Monday, June 22, 2009

İran Devrimi (Yeniden)

İran’da başkanlık seçimlerinden sonra başlayan, hafta boyunca yaygınlaşan, güçlenen, protesto gösterilerinin, dini lider Hamaney’in tehditlerine rağmen cumartesi günü de güvenlik güçleriyle çatışmayı göze alarak devam etmesi, özel bir “durumla” karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Artık “Batı kışkırtması”, rejim içi çatışma, orta sınıf tepkisi gibi yorumlara sığmayan bu “durum”, aklıma Walter Banjamin’in “Her devrimin, bir öncekini kurtaran (hatalarından arındıran-E.Y) tekrarı” (Illuminations’dan, aktaran Zizek, Paralax View, sf. 78) olduğuna ilişkin sözlerini getirdi.

İran devriminin (1978-79), bu kez, halkın eşitlikçi ve özgürlükçü taleplerinin gerçekleşmesine olanak verecek birtekrarıyla karşı karşıya olabilir miyiz?

Bir devrimden öbürüne

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle İran devrimini kısaca anımsamak yararlı olabilir. Cumhuriyet’te özetlemeye çalıştığım gibi (Dizi, 26-28 Mart 2009) İran’da 1979’da aslında iki devrim yaşandı: Biri sosyalist potansiyeller de içeren bir demokratik halk devrimi, diğeri de bu devrime sonradan katılan Siyasal İslamın karşıdevrimi.

Demokratik halk devrimi, üniversite öğrencilerinin aydınların tepkisiyle, çeşitli sol örgütlerin inisiyatifiyle başladı, kent orta sınıflarının katılımıyla genişledi, işçi sınıfının katılmasıyla Şah rejimini devirecek güce ulaştı. Bu aşamada devrime, dini duyarlıkları güçlü kır ve kent yoksullarının da katılmaya başladığını gördük. Bu noktadan sonra toplumsal hareket, o zamanın en örgütlü, mali kaynakları en güçlü kesimini oluşturan Şii bürokrasinin hegemonyası altına girmeye başladı. Şii bürokrasisinin (ruhban sınıfının) liderliği ele geçirmesinde, Humeyni’nin yalnızca siyasal İslamı kapsayan özgürlükçü söylemlerine kanarak uzlaşmacı bir tutum alan, programlarından taviz veren sosyalistlerin, demokratların, büyük bir katkısı oldu. Şii bürokrasisinin, İran devriminin liderliğini ele geçirirken Şah rejiminin ordusuyla gizli anlaşmalar yaptığını, ardından, sosyalist demokratik muhalefeti imha etmeye başladığını,demokratik halk devriminin de dinci totaliter bir düzenin doğuş spazmları içinde öldüğünü gördük.

12 Haziran seçimlerinden sonra başlayan protesto gösterileri içinde özgürlükçü, demokratik taleplerin yine öncelikle öğrencilerin, orta sınıfların inisiyatifiyle harekete geçirildiğini görüyoruz. Ancak iki gözlem, bu kez işçi sınıfının harekete daha baştan katılmaya başladığını düşündürüyor. Bunlardan birincisi, geçen 20 yılda gerçekleşen ekonomik teknolojik dönüşümlerle ilgili. Bugün, gelir düzeyine, yaşam tarzına bakarak “orta sınıf” olarak algıladığımız kesimlerin büyük bir kısmının, aslında geleneksel orta sınıflardan çok farklı özellikler sergilediğini, söz konusu ekonomik teknolojik gelişmelere paralel olarak bilişim, hizmet sektörlerinde başlayan bir işçi sınıfı şekillenmesininparçası olduğu söylenebilir. İkincisi, Tahran’dan bir gözlemci, kentin yeni demografik yaşamının iyi anlaşılamamasının protesto gösterilerinde orta sınıf egemenliğinin abartılmasına yol açtığını yazıyordu (The New York Times, 17/06/09). İran’da nüfusun yüzde 70’i kentlerde yaşıyor, bunun yüzde 75’i 25 yaşın altında. Geçen 10-15 yılın iç göçleri, dünün orta sınıf yaşam alanlarını bugün artık düşük gelirli, çalışanlar kategorisine girecek insanların yaşam alanı haline dönüştürmüş.

Umutlar ve korkular

Bugün yaşananlarla, I. Iran devrimi arasında paralellik kurmak açısından iki gözlem daha yapılabilir. Birincisi umutlara, ikincisi korkulara ilişkin…

Umutlardan başlarsak, sokak gösterilerine katılanların I. devrimin mirasını fena halde hissettiğini, 1979 sloganlarını yeniden canlandırdıklarını, özellikle kadınların bu kez özgürlüklerini kimseye kaptırmaya niyetli olmadıklarını görüyoruz. Bu umutlar, imkânsızı, rejiminin demokratikleştirilmesini istiyor. Rejimin demokratikleşmesi için ikili (Tanrı’nın ve halkın) egemenliğin, tekil (halkın) egemenliğe, dönüşmesi, Şii ruhban sınıfının “devlet makinesini”tahliye etmesi gerekiyor.

Ne yazık ki bu koşulların, ülkenin, iktidarı taşıyan sınıflar matrisi, devlet makinesinin totaliter özellikleri yüzünden, deyim yerindeyse “barışçı bir geçişle” gerçekleşmesi olanaklı değil. Dini lider Hamaney’in iradesinin hiçe sayılması, 1979’dan kalma “diktatöre ölüm” sloganları siyasal İslamın hegemonyasının kırılmaya, iktidarda kalabilmek için, cumartesi günü olduğu gibi giderek daha çok şiddete başvurmak zorunda kalacağını düşündürüyor. Bu yüzden, başarısız totaliter (teknik yetersizliklerinden dolayı “total” bir egemenlik kuramamış) rejim hızla yıkılamadığı takdirde, bildiğimiz türden bir askeri yarı-faşist bir rejime dönüşebilir.

Korkulara gelince; dünya medyasında yazarların, yorumcuların büyük çoğunluğunun ısrarla hareketin orta sınıf özelliklerini abartmaları, tüm kahramanlığına, haklılığına karşın kazanma sansı olmadığını, çatışmaların aslında rejimin seçkinleri arasında yaşandığını, halkın piyon olduğunu, adeta “timsah gözyaşlarıyla”, tekrar tekrar vurguladıklarını görüyoruz. Küreselleşmenin krizinin içinde, İran’da bir halk devriminin başlamasından dünyanın efendileri çok korkuyor. Tabii, siyasal İslamın seçkinleri de... Böyle bir devrim 30 yıllık ivmeyi kırarak bu beylerin emperyalizmle pazarlık gücünü bir anda sıfıra indirebilir.

Klasik bir ‘durum’

Bunlar haklı korkular. Çünkü İran’da, klasik bir devrimci süreç başladı. Birincisi, hemen hiç kimse “yarın” ne olacağını kestiremiyor, tarafların talepleri, liderlikleri belirgin değil. İkincisi, İran’da yönetenler eskisi gibi yönetemiyor.Yönetilenlerin çok dinamik ve ekonomik, kültürel olarak etkin ve giderek tüm ulus adına konuşmaya niyetli bir kesimieskisi gibi yönetilmek istemiyor.

Ancak, bu, devrimci sürecin mutlaka bir devrimci “duruma”, bu “durumun” da bir devrim “olayına” yol açacağı anlamına gelmiyor.

Birincisi, sürecin “devrimci duruma” dönüşebilmesi için, bir taraftan, bugün hareket eden toplumsal kesimlerin, ekonominin, toplumsal iletişimin “sinir merkezlerini”, etkilemeye başlamaları, diğer taraftan rejimin kendi içindeki hesaplaşmanın, iktidar blokunu dağıtmaya başlaması gerekiyor. Bu “devrimci durumdan” bir devrim çıkabilmesiyse tümüyle öznel koşullara bağlıdır. Çeşitli sınıf ve tabakalardan oluşan devrimci dalganın içinde bir siyasi liderliğin kristalleşmesi, bunun da totaliter rejimin şiddet aygırlarına karşın ayakta kalmayı başarması gerekiyor.

Bunları beklerken bir gözlem daha yapabiliriz. Toplumsal yapının seçkinleri, ne kadar farklı siyasi görüşlere sahip olurlarsa olsunlar kitleleri koyun sürüsü gibi görme noktasında birleşiyorlar. Dün “Nisan Mitingleri” karşısında, bir taraf “darbeciler yaptı” derken darbeci olmakla suçlanan kimi kesimler de bu kalabalıkların gerçekten kendilerine ait olduğunu sanıyorlardı. Şimdi, seçkinler İran’a da benzer bir biçimde yaklaşıyor. Bir taraf, sokaklardakileri emperyalizmin destabilizasyon politikalarının ürünü olarak görürken öbür taraf rejimin iç çatışmalarındaki tarafların araçları olarak görüyor…

Bana gelince, ben İran halkını, Beckett’ten esinlenerek, “tekrar dene, eğer başaramazsan, tekrar tekrar dene, başarısızlığın her seferinde daha muhteşem olsun” diyerek selamlıyorum…

No comments: