Wednesday, April 23, 2008

Turgut Özal'ı Anmak...



Geçen cuma, Turgut Özal 'ın 15. ölüm yıldönümüydü. Meslek hayatlarını, servetlerini ona borçlu olanlar, kendi var oluşlarını bir kez daha savunmak için kaleme sarıldılar. Ben onların yerinde olsam, susmayı tercih ederdim. Çünkü Özal'ın ait olduğu dünya, bugünlerde küresel bir insanlık dramı yaratarak çözülüyor. Türkiye, belki de tarihinin en kritik siyasi, kültürel, ekonomik kriziyle karşı karşıya kaldığı bu noktaya, onun açtığı yoldan geçerek geldi.

Bir semptom olarak Özal
Turgut Özal'ı bize yeniden anımsatanlar, onun vizyon sahibi, devrimci, özgürlükçü Kemal Atatürk 'ten sonra en önemli siyasetçi ve esas olarak iyi bir insan olduğunu söylüyorlar. "Ben zengini severim" sözleriyle demokrasinin en temel ilkesine ters düşen birisinin bu özelliklere sahip olduğuna inanmak çok zor olsa da, Özal'ı "iyi insan" olarak anımsamak isteyenlere bu hakkı tanımak durumundayız.

Ancak, Özal'ın ortaya çıkışına, "reformlarına" bakınca, onun hiçbir "otantik" yanı olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Birincisi Özal'ın gündeme getirdiği program ( "yapısal uyum", piyasa reformları) ona değil, Dünya Bankası- IMF ikilisine aitti. Bu iki kurumun o zaman üstlendiği işleviyse, Reagan - Thatcher önderliğinde başlayan neo-liberal "restorasyon" felaketi bağlamında kolaylıkla açıklayabiliriz.

Bu felaketin arkasındaysa son derecede saçma, ama büyük sermayenin emeğe yönelik saldırısı açısından işlevsel iki kanaat vardı. Birincisi, kapitalizmin en eski, en ilkel iktisatçılarından Say 'ın, tarihin çöplüğünden eşinilerek çıkarılan, "her arz talebini bulur" , "piyasalar kendiliklerinden dengelenir" savı. İkincisi de 1970'lerin şaibeli iktisatçılarından Arthur Laffer' in uydurduğu, "zenginlerin vergi yükünü ne kadar azaltırsanız ekonomi o kadar hızlı büyür, enflasyon o hızla düşer" olarak özetlenebilecek "arz yanlı" ekonomi palavrası.

Özal "otantik" bir birey değil, küresel bir programın Türkiye'deki uygulayıcısı, ülkenin ABD ve AB sermayelerinin kriz yönetim programına uydurulması sürecinin ürünü ve aracıydı. Bu anlamda Özal'ın bir "özne" olduğu bile tartışılır. Dahası, "özneyi" , "otantik" bireyi yok eden medya imajlarıyla gözü kamaşmış, narsisist bireyciliği, "hedonist tüketiciliği" körükleyen kültürü, ülkeye Özal dönemi getirdi.

Özal'ın, bu bir araç , uygulayıcı olma işlevini, toplumda muhalefetin, bir askeri diktatörlük tarafından susturulduğu koşullarda "başardığını" unutarak onu, "devletle sorunlu", demokrat biri olarak sunmaya kalkmak, eğer bir fantezi değilse tam anlamıyla bir sahtekârlıktır . Gerçekte Özal, bu özellikleriyle 1980'lerde başlayan, üstelik de Türkiye'ye özgün olmayan bir "restorasyon" sürecinin ürünü, daha doğrusu, "semptomu" dur.

Restorasyon ve çözülme
Bugün adeta bir toplumsal gelişmeymiş gibi sunulan "restorasyon" , insanın kaderini, piyasanın "gizli eline" , adeta denetleyemediği metafizik güçlere bırakmayı amaçlıyordu. İnsanın "yaşam dünyasını", eşitlik, özgürlük, kardeşlik prensipleri etrafında iyileştirebileceğine, tarihin akışını değiştirecek başlangıçlar tasarlayabileceğine ilişkin "Aydınlanma" geleneğine düşmandı. "Restorasyon" zenginlerin iktidarının doğal yasalara uygun, eşitsizliğin de gerekli olduğuna inanıyordu.

Böylece, "refah devleti" anlayışı terk edildi, emekçilerin ekonomik, siyasi kazanımlarına yönelik bir saldırı başladı. Gelişmekte olan ülkelerde de ulusal kalkınma politikaları terk edildi, emperyalist liberalizmin egemenliği kuruldu. Merkez sermayenin, çevre ülkelerde, sömürge sistemi yıkılırken kaybettiği egemenliği, borç kriziyle oluşan konjonktürde, IMF-Dünya Bankası programlarının, Özal tipi politikacıların eliyle "restore" edildi.

"Restorasyon" , bu yeni düzende "herkesin kazanacağını" iddia etti. Gerçekteyse, geçen hafta ortaya dökülen verilerin de gösterdiği gibi, gelir dağılımındaki bozulma müstehcen bir düzeye ulaşacaktı. Dünya ekonomisini, sermayeye tümüyle açık küresel bir "avlanma alanına" dönüştürme çabaları, neo-liberalizm, insanlığı ülkelerin, bölgelerin, kentlerin içinde ve arasında, ekonomik, etnik, dinsel, ulusal temellerde, sınırlarla, duvarlarla, dikenli tellerle, askerle, polisle, bekçi köpekleriyle bölmeyi hızlandırdı. 1989'da "restorasyon", tarihin sonuna geldiğimizi iddia etti. Ama aradan on yıl bile geçmeden, "tarihin sonunun" bir fantezi olduğu ortaya çıktı.

Neo-liberal ütopya, 1997'de Asya kriziyle sarsıldı. Patlayan borsa köpükleri 2001 başında, kapitalizmin krizinin gerçeğini, aşırı üretim/yetersiz talep sorununun aşılamadığını, bir kez daha gösterdi; 1929 buhranının hayaleti dünya piyasalarında dolaşmaya başladı. Restorasyona karşı toplumsal tepkiler de güçlenerek 1999-2001 arasında dünyanın gündemine oturdu. Kitleler dünyanın başkentlerinde sokaklardaydı.

Küreselleşmenin böldüğü insanlık da etnik, ulusal, dini çelişkilerle birbirine girmeye, ABD'yi ve Avrupa'yı ekonomik ve güvenlik açısından tehdit etmeye başlamıştı. Türkiye'de de Özal "reformlarının" bölüşüm ilişkilerinde yarattığı travma ve tahribat, tarımda yarattığı yıkım, 1990'larda ürünlerini etnik çatışma , siyasal İslamın yükselişi , günlük yaşamı kaosa çeviren hızlı kentleşme gibi olgularıyla vermeye başlamıştı.

Çözülmeye başlayan "restorasyonu", ekonomik düzlemde 2001 resesyonu sırasında başlayan, büyük bir mali genişlemeyle, siyasi düzlemde de ABD'nin, 11 Eylül saldırısının yarattığı şoktan yararlanarak enerji kaynaklarını ele geçirerek, askeri gücünün rakipsizliğini kanıtlayarak, yarı resmi bir imparatorluk oluşturarak kurtarma çabaları, bizi bu günkü konjonktüre getirdi.

'Konjonktür'
Şimdi, bu "restorasyonu" kurtarma çabalarının yarattığı "konjonktürde", Özal'ı üreten dünyanın en temel varsayımı olan "serbest piyasa" tezi, gözlerimizin önünde insanlık açısından büyük bir felaketler zinciri yaratarak çöküyor. Bu felaketlerin sorumlularından biri de Özal'dır.

Serbest piyasaya güven önce enerji piyasalarında sona erdi; "serbest piyasa" yerini hızla askeri, jeopolitik rekabete bırakıyor. Dünya Ticaret Örgütü süreci tıkandı, ikili anlaşmalar artmaya, korumacılık eğilimleri "ekonomik ulusalcılık" güçlenmeye başladı. Mali piyasalarda derinleşen kriz, milyonlarca insanı, tasarruflarını, evlerini, işlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Şimdi de IMF ve Dünya Bankası'nın serbest piyasa reformlarının, gelişmekte olan ülkelerde yerel koşullara uyumlu tarım yapılarını, ihracata yönelik kalkınma fantezileriyle imha etmiş olduğu ortaya çıkıyor. İhracat gelirleri ise dış borç servisine, yerel seçkinlerin lüks tüketimlerinin finansmanına yönlendirilerek talan edilmişti.

Şimdi gıda fiyatlarındaki, hızla küresel bir açlık tehlikesine yol açan artışların arkasındaki etkenlerden biri de, son 25 yılda kredi köpüğünün de desteğiyle baş döndürücü bir hıza ulaşan tüketim hummasıydı. Bir taraftan bu tüketime paralel hızlanan karbondioksit üretimi iklim değişikliği sürecini hızlandırıyor, kuraklık olaylarını arttırıyordu. Diğer taraftan, Çin ve Hindistan'da hızlanan metalaşma ve kentleşme et, süt gibi gıdalara yönelik talebi arttırarak tahıl fiyatları, su stokları üzerinde tarihte görülmemiş ölçüde baskı yaratıyordu.

Enerji fiyatlarındaki artış, mali krizde, spekülatörlerin maniplasyonları, bu baskıyı daha da ağırlaştırdı. Kimi önemli tahıl ihracatçısı ülkelerde devletlerin, siyasal istikrarı koruyabilmek için, ihracat kısıtlamalarına gitmeye başlamaları da piyasa sisteminin iflasının bir başka göstergesiydi.
Özal'ın da parçası olduğu bir "restorasyon" insanlığa pahalıya patladı, büyük acılara mal oldu

No comments: