Wednesday, December 17, 2008

Berlin, Londra, Atina

Geçen hafta Almanya ile İngiltere arasında yaşanan tartışmalar, yönetenlerin eskisi gibi yönetmekte zorluk çektiklerini bir kez daha gösterirken, hafta boyunca tüm Yunanistan’ı etkisi altına alan, hatta kimi Avrupa kentlerine de sıçrayan eylemler, “yönetilenlerin de duyarlılıklarında bir değişimin başlamış olabileceğini” düşündürüyordu.

‘U’ dönüşü, ‘Almanya sorunu’

Ekonomik krizde, ABD başta olmak üzere, “yönetenler eskisi gibi yönetemedikleri” için, bir “U” dönüşü yaparak, bütçe açığı kaygısını, mali disiplini (neoliberalizmi) rüzgâra savurup bankalarını kurtarmaya, tüketici talebini güçlendirmeye yönelik kamu harcamalarına (maliye politikaları) yöneldiler.

Ancak bu “U” dönüşüne başlayanların, kriz karşısında, eşgüdüm içinde hareket etmekte büyük zorluk çektiklerini görüyoruz. “Küreselleşme” ulus devleti etkisizleştirmediği gibi, ulusal çıkar anlayışını, uluslararası sermayenin ulusal dayanaklarını da ortadan kaldırmamış meğerse...

Bu gerçeği, ulus devleti etkisizleştirmede en ileri gittiği varsayılan Avrupa Birliği’nde görmek çok öğretici. Kriz başladığından bu yana AB liderliği (Almanya, Fransa, İngiltere) ortak bir kriz yönetim modeli, “kurtarma paketi”oluşturmakta zorlanıyor. Geçen hafta üzerinde “anlaşılan” 200 milyar Avro’luk destekleme paketi öncesinde İngiltere-Fransa inisiyatifi, karşısında Almanya’nın direnci, “Almanya sorununun” adeta yeniden gündeme gelmeye başladığını düşündürüyordu.

Alman Maliye Bakanı Steinbrück’ün, İngiliz hükümetinin ekonomi politikalarını eleştirirken, diplomasi kurallarını çiğneyerek sarf ettiği “kaba saba Keynesçilik”, “İşçi Partisi politikalarının iflası” gibi ifadeler, bu direncin en son örneğiydi. Şansölye Merkel ve Maliye Bakanı Steinbrück, yıllardır sıkı bütçe politikasının önemi üzerine söylevlerini dinledikleri, ama şimdi bir “U” dönüşü yapan İngiltere’nin peşine takılmak istemiyor, hem Avro bölgesine yönelik bir mali pakete hem de karbon emisyonunu sınırlayan tedbirlere katılmakta isteksiz davranıyorlardı.

Bu isteksizliğin arkasında, Hıristiyan Demokrat - Sosyal Demokrat koalisyonun üyelerinin yaklaşan seçimlere ilişkin siyasi kaygıları olduğu kadar, Almanya ekonomisinin özgün koşulları da yatıyor. Almanya ekonomisi, The Guardian’ın bir yorumunda özetlendiği gibi, ABD ve İngiltere’den farklı olarak öncelikle, gelirinin yüzde 60’ını ihracattan elde eden güçlü bir sanayi sektörüne dayanıyor. Tüketici, konut kredileri sektöründe sorunlar, neoliberal finansallaşmanın batağındaki ülkelerinki kadar ağır değil, Alman hane halkı tasarruf oranları da görece yüksek. Dahası, Almanya denk bir bütçeye, Çin’den sonra en büyük cari hesap fazlasına sahip...

Bu koşullarda, Almanya’daki egemen sermaye açısından iç talebin teşvikine yönelik bir mali paket en azından şimdilik gerekli değil. Alman yönetimi de, mali kaynakları daha sonra, gerektiğinde, uluslararası rekabet gücü yüksek, istihdama da en büyük katkıyı sağlayan otomotive (her yedi kişiden biri bu sektörde çalışıyor) gibi sektörleri desteklemekte kullanmayı planlıyor.

Alman hükümetinin, İngiltere ve Fransa’yla arasındaki uyumsuzlukta, uluslararası mali ve sanayi rekabetinin de önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Mali rekabet, Londra ve Frankfurt borsaları arasında yaşanıyor. Alman Maliye Bakanı’nın İngiltere’nin ekonomi politikalarına yönelik eleştirileri, sterlinin geleceğine, Londra borsasının çekiciliğine gölge düşürüyor. Avro bölgesine yönelik mali destekteki isteksizliğin ise iki nedeni olabilir. Biri Almanya, herhangi bir paketin yüzde 20’ye yakın yükünü üstleneceğini biliyor. İkincisi, Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin deyimiyle “Fransa çalışırken Almanya’nın düşünmesi” için geçen sürede, diğer ülkelerde iflasların hızlanması, özellikle otomotiv ve iş aletleri sektörlerinde Alman şirketlerine yeni piyasaların, olanakların açılmasını getirebilir. Cuma günü gerçekleştirilen anlaşmaya karşın, Almanya’nın bağımsız davranma eğiliminin giderek artması, Avro bölgesi içinde çelişkilerin daha da büyümesi beklenebilir.

Yeni bir dalga mı?

Sivil polislerin, 6 Aralık günü Atina’nın sol eğilimli, “karşıt kültür” çevrelerinin yoğunlaştığı, yıllardır, sık sık polisle çatışmaların yaşandığı Exarchia mahallesinde 15 yaşında bir genci vurarak öldürmesi Kathimerini’nin bir yorumunda vurguladığı gibi, “hiç de beklenmedik bir şey değildi” (11/12/08). Ama, ardından patlak veren, hızla ülkenin büyük kentlerini saran, önceden planlanmış bir genel grevle de çakışan protesto gösterileri, herkeste şok yarattı. BBC’nin saygın ve soğukkanlı olarak nitelediği gazete Kathimerini’nin cuma günkü yorumunun başlığı da “Yanılsamaların peçesi kalktı” diyordu. Yorumcu, Nikos Konstandars’a göre geçen hafta Yunanistan’ı sarsan ve üniversite işgalleri, sokak çatışmalarıyla ikinci haftasına girmekte olan toplumsal “olayların yarattığı radikalleşmenin sonuçları gelecek on yıl boyunca yaşanacak.” (AthensPlus, 12/12/08)

“Şok”, “yanılsamaların kaybolması”, “radikalleşme” beklentisi (öznelliklerin yeniden şekillenmesi) gibi saptamalar, bize bu çatışmaların bir tarihsel “olay” niteliği taşıdığını söylüyor.

Yıllardır biriken ekonomik toplumsal sorunlarla, meşruiyeti zayıf bir devletin ve ekonomik kriz içinde izlenen neoliberal hükümet politikalarının, Yunan solunun hâlâ kaybolmamış radikal geleneğinin tarihsel zemini üzerinde kesişmesinin, “bir olay alanı” yarattığı söylenebilir. Bundan sonra artık “olayın” doğması için tek eksik, tetikleyici bir rastlantıyı müdahale aracı olarak kullanacak bir “öznedir”. Yunan Anarşist hareketi ve SYRIZA olarak bilinen sol ittifakının harekete geçirdiği “yeni orta sınıfın” (benim “yeni proletarya” olarak nitelediğim kesim) bu tarihsel işlevi başarıyla gerçekleştirerek “olayı” yarattığı görülüyor. “Proletarya”nın geleneksel ve yeni kesimlerinin bir olayın içinde birleşmesine olanak sağlayan Genel Grev ise, tarihin ilginç bir “cilvesi”.

Der Spiegel’den The Guardian’a, Le Monde’dan, Liberation’a, Kathimerini’ye kadar hemen tüm yorumcular, Anarşist grupların olayları başlattığını, eyleme katılan, sokaklardaki kitlenin esas olarak öğrencilerden, lise, üniversite öğretim üyelerinden, “beyaz yakalı”, eğitimli kesimlerden oluştuğunu; gelip geçen halkın, alışveriş yapan kadınların sokaklardakilerle samimi iletişimine ilişkin gözlemleri aktarıyorlardı. Hizmet sektörünün, bilişim endüstrisinin yükselmesiyle başlayan yeni sınıf şekilenmelerinin ayırdında olmayan kimi yorumcularsa, sokaktaki kitlenin belirleyici niteliğini “küçükburjuva” (orta sınıf) olarak saptıyordu. Belli ki Türkiye’de nisan mitinglerine katılan kitlenin sosyal özelliklerine çok benzeyen (geleneksel işçi sınıfının sokak eylemlerine katılımının yoğun olmadığı bildiriliyor) bir kitle vardı sokakta.

Yukarda değindiğim çeşitli yayın organları, bu kesimin sorunlarını, kızgınlığının kaynaklarını aktarırken, sol geleneğin yanı sıra, yönetimin neoliberal politikalarının yıkıcı etkilerinin, kamu arazilerinin yok pahasına, hükümet üyelerini de içeren yolsuzluklar yoluyla müteahhitlere satılmasının, hükümetin kriz vurunca bankalara 28 milyar Avro verirken sosyal hizmetleri kısmasının, eğitimli gençlik içinde yaygın işsizliğin, düşük ücretlerin, geleceğe yönelik umutsuzluğun altını çiziyorlardı.

The Daily Telegraph gibi muhafazakâr basından yorumcular, benzer koşulların İspanya, İtalya gibi ülkelerin yanı sıra, İngiltere ve Fransa için de geçerli olduğunu, ekonomik kriz ilerledikçe bu tip sosyal olayların sıklaşacağını düşünüyorlar. (11/12). Cumartesi günü Le Monde ve The Independent’ın, Pazar günü de The Guardian’ın yorumcuları da aynı fikirdeydi (13/12).

No comments: