılabilmesi açısından, ülkelerin ekonomileri arasındaki rekabet gücü farklılıkların korunmasını gerekli kılıyor. Gel de çık işin içinden.

No comments: