Tuesday, June 08, 2010

Stratejik Derinlik Daha da Derinleşirken...

Emperyalizmden söz edenleri her fırsatta ulusalcılıkla suçlarken, Cumhuriyet öncesinde var olduğu hayal edilen bir “Imperial Grandeur”ün özlemiyle Ortadoğu’dan Kafkaslar’a nüfuz alanları oluşturmayı hedefleyen bir hükümeti destekleyenlerin emperyalist-milliyetçi eğilimlerinden yoksun olduğumdan, Türkiye’nin son diplomatik “zaferlerine” sevinemiyorum.

Bir tarafta yaşamlarını, toplumsal ya da ulvi amaçlar için ortaya koyan ve Mavi Marmara gemisinde kaybedenleri düşünüyorum. Öbür tarafta, dinci fanatikler ve Siyonist militaristlerin arasında sıkışıp kalmış, Filistin ve İsrail halkları var.

Sevinemememin bir nedeni de tarih bilincimle ilgili. Tarih bize uluslararası alanda büyüklük hayaliyle yola çıkarılan halkların büyük felaketlerle karşılaştıklarını söylüyor. AKP hükümetinin “stratejik derinlik” fantezileri de bir başka kaygı konusu.

AKP’nin dış politika gemisi, yakın zamana kadar, konferanslarla, arabuluculuk çabalarıyla, sanal açılımlarla, “stratejik derinliğin”sığ ve nispeten dingin sularında dolaştığından “yüzmeye” devam edebiliyordu. İran’la yapılan takas anlaşması, Filistin sorununda üstlenilen yeni inisiyatif, korkarım ki, bu gemiyi “stratejik derinliğin” karanlık, bir o kadar da çalkantılı sularına sürüklemeye başladı. AKP hükümetinin gemiyi bu sularda yüzdürebileceğinden hiç emin değilim.

Stratejik derinlik - jeopolitik

Söylemimize, AKP hükümetinin dış politikasının mimarı Prof. Davutoğlu sayesinde giren “stratejik derinlik” kavramı, Türkiye’nin iki özelliğine gönderme yapıyordu. Birincisi jeopolitik konumu, ikincisi de onu bu jeopolitik konuma bağlayan derin tarihsel ve kültürel kökler. Bu iki özelliğiyle Türkiye, küresel hegemonik güç ABD’nin bölgedeki hesapları içinde, “pivot” ülke olarak tanımlanan bir özellik sergiliyordu. Böylece Türkiye bu büyük gücün bölgedeki politikalarına uyum sağlayarak, karşılığında, elde edeceği kaldıraç sayesinde güç yansıtarak, nüfuz alanları oluşturmaya (yeni Osmanlı projesi) başlayabilecekti.

AKP hükümeti, Bush yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi’ni, Irak’ın işgalini destekler, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel etki alanına dönme hayalleri kurarken ABD açısından Türkiye’nin jeopolitiğinin kabaca dört bileşeni vardı. Birincisi, bölgede yükselmeye başlayan İran’ın dengelenmesi. İkincisi, İsrail’in güvenliğine katkı. Üçüncüsü, “demokratikleştirme” projesi bağlamında, radikal İslama karşı Türkiye’yi ılımlı Müslüman bir ülke modeli olarak sunmak. Dördüncüsü, daha sonra bölgedeki varlığını azaltırken Türkiye’yi bir güvenlik unsuru (pivot) olarak devreye sokmak.

Türkiye, bir taraftan İran’la yakınlaşırken, diğer taraftan kendisi bir bölgesel güç olarak yükselme hesapları yapmaya başladı. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri giderek bozuldu, nihayet kopma noktasına geldi. ABD bölgede demokratikleştirme projesinden vazgeçerken, AKP hükümetinin giderek Türkiye’yi İslamcılaştırdığına, muhalefetini susturan otoriter eğilimler geliştirdiğine ilişkin bir algı oluştu. Türkiye’nin bölgede, ABD’den sonra güvenlik kaynağı olarak şekillenmesine gelince, bu da aslında Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin, istikrarına, yakınlığına, Türkiye’nin ABD’nin uluslararası projeleriyle çelişen politikalar izlememesine bağlıydı.

İran takas anlaşmasına, Rusya ile “stratejik ortaklığa”, İsrail ile kopma noktasına gelen ilişkilere bakarak, bu koşulun da hızla ortadan kalkmakta olduğunu söyleyebiliriz.

‘Yeni mimari’- ‘neo-Türkiye’

Son dönemde, tüm bu gelişmeleri, ABD hegemonyasının gerilemesiyle ilişkilendirip, yükselen güçler olgusuyla birleştirip, Türkiye’yi de yükselen güçlere ekleyerek, kurulan bir fantezi ortalarda dolaşıyor. Bu fanteziye göre yeni bir “uluslararası mimari”kuruluyor, Türkiye de bu mimarinin kurucularından biri haline geliyor.

Gerçekteyse, yeni bir mimari kurulmuyor. Aksine, var olan mimarinin çözülmesi hızlandı. Bu bağlamda büyük güçler olası jeopolitik sarsıntılara karşı kendilerini korumaya yardım edecek olanaklar (kaynaklar, dengeleyici ittifaklar, ekonomik etki alanları) edinmeye çalışıyorlar. “Çok kutuplu” (multipolar), “ya da kutuplar arası” (interpolar) ilişkiler her zaman istikrarsız, değişken, kaotik özellikler gösteren çözülmeleri tanımlar, bir mimariyi (istikrarlı yapıyı) değil.

Neo-Türkiye kavramına bakınca da, bileşenleri birbiriyle çelişen çok karmaşık, istikrarsız bir şekilsizlik görüyoruz. Bu neo-Türkiye’nin küresel güç/aktör olma iddialarını bir kenara bırakıp, kendi bölgesindeki etkinliklerine bakarsak garip bir durumla karşılaşıyoruz.

Türkiye bölgede Filistin davasını sahiplenerek, İsrail’i tecrit ederek, Arap halklarının sevgisini, desteğini alarak liderlik (hegemonyanın bir ayağı) konumuna yükselmeye çabalıyor ve hemen üç sorunla karşılaşıyor. Birincisi, İsrail’i tecrit ederken, Türkiye, ABD ile ilişkilerini tehlikeye atmaya başlıyor. Örneğin, İran takas anlaşması, ABD’nin tepkisini çekiyor, büyük güçler dengesi içinde, AKP iradesi dışında araçlaşıyor. İkincisi, Gazze saldırısının şoku geçtikten, İsrail’in, ABD’nin kamu diplomasisi makineleri çalışmaya başladıktan sonra, (Fethullah beyin çıkışını da unutmadan) havanın AKP hükümetinin amacını sorgular bir yönde değişmeye başladığı görülüyor. Arap halkları kesimindeyse, sokak, hatta Müslüman Kardeşler gibi muhalefet hareketleri AKP’ye sevgilerini sergilerken, bölge politikalarında esas söz sahibi seçkinlerin, Türkiye’nin Filistin portföyünü ellerinden almaya başlamasından hoşnut olmadıkları görülüyor.

Bu sırada bölgedeki diğer hegemonya adayı, Türkiye’nin stratejik rakibi, zengin enerji kaynaklarının sahibi İran, Irak’ta Şiiler, Lübnan Hizbullah bağlantılarıyla, Suriye ittifakıyla ve Filistin de Hamas’a verdiği maddi destekle, sürekli İsrail’i tehdit ederek liderliğini inşa ediyor. İran nükleer silahlar yapacak düzeye gelmeye çalışarak, şiddet uygulama kapasitesini de geliştiriyor. Arap seçkinleri ve egemen sınıflarıysa Arap dünyasına ait olmayan iki gücün, Arap dünyası üzerinde hegemonya kurma rekabetini kaygıyla, ama kendilerine yeni manevra alanları açması umuduyla izliyorlar.

Bu denklem içinde AKP hükümeti, dayanmak istediği hegemonya ilişkilerini bozma, en önemli “kaldıracını” kaybetme pahasına, İran’a nükleer enerji projesini sürdürme konusunda, Batı’ya karşı destek veriyor.

Uzaktan dengeleme ve yeni pazarlara ulaşma çabaları açısından Brezilya için uygun olan bir taktik, bölgedeki en büyük rakibini kollamaya çalışan Türkiye açısından kendi kalesine gol atmaya benziyor. AKP hükümeti, Türkiye’nin her noktasına ulaşabilen, gelişkin bir füze sistemine sahip İran’ın, nükleer bomba üretmeye başladığı noktada, Türkiye’nin bölgedeki tüm hegemonya iddialarını kaybedeceğinin ayırdında değilmiş gibi davranıyor.

Dahası Filistin davasına sahip çıkarken benimsediği yöntemlerle, AKP hükümeti, bölgede İran’a karşı dengeleyici olarak kullanabileceği, biri İsrail, öbürü de Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi Hamas’ın (Müslüman Kardeşler’in) yükselmesinden rahatsız olan ülkelerden oluşan iki kaldıraçtan kendini mahrum ediyor.

İşte tüm bunlara bakınca da, AKP dış politikasının “stratejik derinliğin” bu karmaşıklık seviyesinde yüzmeye devam etme olasılığının hızla düşmeye başladığını düşünüyorum. Tabii bir diğer olasılık da tüm bu dış politika iddialarının, aslında AKP seçkinlerinin ülke içinde iktidarda kalmalarına yardım etmeye yönelik, kısa dönemli (oportünist) taktikler olmalarıdır. Şöyle veya böyle bu dış politika yönelimi, neo-Türkiye fantezileri, Türkiye ve bölge halklarına çok pahalıya patlayacak gibi görünüyor.

No comments: