Thursday, December 19, 2024

Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor

 



Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan “Fransa-Almanya motoru”, fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında bir krizle(karar anıyla) karşı karşıya. Tarihsel olarak çok kritik bir zamanda gelen bu kriz, AB’nin geleceğini belirsizleştiriyor. Diğer taraftan, bu kriz bir başka çok daha büyük “sistemik bir krizin” (karar anının) semptomlarından biridir de denebilir. 

(...)

KAPTANSIZ GEMİ, FIRTINALI SULAR

Tarihsel olarak Fransız-Alman ortaklığı, Avrupa Birliği sürecinin, Avro düzenin, hatta küresel iklim kriziyle mücadele politikalarının şekillenmesinde belirleyici olmuştu. Şimdi bu liberal demokratik ortaklığın zayıflaması, hatta kopma olasılığı, süreç olarak faşizmin, ilk genel seçimlerde bu ülkelerde devlete ulaşma olasılığı hem Avrupa’da hem de küresel çapta derin sarsıntıların gelmekte olduğunu haber veriyor. Bu resme, ABD’de Trump’ın, yeniden başkan seçilerek, ekonomide almayı planladığı korumacılık önlemlerini, Ukrayna’da anlaşmayı zorlama niyetini de ekleyince güçlü bir Fransız-Alman liderliği olmadan AB’nin, Trump’ın politikalarının sonuçlarına direnme şansı da hızla azalıyor.

(...)

Yazının tamamını oksak için tıklayınız

Monday, December 16, 2024

Siyasetin sefaleti

 


Suriye’de Esad rejimi düştükten sonra Batı’nın kimi liberal eğilimi etkili yorumcularında yine bir düş kırıklığı var: “Hani bu, iş yapabileceğimiz bir adamdı?” Örneğin, Financial Times’ta politik kültür üzerine, liberalizmi savunan yorumlarından bildiğimiz Janan Ganesh, bu hafta Batı’nın, otoriter liderlerle ilişkilerinde, başlangıçta yaygın olan “Bu adamla iş yapılabilir” umudunu tartışıyordu. Ganesh’e göre Batı sıklıkla despotları yanlış değerlendirmiş, akılcı, işbirliğine açık liderler olarak görmüş. Bu da sıkça hayal kırıklığıyla sonuçlanmış. Ganesh, başlangıçtaki iyimserliğin bir hatadan çok, liberal değerlerin doğal bir uzantısı olduğunu savunuyor. 

VE LİBERAL FANTEZİLER…

(...)


Bu kez de öyle oldu, Suriye’yi Esad aracılığıyla (akıllarında Gorbaçov vardı) emperyalist sistemin (neoliberal küreselleşme) içine çekme hevesleri, toplumu bir adamın iradesine indirgeyen liberal fanteziler hızla Suriye devletinin yapısının, güç (“pouvoir”) ilişkilerinin duvarına çarptılar: Esad Suriye’ye siyasi bir savaşı kazanmış reformcu bir lider olarak değil, çoktan biçimi, güç odakları, kadrolar, destek sınıfları “müşteri” çevreleri, ekonomik kaynakları ve en önemlisi de işleyiş kültürü ve tarzı çoktan belirlenmiş bir devletin başına, onun “efendisi” değil “hizmetçisi” olarak dönmüştü. 

Kafayı tek bir adama takanlar için bir ders var: Adam gittiği için rejim çökmüyor. Rejim çöktüğü için adam gidiyor! 

LİBERALLERİN ELİNDE KAN VAR

(...)

 Batı’nın liberal fantezistleri burunlarını sokmasalardı, Esad’ın bastırma çabaları sırasında ölenler yüzlerle, tutuklanan hatta işkence görenler binlerle ifade edilecek, idam edilenler, kaybolanlar da olacaktı. Ancak iç dinamiklerle başlayan isyan bastırılsa bile, bir dahaki sefere yaralanmak üzere dersler çıkaracaktı. Belki de tarih, Hegel’in “Dünyanın her döneminde siyasi bir devrim kendini tekrarladığında insanların görüşlerine göre onaylanır” sözüne uygun biçimde ilerleyecekti. Peki ne oldu: İç savaş 14 yıl sürdü, ülkenin kentleri yıkıldı ekonomisi çöktü, 22 milyon nüfuslu ülkede 600 bin+, can kaybı nüfusun yaklaşık yüzde 3’üne ulaştı. Ülke nüfusunun yarısında fazlası (6.9 milyonu içeride, 5.4 milyonu da komşu ülkelere göçmek üzere) yerinden yurdundan oldu. Gidenler, komşu ülkelerde siyasi, kültürel, ekonomik istikrarsızlık kaynağı oldu.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız


Thursday, December 12, 2024

Suriye’de niyet ve realite




Rejimi beklenmedik bir hızla çöktükten sonra oluşan durum içinde iki yorum dikkatimi çekti. (1) Suriye’de Esad rejimini devirenlerin Irak ve Libya felaketlerinden gereken dersleri çıkarmış görünüyorlar; Esad rejimi devleti, bölgeye yayılma riski taşıyan bir kaos oluşmadan “yeni gelenlere”devredilebilir; görece, demokratik çoğulcu bir düzene geçilmesine yardımcı olacak koşullar oluştu. (2) BOP işlemeye, “emperyalizm bölgeyi şekillendirmeye” başarıyla devam ediyor. İkinci yorumdan başlayacağım. 

BİR ‘HEGEMONYA’ SORUNU

Hegemonya salt şiddet üzerinde değil, esas olarak liderlik, sorun çözme, özendirme ve açıklayıcı anlatı sunma becerisi üzerinde durur. Son 25-30 yıldır ABD hegemonyası geriliyordu. Özellikle 2000’li yıllardan bu yana, sorun çözme, özendirme ve açıklayıcı anlatı sunma kapasitesinin adeta yok olması, gerileme sürecini daha da hızlandırmıştı. Afganistan ve Irak fiyaskoları, Ebu Garip rezaletleri, finansal kriz, neoliberal modelin çökmesi, ABD’nin sorun çözme, özendirme ve açıklayıcı anlatı sunma becerilerine olan güveninin hızla buharlaşmakta olmasının örnekleriydi. Bu becerilere güvenin azalması hegemonya restorasyonu çabalarının imkânsızlığını gösteriyordu. 

(...)

Bu ortama, ABD’nin, BOP’nin Suriye’de başarıyla uyguladığını söylemek, ABD’ye güven tazeleyerek hegemonya restorasyonu çabalarına hizmet etmiyor mu? 

NİYET, YALNIZCA YARISIDIR

Birinci yoruma göre, rejimin güvenlik mimarisinin hızla çökmesi, başbakanın devir-teslime yardımcı olacağını açıklaması “yeni gelenlerin” yeni düzeni bir kaosa yol açmadan kurmak niyetinde olduklarını gösteriyor. 

“Niyet yapmanın yarısıdır” ama öbür yarısı da var: Hem rejimi yıkan güçler hem de Suriye halkı, ideolojik, etnik olarak çok parçalıdır. Suriye’nin yeniden inşa sürecini finanse edecek mali kaynaklar son derecede yetersizdir. Yeni rejimin bu açığı kapatmak için yabancı ülkelerden mali kaynak edinme çabaları, manevra alanını daraltacak, yeniden inşa planlarını saptıracak hem de var olan parçalı durumun unsurlarını dış güçlerin etkisine açacaktır. Yeni bir rejim kurmak için var olan devletten yararlanmak isteyecek olanlar bu devletin içinin kurumsal, personel ve yönetim kültürü açısından tamamen boşalmış, kalan personelin ise uzun yıllar totaliter bir rejimin parçası olarak yaşamanın getirdiği yozlaşmayla kirlenmiş olduğunu göreceklerdir.

“(..)

Türkiye’deki rejimin hevesleri de realitenin duvarına çarpmaktan kurtulamayacak.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, December 09, 2024

Suriye: Hızlı bir değerlendirme?

 


Esad rejimi sürdürülebilirliğini çoktan kaybetmişti ama bu kadar hızlı bir çöküşü kimse beklemiyordu. Bu hızlı çöküşün nedenlerini anlamaya çalışırken öncelikle iç dinamiklerden başlamak gerekir. Bu bağlamda hemen dört etken dikkat çekiyor: Ordunun içinin boşalması, ekonomik kriz, rejimin mafyalaşması ve toplumun dokusunda başlayan çözülme. 

ORDUNUN ÇÖKÜŞÜ

Suriye ordusu, rejimin en güçlü dayanağı olarak görülüyormuş. Ancak 2011’de başlayan iç savaşla birlikte ordunun iç yapısında, hiyerarşisindeki sadakat ve hareket kapasitesi ciddi şekilde azalmış. Birçok birim, merkezi emir komuta zincirinden koparak bölgesel milis gruplarına dönüşmüş. 2024 yılındaki isyan sırasında, Heyet Tahrir Şam (HTŞ) gibi muhalif gruplar modern teknolojiyi ve etkili stratejileri devreye sokarken rejim ordusunun dağınıklığını, disiplinsiz yapısını aşamamış. Rusya’nın orduyu yeniden yapılandırma çabaları da sonuçsuz kalmış. Yıllarca süren Rus askeri yatırımları, sadece küçük elit birimlerin işlevselliğini artırmış. Bu süreçte, rejimin ordusu hem donanım hem de motivasyon açısından muhaliflerle baş edemez bir konuma gelmiş. Rejime sadık milislerin etkinliği ise sınırlı ve koordinasyonu yetersizmiş. 

EKONOMİK ÇÖKÜŞ

Suriye ekonomisi, 2011’de başlayan savaşın etkisiyle sürekli bir krize girmiş. 2020’ye gelindiğinde, Suriye poundu dolar/Avro karşısında adeta çökmüş, enflasyonun basıncı altında halk, temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz hale gelmiş. Rejimin seçkinleri savaş ekonomisi ve organize suç faaliyetleri üzerinden zenginleşirken halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılar, yoksulluk daha da derinleşmiş. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, December 05, 2024

Böyle devam etmez!

 


Kapitalist uygarlık da Türkiye’deki rejim de böyle devam edemez. Her iki düzeyde de ekonomik, siyasi patlamalara, dönüşümlere yol açması adeta kaçınılamaz bir “olay alanı” hızla şekilleniyor.

GEZEGENİN SINIRLARI

Bir “kâr makinesi” olarak sermayenin doymak bilmez, kaynak, toprak su tüketme eğilimi, uygarlığı, gezegendeki toprakların, kaynakların sınırlarına getirdi. Tüm insanlığın, hatta canlıların geleceği her gün biraz daha tehlikeye giriyor. 

BM Çölleşme ile Mücadele Anlaşması ile işbirliği içinde Potsdam İklim Etki Araştırmaları Enstitüsü’nde hazırlanan “Uçurumdan Geri Adım: Gezegensel sınırlar içinde kalmak için arazi yönetimini dönüştürmek” başlıklı rapor, uygarlığın, küresel bir toprak bozulması kriziyle karşı karşıya olduğunu vurguluyor: 

(...)

Kimi dini liderler de kaygılı: Örneğin, Kaliforniya Culver City’deki Temple Akiba’da 39 yıl haham olduktan emekli olan Allen Maller, “Müslümanların ve Yahudilerin insanların gezegenimizin koruyucuları ve emanetçileri olduklarını, eylemlerinden dolayı Tanrı tarafından sorumlu tutulacaklarına inandıklarını”hatırlattıktan sonra soruyor: “Peki yarım santigrat derecelik bir ısınma (bu sınırı geçtik-EY) gezegenimize ne yapacak?” Eklersek, bu iki dinin takipçilerinin Hıristiyanlıkla el ele Ortadoğu’yu (Ukrayna’yı da unutmayalım) yakıp yıkarken atmosfere ve toprağa saldıkları zehirli gazların, maddelerin, yıktıklarını yeniden yapmanın karbon ayak izinin hesabını kim soracak. Karşımızda yalnızca maddi alanda değil, manevi alanda da tükenmiş, bu durumu aşmak bir yana bir “büyük savaş” olasılığını kanıksamaya başlamış bir uygarlık var.

VE TÜRKİYE 

Türkiye ekonomisi stagflasyon (resesyon+ enflasyon) içinde çırpınıyor; çözüm üretmedeki çaresizlik her gün biraz daha sırıtıyor. 

(...)

Ancak bu, haksızlığı, adaletsizliği, ana akım muhalefetin yetersizliklerini, gittikçe derinleşen sömürü düzenini halktan gizlemek, kader/fıtrat ile açıklayabilmek de artık olanaksız. Toplumun geniş kesimlerinde öfke, düş kırklığı, protesto eylemleri, grevler, direnişler yükseliyor.

Bu yükseliş karşısında, rejim bir çözüm üretemeyeceğinin ayırdında olarak hem kayyum atamalarının sergilediği gibi “seçimlerin bir anlamı varmış” gibi yapmaktan, rıza aramaktan hızla uzaklaşıyor. Baskı, şiddet uygulamada “çıta”“bir suç işlemiş” olmaktan, “işlemeye elverişli olmak” gibi sanal gerekçelere...

(...)

Kapitalizm gibi Türkiye’deki rejim de böyle devam edemez. İster istemez bir “olay alanı” şekilleniyor. Artık her yerel direniş sadece direnenin çıkarını değil, “olayı” yaratma çabalarını, tüm insanlığın gelecek umudunu temsil ediyor.


Monday, December 02, 2024

Fanatik aklın istikrarsızlığı üzerine

 

Bu yazı İslam gibi bir kadim dini, siyasi, kültürel sermaye ve tabii ekonomik çıkar elde etmek için kullanan, bir entelijansiyanın, siyasileştikçe, giderek artan oranda sergilediği “bir aklın istikrarsızlığı” durumuna ilişkindir. Bu istikrarsızlığın, iki boyutu özellikle ilginçtir. Biri, insan aklının tutarlılık ihtiyacı arzu ve arayışına karşılık, bağdaşmaz savları aynı anda savunma çabası. İkincisi de içindeki çelişkileri saklayamayan kısır bir ideoloji. 

YOKSA TANRI MUTLAK DEĞİL Mİ?

Tektanrılı dinlerin, Tanrı’sını sanırım şu şekilde tanımlayabiliriz: Evrenin yaratıcısı, koruyucusu, mutlak güç, bilgi ve ahlak otoritesine sahip, aşkın ve tek olan yüce varlık. Tanrı, varoluşun, anlamın, amacın nihai kaynağıdır. Tanrı, tek ve bölünemezdir, mükemmeldir. Tanrı, fiziksel evrenin ötesinde, insan anlayışının çok üzerindedir. Tanrı her şeye kadir ve her şeyi bilendir. O sınırsız güç, bilgi her şey üzerinde mutlak kontrol sahibidir; nihai yasa koyucu ve yargıçtır, insanlara doğru davranış ilkelerini sunar, onları sorumlu tutar. 

*

“(...)

Bu durumda: (1) Tanrı kadiri mutlak değildir, her şey üzerinde mutlak kontrolü yoktur o nedenle insanlar ona karşı çıkabilirler. (2) Her yerde, her şeyi bilen, kadiri mutlak ve her şeyin üzerinde kontrole sahip Tanrı zaten olup bitenleri bilmektedir, bu karşı çıkışlar Tanrı’nın iradesi, bilgisi ve onayı ile gerçekleşmektedir. (3) Tanrı bu isyankârları cezalandıracak güce sahip değildir de Bayancuk gibilere iş düşmektedir. (4) Belki de trilyonlarca gezegenden oluşan evrenin çapına kıyasla bir toz tanesi bile olamayan bu gezegendeki yaratıkların hezeyan, kuruntu ve halüsinasyonları Tanrı’nın umurunda bile değildir. Kısacası, Bayancuk boş konuşmakta, kendisine de aslında, Tanrı’yla ilgisi olmayan kerametler atfetmektedir. 

OY VERMEK KÜFÜR İSE…

Oy vermek, tarih boyunca halkı, sultanlara kulluk etmekten kurtararak vatandaş statüsünde yükselmiş toplumların, cumhuriyetlerin pratiğidir. Cumhuriyetleri, halkın özgürce seçtiği temsilciler yönetir. Günümüzde halen 60’tan fazla ülke, dünya nüfusunun yarısından fazlası genel seçimle yönetiliyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 28, 2024

‘Çağın hastalığı’

 

Biri, “Oy vermek küfürdür” demiş, bir başkası da “Çağın hastalığı İslamofobidir”. Gerçek şu ki “çağın hastalığı”, “siyasal İslam”dır. Siyasal İslamın, muhalefeti tamamen susturma çabası, kadınların haklarını, özgürlüklerini hedef alırken erkeğin cinsel haklarına kafayı takması, “Kadına karşı şiddetle uluslararası mücadele gününü” kutlamak isteyen kadınlara şiddet uygulaması hep bu hastalığın semptomlarıdır. Aynı semptomlarısergileyen bir hastalık daha var: “Incel” hareketi. Her iki akımın kaynağında da biri tarihsel biri çağdaş bir kadın korkusu var!

KADIN BAĞIMSIZLIĞINDAN KORKU

Siyasal İslamın yorumlarında kadınlar, sık sık toplumsal ve ahlaki düzen için tehdit oluşturan cazibeler olarak tasvir edilir. Bu tasvir, kadınların özgürlüğünün, bağımsızlığının bir fitne (toplumsal kargaşa) kaynağı olabileceğine ilişkin bir korkuya kaynaklık eder.

Fethi BenslamaPsikanaliz ve İslam başlıklı kitabında, kadın korkusunun erkeklerin bilinçdışındaki, özellikle de cinsellik, kimlik ve iktidar üzerine olan kaygılarıyla ilişkili olduğuna dikkat çeker. 

(...)

İlahiyatçı Mustafa Öztürk’ün “İslam Kültürünün Yumuşak Karnı Kadın” adlı eserinde de bu konu ele alınır. Öztürk, İslam kültüründe cinsiyet rollerini kısıtlayan patriyarkal geleneklerin, salt İslamdan değil, tarihsel patriyarkal sistemlerden kaynaklandığını savunur. Kadın korkusunun, İslamda kanunlar, dini metinlerin yorumları ve sosyal pratikler aracılığıyla kurumsallaştığını ve bu yapıların kadınları erkek vesayeti altında tutarak özgürlüklerini sınırladığını gösterir.

Kadın bağımsızlığı korkusunun zehirli ve şiddet dolu bir başka yansıması da Batı’da, son 10 yılda, faşist grupların içinde şekillenen “incel” (zorunlu bekâr erkekler) hareketidir. Çoğunlukla çevrimiçi bir alt kültür olan “incel”ler, kendi romantik ve cinsel başarısızlıklarından kadınları sorumlu tutarlar. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 25, 2024

Gözleri bağlı yürüyorlar, III. dünya savaşına doğru

 


ABD merkezli küresel düzen çözülürken 21. yüzyılın ilk çeyreği, çatışmaların, ekonomik sarsıntıların, militarizmin yükseldiği bir dönemi olarak tarihe geçiyor. Risk analisti Verisk Maplecroft tarafından yayımlanan bir rapora göre, son üç yılda çatışmaların etkisindeki alanlar yüzde 65 oranında artarak Hindistan’ın iki katı bir büyüklüğe ulaşmış. Uzmanlar Covid-19 salgını sırasında çatışmalarda küresel düzeyde bir durgunluk yaşanırken şiddet eğiliminin en az on yıldır artmakta olduğuna işaret ediyorlar. 

Çatışma altındaki bölgelerden, Ukrayna’da başlayan savaş hızla uluslararası boyut kazanarak tırmanıyor. İngiltere ve ABD’nin verdikleri füzelerin Rusya topraklarında kullanılması, Putin’in “Oreşnik” balistik füzesiyle cevap vermesi, Kuzey Koreli askerlerin Rus ordusuna katılımı gibi gelişmeler, küresel bir felaket olasılığını güçlendiriyor. Dünya, III. büyük savaşa doğru adeta “gözleri bağlı” yürüyor. 

SENİNKİ UZUNSA BENİMKİ HIZLI

Biden’ın uzun menzilli ATACMS sistemlerini Ukrayna’ya verme kararı, Batı’nın bu savaşı bir vekâlet savaşı olmaktan çıkararak doğrudan Rusya ile karşı karşıya gelme riskini artırdı. Uzmanlar bu füzelerin ancak NATO uydularının yönlendirmesiyle kullanılabildiğine, bu durumun da NATO’nun doğrudan savaşa dahil olması anlamına geldiğine işaret ediyorlar. Bu uzun menzillifüzelere karşı, Rusya’nın Dnipro’ya yaptığı orta menzilli ama hipersonik balistik (nükleer başlık kapasiteli) füze saldırısı, nükleer silah kullanma sınırını daha da aşağı çekmesi savaşın geldiği korkutucu noktayı gösteriyor. 

(...)

TIRMANIŞ ÖNLENEBİLİR Mİ?

Ukrayna’da karşılıklı füzelerle, ABD’nin Ukrayna’ya anti-personel kara mayınları gönderme kararıyla hızlanan son tırmanma, Batı’daki politik dinamiklerden bağımsız değil. Özellikle Trump’ın yaklaşan başkanlık dönemi, Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin geleceğine ilişkin bir belirsizlik yaratıyor. Trump’ın Ukrayna savaşını bir an evvel sonlandırmaya, barış yapmaya ilişkin söylemi de Rusya’nın kazanımlarını meşrulaştıracak bir pazarlığın yolunu açma olasılığını güçlendiriyor. 

Ukrayna’daki savaşta tırmanmanın hızlanması, savaşların tarihsel doğasına uygun olarak kendi ivmesini yaratıyor.

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 21, 2024

Yeni düşman ‘wokizm’

 


ABD’de Demokratlar seçim yenilgisinin nedenlerini araştırıyor. Sınıftan kopmak, “Wokizm” (“woke” savları savunmak) önde gelen nedenler arasında.  Demokratlar, son yıllarda iyice sağa kayan sosyal medya platformlarının, basın ve TV kanallarının etkisine cevap verecek güçlü platformlardan yoksun olduklarına da dikkat çekiyorlar. Ancak, “Eğer yoksun olmasalardı bu platformlarda ne anlatacaklardı” sorusu varlığını koruyor. 

İŞÇİ SINIFI AMA...

Bu da sınıftan “kopmuş olmak” konusuna bağlanıyor. “Sınıftan kopmuş olmak”doğru bir saptama. Ancak, işçi sınıfının farklı kesimlerinin farklı beklentiler içinde olması gibi bir sorun da var. Örneğin, sermaye krize uyum sağlamaya çalışırken bir yıkım yaşayan sektörlerde işçiler bir nostalji ve savunma, var olanı koruma arzusu, gibi muhafazakâr eğilimler geliştiriyorlar. 

‘KOMÜNİZM’ YOK ‘WOKE’ VERELİM

Demokratlar, sonuçta yüzde 48+ oy almış olmalarına karşın seçim kampanyası boyunca “woke” söylemde çok ileri giderek halktan koptuklarını düşünüyorlar. Bu düşünce, woke’u bir “ideolojik virüs” olarak gören Elon Musk ve tüm faşist hareketin seçimlerin hemen ertesinde hızla yükseltmeye başladığı “anti-woke dalgayla” buluşuyor.

(...)

“Woke”, toplumdaki ekonomik, siyasi, cinsiyetçi, etnik ayrımcılıkların, adaletsizliklerle, var olan düzeni meşrulaştıran tarih anlatısının içinde gizli emperyalist, ırkçı, hatta soykırımcı geleneklerle mücadele etmeye ilişkin bir deyim. Toplumsal gerçeklik “bir simgesel sistem” olduğu için “wokizm” dilin içinde, bu adaletsizlikleri, emperyalist ırkçı gelenekleri sürdüren söylemler ve kavramlar konusunda özellikle duyarlı. Bunun sonucu “wokism” sık sık kimi deyimleri, kavramları, bunları kullananları teşhir ediyor; bunları popüler söylem içinde bastırmaya çalışıyor. 

(...)

Anti-woke dalga, wokizmin konuşma özgürlüğünü sınırladığını iddia ediyor. Çünkü faşist hareket, ırkçı, cinsiyetçi, homofobik bir dili, etnik azınlıkları yabancıları hedef alan şakaları, bir eleştiriyle, içeriğinin teşhir edilmesi riskiyle karşılaşmadan rahatça yayabilmek istiyor. Sol hareketin bir kısmı da kimlik siyasetinden bıkmış olarak “Ama bu wokizm de çok ileri gitti” diyerek sağcı söyleme katılıyorlar. 

Halbuki, bugün wokizmin, haklarını korumaya çalıştığı, cinsiyete, ırklara, milliyetlere, ilişkin farklıklardan kaynaklanan kimi kimlikleri, 1970’lerde işçi sınıfının içindeki farklılıkları yönetebilmek, sınıfı daha iyi bütünleştirebilmek amacıyla sınıf mücadelesi söylemine biz sosyalistler eklemeye başlamıştık. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 18, 2024

Trump ve liberal demokrasinin ölümü

 


Bu kez Trump, Yüksek Hâkimler Kurulu’nda (Anayasa Mahkemesi), Senato ve Meclis’te çoğunluğa sahip! Bu zeminde Trump ikinci başkanlık dönemine, Washington’da yerleşik düzeni, parlamenter demokrasiyi kökten sarsacak bir başlangıçla girdi. Pete Hegseth’in savunma bakanı, Tulsi Gabbard’ın ulusal istihbarat direktörü, Matt Gaetz’in başsavcı ve Robert F. Kennedy Jr.’ın sağlık bakanı olarak atanması gibi kararlar, yerleşik düzeni, ana akım (liberal) medyayı sarstı. 

(...)

ŞOK VE ‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’

Bu atamalar, Washington’da, medyada şok etkisi yaptı. Cumhuriyetçi çevrelerde bile Hegseth, Gabbard, Gaetz, Zeldin ve Kennedy gibi adayların senatoda onaylanmasının zor olduğunu söyleyenler var. Ancak, şimdi kongrenin iki meclisini de kontrol eden Trump “ara dönem atamaları” gibi prosedürleri kullanarak, bu onay süreçlerini, dolayısıyla Senato’yu (yasamayı) devre dışı bırakabilir, ya da Cumhuriyetçi Parti’nin Senato ve Meclis temsilcilerini tamamen kendisine biat ettirerek kongreyi anlamsızlaştırabilir. 

Trump’ın amacı, Hannah Arendt’in totaliter rejim analizlerini anımsarsak, “yeteneksiz ve çapsızları atayarak” yalnızca sadık bir ekiple çalışmak değil. Trump bu atamalarla ABD’de liberal demokrasinin klasik “çifte hükümet”modelini önce çalışamaz hale getirip, sonra yıkmayı amaçlıyor. Bu modelde devletin kalıcı yapıları -özellikle güvenlik bürokrasisi- seçimle gelen hükümetlerin karşısında belli bir otonomiye, denetleme kapasitesine sahiptir. Bu otonomi, devletin sürekliliğini ve “tarafsızlığını”korur. Adeta, “Hükümetler gelir gider, devletin biçimi değişmez”. 

(...)

yazının tamamını okumakiçin tıklayınız

Thursday, November 14, 2024

Trump! Nasıl yani? (2)

Pazartesi günü, Trump’ın açık farkla (oy sayımı ilerledikçe açık farkla olmadığını görüyoruz) kazanmasına yol açan dinamikleri tartışmıştım. Bugün “Trump yönetebilecek mi” sorusu üzerinde duracağım.

Trump (78) sağlık raporunu açıklamaktan ısrarla kaçınıyor. Trump’ın, akıl sağlığı üzerine kaygılar daha Trump’ın 1. döneminde ortaya çıkmaya başlamıştı. TV yapımcısı Ira Rosen’in aktardığına göre Trump’ın ilk stratejisti Steve Bannon bile Trump’ın demans başlangıcı belirtileri sergilediğine, anayasanın 25. maddesine dayanarak görevden alınabileceğine inanıyordu. Geçtiğimiz yıllarda birçok demans, Alzheimer uzmanı doktor, tek tek ya da ortak metinler yayımlayarak Trump’ın konuşma sırasında sık sık düzeni kaybetmesine, sözcükleri telaffuz etmekte zorlanmasına ve beden diline bakarak bilişsel melekelerinin gerilemekte olduğunu ileri sürdüler. Geçtiğimiz ekim ayında 230’dan fazla psikiyatrist, yayımladıkları ortak mektupta, Trump’ın psikolojik açıdan yönetemeyecek kadar dengesiz olduğunu ifade etti.

Bunlara Trump’ın zaten çalışmayı sevmediğini, zamanının büyük kısmını golf oynatarak geçirdiğini ekleyince, akla ister istemez “Gerçek başkan kim olacak” sorusu geliyor. Bu tarihsel örneklerden yoksun bir soru da değil. G. W. Bush döneminde sık sık vurgulandığı gibi gerçek başkan aslında başkanın yardımcısı Dick Chaney idi. Bu kez de bu bağlamda sık sık Trump’ın yardımcısı J. D. Vance konuşuluyor, sağın gelecek lideri olması bekleniyor. Ancak Trump’a çok yakınlaşmış olan Musk’ı da unutmamak gerekiyor.

İKİ FARKLI DİNAMİK

Bu sırada yeni Trump yönetimi iki dinamik altında şekilleniyor.

Birincisi, “dünyanın en zengin adamı” Elon Musk’ın kimliğinde simgeleşen “büyük sermaye” dinamiği. “Silikon Vadisi”milyarderleri, sosyal medya, Amazon, Paypal gibi platformların patronları, enerji sektörü “baronları”, silah sanayi lobisi Trump kampanyasına para akıttı, personel verdi. 

(...)

İkinci dinamik Heritage Foundation’un “Project 2025” başlıklı raporunda aktardıklarıyla geliyor; Hıristiyan, beyaz, “erkeklik hegemonyasına” dayanan bir toplum kurmak, devlet bürokrasisini, sadakati anayasaya değil başkana olacak biçimde yeniden düzenlemeyi hedefliyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, November 11, 2024

Trump! Nasıl yani?

 


Seçimler bıçak sırtındaydı. Kim kazanırsa kazansın; sonuçlar sorgulanacak, ABD karışacaktı. Trump büyük bir farkla kazandı. Sonuçlar sorgulanmadı. 

Ekonomi-kültür... 

İşçi sınıfı, hırsız, dolandırıcı, bir milyardere oy verdi. Kadınlar, tecavüz suçlamasıyla yargılanarak mahkûm olan, yüksek mahkemeye atadığı yargıçlarla, kürtajı yasaklamanın önünü açan adama oy verdiler. Latin Amerikalı göçmen işçi sınıfı, en az bir milyon göçmeni sınır dışı edeceğini, göçmenlerin ABD halkının kanını kirlettiğini söyleyen bir adama oy verdi. Siyah işçi sınıfı, Sharlottesville olaylarında ırkçı, faşistlerden “Onlar da iyi insanlar” diye söz eden bir beyaz adama oy verdiler. Bu “acayip durumun”arkasında ne vardı? Liberal entelijansiya, “ekonomi” diyor. Ünlü bir ekonomiste göre “Seçimleri enflasyon kaybettirdi”. 

(...)

... diyalektiğini anlayan adam 

Trump bu, “ekonomi-kültür diyalektiğini”iyi anlamıştı. Ancak önce seçimlerin, “sonbaharına” girmiş bir “imparatorlukta” yapıldığını anımsamak gerekiyor. Bu durum, “imparatorluğun” halkında, öncelikle de egemen kültürün, orta sınıf ve işçi sınıfı erkeklerinde bir ekonomik refah, sosyal statü, iktidar kaybı, geleceğe ilişkin belirsizlik, geçmişe ilişkin bir nostalji (yeniden büyük olma arzusu-MAGA) ve bunların yanı sıra, suçlayacak iç ve dış düşmanlar arayışını, süreç olarak faşizmin bileşenlerini besliyor. 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, November 07, 2024

Gündem üzerine kısa bir not

 


Yumuşama, normalleşme, el sıkma, el uzatma, “Gelsin Meclis’te konuşsun”, terör saldırısı derken aniden geldik “Kürt sorunu” ile ilgili kayyum atamalarına. Önce Esenyurt (CHP), sonra Mardin (DEM), Batman (DEM), Halfeti (DEM) belediyelerine devlet doğrudan el koydu. Bu refleksleriyle rejim, devleti(disiplin ve cezalandırma araçlarının sadakatini) konuşmadan seçimleri hatta siyaseti konuşmanın ne kadar boşa bir çaba olduğunu, gücü konuşmadan iktidarın konuşulamayacağını anımsattı. Böylece son dönemde türeyen kimi fantezileri de (umarım) yıktı.

ÖNCE FANTEZİLER

Fantezi 1: “Birinci parti olduk. Yumuşayarak, normalleşerek iktidara yürüyoruz.”

Rejim, “yumuşamadan” muhalefetin eleştirilerinin yumuşamasını, “normalleşmeden” de kendi pratiklerinin normalleşmesini anlıyor, kayyum atamalarının gösterdiği gibi, seçmenin iradesini bir kalemde hiçe sayarak yerine kendi iradesini koyabiliyor. Rejimin girdiği yoldan geri dönmesini, “yeni anayasa”, “ömür boyu başkanlık” projelerinden vazgeçmesini beklemek gerçekçi bir tutum değildir. Rejim siyasal İslamın iktidarının tutsağıdır.

Fantezi 2: “Rejim çeşitli manevralarla, Türkiye’nin gerçek gündeminin, ekonomik krizin konuşulmasını önlüyor.”

Birincisi, aslında ekonomik kriz her gün her saat konuşuluyor; grevler ve direnişler yaşanıyor. Ümit Akçay dostumuz anımsattı: “Döviz artmıyor, ücretler baskılanıyor, küresel konjonktür olumlu (petrol hammadde fiyatları düşük), iç talep, en üst gelir dilimleri hariç düşük. Ancak enflasyon durmuyor.” Herkes bunun farkında!

(..)

İkincisi, Türkiye’nin temel sorunu ekonomi değil, rejim ve siyasal İslamın kültürüdür. Bu rejim varlığını rant ekonomisine dayanarak koruyor. Bu rejimin kültürünün beslediği keyfi yönetim ekonominin çalışması için gereken hukuki güvenceleri, kurumları giderek artan oranda işlevsizleştirdi: Artık sermaye birikim sürecinin yapısal zemini son derecede kırılgandır.

‘OYUN PLANI’ FİLAN

“Görüntü, özü açığa vurur.” Gerçekten de rejimin uygulamalarına bakmak yeter. Tutuklanan belediye başkanı için “Neden seçimlere girmesine izin verildi?”, “Bir ‘oyun planı’ var mıdır yok mudur? Var olan ne zaman başka bir şey olur?” gibi sorularla vakit kaybetmek yerine, günlük siyaset ortamında muhalefetin üzerine gelen saldırılara, kararlılıkla, kitlesel ve birlikçi bir iradeyle direnmeye odaklanmak gerekir.

(...)

Uzun zamandır umudu yeşertecek bir dinamik yoktu. Belki şimdi umudu yeşertecek bir dinamik umudu doğuyor.

Yazının tamamını okumak içintıklayınız

Monday, October 21, 2024

Bir ABD vekili olarak İsrail

 


Hafta sonunda, İsrail’de, ABD’nin gönderdiği hava savunma sistemi hizmete girdi; faşist Siyonistler, Gazze’yi yeniden yerleşime açma (sömürgeleştirme) talebiyle “Yapılabilir” başlıklı bir konferans/ yürüyüş düzenlediler. Netanyahu’nun partisinden 10 milletvekili bu konferansa katıldı. Savaşın, bu soykırım ve yerleşim dinamiğini, salt Netanyahu-Ben Gvir-Smotrich faşizmiyle açıklamak eksik olur: Bir eski İngiliz diplomatı, üst düzey MI6 (Askeri İstihbarat örgütü) görevlisi, halen Beyrut’taki “Conflict Forum”un kurucusu, Alastaire Crooke“İsrail yaptığını yapıyor”(14/10/2014, http:// www.strategic-culture.suwww. strategic-culture.su) başlıklı analizinde önerdiği gibi açıyı ABD’nin imparatorluk projesini kapsayacak biçimde genişletmek gerekiyor. O analizi özetleyerek sunmaya çalışacağım: 

STRATEJİK ORTAKLIK

İsrail-ABD stratejik ortaklığı, askeri bir işbirliğinden öte, neocon düşünürlerin küresel hegemonya projelerinin bir parçasıdır. Hudson Enstitüsü’nün önde gelen düşünürlerinden Herman Kahn ve diğer neocon stratejistler, 1970’lerden itibaren İsrail’in ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyan bir “vekil devlet”olarak konumlandırılmasını savundular. Bu strateji, İsrail’i yalnızca bir müttefik olarak değil, ABD’nin çıkarlarını askeri ve politik olarak yönlendiren bir aktör haline getirdi. 

[ E.Y.: 1996 yılında, Richard Perle liderliğindeki bir çalışma grubu tarafından dönemin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için hazırlanan “A Clean Break: A New Strategy for Securing the Realm” belgesini anımsatmak istiyorum: Bu belge, İsrail’in Oslo Anlaşmaları’ndan vazgeçmesini, daha saldırgan bir dış politika benimsemesini, Batı Şeria ve Gazze üzerinde kontrolün yeniden sağlanmasını, Ortadoğu’yu seri rejim değişiklikleri ile İsrail’in güvenliği için yeniden şekillendirmeyi, gerekirse ABD’den bağımsız hareket edilmesi gerektiğini öneriyordu.] 

(...)

Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Thursday, October 17, 2024

‘Onlar bizden farklıdır’

 


Geçenlerde Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, işverenlere tepki gösterirken “Bizi yok sayıyorlar. Kendilerini ayrı bir ırk zannediyorlar. Öyle gemiyi götüremezsin” diyordu.

Ergün Atalay, “Bizi yok sayıyorlar. Kendilerini ayrı bir ırk zannediyorlar”derken haklıydı ama ne yazık ki “Öyle gemiyi götüremezsin” derken değil. Çünkü bu “ayrı ırk olarak” görmek “gemiyi götürmeye devam etmenin”koşullarından biridir.

‘ONLAR BİZDEN FARKLIDIR’

Ünlü Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald “The Rich Boy” (“Zengin Çocuk”-1926) adlı kısa öyküsünde “Sana çok zenginler hakkında bir şey söyleyeyim. Onlar bizden farklıdır” diyordu. Bu cümle, genellikle, zengin insanların sadece paraları sayesinde farklı olduğu şeklinde yanlış anlaşılır. Halbuki Fitzgerald, servetin nasıl karakteri, ahlakı ve duygusal gelişimi etkileyebileceğini, zenginlerin, (çağımızda kapitalistlerin) ortak insani deneyimlerden uzaklaşarak izole bir yaşam sürebileceğini anlatmaya çalışıyordu. 

(...)

BİYOPOLİTİK IRKÇILIK

Bu bağlamda “ırk”, etnik bir farka değil, kapitalizmin biyopolitiğine (bireylerin ve toplulukların hayatını ve biyolojik süreçlerini yönetmesine) ilişkindir. “Biyopolitik ırkçılık”, ırk kavramını biyolojik veya etnik ayrımların ötesine taşıyarak ekonomik ve varoluşsal ayrımlara dayalı bir tabakalaşmaya kadar genişleterek ırksal farklılıklara ilişkin geleneksel kavramları yeniden yapılandırmayı önerir. Biyopolitik ırkçılık, kapitalizmde çalışmaya, yaşamaya hakkı olanlar ile olmayanlara ilişkindir; bu anlamda, etnik farklılıktan kaynaklandığı ileri sürülen “ırk” kavramından çok daha sağlam (onu da içeren) maddi (ekonomik-siyasi) temeli olan bir kavramdır.

Biyopolitik ırksal bölünme, kapitalist toplumlarda yaşamın kendisine verilen değerden kaynaklanır. Bu çerçevede, kapitalist sınıf, doğuştan gelen biyolojik özellikleriyle değil, işçi sınıfının hayatını tanımlayan ölümlülük ve güvencesizlikle ilişkili mücadelelerin çoğunu aşmalarını sağlayan servet, teknoloji ve kaynaklara erişimiyle bir “süper ırk” gibidir. 

(...)

Kapitalist sınıf yalnızca servet ve emeği değil, yaşamın kendisini de kontrol ettiği için, kapitalizmde ırkçılık biyopolitik terimlerle de belirlenir.

Türk-İş Genel Başkanı Atalay, işverenler için “Kendilerini ayrı bir ırk zannediyorlar” derken çok önemli bir noktaya parmak basıyordu. 

Yazının tamamını okumakiçin tıklayınız


Monday, October 14, 2024

‘Geçmiş her gün yeniden tanımlanır’

 


Ülkelerinin kuruluş mitosunu tartışmaya açacak, kuruluş “travmasını”hatırlatacak işler yapan rejimler, toplumlarında, kültürel, ahlaki kargaşanın, bir meşruiyet krizinin yolunu açarlar; böylece ülkelerinin yalnızca geçmişini değil geleceğini de tehlikeye atarlar. Netanyahu-Ben Gvir-Smotrich faşist Siyonizminin Gazze soykırımı, Lübnan’da başlattığı yıkım, İsrail’in yalnızca geleceğini tehdit etmiyor, geçmişini de yeniden tartışmaya açıyor. 

İsrail’in kuruluşunda terörizm (Haganah, Irgun, Lehi), yerleşimci sömürgecilik, etnik temizlik vardı. Batı ve Siyonist hareket, Alman Nazi soykırımının, tüm dünyada yarattığı travmayı, İsrail’in kuruluşunu, Filistinlilerin travmasını önemsizleştirerek meşrulaştırmak için kullandılar. 1980’lere gelindiğinde, artık ortada 7-8 milyon nüfuslu bir İsrail gerçeği vardı. Bir uzlaşma/ barış arzusu, Filistin halkının haklarını tanıyan bir çözüm arayışı, süreci iki devletli bir çözüme doğru itiyordu. Artık, “kuruluş anındaki” yerleşimci sömürgecilik etnik temizlik vurgulanmıyordu; İsrail buradaydı ve kalıcıydı, önemli olan iki devletli bir çözümdü. 

“Oslo çözüm süreci” bir fırsat yarattı. FKÖ ve seküler Siyonist akımlar bu fırsatı değerlendirmek için çalışırken, İsrail’in varlığını (sahadaki gerçekliği) tanımayan dinci Hamas ve Filistin halkının varlığını yok sayan radikal dinci/ırkçı Siyonistler süreci baltalıyorlardı. Arafat, Arap devletlerinden gereken desteği alamayınca da o fırsat kayboldu. 

(...)

Thursday, October 10, 2024

‘Yaklaşan fırtına’ ve ‘kaos’ (2)

 

Pazartesi yazımda Almanya’da yükselen faşist parti AfD’nin dış politika tercihlerine değinmiştim. AfD, Avrupa’da daha geniş bir faşist dalganın parçası. SWP’nin (Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü) bir analizine göre, aşırı sağın Avrupa Parlamentosu’nda güç kazanması, AB’nin işleyişini ve karar alma süreçlerini daha da zorlaştıracak, bu da NATO ve AB’nin bölgesel ve küresel sorunlara yanıt verme kapasitesini sınırlayacak.

Başta (AfD) olmak üzere, Avrupa’da yükselen faşist hareketler, yalnızca kendi ülkelerinde hakları ve özgürlükleri, yabancıları tehdit etmekle kalmıyorlar, aynı zamanda dış politika tercihleriyle yeni bir “Büyük Savaş” riskini de artırıyorlar.

AFD VE BATI MERKEZLİ ‘GÜVENLİK -HEGEMONYA- MİMARİSİ’

AfD, Almanya’nın NATO’daki rolünü sorguluyor, Amerikan nükleer silahlarının Almanya’da konuşlanmasına, askerlerinin varlığına karşı çıkıyor. Bir AfD yönetiminin bu politikaları uygulaması durumunda Avrupa’nın merkez ülkesi Almanya’nın Batı’nın güvenlik -hegemonya- mimarisindeki yeri hızla belirsizleşir, Atlantik ittifakında derin çatlaklar açılır.

(...)

SWP, AfD ve geçen hafta Avusturya’da seçimleri kazanan Özgürlük Partisi gibi faşist partilerin NATO ve AB’ye olan güven eksikliği, “Avrupa genelinde yeni jeopolitik blokların ortaya çıkmasına neden olabilir” diyor. AfD, AB’nin Almanya üzerinde ekonomik baskı oluşturduğunu iddia ederek Dexit (Almanya’nın AB’den çıkışı) seçeneğini gündeme getirebilir. Bu durum, Avrupa’nın birliğini zayıflatarak Batı blokunun dağılmasına yol açabilir.

(...)

FAŞİST HAREKET ÇOK PARÇALI AMA...

SWP, raporunda, Avrupa’daki “aşırı sağın” bölünmüş yapısına dikkat çekiyor. Ancak bu partilerin, özellikle AB karşıtlığı, milliyetçilik, Rusya sempatisi, göçmen karşıtlığı gibi ortak temalar etrafında birleşebileceğine de işaret ediyor. 6 Ekim Pazar günü, İtalyan Salvini’nin Liga partisi için sembolik bir yer olarak kabul edilen kuzey İtalya’daki Pontida kasabasında, Viktor OrbánMatteo Salvini ve Geert Wilders gibi faşist liderlerin, yaklaşık 25 bin kişinin katılımıyla gerçekleşen miting, bu birlik olasılığını destekliyordu. Bu olasılık, AfD’nin, daha şimdiden sınır kontrolleri getirmeye başlayan Almanya’daki etkisiyle birleşirse Avrupa Birliği’nin geleceğini tehdit eden stratejik bir riske dönüşebilir. Bir AfD hükümeti, Avrupa genelinde faşist partiler arası işbirliği olasılığını güçlendirebilir. Bu birlik, AB’nin, göç, iklim, ekonomi alanlarında küresel krizlere yanıt verme kapasitesini zayıflatabilir. 

(...)

“Gökkubbenin altında kaos egemen” ama bu kaosun içinde sosyalistler, aslında ne yapacaklarını pek bilemeden, bir seçenek oluşturamadan bir oraya bir buraya koşturmaya devam ediyorlar.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız