Monday, April 15, 2024

Beklenen oldu!

 

Beklenen oldu!

 

Devletler arası ilişkilerin doğası gereği İran İsrail’in 1 Nisan saldırısına cevap vermemezlik edemezdi. Elçilik, ülke toprağı sayıldığından, İsrail İran’ı’ kendi toprağında vurmuş oluyordu. Öyleyse, İran’ın cevabı da aynı biçimde olmalıydı. Ancak ortada üç soru vardı. İran hemen mi cevap verecek yoksa zaman yayarak vekillerini mi kullanacak? Cevabın şiddeti durumu kurtaracak, İsrail’in misilleme yapmasına gerek bırakmayacak düzeyde mi kalacak? Yoksa İran bugün kadar görülmemiş şiddette ve etkinlikte bir vuruşla büyük can kaybına yıkıma yol açarak  İsrail’in başlattığı tırmanmaya hızlandıracak mı?

 

İran’ın cevabı hem geniş çaplı hem de İsrail’e fazla zarar vermeyecek biçimde gerçekleşti. İran İsrail misilleme yaparsa daha şiddetlisi gelecek derken cevabını sınırlı tuttuğunu, süreci burada kapatmak istediğini ifade ediyor. İsrail’in saldırıdan 7 Saat sonra hava sahasını tekrar ticari uçuşlara açmış olması da benzer yönde yorumlanabilir.  Biden’in G7’yi “diplomatik” tutum belirlemek için toplama çağrısı ABD’nin de bir tırmanmadan yana olmadığına işaret ediyor. 

Tüm bu gelişmelerin bir boyutu daha var: İran saldırısı karşısında İsrail’i korumak için ABD, Avrupa ülkelerinin yanı sıra Sunni-Arap ülkelerinin teknolojik kapasitelerinin de devreye girdiği aktarılıyor. Eğer bu sonuncu istihbarat doğruysa, Gazze soykırımına, yıkıma karşın İbrahim anlaşmasının hala ayakta olduğu, Sunni Arap rejimlerinin gözünde Filistin halkının pek bir değeri de olmadığı anlaşılıyor.

 

Diğer taraftan İsrail’in hava savunma kalkanı kendini kanıtlıyordu, kimi uğursuz ittifaklar ayaktaydı ama, Haaretz’de bir yazarın vurguladığı gibi bir tabu da kırılmış oluyordu: Otuz üç yıl sonra ilk kez bir ülke İsrail’i doğrudan hedef aldı!

 

Bunlar aktörlerin özgün niyetlerini göz önüne almayan soğuk kanlı gözlemler. Ancak bir adım geri çekilip bakınca resim biraz daha karmaşıklaşıyor: 7 Ekim’e kadar geri gidersek, Hamas’ın, bu kadar kanlı ve maksadını çok aşan saldırıyı, ya da vahim hesap hatasını (ki bu uzak bir olasılıktır) Gazze’de gittikçe aşınmakta olan iktidarını Gazze halkının canı pahasına canlandırmak, İsrail ile Körfez ülkeleri arasına başlamış yakınlaşmayı bir bölgesel savaşı tetikleme pahasına sabote etmek için düzenlemiş olduğunu görebiliyoruz.  

 

Netanyahu’nun ise tek amacı vardı: İktidarda kalıp hapse düşmekten kurtulmak. Bu amaçla Ben Gvir-Smotrich faşitlerine yönetimi teslim ettti, onları Gazze ve Batı yakasında etnik temizlik ve soykırım politikasını kabullendi. Böylece İsrail’in dünyadaki yumuşak gücünü tamamen yok etti, uzun dönemli güvenliğini, hatta bekasını bütünüyle tehlikeye attı. Netanyahu, devam edebilmek için savaşı tırmandırmak istiyordu ama Hizbullah ve diğer İran vekilleri saldırılarını düşük düzeyde tutuyor tırmanmaya fırsat vermiyorlardı. Bu koşullarda, çatışmaları ABD’yi bölgede doğrudan taraf olacak biçimde içine çekecek, İsrail’in Batı kamuoyunda yalnızlaşması sürecini tersine çevirecek yönde tırmandırmak gerekiyordu. Netanyahu bu amacına İran’ı doğrudan savaşa girmeye zorlayarak ulaşabileceğini düşünüyordu. 

 

Bunları göz ünün alarak bakınca, eğer ABD’nin İsrail üzerindeki basıncı, İran’a yönelik tehditleri etkili olmaza, ki olmayabileceğini düşünmek için çok neden var. 

 

Şimdi Netanyahu rejiminin İran’a daha sert bir cevap vererek savaşı daha da tırmandırma olasılığı yüksek. İlk anda gelen haberler, İran’ın İsrail’e yönelik saldırısının İran ekonomisini vurmuş, halkta temel gıda maddelerine doğru stoklama paniği yaratmış olduğu anlaşılıyor. Ben Batı Yakasına ve Rafah’a girmek için çırpınan Gvir ve Smotrich faşistlerinin Netanyahu üzerindeki basıncı da göz ününe alınca, çatışmaların karşılıklı vuruşlarla devam ederek yayılma olasılığı hiç de zayıf değil!

 

 

 

‘Eksikliği’ arzulamanın absürtlüğü ya da 2024’ten 1921’e

Muhalefet bayram ziyaretlerini tamamlayıp dört yıllık hesaplara dalarken siyasal İslamın “yeni anayasa” arzusu gündeme oturmaya başladı. Siyasal İslamın partisi AKP’nin önde gelenlerinden TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş“Şimdi tekrar, aynen 1921 Anayasası’nda olduğu gibi Türkiye’nin katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır”dedi.

Siyasal İslamın entelijansiyasının malum sorunu yine nüksetti. “Gerçeklikle”, gerçekliğin anlıklarında, ideolojinin, filtresinden geçerek oluşan resmi arasında derin bir uyumsuzluk söz oluştu. Yine düşündükleri şeyin “gerçek” olduğuna inanmaya başlıyorlar. Yine ülke “Bir deli kuyuya bir taş atmış, on akıllı akıllı çıkaramamış” durumuna doğru sürüklenmeye başladı.

ANAYASA VE TARİH

“Anayasa”lar iki anlamda tarihseldirler! “Anayasa” tarihsel olarak kapitalizmle, feodal egemenin (adamın, hanedanın) egemenliğini sınırlama arzusu ile bireysel ve ekonomik özgürlükleri genişletmekle ilgilidir. İkincisi, bir anayasa o toplumun, belli bir tarihsel “durumundaki”sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, sosyoekonomik“bütünlüğündeki” gerginlikleri, kapitalizminin gelişmişlik ve başka üretim tarzlarıyla “eklemlenmişlik” düzeyini, hatta kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu yansıtır.

(...)


‘BUNU İSTİYORSUN, ASLINDA NE İSTİYORSUN?’

Psikanalistin, analiz edileni dinlerken aklında hep şu soru vardır: “Bunu diyorsun ama aslında ne diyorsun?” Analiz edilen de bu sorunun cevabını bilemiyorsa, analist o cevabı bulmasına yardımcı olmaya çalışacaktır.

1921 Anayasası’na dönmeyi arzulayan siyasal İslamın entelijansiyasına “Sen bunu arzuluyorsun ama aslında ne arzuluyorsun” sorusuyla yaklaştığımızda, onun, aslında 1921 Anayasası’nı, içerdiklerinden değil, içermediği şeylerden, onu izleyen anayasalarla kıyaslandığında “eksikliklerinden” dolayı arzuladıklarını görüyoruz.

(...)

TEHLİKE ÇOK BÜYÜK!

yazının tamamı nı okumak için tıklayınız

Thursday, April 11, 2024

AKP’de travma...

 


Yerel seçimlerin sonuçları, siyasal İslamın entelijansiyasını sarstı, bir “travma” yarattı.

Travma” diyorum çünkü sonuçları açıklayamıyorlar, daha tehlikelisi kabullenemiyorlar. Paranoya ve histeri el ele...

Siyasal İslamın entelijansiyasının kültürünün tarihsel derinliğinden hiç kuşku duymadım. Yeri geldiğinde, “yararlı salakların” (“A takımı” filan...) yönlendirme heveslerinin küstahlığa varan bir cehalet olduğunu da vurguladım. Ancak o entelijansiyanın onulmaz bir zaafı vardı: Toplumsal gerçeklik, anlıklarında kurguladıkları sanal gerçeklik içindeki beklentilere uymadığında, oluşan “çatlakları” türlü fantezilerle kapatmaya çalışıyorlardı. 31 Mart seçimlerinin ertesinde yine öyle bir momentteyiz.  

(...)

Oluşan, “çatlakları” fantezilerle yamama çabasının son örneğini siyasal İslamın önde gelen yazarlarından birinin “Mücahit olarak yola çıktık. Sonra sırasıyla evvela müteahhit..., ardından da her şeye müsait...” yakınmasında görebiliyoruz. Yazar devam ediyor, “Sistemi dönüştürmek değil, yıkmamız gerekiyordu. Putları değiştirmek değil, yıkmaya soyunmalıydık. Müslümanlar, ekonomiye yön vermeyi, ekonomiyi büyütmeyi hedefleri haline getirdikleri zaman, asla sistemi dönüştüremezler, sistem tarafından dönüştürülürler”. Kısacası: Kapitalizm bizi dönüştürdü, kendine benzetti, onun, ekonomik, kültürel siyasi dinamiklerine tabi olduk. 

(...)

Belli ki yazar anlığındaki resmin içinde açılan “çatlakların” farkında, doğru bir saptama yapıyor (Kapitalizmin dünyasıyla uyuşamazdık önce yıkmalıydık!) ama imkânsız bir yöne doğru. Ve hemen fanteziler üretmeye başlıyor.

Birinci fantezi: Nerede, hangi dünyanın içinde “yola” çıktınız? Kapitalizmle, onun dışından gelerek mi karşılaştınız? Siz kapitalizmle, 19. yüzyılın sonundan bu yana gittikçe artan bir yakınlığın ürünü olarak şekillendiniz. 21. yüzyılda, kapitalizmle, ekonomik kriz içinde egemen sermayenin tercihlerinden biriolarak karşılaştınız.  

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, April 08, 2024

Odadaki filler

 


Bir haftadır, “Peki şimdi ne oldu-ne olacak?” türünden tartışmaların yapıldığı “odanın” ortasındaki, üçü yetişkin, bir de yeni büyümeye başlayan dört “fil” var. Bu “fillerin” varlığını yadsıyarak o sorulara doğru cevaplar bulunamaz. “Süreç olarak faşizm” durdurulamaz.

Birinci “fil”siyasal İslam: Sİ aslında bir toplumsal hareket (çok parçalı yapısı bu gerçeği değiştirmez) , 20+yıldır, “bağımlı kapitalist” bir ekonomik/siyasi zemin üzerinde devleti, ekonomiyi, toplumu dönüştürerek kendi siyasi ideolojik egemenliğini inşa ediyor. Bu dönüşümün, özellikle son genel seçimlerden sonra hızlanan sonuçları, dikkate almadan ilerlenemez. Örneğin, “adam”giderse “hareket” ve “dönüşümler” eriyip gider beklentisi, onu orada tutan güç ilişkilerini, toplumsal “artık-değeri” edinen ve bölüştüren, yaygın ve derin “sosyal/ kültürel sermaye” dinamiklerini görmezden geliyor. Bu dinamikler bir “adamın” gitmesiyle sönümlenmez.

Neoliberalizm: Siyasal İslamın kökleri 1970’lere, Soğuk Savaş ilişkilerine, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarındaki iktidar savaşlarına kadar gider ama devleti ele geçirmesi, neoliberalizmle yapılandırılarak uluslararası sermayenin kullanımına tamamen açılmış, “bağımlı” Türkiye kapitalizminin içinde gerçekleşmiştir.

(...)

Odadaki 3. “fil” devlettir. Siyasal İslam 2002’den bu yana devleti, moleküler(kadro, teknoloji, ideoloji, finans...) düzeyde ve kimi zaman cepheden ataklarla (anayasa, başkanlık sistemine geçiş, 15 Temmuz sonrasındaki büyük “temizlik”) yeniden şekillendiriyor.

(...)

Bu üç “fil”, rejimin tepesindeki “sıkışma”, ekonomide çözümsüzlük, devletin aldığı özgün biçim“bağımlı” Türkiye kapitalizminin uluslararası sermaye açısından kullanılamaz duruma geldiğini gösteriyor.

Bu da bizi yeni büyümeye başlayan “fil”e getiriyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, April 04, 2024

CHP umudu canlandırdı

 


CHP’nin yerel seçimlerde “yüzde 25’lik tavanı tuzla buz” ederek birinci parti konumuna yükselmesi “süreç olarak faşizmi” durdurma umudunu canlandırdı.

MOMENTUM ÇOK ÖNEMLİ

CHP’nin, canlandırdığı umudu yaşatması, daha da güçlendirmesi gerekiyor. Mao’nun deyimiyle: Devrimci süreç “bisiklet gibidir durursak düşeriz!”

Durmadan devam edebilmek için, ...

(...)


'KALKAN' KIRILDI

AKP bugüne kadar her seçime hile hurda karıştırdı. Çünkü siyasal İslam toplumda azınlığı temsil ediyor. Bu nedenle, AKP kendi projesini, değerlerini topluma dayatırken tepkiler karşısında hep “milli değerlerimiz” kalkanının arkasına sığındı. Ne yazık ki CHP de mart yerel seçimlerine kadar bu oyuna ortak oldu.

Şimdi AKP ikinci parti konumuna düştü; bu kez seçim sonuçlarıyla oynamaya çalışıyor. Ancak AKP’nin toplumsal desteğinin gerçek çapı açığa çıktı, o “kalkan” kırıldı.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, April 01, 2024

Ertesi gün...

 

Siyasi analistler, gözlemciler, bir taraftan bu yerel seçimlerin özellikle üç büyük kentteki olası sonuçlarının ne kadar önemli olduğunu vurguluyorlardı; diğer taraftan da partilerin seçim kampanyaları boyunca seçmenin yorgun, siyasete ilginin zayıf olduğunu söylüyorlardı.

İLGİNÇ BİR PARADOKS

Seçimler tüm Türkiye’de yapılıyordu ama ekonomik, kültürel, siyasi sonuçlarının olası etkileri açısından İstanbul, Ankara, İzmir seçimlerinin sonuçları, ülkede iktidarın ve muhalefetin geleceği üzerinde belirleyici olacaktı.

 (...)

Bu “durum” içinde oluşan “seçimler çok önemli ama seçmen ilgisiz!” gibi bir paradoksu ideolojik ve pratik iki etken arasındaki diyalektik ilişki üretiyordu.

(...)

Bu ideolojik ve pratik etkenler hem birbirlerini hem “süreç olarak faşizmin” gelişmesine uygun koşulları besliyorlardı. Diğer taraftan, bu ideolojik-pratik diyalektiği, karşımıza siyasal İslamın kültürel hegemonyasının hem bir sonucu hem de onu yeniden üreten koşullar olarak çıkıyor.

ERTESİ GÜN

Ekonomistlere göre seçimlerden sonra ülkeyi çok derin bir ekonomik kriz bekliyor. Bu öngörü gerçekleşir, çare olarak önerdikleri önlemler alınır hele ekonomiyi bir “IMF paketi” yönetmeye başlarsa krizin tüm yükü zaten ezilmekte olan alt ve orta sınıfların sırtına yüklenecek, rejime olan güvensizlik öfkeye dönüşmeye başlayacaktır.

(...)


Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, March 28, 2024

Yerel seçimler üzerine notlar

 


Önümüzdeki yerel seçimler, tarihsel olarak (süreç olarak faşizm içinde) genel siyasi sonuçları açısından çok önemli bir konuma yükseldi. “Kimler kazanacak” sorusundan çok “Kimler kaybedecek” sorusu önem kazandı. Bu seçimlerin, Türkiye nüfusunun yüzde 30’dan fazlasını barındıran, Türkiye’nin toplam hasılasının yarısına yakınını üreten İstanbul (yüzde 30.4), Ankara (yüzde 9.2) ve İzmir (yüzde 6.4) kentlerindeki sonuçları hem iktidarın ve rejimin hem de muhalefetin geleceğini belirleyecek.

ÜÇ BÜYÜK KENT

Laik Cumhuriyetin yaşayabilmesi, demokratik bir olasılığın yeşerebilmesi için o üç büyük kentte AKP adaylarının kaybetmesi gerekiyor.

(...)

Eğer rejim bu yerel seçimlerde o üç kentin, hatta yalnızca İstanbul’un yerel yönetimini ele geçirebilirse ülke siyasetini yeniden şekillendirme “sürecinde” planladığı, Erdoğan’ın hayat boyu başkan kalmasına, siyasal İslamın etkisinin topluma (eğitim sistemine, sokaklara) ve devlete daha fazla nüfuz etmesine, yayılmasına olanak verecek bir “yeni anayasa”, bunlar için gereken erken seçimler, referandum gibi adımları kendi gücüne, muhalefetin iktidarsızlığına güveni daha da artmış olarak gündeme getirecektir. Kısacası yalnızca yerel yönetimler değil ülkenin “genel yönetimi” de sandıkta oylanacak!

Muhalefetin bu durumun bilincinde olarak bir birlik ya da en azından eşgüdüm içinde davranması beklenirdi, birbiriyle yarışması değil.

MUHALEFET ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Bir süredir CHP, bir “değişim” yaşadığını iddia ediyordu.

(...)

Bir kez daha vurgulayalım, AKP tabanından oy alma çabası, bununla beraber gelen söylem ve kavramlar, siyasal İslamın gittikçe artan propaganda olanaklarının (özellikle TV dizileri) etkileri, cumhuriyetçi, seküler, laiklik yanlısı modern seçmenin yalnızca moralini bozmakla, özgüvenini zayıflatmakla kalmıyor, direnme kararlılığını, enerjisini de törpülüyor, siyasal İslamın dayattığı “değişimi” kerhen de olsa kabullenmesini kolaylaştırıyor.

(...)

Solun seçim kampanyası boyunca hareket kabiliyetini görece artırmış görünmesi de kimseyi yanıltmamalıdır.

(...)

“Kimler kazanacak” sorusundan çok “Kimler kaybedecek” sorusu önem kazandı.  


Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, March 25, 2024

Neoliberal ayetullahların kafası karıştı...

 


Bu ayetullahların itikadının temelinde “rasyonel beklentiler” dogması yatar. Bu dogmaya göre insan ekonomik çıkarlarını bilir, onlarla uyumlu rasyonel tercihler yapar.

Bill Clinton başkanlık seçimlerine giderken ünlü olmuş bir söz vardı “It’s economy stupid” (“ekonomidir, ekonomi aptal”... dış politika ya da başka bir şey değil gibi... ). O dogmaya göre seçimleri, ekonomi iyiyse iktidardaki kazanır, kötüyse muhalefetteki... Seçim kampanyasında olumlu ekonomik beklentiler yaratmak çok önemlidir.

Bu ayetullahlar, 2008 finansal krizinin ertesinde “gerçek hayatın”, o zaman FED başkanı Greenspan’ın değimiyle “kafalarındaki ideolojiye (dogmalaraEY) uymadığını fark ettiler.” Bu “uyanış” kısa sürdü, dogma yeniden egemen oldu.

‘Ekonomi değil, aptal!’

Şimdi ABD’de yaşanmakta olanlar karşısında ayetullahların kafası yine karışmış: “Seçmen neden ekonomideki iyileşmeyi görmüyor, rasyonel davranmıyor?”tartışması, New York Times, Financial Times, CNN gibi yayınlarda canlandı.

(...)

‘Ekonomi değilse ne?’

(...)

Karşımızda ilginç bir simetri var: ABD’de ekonomi olumlu sinyaller verirken Biden’ı suçlamaya devam eden, Türkiye’de derin ekonomik krize karşın, bu ekonomiyi bu hale getiren yönetimi desteklemeye devam eden seçmen kesimleri birbirine çok benziyor: ABD’de ve Türkiye’de bu tür seçmenin büyük bir kısmı dini “hakikat rejimi” içinde düşünüyor, yaşıyor.

(...)

Hem rejime hem de neoliberal awyetullahlara karşı, “ya bize dinsiz derlerse”“ya bize illiberal/devletçi/ popülist filan derlerse” korkusuyla, dinci “hakikat rejimine”, liberalizme karşı kültürel mücadeleden kaçtıkça bu durumun içinden çıkılamaz. 


Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, March 21, 2024

‘Süreç olarak faşizm’den son görüntüler

 

Önceki yazılarımda aşırı sağın (faşizmin) Avrupa’da güçlenmekte olduğunu vurguladım. Avrupa’da tarihsel olarak sömürgeciliğin, modern emperyalizmin merkez ülkeleri, Almanya, Fransa ve İngiltere’deki kimi güncel olaylara bakmak süreci/tehlikeyi daha iyi kavramaya yardımcı olabilir.

‘Zionism Über Alles’

Dissent dergisinde, Hans Kundani (15/03) Hamas’ın 7 Ekim saldırısına, İsrail Gazze’de soykırım ve yıkım ile tepki vermesi üzerine başlayan tartışmalarda Almanya’da oluşan iklimi analiz eden yazısında, Almanya’nın büyük uluslararası medya grubu Axel Sprinef SE’nin CEO’su Mathias Döpfner’in bir toplantıda konuşmasını “Zionism Über Alles” diyerek bitirdiğini aktarıyor. “Deutschland über Alles” ünlü bir Nazi dönemi şarkısıdır. Kundani, “Anlaşılan, Alman müesses nizamı, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediğine ilişkin inancını, ‘Sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklemiştir’ ile değiştirmiştir” diyordu.

Anlaşılan Almanya tarihindeki soykırım lekesini İsrail’i kayıtsız şartsız destekleyerek yıkamaya çalışırken bir başka soykırımı destekliyor; hatta İsrail’in Filistin halkını hedef alan politikalarını karşı çıkanları, kimi solcu Yahudi entelektüelleri bile antisemitizmle suçlayarak susturmaya çalışıyor. Bu sırada faşist AfD, İsrail’i destekleyen gösterilere katılarak “Korkmayın biz sizi koruruz”diyormuş.

(...)

Fransa’da histeri krizleri

Başkan Macron’un, Paris Olimpiyatlarının açılışını ünlü şarkıcı Aya Nakamura’ya yaptırma niyeti Fransız sağında adeta bir histeri krizi yarattı. Nakamura dünyada en çok dinlenen Fransız sanatçısı, 2023’te ülkenin en çok satan 20 albümü arasında yer alan tek kadın. 2018’de çıkardığı Djadja YouTube’da neredeyse 1 milyar dinlemeye ulaşmış, 2021’de ikinci albümü Spotify’da 1 milyar dinlemeyi aşmış. Geçen yıl Paris’teki efsanevi Bercy Arena’da iki konser vereceğini duyurduğunda, biletler 15 dakika içinde tükenmiş. Ama Fransız müzik endüstrisi Nakmura’ya bugüne kadar tek bir ödül vermedi.

(...)

Aşırılar, ırkçılar ve bağışlar

İngiltere’de de Muhafazakâr Parti hükümeti histeri krizleri geçiriyor. 

(...)

Tamamını okumak için tıklayınız

Monday, March 18, 2024

Direniş neden etkili olamıyor?


Avrupa’da “süreç olarak faşizmin” ilerleyişini tartıştığım yazımdan sonra, sosyal medyada sordum: “Sol neden ‘süreç olarak faşizme’ karşı engelleyici bir direnç sergileyemiyor?” Sosyal medyada ve “e-mail” ile gelen cevaplar, solun bölünmüşlüğüne, kimlik siyasetinin parçalayan, işçi sınıfının enerjisini canlandırmayı zorlaştıran etkisini vurguluyorlardı. Bu cevaplar yanlış değildi ama bence önemli bir etken gözden kaçıyordu: “Bugün” (son 25 yıl) solun karşısında, dün (1990’lara kadar) olandan farklı bir kitle (mavi/beyaz yakalı işçi ya da işsiz, potansiyel işçi/ öğrenci gençlik) var. Bu nedenle dün belli bir başarı (kitle desteği) getirmiş söylem, çalışma tarzı, örgütlenme biçimleri “bugün”etkili olamıyor. Solun “Arap isyanları”“Gezi olayı” sırasında yaşadığı deneyimler bu gerçeği bilinçlere çıkarmalıydı...

Dün dünle gitti... 

Yukarıda değindiğim “fark” bir seri tarihsel değişimin ürünüdür: Son 30 yılda kapitalizmin ekonomi yönetim modeli değişti, neoliberalizm egemen oldu. Bir tür sosyalizm olarak kabul edilen model çöktü. “Lider teknoloji” değişmeye başladı.

(...)

Bir psikolog dostum (Prof. V) 2000’li yılların başında bana “Karşımıza yeni bir genç kuşak geliyor ne dertlerini tam olarak anlayabiliyoruz ne de nasıl ilgileneceğimizi bilebiliyoruz” demişti; hem tıbbi açıdan hem de olası siyasi sonuçları açısından çok kaygılıydı. Sol hareket, bu yeni kuşağın özelliklerini ne zamanında kavrayabildi ne de bu gelişmeye hazırlanabildi.

Tamamını okumak içn tıklayınız 

Thursday, March 14, 2024

Avrupa’da faşizm moda mı oldu?

 


Geçen perşembe yazımda, Portekiz’de “Yeter” (Chega) aldı faşist partiyi tartışmayı 10 Şubat seçimleri ertesine bırakmıştım. “Yeter”in bu seçimlerdeki performansı Avrupa’da faşizmin gençler arasında moda olmaya başladığını düşündürüyor.

‘Yeter’ siyasetin merkezinde

Portekiz’de 10 Şubat genel seçimlerinin gerçek kazananı, 18-34 arasındaki seçmenden en çok oyu alan, “Yeter” partisidir demek yanlış olmaz.

“Yeter” 2018’de kuruldu, 2019 seçimlerinde yüzde 1.6 oy alarak 230 üyeli meclise bir temsilci soktu. “Yeter” oy oranını 2022’de yüzde 7’ye, 2024’te de yüzde 18.6’ya meclisteki iskemle sayısını 12’den 48’e yükseltti. Buna karşılık hükümetteki Sosyalist Parti’nin (SP) oyları yüzde 41’den yüzde 28.66’ya iskemle sayısı 120’den 77’ye geriledi. Sosyal Demokratlar (SDP) (merkez sağ), 2022-2024 seçimlerinde oy oranlarını, iskemle sayılarını yüzde 27.66’dan yüzde 29.49’a ve 72’den 79’a çıkartarak birinci parti oldular. Sol blok ve Komünist Partisi, Yeşiller gerilemeye devam ettiler. SB’nin meclisteki iskemle sayısı 2019’da 19’dan, 2022’de 5’e ve 2024’te de 4’e geriledi. Komünist-Yeşiller toplam oy oranı 2022’de yüzde 4.39’dan, 2024’te yüzde 3.3’e ve 6 iskemleden 4 iskemleye düştü.

Şimdi ne SP ne SDP tek başlarına hükümet kurabiliyor. Portekiz’de siyasetin merkezine, beş yılda oy oranını yüzde 1’den yüzde 18’e ve iskemle sayısını 1’den 48’e çıkarmayı başaran “Yeter” yerleşti diyebiliriz.

Faşizm gençleri kendine çekiyor

(...)

Washington Post’un tüm Avrupa’yı kapsayan bir araştırmasında yazar “Yeter” için, “aşırı sağcı olmayı (siz faşist olarak okuyabilirsiniz) gençler için yeniden ‘cool’ yapmayı başaran partilerden biri” diyordu.

Washington Post bir “genç depremi Avrupa’yı sarsıyor” derken Hollanda, Danimarka, Avusturya, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya örneklerinde “aşırı sağ” (faşist-EY) partilerin gençleri gittikçe artan oranda kendilerine çekme sürecine işaret ediyor gençlerin geleneksel sağ ve sol partileri sıkıcı, cansız yapılar olarak gördüğüne dikkat çekiyordu. Bu noktada insan ister istemez Wilhelm Reich’in Faşizmin kitle ruhu anlayışı başlıklı yapıtını anımsıyor:

(...)

 Reich, sosyal demokratların, komünistlerin, ciddi asık suratlı, bolca orta yaşlı erkekten oluşan ortamlarının aksine Nazilerin kızlı erkekli gençleri, piknik, kamp, spor yarışmaları, konser vb. gibi etkinliklerle canlı, eğlenceli, cinsel olarak daha serbest bir ortam sunarak partiye çektiğine işaret ediyordu. Bugün de bunlara ek olarak sosyal medya, TikTok gibi araçlar var. “Yeter”in lideri André Ventura, TikTok’ta Brezilya müziği ile “lambada”yapabiliyor. Portekiz’in en etkili ultra muhafazakâr (faşist) kadın “influencer”ı, meclis üyesi Matias, Ventura’yı yanına alıp çektiği bir video klibini Instagram’a koyunca 10 milyonluk ülkede 3.6 milyon izleyici çekmiş.

Açık ki sol-sosyalist hareket bu gelişmelere uygun bir çalışma tarzını yalnızca Portekiz’de değil hemen hiçbir yerde (henüz) inşa edemiyor. “Henüz” parantez içinde çünkü 18-34 yaş grubunu faşist, dinci hareketlere bir kez kaptırınca en azından bir “kuşak” dolayısıyla, toplumun önündeki 20-25 yıllık bir dönem kayboluyor.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, March 11, 2024

Sonuç artık belli oldu (mu?)

 


Çoğunluğu Cumhuriyetçi Parti yanlısı hâkimlerden oluşan yüksek mahkeme son iki hafta içinde aldığı iki önemli kararla Trump’ın önünü açtı. Trump, “Süper Salı” önseçimlerinde 15 eyaletten 14’ünü kazandı; tek rakibi Nikki Haley yarıştan çekildi. New York Times’da deneyimli araştırmacı yazar Thomas B. Edsall (83) bu gelişmeler üzerine, konuştuğu siyaset bilimcilerinden, kamuoyu yoklaması uzmanlarından, her iki partiden kampanya stratejistlerindendinlediklerinden hareketle, “Bunlar -son gelişmeler. EY- sonuç artık belli oldu anlamına gelebilir” diyordu. Dahası, tüm büyük kamuoyu yoklamalarında Trump çok az farkla da olsa önde gidiyor. Ancak başka gelişmeler de var.

(...)

PEKİ YA UMUT?

Umut yok değil! Tarafsız seçmenin bilgilendirilmesi, Trump’ın artık iyice bozulmaya başlayan akli dengesinin, MAGA (Trumpçı akım) taraftarlarının şiddet ve komplo teorisi saplantılarının teşhir edilmesi, kadınların haklarının kararlı biçimde savunulması, siyahların, Latino nüfusun salt dini duyarlılıklarından dolayı Trump’a kaymasının önlenmesi, 2020’de Biden’ı başkanlığa taşıyan koalisyonun korunması büyük önem taşıyor. 

Üstelik bu konularda Demokrat Parti yalnız değil. Bir Wall Street Journal araştırmasına göre... 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, March 07, 2024

Konumuz parçalanma (3)

 


Avrupa’da vatandaşların, merkez sağ veya sol, ana akım partilerine güveni hızla eriyor; seçmen, liberal demokrat söylem içinde tanımlaması zor yeni siyasi akımlara, partilere yöneliyor. Bu gelişmeler II. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş siyasi düzenin parçalanmakta olduğunu gösteriyor.

Almanya’da Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW), İngiltere’de George Galloway’in Britanya İşçi Partisi (BİP), Portekiz’de Andre Ventura’nın Yeter Partisi, bu “sağ mı sol mu” belirsiz yeni oluşumların iyi örnekleri. (...)

‘İKİ TAKTİK’

Galloway (69) siyasi yaşamına İşçi Partisi’nde başladı, Gerry Adams gibi Sinn Fein/IRA liderleriyle kol kola yürüdü. Irak savaşına, Tony Blair’in dış politikasına karşı çıktı, “Savaşı Durdurun” hareketinin liderliğindeydi, partiden atıldı. 2005 yılında ABD parlamento komisyonundaki, ABD’yi suçlayan “efsane”konuşmasıyla (YouTube’da var) senatörleri şoke etti. Galloway, Londra Bethnal Green’den (2005-2010), Batı Bradford’dan (2012-2015) bağımsız milletvekili oldu. 1 Mart 2024 Rochdale seçimlerinden yeniden meclise döndü. Galloway’in siyasi yaşamı esas olarak emperyalizme karşı mücadele içinde şekillendi; Filistin davasını destekledi, İslamofobiye karşı mücadele etti. Şimdilerde de Ukrayna savaşında NATO’ya, Batı’nın tavrına karşı.

(...)

‘SOL MUHAFAZAKÂRLIK’

BSW lideri, Wagenknecht’in (55), ekonomi doktorası var, Oskar Lafontaine ile evli. Wagenknecht Sol Parti’nin eşbaşkanıyken 9 milletvekiliyle birlikte partiden ayrıldı, 23 Ekim’de BSW’yi açıkladı, hareketin partisi 27 Ocak’ta kongresinde Avrupa Parlamento seçimlerine yönelik 20 sayfalık bir manifesto yayımladı. (...)

BSW için “sol muhafazakâr” tanımlaması da kullanılıyor.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Monday, March 04, 2024

Konumuz parçalanma–2

 Son yıllarda silahlı çatışmaların, savaşların sayısında belirgin bir artış gözleniyor. Bu konuda gözlemler, araştırmalar yorumlar da çoğalıyor.

HEGEMONYA PARADOKSU

(...)

Gerçekten de kapitalist devletler “dünyası” egemenlik ve bağımlılık ilişkileri dünyasıdır. Bu “dünyada” hegemonya “düzenin” güvencesidir. Hegemonya, dünya ekonomisinin kurallarını belirler, dayatır, büyük savaşları engeller, küçük savaşları düzenler, etkilerini sınırlar. Ancak kapitalizmin kaotik dünyasında “eşitsiz ve birleşik gelişme yasası”işlemeye devam eder. Zamanla, hegemonya merkezine rakip yeni ekonomik, siyasi askeri merkezler yükselmeye başlar. Yükselen güçler verili kuralları kendi çıkarları doğrultusunda değişmeye zorlar, “orta büyüklükte güçler” manevra alanlarını genişletir. Bu sürece paralel, ülkelerin içinde servet ve güç dağılımı da değişmeye başlarken sınıf çelişkileri sertleşir, egemen ideoloji verimliliğini kaybeder, kurulu düzeni sürdürmek zorlaşır. Bugün böyle bir dönemdeyiz ama ilk kez değil: 1914-39 dönemine bakmak yeter.

DÜZEN DAĞILIRKEN

Uppsala Conlict Data Program (Çatışma Verileri Programı-UÇVP) ve Peace Research Institute UÇVP’nin bulgularından derlenmiş bir grafik (Vox.com) “savaş” tanımına giren çatışmaların sayısının 2010’da 80+ düzeyinden 2023’da 180+ düzeyine çıktığını gösteriyor. UÇVP’nin hesaplamalarına göre bu tür çatışmalarda ölenlerin sayısı 2012’de 40 bin dolayında iken yaklaşık altı kat artarak 2022’de 283 binin üstüne çıkmış. Geçen hafta New York Times’da yayımlanan “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor olabilir” başlıklı bir yorum Londra’daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS), aralık ayı başında yayımlanan prestijli raporu Silahlı Çatışma Araştırması’na göre 2023 yılında dünya çapında çatışma sayısının 183 ile son 30 yılın en yüksek düzeyine ulaştığını aktarıyordu.

(...)

Evet, “Dünya çok daha kanlı bir döneme giriyor”.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız



Thursday, February 29, 2024

Konumuz parçalanma

 


Uzun yıllar, ekonomik-mali-teknolojik küresel bütünleşme sürecini konuştuk. 2008 finansal krizi, “deglobalization” (küreselleşmeden geriye dönüş) başladı savları, Çin’in yükselişi, pandeminin tedarik zincirleri üzerindeki etkileri bile “küreselleşmekte olan dünya” söyleminin etkisini kıramamıştı. Ancak son ekonomik, jeopolitik gelişmelerin etkisiyle bir“parçalanma” algısı ve söylemi iki yıldır giderek yerleşiyor. Bu “parçalanma” algısını, tarihsel bir hafızayla birleştirince korkutucu bir resim şekillenmeye başlıyor.

DAVOS - IMF - MÜNIH

Dünya Ekonomik Forumu yılın ilk zirve toplantısından sonra yayımladığı risk raporunda, dünya ekonomisinin pandemi, resesyon gibi riskler karşısında görece dayanıklı çıktığını vurguluyor; ancak genel olarak“sistemin” zayıflamakta olduğuna dikkat çekiyordu.  

(...)

Yılın ikinci önemli zirvesi, Münih Güvenlik Konferansı’ndan yaklaşık 10 gün önce, IMF Genel Müdür Birinci Vekili Gita Gopinah, Foreign Policy’de yayımlanan bir denemesinde, “Bir dönüm noktasındayız. Pek çok ülke ‘friendshoring’ (dost ülkelerin ekonomilerine yönelmek-E.Y.), ‘riski azaltma’, ‘kendine yetmek’ adına engeller koydukça (küresel) ticaret parçalanıyor” diyordu.

(...)

15-18 Şubat arasından toplanan Münih Güvenlik Konferansı’nda küresel jeopolitik, yine Batı’nın bakış açısından tartışıldı. The Guardian’ın Avrupa muhabiri, Istituto Affari Internazionali (Roma) başkanı Nathalie Tocci’nin konferansta edindiği izlenim çarpıcıydı. Tocci Ukrayna Savaşı, İsrail’in Gazze işgali ortamında dünyanın “Batı ve geri kalanlar (Rusya, Çin ‘Küresel Güney’...) olarak ikiye bölünmeye başladığına” işaret ediyor “Bu da bizim güvenliğimizi tehdit ediyor” diyordu.

VE WEIMAR

(...)

... geçen hafta Financial Times’da bir yorum şekillenmekte olan resmin bir parçasını daha yerine koyuyordu: Yazı, tarihin en karanlık sayfalarından birini anımsatarak “Almanya siyasetindeki parçalanma korkutucu derecede 1930’lara benziyor”diyordu. 

(...)

 “Weimar yıllarında” kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, halifelik, şeriat taleplerinin yükselmeye başlamış olması da... 

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, February 26, 2024

Seçimlerden sonra: ‘Görevimiz tehlike’



Ana muhalefet rejimi değiştirme düşüncesinden vazgeçmiş görünüyor: Artık dört yıl seçim yok! Ancak, “ana akım” iktisatçılara göre seçimlerden sonra ülkeyi çok derin bir ekonomik kriz bekliyor, hızla ekonomik, siyasi, hukuki reformlar yapılmalıdır. Kimi hukukçular anayasanın artık geçersiz kılındığını söylüyorlar. Avukat Feyza Altun’un başına gelenlerle “Selanik’ten gelen dönme”, “Osmanlı’yı süren soysuzlar” hakaretlerini, İliç’teki maden faciasını da ekleyince oluşan manzara, Ernst Fraenkel’in “Der Doppelstaat” (Dual State-İkili Devlet) yapıtını çağrıştırıyor.

TARİHTEN BİR YAPRAK

Fraenkel, sendikacıların, sosyalist politikacıların avukatlığını yapan ve onları savunan sosyalist bir Yahudi avukattı. 1933-38 arasında, Nazi yasağını “delerek”avukatlık yapmaya devam etti, hukuk sistemindeki değişimleri doğrudan yaşadı. Fraenkel, bu alanda hukuk dergilerinde eleştirel yazılar yayımladı, “İkili Devlet” kitabını yazdı, manüskriptini gizlice dışarı çıkarttı; kendisi de Gestapo listesine girince ABD’ye göç etti. Kitap, 1941’de İngilizce; 1977’de Almanca, 2017’de tekrar İngilizce yayımlandı.

Fraenkel çalışmasında, Nazilerin inşa ettiği devletin ikili yapısını, Nazi hukukçuların teorik savlarıyla, uygulamadaki örnekleriyle sergiliyordu. Özetle: Bir taraftan, önceki devlet biçiminden gelen normatif ve rasyonel kurallara göre işlemeye devam eden ve halk tarafından da günlük yaşamda kabul edilen bir hukuk sistemi, onun yanında da meşruiyet kaynağını Hitler ve Nazi seçkinlerinin iradesinden alan, keyfi/acil kararlardan oluşan bir hukuk sistemi. Ancak, süreç ilerlerken Fraenkel “Devlet ve Nazi partisi giderek özdeşleşiyor, ikili örgütlenme biçimi sadece tarihsel ve siyasi nedenlerle sürdürülmeye devam ediyor” diyordu. Hitler, Temmuz 1936’da yaptığı bir konuşmada, “Devlet ile parti arasındaki sınır çizgisini bizzat kendisi tanımlıyordu”.

 Fraenkel yapıtını burada özetlemem olanaksız. Fraenkel’in gündeme getirdiği, bugün için de geçerli iki soruya değinmekle yetineceğim. (1) Totaliter rejim bu kadar güçlüyken neden normatif ve rasyonel hukuk sisteminin kısmen, biçimsel olarak da olsa yaşamasına izin verdi? (2) Sermaye sınıfı, keyfi ve Nazi seçkinlerinin kaprisine tabi bir hukuk düzenini neden kabullendi?

(...)

“Ana akım” ekonomistlerin seçimlerden sonra derinleşmesi beklenen krize karşı önerdikleri “reformların” iki çıkmazı var. Faiz ve döviz oranlarına odaklı, borç ödemeyi öncelik veren önlemler ekonomik krizi daha da derinleştirecektir. “Evet ama uzun dönemde rahatlayacağız” demek toplumdaki ekonomik, sosyokültürel kutuplaşmanın yarattığı gerginlik ikliminde olanaklı değildir. Siyasi, hukuki alanda ise önerilen “normalleşmeyi”beklemek, toplumsal çalkantı olasılıklarına açık bir derin ekonomik krizin ortasında oligarşinin (yerli, uluslararası mali sermaye ve siyasal İslamın yönetici sınıfı) iktidarı daha da kırılganlaşacağından gerçekçi değildir.

(...)

Tamamını okumak için tıklayınız