Thursday, January 30, 2025

‘İlginç zamanlarda’ yaşıyoruz




Bir Çin bedduası “Dilerim, ilginç zamanlarda yaşarsın” der. Malum, türlü acılara, sıkıntılara yol açan toplumsal altüst oluş dönemleri, tarihe “ilginç zamanlar” olarak geçerler.

Son bir hafta içindeki gelişmeler gerçekten de “ilginç” zamanlarda yaşadığımızı düşündürüyordu. Türkiye’de rejim “sen ha bana ha” şaşkınlığı ile “ölüm korkusu” arasında yaşadığı Gezi travmasını hâlâ atlatamadı, 12 yıl sonra, hâlâ insanlardan, Gezi hesabı soruyor. Bu durum, dünyanın geri kalanında yaşananlara kıyasla tabii ki o kadar “ilginç” değil ama “herkes kendi nasırını vuran ayakkabıdan yakınır”.

Dünyanın geri kalanında, “Acaba bir kırılma noktasında mıyız” sorusunu gündeme getiren bir olaylar dizisi söz konusu. 

(...)

KÜRESEL GÜÇ DENGELERİ

Bu olaylar kümesi içinde potansiyel olarak uzun dönemde en sarsıcı etkiyi yapmaya aday olanı, sanırım, Çinli yapay zekâ şirketi DeepSeek’in “reasoning” (akıl yürütme) modelidir. 

(...)

DeepSeek, yalnızca bir şirket hikâyesi değil. DeepSeek, aynı zamanda bir küresel hegemonya rekabeti içinde, özellikle de bu rekabet için tutum alması beklenen BRICS ülkelerinin gözleri önünde, ABD’nin ekonomik modeliyle Çin ekonomik modelini karşı karşıya getiren bir gelişme.

(...)

 İşte o zaman Terminatorfilminin senaryolarını andıran, “gerçekten ilginç zamanlarda” yaşamaya başlayabiliriz.

yazının tamamını okumak için tıklayınız


Monday, January 27, 2025

Amerika’da faşizm ve ‘Kuzuların Sessizliği’

 

Demokrat Parti, önce Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerini çalmaya hazırlandığını, Project 2025 ve Trump ilişkisi üzerinden faşizmin kapıda olduğunu iddia etti. Sonra, cinsel istismarcı, beyaz milliyetçilerin önünü açmış bir demagog, kendi yardımcıları tarafından “özüne kadar faşist” olarak tanımlanan Trump, ABD Yüksek Mahkemesi sayesinde geniş bir dokunulmazlıkla Beyaz Saray’a geri döndü.

BUNLARI KİM HAZIRLADI?

Trump yemin ettikten sonra, devleti şekillendirmeye yönelik 26 kararname imzaladı, yenilerini imzalamaya devam ediyor. Bu kararnamelerin arkasında, Trump’ın kendisi hazırlamadığına göre, belirli bir siyasi program, bu programı hayata geçirmek üzere hazırlanmış personel olmalı. 

(...)

Akla hemen Heritage Foundation ve 900 sayfalık, devleti yeniden yapılandırma planı “Project 2025” geliyor. Tüm bunlara isim iliştirmek istersek projenin lideri olmakla övünen J.D. Vance’ı (Trump’ın yardımcısı), Trump’ın, “İdare ve Bütçe Ofisi”nin başına atadığı Russell Vought’u (Project 2025 yazarlarından) ve Financial Times’ın geçen hafta Trump’ın “baş uygulayıcısı” olarak tanımladığı Stephen Miller’i düşünebiliriz. FT, Miller’i “Donald Trump’ın ikinci dönem politika gündeminin mimarı, göçmen karşıtı ideolog” olarak tanımlıyor. Yemin töreninde Miller, sekiz dakikalık ateşli konuşmasını bitirirken “Bu hareketi ezeceklerinden o kadar emindiler ki ... ama bugün buradayız, MAGA her zamankinden daha güçlü, daha birleşik, daha kararlı” vurgusuyla herkesten daha çok alkış almış.

(...)

CEPHEDEN SALDIRI

Trump’ın imzaladığı kararnameler, liberal demokrasiye cepheden bir faşist saldırı olarak görülebilir. 

(...)

Faşizm kapıdan içeri girdi ama Demokrat Parti, “Kuzuların Sessizliği” misali suspus. “Dört yıl sonra seçimlerde ...” hayaliyle avunuyorlar. Dört yıl sonra karşılarında, medyayı (sosyal, geleneksel) susturmuş, bürokraside, güvenlik kurumlarında kadrolaşmış, yargıyı eline geçirmiş bir rejim ve devlet olanaklarıyla beslenmiş çok daha güçlü bir faşist hareket (MAGA) olacak.

yazının tamamını kumak için tıklayınız


Thursday, January 23, 2025

Ön sıradakiler

 



“Bir resim bin sözcüğe bedelmiş.” Donald Trump’ın yemin töreninde arkasında, ön sırada, yeni yönetimin bakanları değil, seçim kampanyasına ve yemin törenine bağışta bulunmuş teknoloji milyarderleri duruyordu. Üçünün serveti, nüfus piramidinin alt dilimlerindeki yüzde 50’sinin servetine eşit. Bu resim bize egemen sermayenin bileşimine, Trump döneminde ülke içinde ve dünyada yaşanması olası gelişmelere ilişkin önemli ipuçları veriyor.

KARMAŞIK BİR ‘KOMPLEKS’

Başkan Eisenhower 1961’de ulusa veda konuşmasında askeri sınai komplekskavramıyla, ordu ile sanayi arasındaki yakın ilişkinin dış politika, kamu politikaları, öncelikleri üzerindeki zararlı etkilerine işaret etmişti. Biden, veda konuşmasında teknoloji sınai-kompleksin gücü ve olası etkilerine karşı uyardı. Aslında finansı da eklemesi gerekirdi. 

Sivil teknoloji sektörü olarak gelişen “Silikon Vadisi” şirketleri, savaş yöntemlerinin değişen gereksinimlerine paralel, silah sanayisi, uzay-havacılık- füze üretim şirketlerinin, Pentagon’un (devletin) sunduğu kârlı kontratlara yönelmeye başladılar. Örneğin (...) 

Bu kompleksin finans boyutunu, girişim sermayesinin, özel sermaye yatırımlarına, halka arzlar ve Wall Street’in rolüne, en çarpıcısı, bu şirketlerin teknoloji sektörü indeksi Nasdaq içindeki ağırlığına (yüzde olarak, yaklaşık) bakarak görebiliriz

(...)


‘BÜYÜK OYUN’-HAYDUT DEVLET

“Tarih bize büyük oyunun, büyük savaşlara yol açtığını, faşizmle-haydut devletin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu gösteriyor.” Trump’ın imzaladığı ilk kararnameler ve dış politikada sırada bekleyenler bu savı destekler yönde.

ABD’de egemen sermayenin yeni bileşeni, teknoloji sektörünün üretim yapabilmek için nadir toprak elementlerine (Rare Earth Elments-NTE-tantalum, paladyum, lityum, boron, kobalt, tungsten, hafniyum...) ve kurşun, krom, kadmiyum, cıva gibi ağır metallere gereksinimi var. 

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, January 20, 2025

Bugün bir ‘taç giyme’ töreni var

 




Bugün Trump, Roma imparatorlarının taç giyme törenlerine rahmet okutacak bir biçimde Beyaz Saray’a çıkıyor. Böylece ABD’de müstehcen düzeyde servet eşitsizliği üzerinde yükselen bir oligarşinin (yeni egemen sermaye) siyasi etkisi, hatta devleti ele geçirme olasılığı hızla artıyor; Trump muhalefeti susturmak için yargıyı kullanacağını açıklamaktan kaçınmıyor, ABD’de basın özgürlüğünün geleceği tartışılıyor; klasik faşizmin kültürünü anımsatan bir “performatif erkeklik” anlayışı yükseliyor. ABD’de “süreç olarak faşizm” yeni bir aşamaya giriyor. 


(...)

FAŞİZMİN ERKEKLİK KÜLTÜRÜ CANLANDI 

Trump’ın, MAGA (Make America great again) hareketinin yükselmesiyle birlikte,erkeklik anlayışında, gözlenen ABD’de, İtalyan, Alman, İspanyol faşizmlerininkültürlerini anımsatan bir dönüşüm Biden’ın uyarılarını destekliyor. Bu anlayışın, tükenmiş bir kapitalizmin kültürel dejenerasyonunun etkisiyle MAGA erkekliği, fiziksel gücü, gösteri ve egemen sembollerle harmanlanarak sunan vülger bir performansa dönüşüyor.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, January 16, 2025

Trump dönemi daha başlamadan çok aydınlatıcı tartışmalara yol açıyor

 

Trump’ın başkanlık görevine fiilen başlayacağı gün hızla yakınlaşırken liberal çevrelerde, sol içinde, “Bu duruma nasıl geldik”, “Bundan sonra ne olacak olacak” soruları yine gündemde. Bu sorular, ekonomizm ve popülizm üzerine aydınlatıcı bilgiler üretiyorlar.

‘GALİBA HER ŞEY EKONOMİ DEĞİLMİŞ!’

(...)

Bu hafta The New Republic’te aktardığı gibi, yeni iş yaratan sanayi yatırımlarından, devlet desteklerinden en fazla yararlanmış, Lordstown; fort Valleyn-Georgtown; Menominee-Michigan; Kokoma-Indiana; Manitovac&Miwokee-Wisconsin gibi kentlerde, işçi sınıfı oylarında, oy kayması Biden’dan Trump’a doğru gerçekleşmiş. TNR, yorumunu “Ekonomik taleplerle ile işçi sınıfının sağa kayışı durdurulabilir savı, denendi ve pratikte açık bir şekilde başarısız oldu” diyordu.

POPÜLİZMİN SINIRLARI

Popülizm, birçok sınıfa birden dayanan bir siyasi harekettir. Çıkarları birbiriyle çelişen sınıfları bir araya getirmenin yolu, sınıf çelişkilerine karşın, ortak çıkarların varlığına ilişkin, realiteyle kısmen bağları olan söylemlerden, bu söylemlerin vaat ettiği “birliği” bedeninde temsil edecek güçlü (her şeyin en iyisini bilen) bir liderden geçer.

(...)

Geçen hafta MAGA içinde hareketin ideologlarından Steve Bannon ile Trump’ı finanse eden sermaye kesimlerinden Elon Musk arasında göçmenler sorununda patlak veren, ağır küfürlerle devam eden tartışma farklı çıkarlara, değerlere sahip sınıfları birbirine yapıştırmanın sınırlarını da ortaya koydu. 

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, January 13, 2025

“Kızıl goncalar” ve Kültür savaşları

 



Cumhurbaşkanı Erdoğan, 'Son yıllarda film ve diziler aile ile birlikte dini değerlerimizi hedef alıyor. Sarıklı sakallı baş örtülü cübbeli vatandaşlarımıza itibar suikastı yapılıyor.' demiş. Her konuda ve alanda Cumhurbaşkanı’nın bu tür tespitlerinin ardından yasakların yaygınlaştığı bir dönemde, bu sözler “RTÜK’ün dizileri de yasaklamasını istiyor!” biçiminde yorumlandı. Ben biraz farklı düşündüm: Sakın Cumhurbaşkanı, hukukları, örf ve adetleri, totaliter, ayrımcı yaşamlarıyla, tarikatları normalleştiren bu dizileri, ‘ben karşı çıkarsam, laik seküler kesimler, daha çok izlerler’ diye düşünerek kültür savaşlarında bir ters psikoloji”taktiği uygulamış olmasın?

 

Bu soruya, hem devletle ilişkileri hem de kardeş katline kadar uzanan kendi iç iktidar savaşları bağlamında en politik, kültür savaşlarında en etkili örneklerden biri, reytingde sık sık 1. sıraya oturan “Kızıl Goncalar” dizisi üzerinden cevap vermeye çalışacağım. Dizinin izleyicileri arasında, tarihsel olarak faşizmin toplumsal tabanını oluşturan, ama Türkiye’de siyasal İslam’a mesafeli duran orta ve yukarı orta sınıfların (ABC1 ve AB gibi yüksek eğitim seviyesine sahip ve meslek sahibi) bireylerin ağırlıklı olması da ayrıca ilginç.

Ölümü gösterip Sıtmaya razı etmek

Birinci sezonda, dizinin, izleği Faniler tarikatının temsilcileri ile seküler moderniteyi temsil eden laik, “28 Şubatçı” bir ailenin çelişkili değerleri, varsayımları arasındaki etkileşimi (itikat/ bilim, duygu/akıl, ruh/madde, kader/irade/rastlantı vb.,) izledik: Bunlar birbirlerini dinleyerek, anlayarak, bir arada yaşayabilirler mi? Dizi bu soruya “zor ama olanaksız değil ve toplumsal barış için gerekli” savı üzerinden cevap vermeye çalışarak ilerliyordu. 

 

Birinci sezonun sonunda, Faniler tarikatının şeyhinin uzaktan geri gelen oğlu Vahid, babasını zehirledi, şiddet yoluyla bir darbe yaparak mürşitlik mevkini ele geçirdi, İŞİD benzeri bir Şeriat düzeni dayattı. 

 

İkinci sezonda, birinci sezonda, karşı karşıya olan, çekişen iki kesimin, birbirilerini anlamaya başlayarak bu kez Vahid’e, hatta onunla ilişkide olan “derin devlete” karşı ortak mücadelesini izliyoruz. İkinci sezon adeta, laik kesimi, ölümü göstererek sıtmaya razı ediyor. Ilımlı, sizinle ilişki içinde olan tarikat düzenini kabul etmezseniz bu İŞİD tiplerinin eline düşebilirsiniz. Böylece, dizi, gerçekliğin kalıcı bir parçası olarak Tarikat yaşamını normalleştiriyor. 

 

Bizi kim böldü

Dizinin izleği, “birilerinin bizi böl yönet taktiği ile yönettiğini” iddia ediyor. Bu iddia karşısında, kaçınılmaz olarak iki soru akla gelir. Bu taktiği hangi irade uyguluyor? Biz ne zaman bölündük. Birinci sorunya dizi “derin devlet” cevabını veriyor. Bu, tarikat liderlerini bile baskı altında tutan, kendi ajanlarını zehirleyebilen, istediğini ceza evinde bile öldürebilen bir iradedir. 

 

Peki bu irade ne zaman ortaya çıktı? Ya da bizi kim böldü. Bu soruya cevap vermek için, tarihte, toplumun dinci ve seküler/modernist ayrımı üzerinden bölünmüş olmadığı, ya da T.S Eliot’ın bir  tanımalamasını alırsak “duyarlılığın bölünmemiş” olduğu bir dönem bulmamız gerekiyor. Bula bilir miyiz? Evet bulabiliriz. Bu matbaayı Aydınlanma düşüncesinin topluma girmesinden de korkarak, 200 yıl ülkeye sokmayan Osmanlı İmparatorluğu dönemidir. Sonunda, zamanla, imparatorluğun dinci despotik/ “tek adam” dünyasının karşısına, seküler, laik modernist bir dünyanın çıkmaya başlamasıyla “duyarlılık kırılmış” toplum bölünmeye başlamıştır. Bu bölünme I. ve II Meşruiyet deneyimlerinden geçtikten sonra prekapitalist imparatorluğun çökmesi ve Aydınlanma geleneğini benimseyen bir kapitalist Cumhuriyetin kurulmasıyla kurumlaşmıştır.  İkinci sorunun cevabı da, böylece, “bizi” laik seküler gelenek/kültür ve Cumhuriyet böldü olarak şekilleniyor.

 

Dizi dolaylı olarak “Derin devleti cumhuriyet ile özdeşleştiriyor. Bu zeminde de “Yeniden birlik içinde yaşayabilmek için bundan kurtulmalıyız savını dolaylı olarak gündeme getiriyor ve savunuyor. Peki pratikte bu nasıl olacak? 

 

Will Smith ve Jeff Goldbum’un oynadığı “Bağımsızlık Günü” filmind, ABD devlet başkanı, biz uzlaşma zemini bularak savaşı önleyebilmek için tutuklu uzaylıya sorar: “Bizden ne istiyorsunuz.” Uzaylı kısaca “ölmenizi istiyoruz” der.

 

 

Dizinin geldiği noktada da yapımcıların seküler kesime “ölmenizi istiyoruz” anlamına gelen bir sonuç önerdikleri görülüyor. “28. Şubatçı” Prof.  da “biz onlara ne eziyetler yaptık” gibi duygularla nedamet getiriyor, özür diliyor affediliyor. Dini dünya görüşünü, Tarikat yaşamını eleştiren bir kitap yazmış olan doktor, Tarikat dünyasını anladıkça değişerek, o kitabın artık geçersiz olduğuna karar verdiğini açıklıyor hatta “adeta kamu oyu önünde öznel/entelektüel bir intihar (Blanchot) sergiliyor: İmza gününde kitabındaki imzaların üzerine hükümsüz damgası vuruyor.  

 

Dizinin yapımcıları, iki kesimin birlikte yaşayabilmesi için seküler kesimden, bir nedamet getirmesini, hatta ideolojik olarak kamu oyu önünde intiharı etmesini talep ediyor: Onlar 28 Şubat’ta yaptıklarına pişman olmalıdırlar, özür dilemelidirler, dini “hakikatleri”, ‘yaşam dünyalarını’ kabullenmeli eleştirmekten vaz geçmelidirler. 

 

Ancak, tarih boyunca Cumhuriyetin, emekçi sınıfların ekonomik demokratik taleplerinin karşısında, askeri darbelerin, emperyalizmin yanında duran siyasal İslam ve Tarikat dünyasının vereceği bir hesap yoktur, nedamet getirmesi gereksizdir. Dizi, bölünmüşlüğün aşılması, toplumsal huzurun sağlanması için seküler modernizmin ve Laiklerin, tarikat değerlerini özümseyerek o değerler içinde asimile olmayı kabul ederek yok olması gerektiğini anlatıyor. 

İki fantezi

 

Dizi izleyiciye sık sık “28 Şubat darbesi” gibi bir şeyi anımsatıyor. İyi de, 28 Şubat “darbesinde”, kaç kişi sokaklarda, işkencelerde öldü, idam edildi, kayboldu, yıllarca hapis yattı? Bunların hiçbiri olmadı! Ne oldu? O güne kadar sosyalistlere, ilericilere yönelik baskı ve zulümde, katliamlarda (Maraş, Sivas, Kanlı Pazar), askeri darbelerde devletin “maşası” olan Siyasal İslam’ın entelijensiyası, ilk kez, kendini devletin hedef tahtasında buldu; hiçbir direniş gösteremediği, dışında gelişen bir projenin (ılımlı İslam ve BOP) içinde edilgen zavallı bir “şey”e dönüştüğü için bir travma yaşadı. O günlerden bu yana o travmayı, “bir kurucu fantezi” üreterek atlatmaya çalışıyor. Bu dizi de bu çırpınışın bir ürünü. 

 

İkinci fantezi “hakikatlere” ilişkindir. İnsan öznelliği çok parçalı bir şekillenmedir. Bir bilim insanı dindar olabilir, dindar biri de bilim insanı ... Laiklik, bir ana gösterge ve toplumsal bir düzen olarak, bireylere, bu parçalı durumun yarattığı uyumsuzluğu yöneterek yaşama olanağı verir. 

 

Ancak din ve bilim, (zamanın, mekanın kullanımının, duyumsanabilir olanın, kadının/erkeğin hak ve özürlüklerinin sınırlarını, beden estetiğini, cinsel tercihleri, “doğru” ve “yanlışı” ayırt etmeye izin veren kodları, düşünce modellerini, bunlara uygun kavramları ve dili belirleyen, tabiiyet, biat ilişkilerini harekete geçiren)  “hakikat rejimlerine” dayanan farklı “yaşam dünyaları” olarak karşılaştıklarında, bireysel düzeyde yönetilebilen uyumsuzluk toplumsal düzeyde, hemen her alanda, en önemlisi de adalet ve sadakat alanlarında çıkmaza girer. Dizide Meryem “kader kısmet” derken Levent “yahu şimdi bırak bu hurafeleri” diyebilir. Dr. Kitabını geri çekmek zorunda kalır. Genelde, bir tarikat tebaası, hastaneye düştüğünde karısına kızına bakmak için kadın doktor ister ama, kızların, okula giderek kadın doktorlar olarak yetişmesine, okula göndermeye karşı çıkar.

 

Farklı hakikat rejimlerine dayanan “dünyaların”, Modern cumhuriyetle, tarikat dünyasının, “sivil toplumun” (devletle birey arasındaki özgürlükler alanı) ve tarikatın bir arada yaşayabileceğini savunmak, bu gün laikliğin, “sivil toplumun”, getirdiği hakların özgürlüklerin tasfiye sürecini (süreç olarak faşizmi) gizleyen, bu sürecin laik, demokrat ilerici kesimde yarattığı ağrıları uyuşturmaya çalışan bir fantezi olmaktan öteye gidemez.

 

Kızıl Goncalar, kültür savaşları içinde karşımıza, kültür endüstrisinin, orta ve yukarı-orta sınıfları, süreç olarak faşizme yakınlaştırmaya, katmaya, hatta pasifleştirmeye yönelik bir ürünü olarak çıkıyor. “Sakın ters psikoloji yapıyor olmasın” derken  bunları düşünüyordum. 

 

Kültür savaşlarını kaybeden geleceğini de kaybeder

 


Türkiye’de siyasal İslamın iktidara gelme, toplumu yeniden şekillendirme süreci, kültür savaşlarında biteviye yeni mevziler kazanmasıyla ilerliyor. Sol hareket, Aydınlanma geleneği bu kültür savaşlarında sürekli mevzikaybediyor. 

ÖNEMLİ BİR ZAAF 

Her sosyal formasyonun iktidar ilişkileri ekonomik ve kültürel üretime, ekonomik kültürel ilişkilerin yeniden üretimine dayanarak ayakta kalır. Sosyalist hareket, kapitalist üretim tarzının 19. yüzyılda, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, etkili, hatta başarılı olmuş bir pratiğin mirası olarak “altyapı”(ekonomik ilişkiler) “üst yapıyı” (ideoloji, kültür, hukuk: simgesel olanlar) belirler anlayışıyla kültürel üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin sorunlarını hemen her zaman ikinci plana atıyor, hatta ihmal ediyor, pratiğini ekonomik ilişkiler (grev direniş, ücret sendikalaşma) üzerinde yoğunlaştırıyor. 

Bu durumun üzücü sonuçları iki eksik kavrayışa dayanıyor. Birincisi, “altyapı”“üst yapıyı” belirler savına ilişkindir. Gerçekte, her ikisi de karşılıklı etkileşimden öte, tek bir “tözün”, toplumsal artığa (kapitalizmde artıkdeğer) el koyma biçiminin tarihsel varoluş tarzlarının ifadeleridir: Ekonomik olan siyasidir, siyasi olan ekonomik ve her ikisi de ideolojik (kültürel). İkincisi de kapitalizmin, 20. yüzyılda iki “dünya savaşı”Soğuk Savaş içinde geçirdiği evrimin getirdiği ve mücadelenin zorunlu olarak uyum sağlaması gereken değişimlerin gözden kaçmasına ya da önemsenmemesine dayanıyor. 

BİRİ KÜLTÜR MÜ DEDİ? 

Sol kesim, “kültür” deyince öncelikle akla sanat, edebiyat, müzik, bazen de felsefe gelir. Sol, “Kültür nereden gelir” sorusuna çok haklı olarak “Emekten gelir” diye cevap verir: İşçiler/ emekçiler ekonomik artık üretmezse entelektüeller var olamaz. Bu doğru ama yetersiz açıklama kültürün, yukarıda değindiğim dar tanımına dayanıyor. Bu tanımdan hareket edince de kültür işçi sınıfı açısından bir olumsuzluk haline geliyor, siyasi mücadele içinde önemsizleşiyor. 

Buna karşılık Theodor Adorno, kültürü, sanatın, geleneklerin ya da paylaşılan pratiklerin ötesinde, sanayileşmiş, kapitalist toplumların, ekonomik düzeninin çıkarlarına hizmet etmek üzere manipüle edilen ve metalaştırılan bir ürünü olarak görür. Bu ürünün üretimi 20. yüzyıldan bu yana sanayileşmiş, kitleselleşmiş, sermaye birikim sürecinin, rıza almaya yönelik bir “olmazsa olmaz” bileşenine dönüşmüştür. Kültür endüstrisi bireylerin bağımsız ve eleştirel düşünce geliştirme yeteneğini köreltir, hazır ve kolayca tüketilebilen ürünlerle pasifleştirir, kendi yaşamlarını sorgulamaktan uzaklaşır, var olanı doğallaştırır.

(...)

Robert Sapolsky (Stanford Üniversitesi’nde nörobilimci, primatolog, biyoloji, nöroloji ve beyin cerrahisi profesörü. Özellikle nöroendokrinoloji ve stresle ilgili konulara odaklanıyor) bir makalesinde önceki araştırmaların sonuçlarından aktardığı, “işleri yapma şeklimiz”; “alışkanlıkların ve bilgilerin sosyal yollarla aktarılması” gibi tanımlardan da yararlanarak kültürü “değerlerin, tarzların, bilgilerin ve davranışların genetik olmayan yollarla sonraki nesillere aktarılma süreci olarak”tanımlar.

Böyle bir tanımın ışığında bakınca “kültür savaşlarının”, sınıf mücadelesinin, yalnızca bugününü değil, gelecek kuşakları da belirlemeye, ekonomik siyasi iktidarları kalıcılaştırmaya ilişkin olduğu görülüyor. 

“Genetik olmayan yollarla” dediğimizde ise simgeler (göstergeler) alanına işaret etmiş oluyoruz. Bu da bizi, Aristotales’in “adalete ilişkin sorunlarını konuşabilenler” (bir dile, uygun kavramlara sahip olanlar) betimlemesine getiriyor. 

(...)

tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, January 09, 2025

Gericilik dönemi derinleşiyor


Avusturya’da son seçimlerden birinci parti olarak çıkan faşist (sağ popülist) Özgürlük Partisi’nin çatışmacı ve saldırgan tarzıyla bilinen lideri Herbert Kickl Avusturya cumhurbaşkanından yeni bir koalisyon hükümeti kurmak için yetki aldı. Böylece Avrupa’da bir faşist parti daha devlete erişme noktasına geldi. Kanada’da, on yıldır iktidarda olan liberal Başbakan Justin Trudeau parlamentoyu askıya aldı ve istifa etti; erken seçimlerin önü açıldı. Kamuoyu yoklamalarında liberal partiden 25 puan önde görünen Muhafazakâr Parti’nin (faşist eğilimler sergileyen bir parti) önümüzdeki seçimlerden birinci parti olarak çıkma olasılığı çok yüksek.

‘İLERİCİ MOMENT’ BİTTİ

Bu iki gelişme, Wall Street Journal’da geçen ay yayımlanan “İlerici moment bitti, en azından şimdilik” başlıklı yorumdaki savı destekliyor: Amerika’da Trump Beyaz Saray’a geri dönüyor, “Avrupa Birliği hükümetlerinin dörtte üçü ya merkez sağ (Faşist-E.Y.bir parti tarafından ya da en az birini içeren bir koalisyon ile yönetiliyor”...“20 yıldan daha uzun bir süredir sanayileşmiş ülkelerin çoğuna egemen olan ilerici siyasetin, işçi sınıfının ekonomi ve göç konusundaki endişeleri ve iklim değişikliğinden kimlik politikalarına kadar birçok konuda artan yorgunlukla beslenerek sağa kaydığını gösterdi.” WSJ’nin, merkez partileri “ilerici” olarak nitelemesi, siyasi ortamı irdelerken “işçi sınıfını” anahtar kavram olarak kullanması da ilginç.

(...)

EGEMEN SERMAYE-İŞÇİ SINIFI VE SOL

Bu dönem 2008 finans kriziyle bitti. Finans sermayesinin gücü kırılmaya, sanayi sermayesi egemen sermaye konumuna yükselmeye başladı. Bu yükselişin en çarpıcı örneklerini sanayi sektörünün en gelişmiş ve yeni teknolojileri temsil eden kesimin hızla artan mali ve siyasi gücüne bakınca görebiliyoruz. 

(...)

Aslında, tam bir “devrimci durum” (yönetemiyorlar, yönetilmek istemiyorlar) oluşmaya başlarken (bkz: meydan işgal olayları) sosyalist hareketin yenilgi mirasından, nostalji kültüründen sıyrılarak yeni duruma uygun, teorik, örgütsel atılım yapamamasının, bu kapitalizmde kültür savaşlarının önemini kavrayamamasının sonucu işçi sınıfı ve orta sınıflar, faşist hareketlerin etkisi atına girmeye başladılar.

Yazının devamını okumak için tıklayınız


 



Monday, January 06, 2025

Kürt sorunu ve kimi kaygılar

 


Kürtlerin haklara, özgürlüklere ve özgünlüklerine ilişkin taleplerini destekleyen biri olarak kaygılıyım. Çözüm süreci diye sunulan ilk gelişmelerde, siyasal İslamın liberalleri sırtından attıktan sonra, siyasi blokta açılan yeri şoven milliyetçilerle dolduracağı belli olunca Kürt dostlarımı uyarmıştım: “Aman dikkat güvenilen dağlara kar yağacak.”(Cumhuriyet 03.10.2007) Ne yazık ki gelişmeler kaygılarımda haklı olduğumu gösterdi. 

‘İNSAN ŞOK OLUYOR’ FİLAN

Bu yeni “çözüm süreci” de beni kaygılandırıyor. Ahmet Türk’ün Bahçeli ile buluşmalarından çıktıktan sonraki “İnsani ilişkileri çok farklı, yakın, candan. Düşüncelerini açık ifade eden bir tavrı vardı” sözlerini okuyunca aklıma Edgar Allan Poe’nun “Amontillado Fıçısı” öyküsünde, son derece nazik, saygılı ve dostça bir tavırla Fortunato’yu nadir bir şarap olan Amontillado’yu tattırmaya davet edip onu şarap mahzeninde canlı canlı duvara gömerek öldüren Montresor geldi. Sonra, misafirperverliği, korkunç bir ihaneti gizlemek için bir araç olarak kullanan, Machbet çiftini... 

Şimdi Kürt dostlar yine tarihsel bir fırsat yakaladıklarını düşünüyor olabilirler. Ancak, karşılarındakilerin amacının son tahlilde Kürt hareketini imha etmek olduğunu da anımsamalarında yarar olabilir. 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Saturday, January 04, 2025

Pazartesi yarzımın arka planı olarak okunmak üzere Güvenilen Dağlara Kar Yağıyor... (Cumhuriyet 03.10.2007)

 



Seçimlerden önce, kendilerini gerçekten ülkenin "kanaat önderleri" ("Biz bu sürüyü güderiz abi!"), yanında yürüdükleri "kâğnının gölgesini" kendi gölgeleri sananlar şimdi bir düş kırıklığı yaşıyorlar: Havada adeta bir panik var; mahalle, otobüs, bazen uçak baskısı, bazen internet cafede oruç dayağı, "Malezya olur muyuz" diye sormalar, kalkıp Malezya'ya gitmeler... Sonra, AB üyelik sürecine ilgimizi mi kaybettik? Büyük sermaye de endişeli... 

Durun bakalım, daha yeni başladı... 

Seçimlerden sonra, galiba yalnızca bizler şaşırmadık. "Tehlikenin farkında mısınız? " demiş, "liberal entelijansiyanın yavaş intiharından" söz etmiş, "mahalle baskısını" da içeren "pasif karşıdevrim sürecinin"özelliklerini anlatmaya çalışmıştık. Nihayet AKP'nin seçimlerde momentumunun kırılmaması halinde, yükselen muhalefetin yarattığı korku ve kızgınlıkla, seçimlerden sonra çok daha hızlı, kararlı davranacağını savunmuştuk. Şimdi, şaşkın değiliz. 

Ama endişeliyiz. Çünkü AKP'nin "seçim" zaferinden sonra başlayan "yeni" sürecin daha başındayız. Önümüzdeki dönemde, bu süreç, ilerlemeye, derinleşmeye, düş kırıklığına uğrattıklarının listesine yenilerini eklemeye devam edecek. 

Siyasal İslam, "pasif karşıdevrim" (restorasyon) sürecinin en önemli özelliklerinden biri, tüm "mevzi savaşlarında" olduğu gibi, ne kadar ufak olursa olsun sürekli kazanımlar elde etmeyi sürdürmek; bir alanda duraklama yaşanırsa, bir başka alana yoğunlaşmak, süreci oradan ilerletmeye çalışmaktır. Bugüne kadar "demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB süreci " , kavramlarını kullanarak ilerledi siyasal İslam. Bu sayede kendine çok önemli "yol arkadaşları" edindi, bunlar sayesinde, geleneksel olarak kendisine ait olmayan çevrelere nüfuz etti, verili duruşlarda, kendisine doğru önemli dönüşümler (transformismo) gerçekleştirdi. Bu çevrelerdeki dönüşümün enerjisini siyasal İslamın projesine doğrudan katamasa bile, bu projenin andaki motorunu, AKP'yi ilerletmek için kullandı. 

AKP ilk kez seçimleri kazandığında, bu partinin, kendi toplumsal tabanından, bu tabanın taşıdığı sosyal projeden, bağımsız bir varlığa sahip olamayacağını, etkisinden tümüyle ve uzun süre çıkmasının söz konusu olmadığını savunmuştuk. Şimdi yaşananlar çok doğaldır. AKP'nin ait olduğu karmaşık, toplumsal hareket, siyasal İslam, kendi toplumsal güçleriyle, yaşam tarzıyla, umutlarıyla, en önemlisi gerçek liderleriyle (bunlar AKP liderliği ile örtüşür ama aynı şey değildir) iradesini dayatmaya başladı. Bu iradenin, hareketin liberal "yol arkadaşlarının" iradesiyle çatışması kaçınılmaz. AKP ve siyasal İslamın dünkü "sevimli" yüzleri bu gün, daha kalın sesle ve çatık kaşlarla, bu yol arkadaşlarına, ya artık bize katılacaksınız ya da hareketin eteklerinden düşeceksiniz diyorlar. 

Son günlerde, siyasal İslamın, aile ile devlet arasındaki alanı ( "sivil toplum" ) sessizce ve adım adım ele geçirme süreci , medyanın etkisiyle görünür olmaya, "transformismo" süreciyle yakalanan tabakaların AKP'ye güvenini tehdit etmeye başladı. "Demokrasi", "bireysel özgürlükler", "AB üyeliği" kavramları siyasal İslam açısından, artık işlevlerini kaybediyorlar. Öyleyse, hareketin, aile ile devlet arasındaki alanı ele geçirme sürecini gizlemeye yardımcı olacak yeni bir kavrama, adeta yeni bir "destekleyici fanteziye" gereksinim oluşmaya başlıyor. Bu yeni kavram, yeni düş kırıklıklarına yol açacak. 

Yeni kavram, yeni yol arkadaşları... 

Bu yeni kavram acaba ne olabilir? Seçim sonrası Meclis'te AKP-MHP işbirliğine, "Söğüt Şenlikleri"kucaklaşmasına, Cumhurbaşkanı'nın şehit ailelerine verdiği iftar yemeğine bakarak bu yeni kavramın "milliyetçilik" olabileceğini düşünüyorum. Tabii bu kavram da demokrasi ve bireysel özgürlükler kavramları gibi, içeriklerinden (özellikle anti-emperyalist potansiyelinden) soyutlanmış bir biçimde kullanılacak; nasıl "demokrasi" oy verme işlevine "bireysel özgürlükler" de türban özgürlüğüne indirgendiyse, bu kavram da siyasal İslamın "mevzi savaşı" taktiğine hizmet edecek bir biçimde, sosyal tarihsel ve jeopolitik özelliklerinden soyutlanarak tek bir özelliğine, "PKK" sorununa indirgenerek devreye girecek diye düşünüyorum. 

Eğer bu beklentim gerçekleşirse, siyasal İslam, AKP aracılığıyla yeni bir "transformismo" süreci başlatarak, zaman içinde liberal entelijansiya safrasını atarken bu kez Türk-İslam sentezci, şoven-milliyetçi, entelijansiya içinden yeni yol arkadaşları kazanabilecek, bunlar aracılığıyla, askerin tepkilerini de dün liberallere yönelik olduğu gibi "istediğini ben verebilirim" , söylemiyle yumuşatma şansına sahip olacaktır. 

Sanırım, şimdi düş kırıklığına uğrama sırası, dün sorunlarının çözümü için AKP'den (hâlâ ABD'den) medet uman Kürt entelijansiyasında, burjuva-feodal, mülk sahibi sınıflarında, yerel seçkinlerinde... Sanırım, onlar da güvendikleri dağlara kar yağdığını görecekler.

 

 

Thursday, January 02, 2025

2024’ten 2025’e

 



2025 yılına küresel çapta damgasını vurmaya aday en önemli ekonomik, siyasi, jeopolitik, ekolojik ve kültürel gelişmeler 2024 yılında ya şekillendi ya da olgunlaştı.

Küresel ısınma,

(..:)

Küresel ısınmanın yarattığı, giderek ağırlaşan su, gıda kıtlığı krizlerinin bir sonucu da geri bıraktırılmış, eski sömürge, yoksul ülkelerden zengin eski sömürgeci ülkelere doğru bir göç dalgasıydı

(...)

Süreç olarak faşizm bağlamında ABD’nin (gerileyen hegemonya merkezi), 2024’ten 2025’e küresel ile yereli birleştirmeye yardımcı olacak dinamikleri sergilediği görülür.

(...)

2024 yılında, “süreç olarak faşizm” içinde “kültür savaşları” da hızlandı. Artık, faşist hareket salt ırkçılığın ötesine geçerek “woke” kavramı üzerinden, köleci-sömürgeci tarihi aklamaya, gittikçe genişleyen bir yelpaze içinde tüm özgürlükleri hedef almaya başlıyordu.

2024 yılında emperyalizm ve “büyük savaş” kavramları da ana akım medyada normalleşmeye başladı.

(...)

Trump klasik ilhakçı emperyalizm kavramını da normalleştirmeye başlıyordu: “Panama Kanalı bize geri dönmelidir” diyor, “Grönland’ı satın almak” istiyor, “Kanada 51. eyalet olursa (bağımsız devlet olmaktan çıkarsa) Kanada halkının da zenginleşeceğini” iddia ediyordu. Meksika’ya “göçmen akımını önlemezsen biz gelir önleriz” gibisinden tehditler savuruyordu.

(...)

Son olarak 2024 yılında “yapay zekâ” alanında gerçekleşen büyük atılımları ve yıl kapanırken “genel yapay zekâ” düzeyine ulaşıldığı iddialarını da 2025’te hızlanacak eğilimler içinde düşünmek gerekiyor.

(...)


yazının tamamını okumak için