Monday, June 04, 2012

Önceki haftadan devamla

(04/06/2012)
Geçen hafta dünya ekonomisindeki gelişmelere ilişkin veriler, bunlarla ilgili tartışmalar önceki haftayı değerlendirirken dikkat çektiğimiz verilerin, tartışmaların yoğunlaşarak devam ettiğini gösteriyordu. 

Ancak ilginç yenilikler de var. Kapitalizmin yapısal krizi “büyük buhrana” (“o kriz”) dönüşerek yoluna devam ederken, krizin küreselleşme, finansallaşma döneminde, üretilmiş, zamanla “edinilmiş düşünceler sözlüğüne” girmiş (Flaubert) varsayımları da birbiri ardına yıkıyor. 

Önce bir ufuk turu 
Önde gelen ekonomilerde veriler, senkronize bir gerileme sürecine işaret etmeye devam ediyor. Borsalarda mart ayından bu yana yerleşen gerileme eğilimi, geçen hafta boyunca derinleşerek, Asya piyasalarını da içine alarak devam etti. 

Önceki hafta veriler, AB ekonomisinde genel bir resesyonun gelişmeye devam ettiğini gösteriyordu. Çin, Brezilya, Hindistan ekonomileri de yavaşlarken, AB bölgesinde daralan talep, Güney Kore, Filipinler, Malezya, Hong-Kong, Endonezya, Tayland ekonomilerinin büyüme oranlarını aşağı çekmeye başlamıştı. Geçen hafta Asya borsalarına genel bir bakış mart sonundan bu yana belirgin ve sürekli bir gerileme yaşandığını ortaya koyuyordu (Wall Street Journal, 31/05). 

Bu koşullarda gözler ABD ekonomisinin lokomotif olma kapasitesine dönüyor. Ne ki geçen haftanın sonunda gelen veriler bu umutları söndürdü. ABD birinci üç aylık dönem büyüme hızı yüzde 2.2’den yüzde 1.9’a geri çekilmiş, işsizlik mayıs ayında yüzde 8.1’den yüzde 8.2’ye yükselmişti. Belli ki, “ABD ekonomisi momentum kaybediyordu” (Financial Times, 31/05). 

Önde gelen ekonomiler arasında başlayan bir senkronizasyon (eşzamanlı hareket) ülke ekonomilerindeki sermaye birikim rejimlerinin, sorunlarının birbiriyle çok benzeştiğini gösteriyor. Bu, bulunduğu coğrafyalarda sıkışan sermayenin kaçacak alanlardan hızla yoksun kalmaya başlaması demek. Bu durum finansal piyasalarda riskleri daha da arttırıyor: Sermaye dünya ekonomisinin henüz tam anlamda içine çekemediği, kıyılarında, büyüme ve kâr olasılıkları vaat eden, ancak giderek daha riskli, gelen sermayenin ağırlığını kaldırma kapasitesi çok sınırlı alanlarına yönelmek zorunda kalıyor. Böylece kırılganlık, “yıkılma” riski giderek artıyor. 

Şimdi de İspanya mı? 
Geçen hafta, “İspanya, Yunanistan’ın izinden mi gidecek” sorusu yeniden canlandı. Halbuki İspanya, borçlarının milli gelire oranı yüzde 150 düzeyinde olan Yunanistan’dan çok daha iyi bir durumda. Bu borç oranı yüzde 50 düzeyinde olan İspanya’da sorun, hâlâ söndürülemeyen inşaat piyasaları balonu, 850 milyar dolarlık “morgıç” yükü üzerinde ayakta durmaya çalışan “zombi bankalar”dan kaynaklanıyor. World Affaires Journal’daki bir araştırma, İspanya’da halen yeni yapılmış, satılamayan, 818 bin konut olduğunu aktarıyordu (Mayıs/Haziran 2012). Kimi hesaplara göre, bu fazla kapasite, İspanyol banka sisteminin gücünü çok aşan 470 milyar dolarlık bir bataklık oluşturuyor (Washington Post, 30/05). 

Geçen hafta, İspanya hükümeti ülkenin dördüncü büyük bankası Bankia’nın kurtarılma maliyetinin 4.4 milyar Avro değil de 23 milyar Avro olduğunu açıklayınca piyasalarda “şafak attı”. İspanya hükümetinin kasasında böyle bir para yoktu, kaçınılmaz olarak piyasalardan borçlanması gerekiyordu. Bu gereksinim, İspanya hazine bonolarının getiri oranlarını, sürdürülemezlik noktası olarak kabul edilen yüzde 7 düzeyine çok yaklaştırdı (New York Times, 30/05). İspanya, AB Merkez Bankası’nın kapısına beklenenden çok daha önce dayanacağa benziyordu. 

“İspanya Yunanistan’ın izinden mi gidiyor” tartışmaları da bu zeminde patlak verdi ve Portekiz’inkinden daha büyük bir ekonomiye sahip Katalan bölgesi valisinin, “Bizim hazine boşaldı, acilen yardım gerekiyor” açıklamasıyla yoğunlaştı. Perşembe günü IMF’nin İspanya için 300 milyar Avro’luk bir kurtarma paketi oluşturmaya çalıştığına ilişkin bir Wall Street Journal haberini yalanlaması, kaygıları daha da arttırdı. 

Yıkılmaya başlayan varsayımlar... 
Bu ufuk turundan sonra, kimi varsayımları yıkan ilginç gelişmelere gelmek istiyorum. Bunların en son örneğine, geçen hafta, AB krizi içinde İspanya ile ilişkili tartışmalar sürerken rastladım. 

Bölgeselleşmenin, otonom bölgeler kurmanın, hem merkezin sırtındaki yükleri azaltarak hem de demokrasiyi güçlendirerek, ülkelerin ekonomik siyasi yönetimlerini kolaylaştırdığına, bunun zaten küreselleşmenin sonucu olduğuna ilişkin savları yıllardır dinliyorduk. Ancak ekonomik krizde, İspanya örneğinde olduğu gibi, bölgeler kendi kendilerine ayakta kalma kapasitelerini hızla yitiriyorlar, yitirince de gelip, merkezi devletin kapısına dayanmaya başlıyorlar. Bu madalyonun öbür yüzündeyse, merkezin bölgeler üzerindeki mali denetimini arttırma çabaları var. İspanya’da devlet, bu krizden yararlanarak, örneğin Katalan bölgesi gibi bölgelere verdiği kredilere, bölgenin finansal otonomisini ortadan kaldırmayı amaçlayan, Franko dönemini anımsatan kurallar koymaya başlamış. 

Bu, merkezileşme, İspanya’ya has bir refleks de değil. Avrupa’nın merkez ülkeleri, özellikle Almanya, uluslararası finans kapital, üye ülkelerin mali politikalarını tek merkezden denetlemenin yollarını arıyor. AB Merkez Bankası’nın önceki başkanı Trichet, son G8 toplantısında sunduğu ve Reuters’in aktardığına göre büyük ilgi gören planında, mali krizde, Avro’nun tümünü tehdit eden bir ülkenin siyasi liderleri gerekli kararlı uygulayamıyorlarsa, federal yaptırımları harekete geçirerek, söz konusu ülkenin maliyesinin yönetimine el koymayı önermiş (Reuters 18/05). 

Bir üye ülkeye doğrudan siyasi müdahale, protektoraya dönüştürme olasılığı içeren bu önerinin, bir okuyucumun uyarısıyla baktığım, “Demokrasi ne kadar geçerli” başlıklı bir çalışmadan (www.german-foreign-policy.com) Yunanistan bağlamında, Almanya’da seçkinler arasında, medyada gündeme gelen kimi karanlık senaryolarla da uyum halinde olduğunu gördüm. 

Alman seçkinleri, 17 Haziran seçimlerinden sonra Avro’dan çıkma olasılığının getireceği mali bulaşıcılık riskini almak istemiyorlarmış. Hamburg Uluslararası Ekonomi Enstitüsü Başkanı Thomas Straubaher, seçim sonuçları ne olursa olsun Yunanistan’ın yönetilemeyen bir “başarısız devlet” olduğunu, geçerli devlet kurumlarının oluşmasına kadar protektoraya dönüştürülmesi gerektiğini savunuyormuş. Daniel Cohn-Bendit, yoğun dış müdahalenin kaçınılmazlığını vurguluyor, aksi takdirde kaos, hatta askeri darbenin gündeme gelmesinden korkuyor. Kimi yorumcular, örneğin Wofgan Münchau, Weimar Almanya’sını anımsıyor, askeri diktatörlük riskinden söz ediyor. Frankfurter Allgemeine Zeitung, Yunanistan’ın “başarısız devlet” olması durumunda sınırlarını yabancı sığınmacılara karşı koruyamayacağını ileri sürerek askeri önlem olasılığını tartışıyor. 

Dün, AB çapında devletler üstü, Kant’çı bir “evrensel barış” dünyası rüyaları görenleri, sanırım bugünlerde Avrupa çapında Hobbes’çu bir dünya, bir “Leviathan devlet” kâbusu bekliyor

No comments: