Friday, December 24, 2010

Mali Krizin ‘Beşinci’ Yılına Girerken

Mali krizi ilk kez 2007’de (“Hışt, Hışt Geliyor…” Cumhuriyet 05.02.2007) konuşmaya başlamıştık. Kriz “resmen”2008’de patlak verdi, ama New York Federal Reserve Bank’ın Wall Street’e (büyük olasılıkla o zaman dünya mali piyasalarına) egemen “14 aileyi”toplayarak, türev piyasalarında hızla şekillenmekte olan mali krizi engellemek için acilen önlem almalarını istediği 16 Şubat 2006 toplantısını (David Wessel, Wall Street Journal, 16/02/2006) temel alırsak, mali krizin beşinci yılına girmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Mali kriz ABD’de patlak vermiş, hızla dünya ekonomisini etkilemiş, sonra yatışmaya başlamıştı. 2010 yılının gündemini esas olarak, mali krizin Avrupa’daki etkileri işgal etti; ABD piyasalarındaki “istikrar” ise daha çok, fırtınadan önceki bir dinginliğe benziyordu.

Bir yılda yedi zirve

Geçten hafta, Avrupa Birliği’nin 27 üyesi, komisyon yetkilileri ve Avrupa Merkez Bankası derinleşmeye devam eden mali krize bir çözüm üretmek için yine Brüksel’de bir araya geldiler. Yıl başından bu yana yedinci kez toplanan AB zirvesi sonunda liderler aldıkları kararları açıklamaya hazırlanırken, reyting şirketi Moody’s, birkaç hafta önce kurtarılan İrlanda’nın kredi notunu beş kademe birden düşürdü. Daha önce Moody’s İspanya’da krizin derinleştiğini vurgulamıştı, bu kez Yunanistan’da durumun kritik olduğuna yeniden dikkat çekti. Moody’s’in AB liderlerini kızdıran (Daily Telegraph,17/12), piyasalarışaşırtan açıklamasının ardından, RIA Capital Markets’den bono uzmanı Nick Stamenkoviç, zamanlamaya dikkat çekerek “bu tür açıklamaların krizi derinleştirici yönde etki yaptığını”söylüyordu (Telegraph, 17/12/2010).
Halbuki zirvede, AB liderliğinin, devlet iflaslarına karşı son tahlilde kullanılmak kaydıyla bir Avrupa İstikrar Mekanizması oluşturarak mali piyasaların istekleri yönünde önemli adımlar atmaya başladığı söylenebilir. Bu mekanizmanın, zirvede öngörüldüğü gibi 2013’te devreye girebilmesi için Lizbon Anlaşması’nın 136. maddesine iki cümle eklenerek değiştirilmesi de kabul edildi. Böylece Almanya anlaşmayı deliyor, AB sürecini kendi öngördüğü yönde yeniden biçimlendirmek için bir olanak elde ediyordu. Almanya’nın bir “Birleşik bir Avrupa Bonosu” yaratılmasına direnmesi piyasaları, paralarını park edecek yeni ve güvenlikli bir araçtan mahrum etmeye devam ettiği için düş kırıklığı yaratıyor, ama zirvede başka “olumlu” gelişmeler de var. Almanya’nın devlet iflaslarında, krediyi veren kuruluşların da zararın bir kısmını üstlenmesini isteyen önerisinin, her alacaklının özel koşullarına bağlanarak sulandırılması da bono piyasalarının istekleri doğrultusunda bir gelişme. AB Merkez Bankası’nın, sermayesini iki kat büyüterek yeni sarsıntılara karşı önlem alma kapasitesini arttırmasının da güven vermesi gerekir.
Bu bağlamda, Moody’s’in açıklamasının zamanlamasında bir gariplik olduğu kesin. Ama, AB sürecinin çok ciddi sorunlarla boğuştuğu ve krizi aşacak uygun önlemler geliştirmekte yetersiz kaldığı da çok açık.

Almanya yükseliyor, tedirginlik artıyor

Ya da... Belki, henüz krizi aşacak bir gelişme ortada yok ama Almanya’nın AB içinde, “vazgeçilmez ülke” konumuna artık tartışılmaz bir biçimde yerleştiği, AB’nin siyasi-mali bütünleşme sürecinin daha hızlı ilerlemeye başladığı, bunun da ortak para birimine olan güveni pekiştirmek açısından çok önemli olduğu söylenebilir.
Ancak, ironi şurada ki, bu süreç giderek, AB içinde “yoksul ülkelerle” “zengin ülkeler” arasındaki ekonomik uçuruma bir de siyasi boyut ekleyerek birliğin bütünlüğünü tehdit etmeye başlıyor.
İngiltere ve Fransa gibi büyükler, Almanya ile ortak bir eksen oluşturmaya çalışırken daha küçük ülkeler ulusal egemenliklerini kaybetmekte olduklarını görerek kaygılanıyorlar. Yılbaşında kriz derinleşmeye başlarken Merkel krizi yönetmeye, diğer ülkelere yardım etmeye ilişkin Almanya’nın koşullarını ortaya koymuştu. Almanya “önce mali disiplin” derken, Fransa’nın talebi canlandırıcı harcamalardan, kurtarma önlemlerinden yana olduğu anlaşılıyordu. Ekim ayında Normandiya zirvesinde Sarkozy, yalnız kalmaktansa Almanya ile birlikte davranmaya karar vermeye “ikna olunca”, Almanya’nın önü açıldı. Perşembe günü de Financial Times, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın AB bütçesini dondurmaya ilişkin “gizli bir anlaşma yaptıklarını” aktarıyordu.
Cumartesi günü de Le Monde, “Brüksel’de zengin ve yoksul ülkeler arasında savaş” başlığıyla verdiği yorumunda, “Polonya açısından her şey anlaşılmıştı. Fransa, İngiltere ve Almanya arasında gerçekleşen, Avrupa bütçesini dondurmaya yönelik anlaşma, zengin ülkelerin kendi tarım harcamalarını koruyabilmek için, en yoksul ülkelerin aldıkları mali desteklere yönelik bir saldırıydı” diyordu.
Lüksemburg Dışişleri Bakanı, Almanya ve Fransa’nın “liderlik dayatmasından ve küstahlığından” yakınıyor, İrlanda Başbakanı’nı da AB mali desteğini alabilmek için ağır koşulları kabul ettikten sonra, şimdi, “AB içinde Almanya’nın anlayışına uymayan bir karar almak her zaman çok zordu. Bu konuda yeni bir şey yok. Yeni olan olgu şu, Almanlar konuşuyorlar, ama dinlemiyorlar. İlk defa önemli bir konuda Almanya’nın tutumuna canım çok sıkıldı”diyordu (The Guardian, 17/12).
Belki de ortada bir ironi yok; Almanya, Merkel’in zirvenin kapanış basın toplantısında değindiği gibi iki farklı parçadan oluşan bir AB düşünüyor (Der Spiegel 17/12). Merkezde ekonomik, siyasi bütünleşmesini hızla ilerleten güçlü bir çekirdek şekillenecek. Yoksul ülkeler de merkeze bağımlı (adeta “özel statülü üyelik” gibi) bir çevre oluşturacaklar.
Hesap belki bu, ama Spiegel’in bir deyimini ödünç alırsak, süreç “Bir yavaşlatılmış (filmlerdeki-E.Y) tren kazası görüntüsü sergileyerek gelişmeye devam ediyor”. Zirve yapılırken, Pimco (dünyanın en büyük bono yönetim kuruluşu) CEO’su El Erian (Financial Times’da) ve ekonomist Rubini (CNBC’de) yorumlarında krize, likidite krizi olarak yaklaşmanın, sorunları erteleyerek daha da ağırlaştırmaya devam etmesinden yakınıyorlardı. El Erian, piyasaların, Almanya ve AB Merkez Bankası bilançolarının “kirlenmeye başladığını”düşünmeye başladığına da işaret ediyordu. Bank of America analistleri de, AB’deki krizin 2011’de ABD’ye sıçramasından korkuyorlardı (Le Monde18/12).
Rubini’ye göre kamu açıklarını bir an evvel kapatmak gerekiyor ama, vergileri arttırmak, harcamaları kısmak da bunalıma yol açacaktı. Öyleyse, bir an evvel büyümeyi güçlendirecek (birikimi hızlandıracak-EY) “yapısal önlemler” gerekiyordu. Rubini ile konuşan CNBC yapımcısının “demokrasilerde işin ne kadar zor olduğuna” işaret etmesi de aklıma, nedense, “Bıçak kemiğe dayanınca demokrasi engeli de aşılır” düşüncesini getirdi...

No comments: