Friday, December 21, 2007

Mali piyasalarda “akılcı bir panik”

Cumhuriyet: 17/12/207)

Geçen Çarşamba günü ABD Merkez Bankası FED ve dört banka mali piyasalara 40 milyar dolar likidite enjekte edeceklerini açıkladılar. Açıklamadan sonra, ne bankalar arası piyasada faizlerde bir düşme görüldü ne de borsalardan olumlu bir tepki geldi. Dahası, bu müdahale merkez bankalarında ve banka sisteminde korkunun bir paniğe dönüştüğünü gösteriyordu. Ancak, Prof Krugman’a göre “bu öyle akıl dışı bir panik değil. tümüyle akılcı bir panik” idi. (New York Times, 14/12). Çünkü durum gerçekten çok vahim…

Bir taraftan “panik” diğer taraftan, dünya ekonomisinden dengelerin “geri çevrilemeyecek yönde değişmeye başladığına” ilişkin tartışmalar, bu krizin “o kriz” olduğuna ilişkin kanımızı güçlendirmeye devam ediyor. Dünya Bankası da bu krizin daha şimdiden 1990’arın başında Japonya’yı sarsan mali krizinin maliyetine ulaştığını,1970’den bu yana yaşaman 117 banka krizini gölgede bıraktığını düşünüyor (Financial Times 13/12)

Önce bankaları kurtar…

FED, Avrupa Merkez Bankası, İngiltere, Kanada İsviçre merkez bankalarının bu müdahalesi, kriz başladıktan bu yana dördüncü girişim. Merkez bankaları bankalara, sundukları karşılıkların kalitesine bakmadan borç verecekler. Yani, bu merkez bankaları, bankaların, bu gün piyasada satılamayacak kadar değer kaybetmiş varlıklarını, yine bankaların defterlerindeki fiktif değerlerden, karşılık olarak kabul edecek, böylece bankaların sırtından alacaklar.

Haftanın ikinci yarısında yoğunlaşan tartışmalar, bizim daha önce bir çok kez vurguladığımız bir noktada artık bir mutabakat oluşmaya başladığını gösteriyordu: Karşımızdaki bir likidite yetersizliği krizi değil, bir borç krizi; çapı ve esas olarak nerelerde, kimlerin elinde olduğu bir türlü saptanamayan bir batık borç kütlesi söz konusu. Bu yüzden bankalar ellerinde likidite olmasına karşın, bunu kimseye, hatta birbirlerine bile borç olarak vermek istemiyorlar. Bu, Prof Rubini’nin “mali küreselleşmenin ilk krizi” dediği durumu aşabilmenin yolu tam anlamıyla, (Goldman Sachs’ın hesaplarına göre en az 2 trilyon dolara ulaşacak) bir temizlik (varlık imhası) gerektiriyor. İkincisi, Merkez Bankaları en büyük bankaları kurtarmaya çalışıyor (her zaman olduğu gibi) ama, batık krediler esas olarak banka dışı mali oyuncuların, yerel yönetimlerin vb… elinde, bu nedenle son girişim işe yaracak olsaydı bile etkisi çok sınırlı olacaktı; dahası, enflasyonu körükleyecek, hak etmeyen yatırımcıyı kurtararak, ahlaksızlığa prim vermiş olacaktı. Ancak kimi analistler, “tüm bunlar önemli değil, bankaları kurtarın” diyorlar.

Örneğin, bir Financial Times baş yazısı (14/12), Merkez Bankalarının, bankalara, olağan faizlerinden, karşılıklara aldırmadan sınırsız kredi açmasını öneriyordu. UBS ekonomisti George Magnus, Financial Times’daki, bu önerilere karşı çıkanlara cevap veren yazısında, likidite enjeksiyonunu ve faizi indirimlerini savunurken, mali sermayenin acımasız mantığını da ortaya koyuyordu: Merak etmeyin, faizlerdeki indirimler ev piyasasındaki yıkımı engellemez, çünkü borçlarını ödenememesinin arkasında esas olarak, faizlerin yüksekliği değil, işsizlik ve ücretlerin yetersizliği var; hak etmeyenleri kurtarıyoruz gibi ahlaki kaygılarda ısrar etmek de anlamsız, demokratik toplumlar gerektiğinde bundan vazgeçebilirler; esas olarak gıda ve enerji piyasalarını etkileyecek (yani halkı ve üretimi) bir enflasyona değil, banka sistemini etkileyen deflasyona odaklanmak gerekir. Likidite belki sorunu çözmez ama yine de önemli (13/12) Özetle bankaları kurtarın toplumun gerisi önemli değil.

Ancak bu da boş hayal. Çünkü, şimdi krize yol açarak patlamaya başlayan kredi köpüğünün nedenlerine, bu günlerde, ABD ekonomisinde ilk önce resesyona giren sektörlere bakınca, karşımıza muazzam bir kapasite fazlası sorunu (aşırı üretim) çıkıyor. Bu sorun 2001 resesyonunda yine başını çıkardığında, bu merkez bankalarının eliyle başlatılan mali genişlemeyle ertelendi. Ertelendi ama, bu kez sanayideki aşırı üretim sorununa bir de inşaat sektörü ekledi. Her ikisini de kredi ile ayakta tutma hayali, sonunda banka sisteminin elinde patlamaya başladı. Özetle “bütünsel” bir kriz var karşımızda…

Madalyonun öbür yüz

Bu tür krizler, yeniden yapılanmaların ebesidirler; sermayenin ve coğrafyaları tümünü aynı biçimde etkilemezler. Bu nedenle dengeler değişmeye başlar. Şimdi de öyle oluyor. Örneğin Asya bankaları, bu beş bankanın operasyonuna katılmadılar. Çünkü dünyanın bu bölgesinde mali piyasalar daha az istikrarsız, ağır bir kredi krizi, likidite sorunu yok. Genel kaygı, “ekonomik ısınmaya”, enflasyona ilişkin. ABD ve Avrupa ekonomileri yavaşlamaya, tüketici havlu atmaya, ücretler gerilemeye, işsizlik artmaya başlarken, Asya ülkelerinde ekonomik büyüme, ücretler artışları, güçlenmeye devam eden bir tüketim eğilimi söz konusu; kapasite fazlası sorunu burada henüz gündemde değil.

Bu bölgede gerektiğinde, devreye sokulabilecek büyük döviz rezervleri var. Hem Asya ülkeleri hem de petrol zengini ülkeler bu rezervlerini, mali piyasalarda spekülasyona yönlendirmek yerine, değerli üretim birimlerini, Batı’nın şimdi, krizin etkisiyle borsada %50’dan fazla değer kaybederek felç olmuş dev bankalarını satın almaya yöneliyorlar (J. Markman, MSN Money, 13/12).

Geçtiğimiz haftalarda Afganistan’daki devasa bakır madenlerini satın alan, ABD, Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi İran’da nükleer silah olmadığını açıklayınca, hemen İran’la yeni bir petrol çıkarma anlaşması yapan Çin özellikle dikkat çekiyor. Asia Times’da, M.K Bhadrakumar’a göre, ABD’yi ve Hindistan’ı şaşırtan bu hamle, Çin’in zamanlamada ve stratejik plan yapmakta ne kadar başarılı olduğunun bir kanıtıydı. Bir başka yorumcu da, “Asya ülkelerinin Egemen Varlık Fonları, Dow Jones indeksindeki tüm firmaların yönetim kurullarında etkin yer edinmelerine olanak verecek hisseleri satın alacak kadar büyük diyordu” (J. Randall, Daily Telegraph, 14/12). Gerçekten de geçtiğimizi haftalarda, Abu Dhabi, Çin Dubai, Singapur kaynaklı fonlar sırasıyla Citi Group, Barclays Bank, Sony, UBS gibi dev şirketlerin hisselerinden satın alarak yönetim kurullarına girmeye hak kazandıklarını gördük. MSN Money’den Markman, JP Morgan ve Chase Manhattan’ın da sırada olduğunu düşünüyor, hatta bu süreci “tersine sömürgeleştirme” olarak niteliyordu.

Bu ortamda da Newsweek’in editörü Fred Zakaria, geçen haftaki yazısında,, içine girdiğimiz “yeni dönemde”, artık dünyada eski yapılara sığmayan çok fazla yeni oyuncunun varlığına, yeni güçlerin yükseldiğine işaret ediyor ve “Post-Amerika dünyasına hoş geldiniz” diyordu. Daha iddialı konuşanlar da var. Örneğin, geçen hafta Avustralya’daki Uluslararası Politika Üzerine Lowy Enstitüsü bünyesinde yayımlanan “Vasco da Gama döneminin sonu” başlıklı ilginç bir çalışma, isminden de anlaşılacağı gibi, beyaz adamın keşiflerle başlayan, dünyayı, kendi çıkarları ve yaşam tarzı temelinde, küreselleştirme döneminin sona erdiğini ve sürecin merkezinin doğuya kaydığını ileri sürüyordu.

Wednesday, December 12, 2007

Bir Nefret Nesnesi olarak Putin

(Cumhuriyet 10.12.2007)
Bush ilk görüştüklerinde “Putin’in gözüne bakmış ruhunu görmüş güvenilir adam” demiş dost olmaya karar vermişti. Önceki pazar yapılan Duma (Meclis) seçimlerinden bir hafta önce bir Wall Street Journal baş yazısı, “Artık Rusya’yı düşman bir ülke olarak görmeye başlamak gerekir” diyordu.

Gerçekten de son yıllarda, Putin ABD-İngiltere ekseninin, bir nefret nesnesine dönüştü. ABD dış işleri sözcüleri. Council on Foreign Relations gibi dış politika alanının önde gelen düşünce kuruluşlarının etkili analistleri, büyük medya, 2006 yılının başından bu yana sistemli bir biçimde Putin’in Rusya’da demokrasiyi geri çevirmeye başladığını ileri sürüyorlar. İngiltere’de de genel olarak muhafazakar basında, Financial Times gibi daha soğuk kanlı yayınlarda, BBC gibi sözde tarafsız kanallar ve The Observer gibi sosyal demokrat gazetelerde de aynı hava var.

Bu hava, son Duma seçimlerinden önce inanılmaz bir kampanyaya dönüştü. Bu arada da, “Batı dostu” Gorbacev’in, The Times, Wall Street Journal gibi yayınlarda, yayımlanan söyleşilerde, gazetelerin tüm ısrarına karşılık, Putin’i savunması, desteklemekte ısrar etmesi, “halkın %85’i Putin’i destekliyor, beni ilgilendiren gerçeklik budur” demesi “herkesi” çok şaşırtıyordu.

Bu yayın organları, daha seçimler yapılmadan seçimlerin demokratik olmayacağını iddia ettiler. Seçmene sandığa gitmeleri ve Putin’in partisine oy vermeleri yönünde müdahale ediliyormuş. Bu koronun, İşgal altında yapılan Irak seçimlerine toz kondurmadığını, muhalefet partilerinin gösterilerini sopayla dağıttırarak liderlerini hapse attıran Gürcistan Başkanını demokrasi abidesi ilan ettiklerini anımsayınca…

Seçimlerden sonra çıkan Newsweek, “Rusya’da demokrasi öldü” diyordu. The Observer, kantarın topuzunu kaçırıp, “Stalin’in gölgesinden”, “SSCB rejiminin restore edilmeye başlandığından” söz ediyordu. Putin sütten çıkmış ak kaşık değil, ama bu kadar nefret çekmesini anlamak da kolay değil. Ya da, kolay….

Çaresizlik kötü şey…

Putin’in (ve onu iktidara taşıyan eski SSCB egemen sınıflarından, ayakta kalmayı başaran güvenlik aygıtı nomenklaturasının) en büyük günahı, Rusya’nın zenginliklerinin uluslararası sermaye, ve içerdeki bir avuç hırsız tarafından talan edilmesine son vermeye başlaması. İkincisi, de son Münih Güvenlik konferansındaki konuşmasında dobra dobra ifade ettiği gibi Putin’in ABD’nin tek kutuplu dünya projesini, hegemonyacı, antidemokratik ve tehlikeli ilan ederek cepheden karşı çıkması. ABD diş politika çevreleri bunu hazmedemiyorlar ama ellerinden bir şey gelmiyor. Sinir krizleri geçirmeleri de bu yüzden.

Anımsarsanız, 1990’larda Yeltsin döneminde, Batı kapitalizmi Rusya ekonomisini ve zenginliklerini artık ele geçirdiğini düşünüyordu. ABD’de Rusya’yı, parçalayarak kendi etki alanı içine çekmeye hazırlanıyordu.

Putin iktidara geldikten sonra önce bir süre Batı ile birlikte yürüyormuş gibi yaptı, gerekli siyasi gücü topladıktan, devlet iktidarını restore ettikten sonra, Rusya ekonomisini ve kaynaklarını yavaş yavaş Batının talanına kapatmaya başladı. Özelleştirme sürecinin hırsız baronlarını (olikarkları) tasfiye etti, çaldıklarını geri aldı. Enerji fiyatlarındaki artıştan elde ettiği kaynakları akıllıca kullanarak askeri, ekonomik toplumsal yapıyı tamir etmeye girişti. 450 milyar dolarlık bir fon yaratarak, uluslararası mali sermayenin olası bir saldırısın karşı ülkeyi güvenceye aldı. Bu sırada Rusya’nın uluslararası etkisini de arttırmaya başladı. Böylece, SSCB gibi bir süper güçten sonra, sarhoş Yeltsin döneminde Batının soytarısı olmuş bir devlet başkanıyla yaşamaktan utanç duyan Rusya halkına onurunu iade etti. Ama belki de “en kötüsü”, Putin yönetimi, siyasi muhalefetin ve sivil toplum örgütlerinin (vakıfların vb…) ülke dışından mali yardım almalarını yasakladı. Böyle Soros takımının CIA’nin Demokrasi örgütlerinin Rusya’nın iç politikasına doğrudan katılarak, demokrasi oynamalarının, renkli devrim tezgahlamalarının önünü, onların parazitlerinin mali kaynaklarını kesti. Ama ne ilginçtir, Rusya halkı bu “kötü”, “antidemokratik” gelişmelerden hiç şikayetçi olmadı, Gorbaçev’in de işaret ettiği gibi %85’i Putin’i desteklemekte inat ediyor. Batı’nın sesini yansıtan politikacıların ve siyasi partilerin toplumsal destekleri %1’lerde dolaşıyor.

Batı’nın hırçınlığı da bu gelişmelerden kaynaklanıyor. Batı Rusya’nın etki alanının dışın çıktığını gördükçe çaresizlikten ağzını bozuyor.

Putin “modeli”

Batı’yı kızdıran, dahası aslında korkutan esas olarak şu: Putin sosyalizmi restore etmiyor. Aksine, özel mülkiyete, iş yaşamına getirdiği güvenceler, iktidardaki bürokratik yönetimin iş yaşamına çok uygun bir kültürle, tam bir devlet kapitalisti, zaman zaman da özel kapitalist olarak (hemen hepsi büyük işletmelerin yönetimlerinden geliyorlar ve hala kısman doğrudan yönetmeye devam ediyorlar) düşünüyor ve yaşıyorlar. Bu yüzden de Rusya’da iş yapan uluslararasi sermaye Putin yönetiminden memnun. Dahası Dış politika çevrelerinin demokrasiyi geri çevirme diye gördükleri ekonomik kararlara çabucak uyum gösteriyor, bu propagandaları yaymaya çalışanların çaresiz ve ihanete uğramış bakışları altında…

İkincisi, Putin neoliberal ve küreselleşmeci modelin kurallarını hiçe sayan bir model izliyor ve sonuç alıyor. İktidara geldiğinden Rusya’nın sanayi kapasitesi yarı yarıya imha olmuş, Gayri Safi Milli Hasılası 260 milyar dolara gerilemişti. Bu gün GSMH 1.1 trilyon dolara, kişi başına gelir de 2000 dolardan 7,500 dolara yükseldi (UPI, 03/012/07). Moskova Goldman Sachs analistleri’ bu büyümenin hepsinin petrol gelirlerin dayalı olmadığına, bir çok üretici sektörü kapsadığına, bu arada mantar gibi biten IKEA mağazaları zincirine işaret ederek, yeni ve alım gücü yüksek bir orta sınıfın şekillendiğine dikkat çekiyorlar (Charles Grant, The Guardian, 03/12)

Batı, Çin’in başarısından sonra, bu kez de Rusya’da, neoliberalizmin, küreselleşmeciliğin dışında, yeniden kalkınmacı paradigmayı ve “ulusal projeyi” anımsatan bir modelle karşı karşıya olmaktan çok rahatsız. Ya bazı gelişmekte olan ülkeler de benzer modelleri benimserlerse…

Üstelik, model aslında karmaşık değil. IMF gibi uluslararasi mali kuruşlara bağını koparacaksın. Özelleştirmeyle çalınan stratejik varlıkları geri alacaksın. Ülkenin ekonomik kapasitesini arttıracak, iç pazarını, derinleştirecek, bütünleştirecek, bu arada halkın temel gereksinimlerini karşılayacak politikalar izleyeceksin. Bu arada, buradan elde edilen siyasi güçle ekonomik artığın önemli bir kısmını orta sınıfa ve devlet seçkinlerine transfer etmeyi unutmayacaksın (dedik ya Putin sosyalizmi restore etmiyor). Ülke tabii ki kapitalist bir ülke olarak kalmaya, hatta dünya ekonomisi içinde oyuncu olmaya devam edecek.

Ama, hiç olmazsa, ülkenin egemen sınıfı da varlığını, halkına da son derecede büyük maddi ve manevi, yükler getirecek biçimde, “kendi kuyruğunu yiyerek yaşan bir yılan” gibi sürdürmeye çalışmaktan kurtulacak.

Tuesday, December 04, 2007

Annapolis barış Zırvası

(Cumhuriyet, 03.12.07)

Annapolis barış zırvasından (pardon zirvesi diyecektim) Filistin tarafı zararla çıktı, Araplar aşağılandılar. Zirve sonrası yorumlarda ve tartışmalarda Türkiye’nin adı ise hiç geçmiyor. Belki bir kez geçmiştir, Suriye’nin vaatlerle kandırılarak zirveye katılmasının sağlanması bağlamında… Buna karşılık ABD ve İsrail tarafı sonuçlardan hoşnut görünüyorlar.

İroni şu ki (eğer böyle şeyleri hala ironi olarak görecek enerjimiz kaldıysa) “barış sürecini” yeniden başlatmak iddiasıyla tasarlanan Annapolis zirvesi, biri İran’a yönelik diğeri de Filistin’de bir iç savaş olmak üzere iki savaş olasılığını birden güçlendirmeyi başardı.

Mahmut Abbas fiyaskosu

Arafat öldükten(!?) sonra Filistin halkı tam anlamıyla lidersiz kaldı. Arafat’ın yerine FKÖ’nün ve Filistin İdaresi başına geçen Abbas tam anlamıyla bir fiyasko oldu. Hamas, seçimleri kazandı, güçlendi ve hiç beklenmedik bir biçimde, hiç zorlanmadan Gazze'yi ele geçirdi. Abbas, ABD-İsrail kuklası desek çok yanlış olmayacak, bir adam. Bu yüzden ABD, Annapolis’e yalnızca Abbas’ı çağırdı. Filistin halkının en azından yarısını temsil eden Hamas’ı görmezden gelmeye devam ediyor. Bu yüzden, Filistin halkının zirvede meşru bir biçimde temsil edilmediğini söyleyebiliriz.

Dahası, Al Ahram Weekly’nin İsrail basınından aktardığına göre (29/11/07), zirvede Bush ve İsrail başbakanı Olmert, üçlü konuşmalarında Abbas’tan bir an evvel Gazze’ye geri almasını istemişler. Diğer bir değişle, Hamas zirveye tümüye karşı ve iyice silahlı oluğuna göre, gündemde bir Filistin iç savaşı var. Ya da Gazze’de büyük çaplı bir İsrail operasyonu. Son günlerde, İsrail savunma çevrelerinden kimi görevliler, böyle bir operasyonun, Abbas’ın de işini kolaylaştıracağını savunuyorlarmış (Jarusalem Post, 28/11).

Annapolis toplantısı sonrasında, Bush’un okuduğu ortak açıklama metnine bakınca, fiyaskonun boyutları daha bir belirginleşiyor. Abbas Filistin halkına, barış sürecinin Filistin devletinin sınırları, Kudüs’ün statüsü, sürgünlerin geri dönmesi gibi ana konuları kapsayan prensipleri içermeyen bir anlaşma metni oluşmadan Annapolis’e gitmeyeceğine söz vermişti. Bush’un okuduğu metinde bu konulara değinilmiyor bile. Ama, Bush İsrail’i tanımlarken, “Yahudilerin Ana vatanı” ifadesini kullandı. Diğer bir değişle bir cümlede hem göçmenlerin geri dönmesini engelleyecek hem de, Al Ahram’dan Al Naami’nin işaret ettiği gibi bir etnik temizliğe olanak sağlayacak anlamı yaratmış oldu. Bu anlamı benimserse, İsrail 1948’de gitmeyip kalan Arapları, yabancı unsur kabul ederek sınır dışı edebilir… Ramalla’daki Filistin Yönetiminden kimi üst düzey görevliler, “Mahmut Abbas zirveden tümüyle uzak kalsaydı belki de daha iyi etmiş olurdu” diyorlarmış (Ali Waket, Yedioth.net, 28/11). Ali Waket, bu görevlilerin, Bush’un Annapolis’te barış süreci için tek yönlendirici olarak “Yol Haritasını” kabul etmesinden hareketle, şimdi “İsrail 2008 sonuna, hatta sonsuza kadar, Filistinlilerin anlaşma gereğince üstlerin düşeni yapmadığını iddia edebilir”… “ne olup bittiğini saptayacak, kabul edilebilir bir denetleme mekanizması da yok” dediklerini aktarıyor.

Kısacası Filistin cephesinde, düş kırıklığı, belirsizlik, yeni bir İsrail operasyonu ve iç savaş korkusu… İsrail tarafında da bir “şimdi ne oldu yani” havası hakim. Likud’un sağ kanadı, “Olmert sattı” diye feryat ederek parsa toplamak istiyor. Aşırı sağcı Şas partisinin lideri, “Annapolis'dekilerin gerçeklikten kopuk olduklarını” söylüyor (Haaretz, 28/11). Çok satan gazetelerden Yedioth Ahranot’da “Annapolis pembe dizisi” başlıklı bir yorumda “sonu gelmez zirveler dizisine bir yenisi eklendi” dendikten sonra, İsrail medyasına ilişkin, “bu kadar şamatanın nedeni, söylenecek bir şey olmamasıdır” saptaması yapılıyordu (28/11). Batı yakasındaki İsrailli yerleşimcilerin lideri Shaul Goldstein ise memnundu İsrail aşır sağının sesi Kanal 10 TV’sinde konuşurken, “Annapolis’in yerleşimlerin Batı Yakası’na doğru genişlemesine olanak sağlayacağını” savunuyordu (Al Ahram Weekly).

Korkmuşlar cephesi

CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski başkanı, halen Brooking Institute’de Ortadoğu Politikası ile ilgili Saban Merkezi direktörü, Martin Indyk’in, Bush’un Annapolis’te kendini konuya vermiş gibi görünmediğini söylemesine karşın (Council on Foreign Relations, 28/11), Büyük basına bakılırsa, ABD tarafı genel olarak sonuçtan hoşnut. Ama başka bir nedenden.

Sanırım en iyi New York Times’ın basitleştirme ve bayağılaştırma uzmanı Thomas Friedman koydu: “Ortadoğu uzun süredir görmediğimiz bir şeye şahit oluyor: ılımlılar, kendilerini toplayıp kötülere karşı titrek adımlarla da olsa tavır koymaya başladılar”. Ilımlılar başta Suudi’ler olmak üzere zirveye katılan Arap devletleri (Friedman değinme nezaketi göstermiyor ama, sanırım Türkiye’de bunlara dahil). Ama bu ılımlıları bir araya getiren, ortak bir vizyon değil, İran korkusuymuş. “Şimdilik bu korkmuşlar barışı” diyor Friedman. Annapolis’teki Filistin görüşmeci grubundan, adının açıklanmasını istemeyen bir görevli de “Araplar buraya, Yahudileri ya da Filistinlileri sevdiklerinden gelmediler. İran’a karşı ABD ile stratejik bir ittifak istiyorlar” diyormuş. “Bu Arap ulusları, tarihin kendilerini arkada bırakarak uzaklaştığını, gençlerini dinci militanlara kaptırdıklarını” düşünüyorlarmış (New York Times, 28/11). Benzer aşağılayıcı yorumları, Haaretz, Financial Times, Washington Post’tan Ignatius ve Martin Indyk’te yapıyor. Suudi parasıyla çıkan, Al Hayat’ta yayımlanan bir yorumda da Suriye’nin toplantıya katılmasından hareketle “Şii Hilal’i çatlıyor mu?” diye sorulduktan sonra, Annapolis öncesinde “Arap liderlerinin Suriye’yi İran’la ittifak yerine Arapların genel çıkarlarına yararlı bir politika uygulamaya ikna etmeye çalıştıkları” anlatılıyor (29/11). Belli ki Suudilerin korkusu, aşağılanmaya aldırmayacakları bir düzeye ulaşmış.

Annapolis sonrası hakim olan söyleme dikkatle bakınca, ABD medyasının, İran’ı bölgedeki terörizmin, lideri ılımlıların düşmanı olarak yeniden tanımlamaya, Suriye’den kopararak tecrit etmeye, Arap devletlerini de korkmuş koyunlar olarak bir araya toplamayı amaçladığı görülüyor. Lübnan’da yeni devlet başkanı olarak Suriye ile iyi ilişkilere sahip bir generalin adının geçmesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Böylece ABD’nin “İran sorunu”nu askeri operasyona uygun bir “olgunluğa” getirmeye çalıştığı söylenebilir.

Ancak, ABD’nin Suriye’yi toplantıda hiç kale almadığını, Suriye’nin istediği hiç bir konuyu gündeme getiremediğini, bu nedenle kendini aldatılmış hissetliğini düşünen, örneğin Helena Cobban gibi saygın analistler de var. Just World News ve Christian Science Monitor yazarı Cobban, ABD’nin Annapolis ile ilgili olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine verdiği, karar taslağını, Rice hazırlamış olmasına karşın Dick Chaney bürosunun ve İsrail’in baskısıyla, Cuma günü geri çekmiş olmasına da dikkat çekerek “Chaney/İsrail -1 Dünya sıfır” diyor. Şaka bir yana bu da, Annapolis’in barış sürecini yeniden canlandırma iddiasının tam bir zırvalık olduğunu gösteren bir başka gösterge.

Sunday, December 02, 2007

Restorasyon ve çözülme

[Türkiye Sosyal Bilimler Derneği tarafından 28-3- Kasım tarihlerinde düzenlenen 10. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde “1980-2000, Bir dönemin sonu mu?” başlıklı oturumunda yaptığım sunuşun metni)

Gerçekten de 20. yılın son 20 yılını anlamlandırmak çok önemli, hem bu günü hem de olası yarınları düşünebilmek için.

Prof. Wallerstein, 1980’lerde çok önemli bir kültürel kaymanın yaşandığına, Fransız ve Rus devrimlerinin, genel anlamda “Aydınlanma” geleneğinin kaybolduğuna işaret ediyor. Felsefeci Alain Badiou’da bu 20 yılı düşünürken Restorasyon kavramını kullanıyor.

Bence de Restorasyon kavramı yararlı bir başlangıç noktası.

Ama neyin restorasyonu?

· Öncelikle, İnsanın kaderini elinden alarak, denetleyemediği güçlere, örneğin piyasaya, bırakan bir geleneğin restorasyonu. Bu gelenek “Aydınlanma olayından” önce, insanın kaderini tanrının, onun sözcülerinin eline terk ediyordu

Toplumsal Gelişme düşüncesini, insanın rasyonel bir varlık olduğu varsayımını, bilimsel düşüncenin temelini, kuran Aydınlanma “olayı”, İnsanın kendi “yaşam dünyasını”, eşitlik, özgürlük, kardeşlik prensipleri etrafında iyileştirebileceğini, hatta “yeni insanı” yaratarak, tarihin akışını değiştirerek yeni başlangıçlar tasarlayabileceğine ilişkin geleneği kurmuştu.

· Restorasyon, devrimlerin, “toplumsal mühendisliğin” kötü ve imkansız, zenginlerin iktidarının doğal ve mükemmel olduğunu savunan, eşitsizliğin gerekli olduğuna inanan bir geleneği hakim kılmaya çalışıyor. Restorasyon, insanın kaderini “serbest piyasa” denen bir kurgunun, hatta fantezinin eline, aslında sermaye birikimi sürecinin kaprisine teslim etmeyi amaçlıyor.

Her Restorasyon gibi bu Restorasyon da fikirlerden, teoriden, büyük projelerden nefret ediyor, kanaatlere bayılıyor. Özellikle, “aç gözlülük iyidir”, “zengin olmak gerekir”, “bedensel zevkler birincildir” diyen kanaatlere.

Bir başka açından, soyutlama düzeyimiz değiştirerek baktığımızda, bu restorasyonun dört başka boyutunu da söyle saptayabiliriz:

1- İkinci dünya savası sonrasında sendikal hareketin, sosyal demokrasinin ve komünizm korkusunun basıncıyla şekillenen sınıf uzlaşmasının, sosyal devletinin yıkılarak, engelsiz kapitalist sınıf egemenliğinin, “piyasa-devletinin” Restorasyonu. Diğer bir değişle, Egemen sermayenin Ulusal Keynesgil modeli yıkarak “küresel serbest piyasa projesiyle” emperyalist liberalizmin Restorasyonu.

2- 1970’lerde ekonomik kriz, siyasi açıdan Vietnam savaşı gibi etkilerle gerileyen ABD hegemonyasının, 1980’lerde Reagan yönetimi altında restorasyonu.

3- Egemen sermayenin, çevre ülkelerde, sömürge sitemi yıkılırken kaybettiği egemenliğinin, borç kriziyle oluşan konjonktürde, IMF-Dünya bankası, eliyle, restorasyonu.

4- 20 yüzyılın son 20 yılında, post-modernizmin de katkısıyla, sınıf mücadelesi düşüncesinin siyasi ontolojinin merkezinden kovularak, yerine, dini temelde betimlenen uygarlıklar çatışması düşüncesinin, etnik aidiyetlere dayalı milliyetçi projelerin restorasyonu girişimleri. Bu sırada birileri açıktan açığa, ABD’de yeni Roma’nın restorasyonundan, Türkiye’de Yeni-Osmanlı dünyasının restorasyonundan söz etmeye başladılar. Bu, aynı zamanda, modern vatandaşlığın temelini oluşturan laiklik ilkesinin, yıkılarak, siyasal İslam kimliğinin Restorasyonu olarak da karşımıza çıktı.

Ancak, Restorasyonlar tarihin hareketini durduramazlar. Bir süre sonra, kendi çelişkileri altında çökerken, yeni dönemin doğuşuna zemini oluşturacak enkazı da yaratırlar.

Bu gün, işte böyle bir enkazın şekillenmekte olduğunu düşünüyorum. Restorasyon kimi bileşenleri, sürerken kimi boyutlarıyla da çöküyor. Yine tarihe bir eşik, oluşuyor.

Şimdi bu Restorasyonun çöküşünün iki belirgin örneğine, ekonomik liberalizm ve ABD hegemonyası üzerinde kısaca durmak istiyorum.

I- Ekonomik Liberalizmin restorasyonu ve tükenişi:

Egemen kapitalizmin 1970’lerde başlayan yapısal krizine çözüm arayışları 1970’lerin sonunda sonuçlandı. 1980’lerin başında ABD, İngiltere önderliğinde “küresel serbest piyasa” projesiyle, liberalizmin restorasyonu başladı

1982 borç krizinin yarattığı ortamda da gelişmekte olan ülkelere IMF- Dünya Bankası “reformları” yoluyla dayatılan liberal restorasyonun bileşenlerini sanırım şöyle özetleyebiliriz:

1- İşçi hareketinin 1950-70 döneminde sermayeden kopardığı tavizleri geri alarak, sermayenin kesin hakimiyetini yeniden kurmak.
2- Az gelişmiş ülkelerin piyasalarını egemen sermayeye açarak, ekonomik mekanlarını yeniden düzenleyerek yönetmeye başlamak.
3- Böylece oluşmaya başlayan “bir düzenleme sistemi” içinde, egemen sermayeye özellikle, mali sermayeye küresel çapta sınırsız hareket, birikmiş kaynaklara mülksüzleştirme yoluyla el koyma olanakları sağlamak.

Bu düzenleme sistemi 1990’ların sonunda ilk tükenme belirtilerini sergilemeye başladı:

· 1997/98/2000 Asya, Brezilya, Rusya, Arjantin, Türkiye krizleri
· 1999/2000, gelişmiş ülkelerin borsalarında yaşanan ani düşüşlerle patlayan köpükler
· 2001/2002’de, köpüklerin enkazı üzerinde başlayan resesyonla birlikte gündeme gelen, 1929 benzeri bir depresyon tehlikesi.

Depresyon tehlikesine karşı, ABD Merkez Bankası önderliğinde küresel çapta devreye sokulan büyük mali genişlemeyse, tükenişin çöküşe dönüşmesini geciktirirken, Liberal Restorasyonun krizini daha da derinleştirdi: Dünya mali piyasalarında 380 trilyonluk, küresel üretimin yedi katı bir kredi köpüğü oluştu.

Şimdi, Ağustos ayından bu yana, bu köpüğün delinmesini, Restorasyonla gelen neo-liberal sistemin çöküşünü yaşıyoruz. Goldman Sachs, mali piyasalarda, en az iki trilyon dolarlık bir mali daralma ön görüyor. Bu daralma, ister istemez bir resesyona ve hatta belki de depresyona yol açacak. Küresel mali sistemin çöküş olasılığı her gün biraz daha güçleniyor.

Kredi krizi ortamında, geçmiş 20 yılın temel ekonomik varsayımları (Bizzat Restorasyonun kendisi) sermayenin denetimsiz bırakılmasının sonuçları sorgulanırken,
1990’lerde hızlanan küresel serbest piyasa oluşturma projesinin de 1999 Seattle toplantısından sonra içine girdiği tıkanıklığı aşamadığını, korumacılık, ikili anlaşmalar, kaynak ulusalcılığı olarak nitelenen “küreselleşme” öncesi dönemin savunma ve rekabet yöntemleri, siyasetin ekonomiye müdahale etmesine ilişkin talepler tekrar gündeme geliyor.

II - ABD hegemonyasının restorasyonu ve tükenişi

1980’de Reagan döneminde “küresel serbest piyasa kurma projesi” ABD hegemonyasını restorasyonuna üç yönden katkı yaptı

1- Egemen sermayeye yeni bir kriz yönetimi biçimi sunarak ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini kullanıma açarak, ABD, hegemonyasının liderlik ayağını yeniden inşa etti.

2- Komünizme karşı, özgürlük ve demokrasi projesi olarak sunulan, serbest piyasa projesi, gerek soğuk savaşta, gerekse de gelişmekte olan ülkelerin “ulusal proje”, bağımsızlık geleneklerine, karşı güçlü bir ideolojik silah oluşturdu, ABD’nin kültürel liderliğini güçlendirdi.

3- İkinci “soğuk savaş”, “Yıldız Savaşları” projeleri, Nikaragua, El Salvador, nihayet Afganistan’a yönelik müdahaleler ABD’nin hegemonyasının şiddete dayalı ayağını da yeniden güçlendirdi.

Restorasyon başlarken en önemli rakip gücün, SSCB’nin çoktan çöküş sürecine girmiş olması, Restorasyonu kolaylaştırdı, 1989’da bir sözde zaferle taçlandırdı.

1990’larda, ABD muzaffer tek süper güç olarak rakipsiz kaldığında, hegemonya Restorasyonu süreci de ilk zorluklarla karşılaşmaya başlayacaktı:

Bu kez ABD’nin karşısında gerileyen SSCB değil, Avrupa Birliği ve Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselen güçler vardı. Daha sonra bunlara Putin Rusya’sı da katıldı. Bu güçler ABD’nin, manevra alanını, küresel hegemon olma projesini gittikçe daha etkin bir biçimde sınırlamaya başladılar.

III- Bu güne gelirsek,
ABD, ekonomik ve kültürel liderliğinin zayıflamasıyla oluşan açığı, özellikle, 11 Eylül’den sonra, askeri kapasitelerine dayanarak kapatmaya kalkınca, kendini, yükselen güçlerin ekonomik ve siyasi kapasitelerinin iyice karmaşıklaştırdığı bir dünya içinde buldu.

Bu dünyada, özellikle Irak’ın işgalinden sonra, ABD’nin uluslararası prestiji, güvenilirliği ve destekleri hızla aşındı. Beklenen askeri başarıların gerçekleşememesi, hegemonya restorasyonu açısından önemli bir girişim olan BOP’un tıkanması, ABD’nin askeri kapasitesinin hegemonyasını, bir kez daha, restore etmeye yetmediğini gösterdi.

Dahası, Irak, Afganistan, giderek Pakistan, Lübnan belki İran gibi sıcak noktalarda, ABD müdahaleleri istikrara değil yeni krizlere yol açıyor.

Egemen sermayenin yeniden derinleşmeye ve depresyon olasılığını yeniden gündeme getirmeye başlayan mali krizi içinde, enerji piyasalarından, döviz ve borç piyasalarına kadar ABD çözümün değil sorunun parçası haline geliyor.

Bu gün, ekonomik ve kültürel bir dev olarak Çin, bir enerji devi olarak Rusya’nın basıncı,
Bu ülkelerin de desteğiyle güçlerini birleştirerek DTÖ Doha Raundunu felç eden 20’ler grubu, Ekolojik kriz ve enerji krizi gibi hızlandırıcıların etkileri

Bir dönem biterken yeni oluşumların gündeme gelmekte olduğunu düşündürüyor.

Bu gün yaşanmakta olan mali kriz, keskinleşen uluslararası ticari rekabet, elinde büyük kaynaklar biriktiren devletlerin Egemen Varlık Fonları’nın etkinlikleri, yükselen ekonomik ulusalcılık, kaynak ulusalcılığı gibi gelişmeler

Neo-liberal serbest piyasa modelinin, onun ideolojik ifade biçimi olan küreselleşmeciliğin, diğer bir değişle 1980’lerde başlayan ekonomik siyasi ve kültürel restorasyonun tükendiğini gösteriyor.

Tüm bunlar, insanın yeniden kendi geleceğini piyasanın elinden alarak, kendini yeniden yönetmeye, başlaması, ekonomik jeopolitik ve ekolojik krizlerin kesişerek yarattığı “durum” içinde, acilen, tüm insanlığın ortak çıkarlarını gözeten toplumsal mühendislik projelerini tasarlamaya başlamasını gerektiriyor.

Ancak, dünyada bir taraftan, genelde dini görüşlerin, özelde siyasal İslam'ın hala yükselmeye, İmparatorluk refleksinin bölgemizde yıkıcı etkisini sürdürmeye devam ettiği, tüketim kültürünün insanları kısa döneme kilitlediği günün koşullarında başaracağımız konusunda fazla iyimser değilim.

Monday, November 26, 2007

Bu Kriz, 'O Kriz'...

(Cumhuriyet 26.11.2007)

"Dünya ekonomisi, 1930'lardaki gibi, uluslararası ekonomik, siyasi dengeleri değiştirecek bir krize mi girdi?" Eylülden bu yana bu soruya cevap arıyoruz. Gün geçtikçe, bizi "evet" demeye zorlayan nedenler artıyor.

Son yıllarda, ekonomik sarsıntılar en fazla birkaç hafta sürüyordu. Bu kez ağustos ayında ABD ev piyasalarında başlayan kriz, giderek mali sektörlere sıçradı; derinleşerek dünya ekonomisinde yayılarak devam ediyor. Bu sırada ABD'nin uluslararası konumunu sarsacak gelişmelerin de giderek hızlandığı görülüyor.

Dünya ekonomisi büyük değişimlerin eşiğinde
Hızla küresel bir kredi (borç) krizine dönüşen süreç içinde büyük bir "temizliğin" yaşanması kaçınılmaz. Goldman Sachs, bu temizlik sonucu, küresel kredi hacminde yaşanacak daralmanın 2 trilyon dolara ulaşmasını bekliyor. Küresel türev ve kredi piyasalarının hacminin 380-400 trilyon dolar olduğunu, kimin ne kadar zarar ettiğinin henüz tam olarak bilinmediğini göz önüne alırsak, Sachs'ın bu öngörüsünün bile aşılacağını varsayabiliriz. Bu çapta bir daralmanın bankaları vurmaması, küresel mali sistemin çöküş olasılıklarını gündeme getirmemesi, küresel bir resesyona, hatta depresyona yol açmadan aşılması neredeyse olanaksız.

Kriz, daha şimdiden, dünya mali sistemini çok önemli bir kararın eşiğine getirdi: Dolar, daha ne kadar uluslararası rezerv para olarak kalacak? Dolar, 2001 yılından bu yana "döviz sepeti" karşısında yaklaşık yüzde 26, Avro karşısında da yüzde 40 değer kaybetti. Dünyanın önde gelen merkez bankaları (döviz rezervleri toplam 5.6 trilyon dolara ulaştı. Bunun yüzde 75'i Asya ülkelerinde, yüzde 25'i de Çin'in elinde) bir taraftan dolardan uzaklaşarak Avro'ya ve yerel paralara yönelmeye, diğer taraftan da doların gerilemesini, bir çöküşü önleyecek biçimde yönetmeye çalışıyorlar.

Varil fiyatı 100 dolara dayanan petrolün hâlâ dolar cinsinden işlem görmesi de (doları ayakta tutan en önemli dayanaklardan biri) sorgulanıyor. Bu durum son OPEC toplantısında bir " kazay la açık unutulan TV yayınıyla" dünya kamuoyuna duyuruldu. Japon yatırımcıların da ABD yatırım araçlarından çıkarak Avro, daha da önemlisi bölgelerindeki piyasalara yöneliyor olmaları da sermaye hareketlerinde dolar aleyhine bir gelişmeye işaret ediyor. Kısacası, önümüzde ekonomik olarak çok hassas, siyasi olarak da (doların konumundan dolayı) çok kritik, riskli bir dönem var. Kimi yorumcular, "bir zamanların hegemonya simgesi dolar, aşağılanan Irak Merkez Bankası'nın bile istemediği bir paraya dönüştü" diyorlar ( The Independent, 17/11).

Geçen eylül ayında, ABD ekonomisindeki sektörel gelişmelere bakarak, resesyonun başladığını savunmuş, uluslararası bir boyut kazanmasını beklediğimizi vurgulamıştık. Aksini savunan, David Rosenberg (Merrill Lynch), Jan Hatzius (Goldman Sachs), Richard Berner (Morgan Stanley) gibi "ağır topların" , şimdilerde tutumlarını değiştirerek resesyon olasılığının güçlenmekte olduğunu vurguladıklarını görüyoruz. Belli ki resesyon artık saklanamayacak kadar derinleşti, " mızrak çuvala sığmıyor" . İflah olmaz iyimserler hâlâ, bu resesyonun dünyanın geri kalanını fazla etkilemeyeceğini ("decoupling" tezi) savunmaya çalışıyorlar. Malum piyasa ekonomistleri, krizleri, beklentileri yönlendirerek önleyebileceklerine inanırlar. Asla başaramazlar. Ama bu iyimserliğe inananlar olursa, esas oyuncuların bu bahaneyle kapıdan, zararın bir kısmını bu safların sırtına yıkarak çıkmasına fırsat yaratabilirler.

Ancak, durum o kadar vahim ki, dünya ekonomisinin ABD'ye aldırmayarak büyümeye devam edeceği tezine inanan ekonomistlerin sayısı hızla azalıyor. "Decoupling" tezinin aksini savunan en "kötümser" ekonomistlerden Prof. Roubini 'nin, son zamanlarda medyada bu kadar sık boy göstermesinin, aktarılmasının da nedeni budur. Dünyanın geri kalanının "kopmak" yerine, kredi krizinin ve küreselleşmeyle kurulan mali ticari bağlantıların etkileri yüzünden ABD'yi çok daha yakından izleyeceği anlaşılıyor. Çin ve Asya ülkeleri önümüzdeki aylarda, ABD tüketici talebindeki gerilemelere (ev fiyatlarında gerilemeler, mortgage ödemelerinde, yakıt fiyatlarında, işsizlikte artış nedeniyle) bağlı olarak ihracatlarında büyük düşüşler bekliyorlar (Financial Times 16/11); çare olarak bölgesel bağlantıları güçlendirmeye, Avrupa'ya yönelmeye çalışıyorlar. Sırf bu eğilimler bile, bu resesyon, bir depresyona dönüşmese bile (!?), dünyanın ekonomik dengelerinin, ABD'nin ağırlığını azaltacak bir yönde değiştireceğe benziyor.

Ve siyaset
ABD hegemonyasının ekonomik dayanaklarının tümüyle yıkılmış, bir seri değişimin gündeme gelmiş olacağı bir noktaya doğru hızla ilerliyoruz. Yıllardır ABD'nin hegemonyasının ekonomik kültürel dayanakları zayıfladıkça askeri gücünün öne çıkacağını vurguluyor, ABD emperyalizmin çok tehlikeli, öldürücü bir aşamaya girdiğine dikkat çekiyoruz. 11 Eylül'den sonra gelişmeler bu öngörülerimizi tümüyle doğruladı. Ancak, ABD'nin askeri girişimlerinin, uluslararası konumunu korumaya yetmediğine, hatta aşınmasını hızlandırdığına da şahit olduk. Geçen haftaki gelişmelere bakarak ABD'nin siyasi olayları yönlendirme yeteneğini hızla kaybetmekte olduğunu söyleyebiliriz.

Bir hegemonun, ya da imparatorluk adayının, en azından kendine bağlı devletlerdeki gelişmeleri yönlendirebilmesi gerekir. Son haftalarda, olayları izleyenler, ABD hegemonyasının yeni fiyaskolarına şahit oldular.

Afganistan 'da Taliban ülkenin yüzde 54'ünü yeniden ele geçirdi ( The Independent, 22/11). Kâbil'e bir saat uzaklıktalar ( International Herald Tribune, 23/11). ABD hem Pakistan 'daki hem de Gürcistan 'daki " adamlarını " kaybediyor (Anatol Lieven, The National Interest, 14/11 ; Wall Street Journal, 16/11 ; Weekly Standard, 21/11 , Washington Post , 22/11). ABD, Pakistan'a "özel güçlerini" göndermeye, çaresizlik içinde, aşiretleri parayla satın almaya hazırlanıyor; geleneksel olarak ABD düşmanı olan aşiretleri! ( Yale Global, 21/11). Gürcistan'daki örnek demokrat Şaakaşvili hükümeti, muhaliflerinin barışçıl gösterilerini copla, lastik mermiyle dağıtıyor, sıkı yönetim ilan ediyor, TV kanallarını kapatıyor. Önceki cumartesi günü yapılan seçimlerden sonra, Kosova 'nın bağımsızlık krizi derinleşiyor ve bölge yeniden patlama noktasına geliyor. Lübnan 'da da iç savaş olasılığı korkutucu ölçülerde güçlendi. Irak 'ta yeniden bombalar patlamaya başladı; cihat yanlısı teröristler, büyük çaplı bir saldırılar düzenlediler. Çin, ABD uçak gemisi Kitty Hawk ve filosunu Hong-Kong Limanı'na sokmadı.

Geçen hafta Spiegel , Helmut Schmitt 'in, ABD Rusya'dan daha tehlikelidir sözlerine cevap vermeye çalışıyor (20/11), ABD, yine imparatorlukların yükselişi ve çöküşüyle ilgili yeni bir kitabı (Amy Chua, Day of Empire ...) hararetle tartışıyordu. Bu arada, Financial Times 'dan Gideon Rachman, ABD seçkinlerinin, imparatorluk kurma düşüncesini , üç yıl gibi kısa bir sürede terk etmelerinin nedenlerini araştırıyordu (19/11). Rachman'ın da işaret ettiği gibi, ABD kendi realitesini kendi yaratacaktı, ama evdeki hesabı çarşıya uymamış, realite, hiç de hoş olmayan yönlerde şekillenmeye başlamıştı. Şimdi, Kissinger' le yapılan söyleşiler yine moda ( Wall Street Journal 17/11) ama, ihtiyar tilkinin kesin bir şey söyleyememesi anlamlı... İmparatorluk rüyası gitti gider... Sanırım bu kriz " o kriz " ve daha başındayız!

Saturday, November 17, 2007

Bu sırada Avrupa’da… (I)

(Cumhuriyet, 29/10/07)
Başımız çok kalabalık olduğundan, belki pek farkında değiliz ama, bu arada Avrupa’da ilginç gelişmeler var. Irak savaşından sonra, “eski”, “yeni” Avrupa ayrımıyla, Anayasanın referandumlarda ret edilmesiyle, Polonya’nın Avrupa-Rusya ilişkilerine sürekli çomak sokmasıyla oluşan “tıkanıklık” açılmaya başladı.

“Anayasa” sorunu aşıldı
Üye devletlerin ulusal yasaları karşısında bağlayıcı bir güce sahip, neoliberal ekonomi yönetimini yasalaştırmayı, birliği ekonomik ve siyasi yönde derinleştirmeyi ve hızlandırmayı amaçlayan Anayasa AB sürecinin en önemli eşiğiydi. 1983’de kurulduktan sonra tüm AB komisyonlarına egemen olan Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) AB sürecini ve Anayasayı, neoliberal bir hegemonya projesi olarak yönetiyor, onaylanması için büyük çaba gösteriyordu. Ancak, 18 ülkeden, 4,5 milyon işçi çalıştıran yıllık 1.6 milyar Avro cirolu 42 dev şirketin temsilcilerinin oluşturduğu ERT’nin medya üzerindeki etkisi, toplumsal desteği, işçilerin köylülerin, ulusal düzeyde çalışan küçük, orta ölçekli sanayici ve iş adamlarının muhalefetini aşmaya yetmedi. 2005 yılında, Anayasa, Fransa ve Hollanda referandumlarında ret edildi. Kamu oyu yoklamaları bu sonucun diğer ülkelerde de tekrarlanacağını gösterince süreç tıkandı.

O zaman, bizimde aktardığımız gibi, ikili bir çözüm gündeme geldi. “İktidar Brüksel’den alınıp üye ülkelere veriliyor”, söylemiyle neoliberal reformları uygulama ve ilerletme görevi, AB ağır toplarına direnme şansı olmayan ulusal hükümetlere devredildi. Böylece ERT projesi uygulanacak ama AB süreci, Brüksel vatandaşların nefret nesnesi olmaktan kurtulacaktı . İkincisi, Anayasanın içindekiler, referandum gerektirmeyen, hükümetlere tek tek kabul ettirilebilecek, mecliste oylanarak uygulamaya konulabilecek sıradan bir anlaşma biçiminde yeniden gündeme gelecekti.

Ekim’in 18’inde Lizbon’da, AB üyesi ülkelerin liderleri tarafından son derecede karmaşık, her aşamada öteki anlaşmaların maddelerine gönderme yapan, ancak en “kaşarlanmış” EU bürokratlarının anlayacağı dilde, hazırlanarak benimsenen anlaşmanın, Anayasayı arka kapıdan içeri sokma görevini başardığı söylenebilir.

O kadar ki, AB Anayasa taslağının baş mimari Valéry Giscard D’Estaing, gelişmeyi Le monde’a değerlendirirken, “alet çantasının içindeki aletler tümüyle aynı, yalnızca yerleri değişti, çanta da eski bir model kullanılarak üç gizli bölmeyle içindekini saklayacak biçimde yeniden dekore edildi”(26/10) diyecekti.

Lizbon anlaşması, AB oy verme sistemini basitleştirerek, üyelerin nüfus büyüklüklerini yansıtacak biçimde düzenliyor. 2014-2017 arasında devreye girecek olan değişikliklere göre Bakanlar Konseyindeki kararlar, üyelerin %55’i ve Birliğin toplam nüfusunun %65’ini temsil eden bir çoğunlukla kabul edilecek. Halen oy birliği prensibi uygulanan, göçmenlik ceza yasası gibi bir çok önemli alanda, oy çokluğu uygulamasına geçiliyor. Avrupa Mahkemesi de büyük yetkiler elde ediyor. Ulusal veto haklarından vazgeçme karşılığında İngiltere ve İrlanda, bazı uygulamalardan muafiyet talep edebilecekler.

Anlaşma, üye ülkelerin liderlerini temsil edecek bir Başkanlık kurumu ve halen dış işlerine bakan iki görevi birleştirerek bir dışişleri sorumlusu yaratıyor. Anlaşma temel Haklar Beratına da yasal bir güç kazandırıyor. Böylece The Economist’in deyimiyle Lizbon Anlaşması, hep birlikte aynı konularla uğraşacak, bir üçüz (Konsey Başkanı, Komisyon Başkanı ve dış işleri sorumlusu) doğurmuş, iddiaya göre karar sürecini karmaşıklaştırmış oluyor (25/10). Yine de, Anayasa sorununun şimdi, büyük ölçüde aşılmış olduğu söylenebilir.

Daha Etkin bir AB
Birlik süreci aksarken, AB’ni uluslararası gelişmeleri etkileme kapasitesinde de, Irak savaşından bu yana önemli tıkanıklıklar yaşanıyordu. AB, ABD yanlısı Doğu Avrupa ülkelerinin, Rumsfeld’in deyimiyle “yeni Avrupa’nın”, İtalya, İspanya’nın yanı sıra savaşı desteklemesiyle, tüm dünyanın gözünde, iktidarsız bir “merkez” konumuna düşmüştü.

AB, bu süreci İspanya ve İtalya’da liderliklerin değişmesiyle büyük ölçüde aştı. Ancak, Polonya, hem Anayasa sürecinde ulusal çıkar, hem de, AB Rusya ilişkilerindeki gelişmelerde Rusya düşmanlığı bağlamında, engeller koyarak, tarihsel Almanya düşmanlığını sürdürerek sorun çıkarıyordu. Polonya AB enerji tedariki politikalarında, Rusya karşıtı tavır sergileyerek, ABD’nin füze kalkanı ünitelerini topraklarına koymasına izin vererek, AB-Rusya ilişkilerini, yakınlaşma fırsatlarını adeta sabote ediyordu.

Geçen hafta sonuçlanan Polonya genel seçimleri, Polonya sorununun da aşılmakta olduğunu gösteriyor. İktidardaki, muhafazakar milliyetçi, Kazyinski ikizlerinin yönetiminde Hak ve Adalet Partisi karşısında seçimleri, kazanan Sivil Platform partisi, hem iş çevrelerine hem de Avrupa projesine çok daha yakın. Le Monde ve The Economist, partinin lideri Donald Tusk’in Rusya ile ilişkileri düzeltmeye öncelik vereceğini, AB sürecinde çok daha uyumlu bir tutum alacağını, Irak’tan çekilmek istediğini, füze kalkanı projesine çok sıcak bakmadığını aktarıyorlar. ABD yanlısı muhafazalar, The Daily Telegraph (İngiliz) ise Tusk’ın Füze kalkanını engelleyerek ABD-AB ortak savunma sürecine büyük zarar vermesinden korktuğunu yazıyordu.

Avrupa’nın uluslararası etkinliğini arttırmaya yardımcı olacak bir diğer gelişme, Avrupa Uluslararasi İlişkiler Konseyinin (ECRF) kurulmasıydı. Kuruluşu, Avrupa Birliği “derin diplomasi” kadrolarından, Finlandiya Eski Başkanı, Kriz Yönetme İnisiyatifi’nin, kurucusu, Güney Afrika Hakikat ve Barışma Komisyonu üyesi, BM Kosova eski temsilcisi ve daha bir çok uluslararası barış sürecinde belirleyici düzeyde yer almış Martti Ahtisaari ve Almanya eski Dişileri bakanı Joschka Fischer’in imzaladıkları bir yazıyla Financial Times’da kamu oyuna duyurulan ECFR’nin amacı Avrupa’nın uluslararası alanda daha etkin olmasını sağlamak. Berlin, Londra, Madrid, Paris, Roma, Varşova ve Sofya’da şubeleri olan ECFR’nin başına, İngiltere’nin AB yanlısı dış politika entelektüellerinden Mark Lenoard getirildi. Londra’daki Avrupa Reformu Merkezi ve Dış Politika Merkezi kuruluşlarının başkanlığını yapmış olan Lenonard’ı, benim de aktardığım, Why Europe Will Run the 21st Century (Neden 21 Yüzyılı Avrupa yönetecek) kitabından tanıyoruz.

ECFR’nin ilk girişimlerinden birinin Gallup kamu oyu araştırması şirketine, 52 ülkeden, 57.000 kişinin katıldığı bir araştırma yaptırarak, dünya vatandaşlarının, ABD gibi “etobur” “sert güce” dayalı merkezlere değil, AB gibi “ot obur”, “yumuşak güce” merkezlere daha olumlu baktığını sergilemesi de çok anlamlıydı. Mark Leonard kitabında AB tarzı liderliğin dünyada giderek daha çok kabul gördüğünü savunurken, Ahtisaari ve Fischer de yazılarında, “Angela Merkel’in iklim değişikliği alanındaki liderliği, Prodi’nin Lübnan’ı stabilize etme çabaları, Brown’ın yoksul ülkelerin borçlarının tasfiyesi inisiyatifi, Sarkozy’nin İran’a karşı güçlü demeçleri” daha etkin bir dış politika liderliğinin şekillenmekte olduğuna işaret ediyorlardı. Leonard’ın kitabında da, AB çok merkezli, ama eş güdümlü ve çok esnek, bu anlamda rakipleri tarafından etkisizleştirilmesi çok güç bir iktidar yapısı, hegemonya bloğu olarak tanımlanıyor.

Bu Sırada Avrupa'da...(II)

(Cumhuriyet, 31/10/07)
Pazartesi günü, Avrupa Birliği sürecinin, Lizbon anlaşmasıyla, Polonya seçimlerini AB yanlısı bir liderin kazanmasıyla önemli tıkanıklıkları aşmaya başladığını, uluslararası alanda daha etkin davranabilmesine yardımcı olabilmesi için bir de Avrupa Dış İlişkileri Konseyi (ECFR) kurulduğunu aktarmıştım. Bu anlamda AB sürecinde yeniden bir iyimserliğin oluştuğu söylenebilir. AB'nin dünya ekonomisi içindeki göreli konumuna ilişkin son veriler de bu iyimserliği destekliyor.

ECFR amaç deklarasyonu
ECFR'nin internet sitesinde imzaya açtığı amaç deklarasyonunda (www.onevoiceforeurope.eu)
"Avrupa ülkeleri, günümüzün büyük güçler ve geleceği yükselen devleri karşısında, tek tek yaklaştıklarında, dünyayı yeterince etkileyemediklerini görüyorlar. Ancak eğer tek bir sesle konuşabilirsek Avrupa Birliği dünyayı şekillendirmemize yardımcı olabilir" saptaması yapıldıktan sonra, AB ülkelerinin birlikte hareket etmeleri durumunda, iklim değişikliklerinden yoksulluğu azaltmaya, insan haklarını tanımlamaktan soykırımları engellemeye, ölümcül silahların yayılmasını önlemekten "şiddete dayalı aşırı düşüncelerin" nedenlerine eğilmeye kadar ortak çıkarlarını etkin bir biçimde savunabileceklerine işaret ediliyor.

ECFR'ye göre bu amaca yönelik olarak "AB dış politikasının Avrupa'nın tüm ekonomik, siyasi, kültürel ve nihayet askeri gücüyle desteklenmesi gerekiyor". ECFR deklarasyonunda "Güçlü ve etkili çok taraflı kurumlara (multilateral-E.Y) bağlılığımız, AB'nin onlar içindeki etkinliğinin artırılmasıyla birlikte ilerlemelidir" saptaması yapılıyor. Böylece ECFR, çok kutuplu (ABD hegemonyasına dayanmayan) bir dünyadan yana olduğunu, hegemonyanın, esas olarak "yumuşak gücüyle" tanımlanan ekonomik, siyasi, kültürel modelinin diğer ülkeler tarafından benimsenmesine dayanan bir liderlikle kurulmasını amaçladığını açıklamış oluyor.
Bu hegemonya formülünün bileşenlerine baktığımızda, ECFR Başkanı Mark Leonard 'ın AB modeline benzeyen ilişkilerin, Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin çıkarlarına da uygun olduğuna, bu nedenle yaygınlaşacağına ilişkin görüşlerinden hareketle, AB'nin kültürel ve siyasi çekim unsurlarına sahip olduğunu düşünsek bile genel geçer kanının, ekonomik modeli söz konusu olduğunda olumsuz olduğunu biliyoruz. Esasen ABD hegemonyasının bir etkisi olarak şekillenmiş olan bu kanı, AB'nin ekonomik modelinin, neoliberalizmi benimsemediği için üretkenlik, yeni iş yaratma, ekonomik büyüme, uluslararası rekabet gücü, yabancı sermaye çekme kapasitesi vb. gibi ölçütlerle yaklaşıldığında ABD modeline göre çok yetersiz, hatta "hasta" olduğu yönünde. Ancak son veriler çok ilginç bir biçimde, başka bir şey söylüyor.

AB gerçekten hasta mı?
Örneğin IMF, World Economic Outlook içindeki kişi başına gayri safi milli hasıla yıllık ortalama büyüme oranları kesin verileri, geçen 10 yıl içinde AB'nin yüzde 1.8 ile ABD'nin (yüzde 1.6) önünde geldiğini gösteriyor. Neoliberalizmden uzak olduğu var sayılan Almanya için bile bu oran yüzde 1.5. (www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2007/02/pdf/tblPartB.pdf)
Washington Post' ta, Steven Hill imzalı bir yazı da AB'nin hasta olduğuna ilişkin genel kanının gerçek olmadığını gösteriyordu (07/10/07). Hill'e göre AB bugün, dünya ekonomisinin yüzde 30'una ulaşan, 16 trilyon dolarlık ekonomisiyle, payı yüzde 27'ye gerileyen ABD'yi geçmiş durumda. Japonya ve Çin'in payları sırasıyla yüzde 9 ve yüzde 6. AB ekonomileri, 2006'dan bu yana ABD'den daha hızlı yeni iş yaratıyor, daha yüksek üretkenlik oranları sergiliyorlar, bütçe dengeleri de daha iyi. İkincisi, dünyanın toplam sabit sermaye yatırımlarının yüzde 50'si AB'ye gidiyor. AB'de yatırım yapan ABD şirketleri diğer bölgelere göre (ABD dahil) daha büyük kârlar yapabiliyorlar. AB'de işsizlik, son 25 yılın en düşük düzeyinde, ama hâlâ ABD'ninkinden yüksek. Ancak, AB'deki işçilerin sosyal hakları, ortalama ücretleri, sigortaları ABD işçilerininkinden çok daha iyi.

"Refah devleti" iş yaşamını sekteye uğratmak bir yana, sosyal barışı, üretkenliği, hatta reformlarla yeni iş olanaklarını destekliyor. World Economic Forum dünya rekabet gücü endeksinde, ilk dört sırayı, ilk 10'un yedisini AB ülkelerinin işgal ettiğini, ABD'nin 6., Çin'in 54. sırada geldiğini görüyoruz.

AB'nin enerji alanında Rusya'ya ve Ortadoğu'ya bağımlı olduğu da tam doğru değil. Rusya'nın da AB'ye ekonomik ve siyasi olarak büyük gereksinimi var. Bu dengeli bir pazarlık için zemin sağlarken AB dünyanın hiçbir yerinde olmadığı hızla enerji verimliliğini artırıyor, yenilenebilirlere yönelerek hidrokarbon bağımlılığını azaltıyor. AB'nin "ekolojik ayak izi" (olumsuz etkisi) ABD'ninkinin yarısı büyüklüğünde. Yine iyimser bir notla bitirmek için ECFR liderliğinin Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediklerine işaret edelim.

Wednesday, October 03, 2007

İkinci Senaryo + Enflasyon

(Cumhuriyet 01.10.2007)
Bir süredir, dünya ekonomisiyle ilgili iki senaryodan söz ediyorduk. Birincisinde ABD ekonomisi yumuşak iniş yapıyor, dünya ekonomisi Hindistan, Çin gibi hızlı büyüyen ülkelerin, Avrupa Birliği'nin dinamizmine dayanarak yoluna devam ediyordu. İkinci senaryoda, ABD ekonomisi resesyona giriyor, dünya ekonomisi ABD'den kopamıyor, resesyon küreselleşiyordu. O sırada, iyimserler yüzde 5'in üzerinde seyreden büyüme hızına bakarak, küresel resesyon olasılığından söz edenlerle adeta dalga geçiyorlardı. Halbuki, bu güçlü büyüme ABD ekonomisinin performansına, devasa bir kredi köpüğünün dopingine dayalıydı, bunların ikisi de tehlikedeydi. Ancak, şimdi daha fazlası da var. Emtia fiyatlarındaki hareketler, Çin'in ihracat fiyatlarının yükselmeye başlaması ve doların seyri, küresel resesyonun an azından ABD'de enflasyonla birlikte yaşanacağını, düşündürüyor.

Küresel resesyon gündemde.

İki hafta önce ABD ekonomisinin resesyona girdiğini savunmuştuk (17/09). Üstelik, ABD ekonomisinde ev sektöründe başlayan borç krizi, mali küreselleşmenin denetimsiz, spekülatif hareketlerinin yarattığı son derecede girift bağlantılarla diğer sektörleri ve ülkeleri de etkileyerek dünya ekonomisinde yayılıyordu. Merkez bankalarının likidite enjeksiyonları, faiz indirimleriyse, borsaları desteklemekle birlikte, krizin yayılmasını engelleyemiyor, aksine, bir taraftan emtia piyasalarındaki köpüğe enerji veriyor, diğer taraftan "gelişmekte olan piyasalarda" yeni bir köpük oluşturuyordu.

Birinci senaryonun en tutkulu savunucularından, Goldman Sachs, geçen hafta, ikinci senaryoyu savunanların safına katıldı. Sachs'ın, "The Global Economy hits a Crunch" (Dünya ekonomisi bir kredi krizine çarptı) başlıklı raporu, Asya ve Avrupa'nın büyüme bayrağını ABD'nin elinden alarak taşımaya devam edebileceklerine artık güvenemediklerini belirtiyor. Sachs daha önce, ABD'de başlayan krizin, bir "ülkeye özgü şok" olduğuna başka ülkelere sıçramayacağına inanıyormuş. Şimdi bu inanç sarsılmış ( Daily Telegraph, 28/09). Sachs açıkça söylemese bile, ABD'de resesyonun başladığını kabul ediyor. Beklenti değiştiren tek kronik iyimser Sachs değil. Geçenlerde yayımlanan kitabında "valla billa benim suçum değil" demesine karşın artık tarihe "köpüklerin efendisi" olarak geçmekten kurtulamayacak olan eski FED Başkanı Greenspan da, Bloomberg 'in aktardığın göre altı yıllık büyümenin yerini bir resesyona bırakma olasılığının arttığını düşünüyormuş.

Bir başka kronik iyimser de IMF. Ancak şimdi, IMF'de krizin yayılmasını bekliyor. Geçen hafta, Financial Times Deutschland 'a göre, IMF, kredi krizinin, kaldıraçlı kredilerde, özel varlık şirketleri gruplarında, ABD "subprime" ev piyasasında görülen soruların yaşanabileceğini düşünüyor, dünya ekonomisi çapında bir bulaşıcılık riskine dikkat çekiyordu.

Geçen haftanın ekonomik haberleri bu saptamaları destekliyordu. Avrupa'da para piyasalarında koşullar kötüleşmeye devam ediyordu; İngiltere, İrlanda, İspanya'da ev piyasalarındaki sorunlar ağırlaşmaya başlamıştı. Kield'deki Dünya Ekonomisi Enstitüsü 'nün başkanı Denis Snower 'e göre kredi krizi, Almanya gibi ev piyasası köpüğü sorunu olmayan ülkelerde bile reel ekonomi üzerinde, döviz oranları ve ihracat sanayii üzerinden ciddi olumsuz etkiler yapacaktı ( Euro Analysis , 28/08). Avrupa Komisyonu'na göre AB'de ekonomik iyimserlik, eylülde, 16 ayın en düşük noktasına gerilemişti.

Enflasyonun tehlikesi...

Yapısal krizin, 1970'lerden bu yana ilk kez, resesyonun yanı sıra enflasyon olgusunu da gündeme getirdiği görülüyor. Ekonomi politikası tasarımcılarının kâbusu "stagflasyon" yeniden gündemde. Kaba iktisatta, merkez bankaları ve hükümetlerin esas olarak enflasyonla durgunluk arasında bir tercih yapmaları gerekiyor. Örneğin, Financial Times 'dan Martin Wolf geçen hafta, "FED resesyona karşı enflasyon tehlikesini dengelemelidir" diyordu. Ancak, 1970'lerdeki gibi, enflasyon ve resesyonun birlikte gelişerek, kaba iktisadın ekonomi politikalarını felç etmesi de söz konusu. O zaman sürecin gereken yıkımı gerçekleştirmesini beklemekten, hatta, 1980'lerin başında İngiltere ve ABD'de olduğu gibi hızlandırmakta başka çare kalmıyor. Reagan ve Thatcher hükümetleri, bu stagflasyon sorununu, resesyonu derinleştirerek, sendikaların pazarlık gücünü kırarak, devletin elindeki kaynakları, büyük sermayeyi resesyonun etkilerinden korumakta kullanarak aştılar. Bu arada krizin yükü de toplumun geri kalanının üzerine yıkıldı. IMF de mali sermayenin kendine yeni talan alanları, çokuluslu şirketlerin de kendilerine yeni ucuz ve sendikasız işgücü kaynakları, korumasız piyasalar bulmasına olanak sağlayacak politikaları dayatmaya başladı. Böylece "küreselleşmeye" başlayınca, enflasyonist basıncı hızla gündemden çıktı; 25 yıl boyunca, küreselleşme "tam kıvamında" (ne sıcak ne soğuk) ekonomi yaratıyor, iş çevrimleri tarihe karıştı hikâyeleri giderek yaygınlaştı.

1997'de Asya krizi, 2000'de borsa krizleri, 2001'de patlak veren depresyon tehlikesi bu neoliberal mali küreselleşme modelinin tükendiğini gösteriyordu. Ama ABD ve diğer merkez bankalarının birlikte başlattığı parasal genişleme, hem resesyonu yarıda kesti hem de her büyüme bir sonraki krizin tohumlarını atar mantığını doğrularcasına, bugünkü krizi hazırladı. Şimdi yeniden bir mali genişleme çabası var, ama sorun kredi krizi olarak kendini gösterdiğinden, sermayeye likidite ve faiz indirimi yeterli değil; esas olarak yeni avlanma alanları gerekiyor. Bu yüzden hem mali-sermayenin spekülatif hareketlerinin "gelişmekte olan ülkelerin piyasalarında" hem de emtia piyasalarında yoğunlaştığını görüyoruz. Spekülatörler, Hindistan ve Çin gibi ülkelerden gelen basınçla yükselmekte olan emtia piyasaları fiyatları trenine atlıyorlar. Böylece, 19 temel emtianın fiyatlarını izleyen Reuters/Jefferies endeksi bir ayda yüzde 8 sıçrıyor. Petrol 80 doların, altın 750 doların üzerine yerleşiyor ( Bloomberg , 28/09). Bu aynı zamanda dolardan kaçış anlamına geldiğinden doların gerileme sürecini hızlandırıyor.

Resim son derece karmaşık: Bir taraftan, durgunluğun yanı sıra dünyada bir enflasyonist baskı güçleniyor. Diğer taraftan, enflasyonist baskı ABD'de ithalat fiyatlarındaki artışları körükleyerek, alt sınıfların tüketim kapasitesini düşürüyor, böylece sınıflar arasında 1990'lar boyunca korunan dengeler zorlanmaya başlıyor. Bu zorlanmanın bir etkisi, Morgan Stanley Asya Yönetim Kurulu Başkanı Stephen Roach 'ın New York Times 'daki yorumunda vurguladığı gibi (25/09), ucuz işgücüne dayalı üretim yapmakta olan ülkelerden, özellikle Çin'den gelen mallara karşı korumacılık eğilimini güçlendiriyor. Korumacılık eğilimiyse, Çin'i ABD'den başka piyasalara yönelmeye zorluyor. Bu da dolara yönelik uluslararası talebin daha da zayıflamasına, devalüasyonun hızlanmasına, dolar cinsinden emtia fiyatlarının, ABD ithalat maliyetlerinin, dolayısıyla enflasyonist basınçların daha da güçlenmesine, faiz oranlarını yukarı doğru çekerek, resesyonun daha da ağırlaşmasına yol açıyor.

Bu sürecin bir aşamasında, spekülasyonun, gelişmekte olan ülkelerin birinde, yine bir mali krize yol açması (içi boşalan, borçlarını ve cari açığını kaldıramayacak noktaya gelen bir ekonominin çökmesiyle), bu kez çevreden merkeze doğru bir bulaşıcılık dalgasının başlaması da ikinci senaryonun içinde. Kısacası dünya ekonomisi ve neoliberal kriz yönetim modeli kilitlenmeye başladı.

Tuesday, September 18, 2007

'Bu Kriz O Kriz mi?' (Devam Ediyoruz)

Dünya ekonomisi, 1930'lardaki gibi, uluslararası ekonomik, siyasi dengeleri değiştirecek bir krize mi girdi? Geçen haftaki gelişmelerde ve yoğunlaşan tartışmalarda, bu soruya cevap vermemize yardımcı olacak kimi ipuçları var diye düşünüyorum. Örneğin, mali piyasalardaki kriz derinleşmeye ve yayılmaya devam ederken, ABD ekonomisi resesyona girdi, doların düşme trendi güçlendi, ham petrolün varil fiyatı 80 dolar duvarını deldi. IMF eski baş ekonomisti, Harvard'dan Pof. Kenneth Rogoff , "Mali kriz, ABD'nin dünya ekonomisi içindeki en büyük mali merkez imajını sarstı" derken ( The Economist , 13/09), bu olguların üçü de, genel olarak ABD ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki göreli konumundaki zayıflama eğiliminin hızlandığını gösteriyorlardı.

ABD ekonomisinde resesyon

Dowjones-Market-Watch sitesi yorumcularından Mark Hubert 'e göre piyasaların, önceki hafta ABD iş piyasası verilerine o kadar şiddetli tepki göstermesi, ekonominin resesyona girmiş olduğunun kanıtı (12/09). New York Times 'dan Floyd Norris de cumartesi günü, bono getirilerini gösteren eğrinin eğiminin negatif olma durumuyla, ekonominin iş yaratma kapasitesindeki gerilemenin, 1990 ve 2001 resesyonlarından bu yana ilk kez çakıştığına dikkat çekiyordu. Bu iki gösterge tek tek ele alındığında bile resesyonun gelmekte olduğunu haber verirken, çakışmaları resesyonun gündemde olduğu anlamına geliyor (15/09).

ABD ekonomisinin resesyonda olduğunu gösteren başka gelişmeler de var. ABD ekonomisinin yeni iş yaratma kapasitesinin gerilemeye başlamasının yanı sıra vergi gelirlerinin de düşmeye başladığı görülüyor. Ayrıca, inşaat sektöründeki resesyonun yanı sıra taşımacılık sektöründeki, perakende satışlardaki gerilemeler, imalat sanayii dallarında lider markaların, örneğin Apple'ın Ipod'un belirgin ölçüde fiyat kırma sürecine girmesi, otomotiv, elektronik sektörünün, büyük mağazaların çeşitli ek taksit ve finansman kolaylıkları sunmaya başlamaları, en büyük mağazalardan Target'in 7 milyar dolarlık kredi portföyünü satmaya çalışması gibi göstergeler de söz konusu ( Benson Economic and Market Trends , 14/09). Reklam piyasasında bir talep daralması, 15'ten fazla mortgage şirketinin piyasayı terk etmesi, tüketici talebinin beklenen artışların gerisinde kalmaya başlaması da resesyonun başladığını söylüyor. New York Times da pazar günü, dünyanın tersine döndüğünü , oyuncaktan otomotive, patlamış mısırdan ampule kadar, birçok sanayi dalında firmalardan, tüketici ve çevre sağlığına yönelik düzenleme taleplerinin gelmeye başladığını (tabii ki dış rekabetten korunmak için) aktarıyordu.

Geçen hafta petrolün varil fiyatının, 80 dolar sınırını aşmış olması da resesyon sürecini iki açıdan güçlendiriyor. Birincisi, 80 dolar Wall Street Journal 'ın işaret ettiği gibi ABD ekonomisinin etkilenmeden e demeyeceği bir düzey (13/09). Önemli bir maliyet etkisi yaratarak ekonomik yavaşlamayı güçlendirecek. Financial Times 'ın yatırım editörü John Authers de, yüksek petrol fiyatlarının bir taraftan ekonomiyi yavaşlatıcı etki yaparken diğer taraftan, fiyatları arttırıcı bir etkiyle, stagflasyona yol açma olasılığından söz ediyordu (10/09).

Bu resesyonun dünya ekonomisi üzerindeki etkileri ABD'nin göreli konumunu da etkileyecek mi? Diğer bir değişle ABD'nin dünya ekonomisinin lokomotif olma kapasitesi bir başka merkeze ve merkezlere geçmeye başlayabilir mi? İkincisi, doların, 60 yıldır ABD ekonomisine senyoraj avantajı ve istediği kadar para basma özgürlüğü tanıyan uluslararası konumunda bir değişme olabilir mi?

"dàzi-jyàn", Bretton Woods-II...

Asya krizinden bu yana ABD ekonomisinin, yarattığı talebin, başta Asya ülkeleri olmak üzere, dünya ekonomisini peşinden sürüklediğini, bu sürecin özellikle 2001'de bir küresel depresyonu engellemek için başlatılan mali genişlemeyle iyice belirginleştiğini, bu arada Asya ülkelerinin de hem kendi ihracat kapasitelerini korumak hem de ABD talebini finanse etmek için dolar varlıklarına yöneldiklerini birçok kez tartıştık. Bu "mali mimariye" , bölge ülkelerinin dövizlerinin değerini fiilen dolara bağlamalarından ve dolar hegemonyasını desteklemesinden dolayı "Bretteon Woods-II" dendiğini de. Daha sonra, bu mali kriz başlamadan aylar önce, bu sistemin çözülmeye başladığına da bu köşede değinmiştik. Çünkü ABD cari açığındaki büyüme, dolardaki zayıflama, Asya'da ve dünyada merkez bankalarını dolardan uzaklaşmaya itiyordu. FED verilerine göre temmuzdan bu yana bu süreç hızlanmış, merkez bankaları dolar rezervlerini, 32 milyar doları geçen iki haftada olmak üzere 45 milyar dolar azaltmışlar.

Bankaların dolar riskini azaltma arzusunun yanı sıra, bu sürecin arkasındaki bir diğer etken de Çin piyasası açısından, bir ihraç pazarı olarak Avrupa'nın, ABD'nin önüne geçmeye başlaması (Mukharjee, Bloomberg 14/09). Böylece Çin'in açısından Yuan'ın değerini Avro'ya göre düşük bir düzeyde tutmaya devam ettiği müddetçe, dolar karşısında yükseltmek artık eskisi kadar önemli bir sorun, doları korumak bir gereksinim olmaktan çıkıyor. Bu gelişme, Çin ve Asya ülkeleri karşısında ABD piyasasının ve doların öneminin göreli olarak azalması, AB piyasasının ve Avro'nun öneminin artması anlamına geliyor. Yuan'ın değerlenmeye devam etmesinin ise ABD ekonomisinde hem girdi maliyetleri, hem de alt sınıfların tüketim kapasitesi üzerinde olumsuz bir etki yapacağı kesin. ABD'nin Çin'e ekonomik baskı uygulama kapasitesinin de giderek azalacağı da... Böylece Çin'in Bretton Woods-II 'ye "dàzi-jyàn" (bay bay), demeye başladığını görüyoruz.

Dahası, doların gerilemesiyle, petrol fiyatının yükselme eğiliminin çakışması ABD ekonomisinin göreli konumunu daha da bozacak gibi görünüyor. Geçen 5 yılda petrolün varil fiyatı dolar cinsinden yüzde 176 artarken, Avro cinsinden yüzde 94 artı. Petrol fiyatlarındaki artış hem Rusya, Venezüella, İran gibi ülkelerin kasalarını doldurarak, ABD karşısında jeopolitik güçlerini arttırıyor. Hem de ABD ekonomisini, Avrupa Birliği'ne göre daha fazla etkiliyor. Özetle, sanırım, bu krizin "o kriz olma" olasılığı gittikçe artıyor...

Ve Türkiye...

Kriz başladıktan biraz sonra gelişmekte olan piyasaların, sermayenin merkezdeki sıkıntılarını azaltan bir "sığınak liman" işlevi görmekte olduğuna ilişkin gözlemleri aktarmıştım (05/09). Geçen hafta Wall Street Journal , gelişmekte olan piyasaların bu özelliklerine yeniden vurgu yapmakla birlikte, bu kategori ülkelerin hepsinin aynı risk düzeyinde olmadığına, bir "Aşil topuğuna" (zayıf halkaya) dikkat çekiyordu. Journa l'a göre Brezilya ve Rusya gibi rezervleri güçlü, dış dengeleri pozitif, dış borçları büyük ölçüde azalmış, sağlam ülkelerin yanı sıra, Türkiye, Macaristan gibi tasarruf ettiğinden çok daha fazlasını harcayan riskli ülkeler de vardı. Standard & Poors , önceki hafta, Türkiye'yi Letonya, Bulgaristan, Romanya ile birlikte en riskli ülkeler arasında saymıştı. Londra'da Schöreder yatırım bankası, benzer nedenlerle, geçen haftalarda Türkiye'deki pozisyonunu azaltmaya başlamış. Bono piyasasının devlerinden Pimco da, büyük dış finansman ihtiyacında olan Türkiye gibi ülkelerin kâğıtlarından uzak duruyormuş (13/09).

Tuesday, September 11, 2007

Ah şu piyasalar…

Ah şu piyasalar meğerse kendi kendileri dengeye gelemiyorlarmış. Kriz bir kere başlayınca, eğer piyasalar kendi hallerine bırakılırsa gittikçe derinleşiyormuş. Şimdi piyasalar Merkez bankalarından gelip kendilerini kurtarmasını istiyormuş. Merkez bankaları iki arada bir derede kalmışmış. Financial Times’ın ekonomik editörü Martin Wolf’a göre, piyasalar ekonomiyi rehin almış. Bu güne kadar aç gözlülükle büyük spekülasyonlarla büyük riskler altına giren piyasalar, eğer bizi kurtarmazsanız, ekonomi batacak diyorlarmış. Merkez bankaları piyasaları kurtarsa, kendi ideolojisine göre (neo-liberalizm) aslında batması gerekenleri ödüllendirmiş olacak. Kurtarmazsa yüz binlerce insan işsiz kalacakmış

The Economist “bırakın batsınlar, ama dünya ekonomisini batıracak kadar batmasınlar” diyor. Martin Wolf, dolar değer kaybetmeye devam etsin ama çökmesine izin verilmesin diyor. New York Times editörü, ben küreselleşme (sermaye hareketlerinde serbestlik) filan anlamam. Yabancıların gelip bizim varlıklarımızı satın almasına izin verilemez diyor. Halbuki hazine bakanı ABD dış açığını finanse etme derdinde, ne kadar çok gelirse o kadar iyi diyor…

Sizi bilmem ama benim kafam karıştı. İşi piyasalara bıraktık, küresel ısınmadan, borç krizine kadar her şeyi berbat ettiler. Aslında piyasalar diye bir şey olmadığını, bu kavramın birbirini yiyen spekülatörlerin rezaletini gizlemekten başka bir anlama gelmediğini düşünürsek, bu kafa karışıklığı hemen dağılır. Müthiş bir zihin açıklığı oluşur. Zihin açıklığına yardımcı olması için bir de küçük bir bilgi vereyim: ABD nüfusun en zengin %0.1’nin geliri geçtiğimizi 20 yılda dörde katlanmış…

Monday, September 10, 2007

“Bu kriz o kriz mi?”

Geçen ay Pazartesi yazımda bu kriz o kriz mi? Diğer bir deyişle dünyanın ekonomik, siyasi dengelerini değiştirmesi beklenen o büyük kriz başladı mı? diye sormuştum (27.08.2007). Bu soruya tatmin edici bir cevap vermek çok zordu. Hala da zor. Ancak kimi ip uçlarına rastlamak olanaklı. Örneğin, The New York Times’ın yazı kurulundan Teresa Tritch’in ABD Hazine Bakanı’na hitaben yazdığı açık mektup (09/09/07) bu ip uçlarından biri olarak görülebilir.

Tritch, yaşanmakta olan mali krizin, likidite kıtlığı boyutuna dikkat çekiyor. Bu konuda önlem alınması, yeni düzenlemelere gidilmesi gerektiğini, ancak Hazine Bakanı’nın “hükümetin risk almayı dizginlemek için yapabileceği hiç bir şey yok” saptamasından, yönetimin bir köpük sönerken bir diğerini şişirecek ortamı hazırladığı sonucunu çıkarıyor.

Ancak Trithc’e göre bu, yalnızca ekonomiyi değil ulusal çıkarları da tehlikeye sokacak çok tehlikeli bir gelişme. Bu gün diyor “piyasaların en çok arzuladığı şey yeni likidite”. Ve, diğer ülkelerin hazinelerinde, diş ticaret[*] ilişkileri içinde, oluşmuş trilyonlarca dolar rezerv (likidite) var. Tritch Bakan’ın The Times’dan Steven Wiesmen’le konuşurken sarf ettiği “en büyük isteğim o paranın daha çoğunu çekmek” sözüne dikkat çekiyor. “Siz hala Goldman Sachs’ın yönetim kurulu başkanı gibi konuşuyorsunuz” diyor.

Özetle, ABD borsalarının likidite talebi artarken, bazı ülkelerin ellerindeki likiditeyi değerlendirme talebi de artıyor. Bu ülkeler ellerindeki likiditeyi salt borç olarak vererek değil, ABD’de ve diğer ülkelerde Bankalar, iş merkezleri, teknoloji şirketleri, mağaza zincirleri, enerji boru hatları ve genel olarak hisse senetleri satın alarak da değerlendirmek istiyorlar.

Tritch, “mülkiyet, borç vermeye benzemez kontrol ilişkisi demektir” diyor ve, bu likiditenin çoğunlukla Asya ülkeleri, Venezüella, Rusya, Ortadoğu ülkelerinin elinde olduğuna dikkat çekiyor: Bu ülkeler ABD’nin stratejik ulusal varlıklarını satın alarak denetleyici konuma yükselebilirler. Bu tehlikenin engellenmesi gerekiyor.

Diğer bir değişle, düne kadar küreselleşmeci ideolojinin en ateşli sözcülerinden The New York Times’ın yönetim kurulundan bir yazar, şimdi serbest sermaye hareketlerinin (küreselleşmenin), artık ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olmadığını denetlenmesi gerektiğini savunuyor.

[*] Dikkat ederseniz serbest dış ticaret de artık ABD’nin rakiplerinin elinde silah olarak kullanılabilecek kaynaklar üretiyor. Boşuna mı, belki de 70 yıldır serbest ticareti savunan ekonomi ders kitapları üreten Prof. Samuelson şimdi diş ticarette serbestliğin artık ABD’nin işine yaramadığını anlatmaya başladı…

Türkiye-ABD İlişkisinin "Yeni" Jeopolitiği

ABD medyasında, laik seçkinler/askerler ve demokratik/ılımlı İslamcı AKP olarak tanımlanan kamplaşmanın içinde seçimleri AKP'nin kazanması, Cumhurbaşkanlığını da alması, ABD'de sevinçle karşılandı. Jackson Diehl' in Washington Post 'ta "Müslüman Demokrasi" başlıklı yorumunda, "ABD karşıtı olan laik Türk politikacılarının ve Türklerin çoğunluğundan farklı olarak, ABD dostu bir siyasetçinin devlet başkanı olması neden iyi karşılanmayacaktı ki" diyordu. Gelin bu "dostluğu" , geçen hafta yayımlanan dört ilginç yazıyı kullanarak irdelemeye çalışalım.

IV. Dünya savaşı ve Türkiye...

Finansal konularda uzman Frederic Kempe 'nin, finansal analiz sitesi Bloomberg 'de (ilginç değil mi?) yayımlanan " Türkiye IV. Dünya Savaşı'nın ön safının merkezinde" başlıklı yazısı, neo-con çevrelerin, 11 Eylül'den sonra bir IV. Dünya Savaşı' nın başladığına ilişkin savlarıyla, Richard Holbrooke 'un "Dün soğuk savaşı içinde Almanya'nın ulusal güvenliğimiz açısından konumu ne idiyse, bu gün Türkiye'nin konumu da o" ... "O, ön saftaki yeni ülkemizdir" saptamasıyla başlıyor; Afganistan Maliye Bakanı'nın " Türkiye, zamanımızın üç kritik fay hattının kesiştiği yerde" sözleriyle devam ediyor. Kempe'ye göre Irak bir iç savaşa sürüklenirken, nükleer silahlı Pakistan giderek istikrarsızlaşırken, İran nükleer bomba yapmaya çalışır, Hamas Gazze'yi alır, Hizbullah Lübnan'ı tehdit ederken, bu fay hatları daha da kırılganlaşıyormuş.

Diğer bir deyişle, Holbrooke'un, bir sahiplenme vurgusuyla, "ülkemiz" diye tanımladığı Türkiye, dünyanın en büyük enerji kaynaklarının ve yollarının bulunduğu Orta Asya ve Ortadoğu coğrafyasının kıyısında. Bu coğrafyadaysa, hem bölgesel hem de küresel çapta çok boyutlu bir devletler arası rekabet yaşanıyor..

Küresel boyuttan başlarsak, I. ve II. Dünya savaşlarında, İngiltere, hegemonyasını korumaya çalışmış, koruyamayınca da ABD'ye transfer etmişti. "Soğuk Savaş" ise iki blokun genişletme çabaları üzerinde kurulmuş bir hegemonya dengesine ilişkindi. Peki, IV. Dünya Savaşı neyin nesi? IV. D.S , ABD'nin üstünlüğünü, hegemonya (liderliğini, diğer devletlere, salt askeri değil, daha çok siyasi, kültürel, mali araçlarla kabul ettirmeye dayalı ) modeliyle koruyamayacağını gördükçe, imparatorluk modeline geçme çabasına ilişkin: İmparatorluk modeli kabule değil, ABD'nin çıkarlarını dayatma kapasitesinin, dünyada askeri alanda "ful spektrum" bir üstünlükle, diğer ülkeleri, ulusal bağımsızlıklarını zayıflatarak, yönetimlerini kendine tabi, askeri yapılarını kendi ordusunun uzantısı haline getirerek küresel çapta genişletilmesine dayanıyor. Ancak, "Tek kutuplu dünya", "terorizme karşı savaş", "demokratikleştirme" gibi isimlerle tanımlanan bu süreç dünyada tepki çekiyor.. özellikle, ABD'nin Irak fiyaskosundan sonra.

Büyük rekabet

Örneğin, yükselen iki büyük güç, Rusya ve Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü (SİÖ) aracılığıyla siyasi, ekonomik ve askeri boyutlu bir bölgesel ittifak inşa etmeye çabalıyorlar. Andrew Kuchins'in National Interest 'te yayımlanan "Etat terrible" başlıklı yorumu, Pekin Mutabakatı (PM) modelinin, ABD'nin uluslararası modeline (neo-liberal demokrasi- Washington mutabakatı ) karşı yükselen muhalefetin, saflarında bir karşıt seçenek olarak belirmeye başlamasına dikkat çekiyordu.

PM, ulusal devletler arası eşitliğe dayanan bir ekonomik ilişkiler modeli öneriyor; küreselleşmeye değil, ekonomik büyümeye, refah düzeyine vurgu yapıyor. Siyasi olarak bağımsız devletler arası ilişkilere dayalı, "ulusal projeyi" , dünya devlet sistemi içinde var olmaya olanak sağlayan göreli bir bağımsızlığı öngören bu yaklaşım, gelişmekte olan ülkelerde giderek taraftar buluyor. Çünkü, "ulusal proje" tam bağımsızlık getirmiyor (kapitalist dünya ekonomisi içinde bu olanaklı değil) ama, bağımlılık biçimlerini ve düzeyini denetlemeye olanak sağlıyor.

Bir diğer direnç de, bu "ulusal projeyle" , ABD etkilerine karşı Latin Amerika'da yükselen halkçı/bağımsızlıkçı ( Bolivarcı ) rejimlerle ilgili. Üstelik, burada da, hem ŞİÖ üyelerinden Rusya ve Çin'in, hem de ŞİÖ'ye girmeye çalışan İran'ın, başta Venezüella olmak üzere Latin Amerika ülkeleriyle gittikçe gelişen ilişkileri, ABD'nin bölgesel etkisini erozyona uğratıyor.

Özetle dünyada, ABD'nin imparatorluk projesine direnen, ulusal egemenliğe/projeye öncelik veren güçler var. Türkiye, bu güçlerin ABD'yle hem küresel çapta, hem de yerel olarak karşılaştığı coğrafyada yer alıyor.

Seçenek sorunu

ABD Ortadoğu'daki enerji kaynaklarını ele geçirmek, Orta Asya'dakileri de Rusya'nın etki alanı dışına çıkarmak istiyor. Bu bağlamda, en kritik ülke, ABD'nin Irak fiyaskosu sayesinde bölgesel etkinliği artan İran. Lenore G. Martin, Boston Globe 'daki "Körfez güvenliğindeki eksik oyuncu" başlıklı yorumunda, ABD'nin İran'ı dengelemek için Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerine 20 milyarlık silah satmayı kabul ettiğine, halbuki bölgede NATO üyesi stratejik bir müttefikinin, Türkiye'nin varlığına işaret ediyor, "Ne yazık ki" diyor, "yönetimin politikaları Türkiye'yi, ABD'nin güvenlik ağının içine sağlam bir biçimde yerleştirmek yerine, İran'a doğru itiyor" . Yazar, Bush yönetiminin Türkiye'nin Kuzey Irak'taki askeri kaygılarına, PKK ile ilgili taleplerine cevap veremediğine, buna karşılık PKK'ye ve PJAK'a karşı Ankara ve Tahran arasında yaşanan askeri işbirliğine, dolayısıyla Türkiye'deki yürütmenin askeri ve siyasi kanatlarının farklı eğilimlerine dikkat çekiyor.

CIA ilişkili, analiz sitesi Stratfor 'un 29/08 tarihli yorumunda da, yeni AKP hükümetinin dış politika seçenekleri, oluşmaya başlayan Suudi önderliğinde Sünni ve İran önderliğinde Şii kamplaşması bağlamında irdeleniyordu. Stratfor'a göre en önemli sorun şuydu: AKP hükümeti hangi kampta yer alacak? Yoksa, ulusal çıkarına indeksli nötr bir tutumu mu benimseyecek? Bu kamplaşmanın Sünni tarafının ABD inisiyatifiyle şekillendiğini düşünürsek, Stratfor'un aslında, yeni AKP hükümeti döneminde Türkiye'nin ABD'ye bağımlı kalma derecesini irdelediğini görebiliriz.

Stratfor, AKP'nin devlet üzerindeki kontrolünü daha da arttıracağını, bu etkiyi, ülkenin laik karakterini yeniden yorumlamakta kullanacağını, ama bir aşamada, ister istemez İslamcı önceliklerle, ulusalcı öncelikler arasında tercih yapmaya zorlanacağını düşünüyor. Stratfor'a göre ulusalcı öncelikler Kuzey Irak'a müdahaleyi, gerektiğinde İran'la işbirliğini içerirken, İslamcı öncelikler Sünnilerle birlikte İran'a karşı konuşlanmayı (yani ABD tarafında kalmak) gerektiriyor. Zaten birçok Arap yorumcu da, örneğin Al Hayat' tan Zouheir Kseibati , "ABD'nin Mezopotamya'dan çekilmesiyle oluşacak boşluğu, İran'ın doldurma çabasının karşısına dikilmeye en büyük adayın Gül 'ün Türkiye'si olduğu öyle büyük bir sır değil" diye düşünüyorlar.

Türkiye'de siyaseti, Laik-Asker-seçkinlerle, demokratik-ılımlı-İslamcılar parantezine alma çabasına dönersek: Bu, ABD'nin, bölgesel, küresel politikalarıyla çelişebilecek, çok geniş bir siyasi yelpazenin ( "ulusal proje" yanlısı seçkinler, anti-emperyalist, demokratik, halkçı, sosyalist akımlar) direniş olasılıklarını, yakın tarihi darbelerle kirlenmiş, Kuzey Irak'ı işgale "pek hevesli" bir askeri seçkinler grubuyla özdeşleştirerek zayıflatırken, Türkiye'nin "emporiumun" içinde kalmasını garantiye alacak bir siyasi bloku (sağ-sol liberaller, artı siyasal İslam ) yaratmakla ilgiliydi... Başarılı da oldu!

(Cumhuriyet, 03.09.2007)

Tuesday, August 07, 2007

"Türkiye’nin üç krizi"

Yirmi beş yıllık emektar gazeteci, United Press International’ın onur editörü Martin Walker’e göre Türkiye’de üç kriz gündeme geliyor ve güçlü bir destekle yeniden seçilmiş olmasına karşın Başbakan Tayip Erdoğan bu krizlerin hiç biriyle başa çıkabilecek konumda değil (UPI, 06/08/07)

Son yıllarda sık sık dikkat çektiğim bir sorun bu. Ülke son derecede zor sulara, pusulasız ve yetersiz bir ekiple giriyor diye yazıyordum (Bkz, Fırtınaya hazırlıksız yakalanmak… yazıları). Son yılların mali piyasalarından gelen suni teneffüs ve damardan “Carry trade” serumu, gittikçe derinleşen bu krizlerin hissedilmesini engelledi. Ama hava değişiyor, suni teneffüs yaptıranların kendileri oksijensiz kalmaya başladılar, şişedeki serum da hızla bitiyor.

Daha fazla ilerlemeden açıklamam gerekir ki, benim saptadığım krizlerle (ekonomik, siyasi, jeopolitik, ekolojik) Walker'in tartıştığı üç kriz yalnızca iki (siyasi ve jeopolitik) noktada, çakışıyor.

Walker’e göre üç krizden birincisi, Kürt adaylar yoluyla meclise girmiş olan DTP ile ilgili. Walker bir taraftan bu partinin PKK ile ilişkili olduğuna dair bir iddiaya değiniyor, diğer taraftan TC ordusunun bu konudaki hassasiyetine. Sonuç patlayıcı bir denklem ve Tayip beyin bu konuda yapabileceği pek bir şey yok diyor. İkinci kriz, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Gül’ün adaylığıyla ilgili. Walker, burada da Ordunun hassasiyetine ve “hakikaten bir laik” bir aday istediğine dikkat çekiyor. Walker’e göre burada da ordunun blöfü yaptığını düşünerek davranmak çok riskli olacak. Ama Tayip Beyin, kendi tabanına ordunun isteklerine boyun eğdiğine dair bir izlenimi vermesi de olanaklı değil. Kısacası burada da çözülmesi zor bir denklem var. Nihayet üçüncü kriz, Irak ve PKK ile ilgili. Walker Türkiye’nin Kuzey Irak’ta daha şimdiden askeri karakolları olduğunu, sınıra yığınak yaptığını vurguladıktan sonra, ordunun girip PKK’yı temizlemek istediğini, ya da Maliki hükümetinin bu sorunu çözmesini istediğini, bu taleplerinde de ısrarlı olduğunu ileri sürüyor. Buna karşılık, Türkiye’nin yakın müttefiki olan ABD aynı zamanda , Türkiye’nin tanımamakta ısrar ettiği Kürt Bölgesel Yönetiminin de koruyucusu.

Walker Washington’daki dedikoduların, Erdoğan’ın generallerle iyi geçinebilmek için sınır ötesi harekata olanak verecek siyasi kararı alabileceği doğrultusunda olduğunu iddia ediyor. Kerkük sorunu da bu üçüncü krizin bir diğer boyutu. Walker’e göre, Tayip bey açısından bu denklemin de belirgin bir çözümü yok….

Bundan sonra Walker yazısını Türkiye’nin ekonomik ve askeri olarak nasıl büyük bir bölgesel güç olduğunu, İran’ karşısındaki dengeleyici kapasitesi açısından ABD’nin vazgeçemeyeceği, uzun dönemli bir müttefik olduğunu, eğer bu ABD açısından Kürtlerin terk edilmesi anlamına gelecekse, soğuk ve uzun dönemli bir bakışın, bunun üzücü ama kabul edilebilir bir fiyat olarak görebileceğini saptayarak bitiriyor.

The Guardian gazetesinin Moskova ve ABD büro şefliği, Avrupa editörlüğü yapmış, BBC, National Public Radio, CNN kanallarında çalışmış, Woodrow Wilson International Center’de, World Policy Institute’de üst düzey görevli, Los Angeles Times’ın yorum sayfası editörlerinden ve halen Global Business Policy Council direktörü, Walker’in Tayip beyin krizleri ve olmayan seçenekleriyle ilgili saptamalarına katılmamak elde değil. Ankara su sorunu, İç Anadolu'da kuraklık ve mali piyasalardaki sarsıntılarla gündeme gelmeye başlayan ekolojik (sağlık ve gıda da dahil) ve ekonomik kriz eğilimlerinin ülkenin sorunlarının daha da ağırlaştıracağı kesin. Tayip beyin bunlar karşısında da yapacak pek bir şey olmaması da bir başka gerçek.

Ancak Walker’in Kürtlerle ilgili söyledikleri, bölgede yaşanacak sarsıntılar açışından tehlikeli sinyaller veriyor. Muhafazakar National Review’den Michael Rubin’de geçtiğimiz Haziran ayında, Radio Free Europe’la yaptığı bir söyleşide bu konuya değinmiş, Kürtlerin kendi konumlarını biraz yanlış değerlendirdiğini eğer “ABD bir seçim yapmak zorunda kalırsa, NATO üyesi, tarihsel müttefiki Türkiye’yi seçeceğini” ileri sürmüştü. Benzer yönde yorumlanabilecek bir diğer yorum da, Ağustos başında, CIA bağlantılı stratejik analiz sitesi Stratfor’un direktörü George Friedman’dan gelmişti. Friedman “Türkiye’nin jeopolitiği” başlıklı yorumunda, Türkiye’nin bölgede artan önemine, ABD’nin bunu anladığına ve Türkiye’nin ABD ile anlaşarak Kuzey Irak’ta, İran’a karşı konuşlanabileceğine dikkat çekmişti. Friedman’a göre ABD Kuzey Iraktaki Kürt yönetimi konusunda çok hassastı, ama PKK’nın temizlenmesi konusundan Türkleri durdurma kapasitesine sahip değildi.

Bu yorumlar ve tartışmalar bölgede jeopolitik toz duman içinde yaşanıyor, hedef ve amaçlarını, gerçek konumları ne kadar yansıttıklarını kestirmek kolay değil. Ancak bölgenin uzun dönemli trendleri hakkında bir fikir veriyor. Son yıllarda kendi taleplerini dile getirme açısından büyük olanaklar elde etmiş olan Kürtlerin, ellerindeki kartları çok dikkatli oynamaları, çoktan tükenmiş yöntemleri bir an evvel terk etmeleri gerektiğini de gösteriyor; yanlış bir hesap ve adım, zaten mezbahaya dönmüş olan bölgede çok daha kan ve göz yaşına yol açabilecek …

Sunday, August 05, 2007

Oyumu CHP'ye Verdim

[Cumhuriyet 01.08.2007]

Oyumu CHP'ye verdim. Alınan sonuca karşın içim rahat. Birincisi, CHP liderliğinin seçim taktiklerinin olası sonuçlarını daha önce tartışmıştım ( "Bu Böyle Olmayacak" , 21/05/2007). Oyumu CHP'ye bir Sosyal Demokrat Parti olduğunu düşündüğüm için de vermedim. Seçimlerde oy verirken partilerin kimliklerine bakılır, ama kararın, seçimlerin olası sonuçlarına, partilerin bu sonuçlar karşısında sundukları olasılıklara göre verilmesi gerekir. Bir solcunun mutlaka sol partilere oy vermek istemesi, seçimin içinde yaşandığı yapının "durumundan" kopuk, idealist, hatta teolojik bir "inat" olacaktır. İkincisi, CHP ve AKP dışında üçüncü bir seçenek oluşturmaya çalışanları anlıyor, saygıyla karşılıyorum. Ufuk Uras 'ın aldığı oyların, geniş kapsamlı bir "sol parti" oluşturma projesinin taşıdığı potansiyelleri de görüyorum. Ama seçimlerden önce ve sonra Türkiye'de, yapının "durumu" içinde, üçüncü bir seçeneğin ya da "üçüncü bir duruşa" izin veren bir yerin hâlâ oluşmadığını düşünüyorum.

CHP ve son seçimlerdeki işlevi

CHP bir sosyal demokrat parti değil! Sosyal demokrat parti, liberal (toplumu birbiriyle rekabet eden bireylerin toplamı olarak gören, eşitsizliği veri alan, ufku sermaye birikim süreciyle sınırlanmış) demokrasinin karşısına toplumsal (toplumu vatandaşların ortaklaşa çıkarları, işbirliği, dayanışması olarak gören, eşitlikçi) demokrasi ile çıkan akımdır. Bu akım, tarihsel olarak sermaye birikiminin ufkunun ötesine bakan işçi hareketine aittir, öncelikle onun kurumlarına dayanır. Bu ölçütlerle yaklaştığımızda, CHP'nin liberal demokrasiye daha yakın olduğunu kolaylıkla görebiliriz.

CHP'nin bu seçimlerdeki işlevi, liberal demokrasiye karşı, sosyal demokrasinin adayı olmak değildi. CHP'nin bu seçimlerde, yapının "durumunca" belirlenmiş işlevi, Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı seçimiyle, verili rejimi değiştirmeyi de gündemine alarak yeni bir atağa kalkan siyasal İslamın, en azından, momentumunu kırmaktı . CHP bunu başaramadı. Ama bunu başaracak başkaca bir seçenek de yoktu. CHP tek "gerçekçi" seçenekti. Nisan eylemlerinde, çalışanların (beyaz ve mavi yakalı) demokratik, özgürlükçü refleksi en güçlü, hatta küresel farkındalığı en yüksek kesimleri, yapının "durumuna" uygun bir davranışla, uzun yıllardır (aklıma 15-16 Haziran, "Bahar Eylemleri" ve Zonguldak yürüyüşü geliyor) ilk kez bir "olay" olarak nitelenebilecek bir refleks sergilemişlerdi. Bu seçimlerde bu reflekse / "olaya" sadık kalmak , onu "evrenselleştirmek" gerekiyordu. Ama CHP liderliği bu sadakati gösteremedi, hem "olaya" hem de CHP'nin bu seçimdeki işlevine ihanet etti.

Siyasal İslam tehlikesi ve AKP'nin işlevi

Bu seçimlerde, gözden kaçan en önemli olgu, AKP'nin bölgede yükselmekte olan bir toplumsal hareketin , siyasal İslamın oluşturduğu " kümeye" ait bir "alt-küme" olduğu, tanımını da siyasal İslamın "kümesiyle" ABD'nin imparatorluk projesinin bir alt-kümesi olan BOP ile kesiştiği "yerde" bulmasıydı. Nitekim, seçimlerde AKP'yi şiddetle destekleyen The Economist dergisi, seçimlerden sonraki yorum yazısını "Şimdi sıra Mısır'da Müslüman Kardeşler'in önünün açılmasına geldi" diyerek sonuçlandırıyordu. ABD ve AB medyasının yorumcuları, AKP'nin işlevini, siyasal İslamın uluslararası sermayeye eklemlenmesi, ulusalcılığın önünün kesilmesi bağlamında tanımladılar. Cumhuriyet 'te de aktardığımız gibi, Financial Times , "siyasal İslam taraftarlarının parlamenter mücadelenin işe yaramadığına (diğer bir deyişle, amaçlarına barışçıl yollarla ulaşamayacaklarına) ilişkin bir sonuç çıkarmaları halinde, Batı açısından çok olumsuz bir durumun oluşacağını" savunuyordu (14/07/07). Pentagon'un Yeni Haritası kitabının yazarı Tom Barnett de seçimlerden sonraki blogg'unda AKP'nin seçim zaferini son derecede iyi bir gelişme olarak saptıyordu.

Tanımlanma süreci emperyalizmin bölge projeleriyle kesişen, CHP dahil birçok siyasi akım ve parti var Türkiye'de. AKP'nin özelliği ise ek olarak siyasal İslama ait olması...

AKP'yi, Müslüman Kardeşler' i içeren bu kesişmede, ABD/AB emperyalizminin bölge halklarını yönetmek için kendine, dinamik ve örgütlü bir kitle tabanı olan, partileşmiş, sivil toplumu (devletin ideolojik aygıtlarını) kucaklayan, aydınlanma karşıtı ideolojiye, diğer bir deyişle bilimsel düşünceyle (dinin eleştirisi) bireysel özgürlüklerin düşünülmesine izin veren prensiplerle bağdaşmayan, "totaliter" (Hannah Arendt 'in, yönettiği insanlar üzerinde uyguladığı şiddeti, baskıyı, sıradan diktatörlüklerden farklı olarak faydacı değil de metafizik gerekçelere dayandıran rejimlere ilişkin tanımını ödünç alırsak) bir "hakikat rejimine" sahip bir siyasi aracı bulmaya başladığını görüyoruz.

Hem Türkiye'de sosyal demokrasinin (en azından liberal demokrasinin) geleceğini açık tutmak hem de emperyalizmin bölge projelerine karşı çıkabilmek için AKP'nin momentumunu kırmak gerekiyordu. Hâlâ da gerekiyor...

Monday, July 30, 2007

Seçimlerden önce yazılmış bir yazı ve bazı haberler

Gazeteler: … Gıda emtia fiyatları 2005’den bu yana, dünya çapında, %21 arttı. Türkiye’nin buğday ambari Konya’da büyük kuraklık… Geçen hafta 23 Temmuz- 27 Temuz) ABD borsaları, son beş yılın en kötü gününü yaşadılar. Kredi piyasalarinda panik havası var


Seçimlere Giderken Tatsız Sorular...
Tek yol serbest piyasa diyorsunuz. Her türlü planlamaya, bir kamu yararı gerekçesiyle sınırlanmaya da karşısınız. Her şeyin özelleştirilmesini istiyorsunuz. Ülke ekonomisinin, ülke güvenliğinin, halkın günlük yaşamının istikrarı için stratejik öneme sahip telekomünikasyonun, enerji sektörlerindeki kamu mallarının, bu ülkede yaşamayan, bu ülke halkına herhangi bir tarihsel, siyasi, kültürel, duygusal bağı olmayan sermaye gruplarına satılmasında bir sakınca görmüyorsunuz. Ülke ekonomisinin, günlük yaşamın kan dolaşım sistemi, bankaların yabancılaşması da doğal. Serbestleştirilmiş ithalatın tarım sektörünü yıkmasına, temel gıda tedarikinin giderek daha çok dışa, dolayısıyla döviz girdisine bağlı olmasına yol açtınız. İhracatın içinde, ithalat oranının, büyümeye devam etmesine aldırmıyorsunuz. Tüketimi körüklemek için krediye yaslandınız. Özel sektörün dış borçları tırmandıkça tırmandı. "Sıcak para" mali sektörü, inşaat piyasasını kaynama noktasına getirdi. Borsa yabancı sermayenin fiili denetimine girdi... Bu iklimin rehavetinden yararlanarak toplumsal dokuya siyasal İslamın nüfuz etmesine, kendinde rejim değişikliğine yönelecek gücü görmesine "demokrasi" gereği bir itirazınız yok
Üç kriz eğilimi kesişiyor, farkında mısınız?
Peki siz hiç mi dünyada esmeye başlayan rüzgârları izlemiyorsunuz? Bu rüzgârlar fırtınaya dönüşürken ülkeyi nasıl yönetecek, insanların karnını nasıl doyuracaksınız. Enerji, gıda, finans sektörlerinde kriz eğilimleri kesişiyor. Gelişmiş ülkelerde yöneticiler serbest piyasa modelini giderek daha çok sorguluyor, ulusal, hatta yerel çıkar kaygıları öne çıkarıyor. Farkında mısınız?

Yıllardır tekrarlıyoruz, ama siz boş verin. Boş verin ama, eğer, kapitalizmin en eski gazetelerinden muhafazakâr The Times 'ın emektar yorumcusu William Rees-Mogg bile yazmaya başladıysa, bence gözlerinizi dört açın. Farkında mısınız? Petrolün varili 2003 yılında 29 dolardı. 2005'te 54.5'e, geçen ay da 77.50 dolara yükseldi, 80'i zorlayacak diyorlar.
Rees-Mogg, Uluslararası Enerji Ajansı'nın gelecek 10 yılda arz artışının sınırlı, talebin güçlü kalacağını gösteren korkutucu projeksiyonlarının önemini vurguladıktan sonra, uyarıyor: "Durum siyasi sorun olmaktan siyasi hesaplaşma aşamasına, oradan da mutlak jeolojik yetersizlik sorununa dönüşüyor. Petrol tedariki toplamı sıfır olan oyuna dönüşüyor. Kimi ülkeler varsıl kimleri yoksul olacak." Bu muhafazakâr, temkinli gazetenin emektar yazarı, yorumunu "Dünya, kendi teknolojisini, güçler dengesini, ekonomisini ve toplumsal özelliklerini yaratan petrol çağının sonuna geliyor" diyerek bitiriyor. Rees-Mogg'un rafineri kapasitesi yetersizliğine değinmemiş. Halbuki, örneğin bu yüzden, ham petrol satıp, işlenmiş ürün almak zorunda kalan petrol zengini İran, benzin kıtlığı çekebiliyor. Türkiye petrol zengini değil, gaz da yok ama rafinerileri, petrol dağıtım ağları var. Bunlar önümüzdeki dönemde yaşamsal öneme sahip olacak. Üstelik döviz girdisi, bölgesel jeopolitik güvenlik için de gerekli. Ama siz hepsini başka ülkelerin şirketlerine sattınız. Şimdi bu sektörde önceliklerinizi nasıl saptayacak, uygulayacaksınız?
Halkınızı nasıl doyuracaksınız?
Belki fark etmediniz ama geçen ay içinde, tahıl fiyatlarındaki ani sıçrama herkesi korkuttu. Bir taraftan küresel ısınmanın, yoğun tarımın, su stokları üzerindeki etkisi, diğer taraftan denetimsiz ithalatın, piyasa baskısının tahribatı ve piyasaların üreticiyi biyo-yakıta yönlendirme etkisi, nihayet Çin ve Hindistan'dan gelen güçlü talep artışı, küresel gıda fiyatlarını, dolayısıyla gıda ithalatı maliyetlerini arttırıyor. Köylüden kurtulduk diye seviniyordunuz, peki şimdi, yaşanmaz hale gelmeye başlayan kentler bir yana, eğer yeterli dövizi bulamazsanız halkınızı nasıl besleyeceksiniz?

Küresel likidite bolluğunda, değirmenin suyu nereden gelecek demeden, net yüzde 20'ye varan faizler verip bakracınızı doldurdunuz; ülkede borçla tüketim cenneti, borsada ballı kâr, düşük enflasyonla kâğıttan şatolar kurdunuz. Şimdi, uluslararası kredi piyasası daralmaya başlarken sermaye hareketleri bir yön değiştirirse ne yapacaksınız? Sıcak paranın kaçanını nasıl tutacak, kalana ne taviz vereceksiniz? Daha başka ne satacaksınız. Yoksa TL yine tepetaklak olacak, enflasyon tavana vuracak ve biz yine, yüzde bilmem kaç yoksullaşacak mıyız?

Amerikalılar, Fransızlar, AB stratejik kaynaklarına sahip çıkmaya, yabancılardan korumaya başlarken enerji, gıda, hatta su sektörlerinde tedarikin serbest piyasa yoluyla sağlanabileceğine güven hızla buhar olurken, siz ne tedbir almayı düşünüyorsunuz? Serbest piyasada paranız yetmediğinde ne olacak? Hiç düşündünüz mü? Yoksa o zaman gelince, siyasal İslamın ideolojik, yeni polis yasasının fiili sopasına mı güveniyorsunuz?
Son bir soru da sizi destekleyen ABD ve AB çevrelerine... Türkiye'de ABD'ye olumlu bakanların oranı yüzde 30-40 aralığından yüzde 9-10 aralığına, bu son "reformcu", "Batı yanlısı", "ılımlı Müslüman" hükümet döneminde düştü. Farkında mısınız?

Tuesday, July 10, 2007

12 Eylül Mirası

(Cumhuriyet 19.09.2005)

12 Eylül rejiminin mirası salt baskı, zulüm ve kan olmadı. O Türkiye'yi, sömürge bir ülkeye benzetecek olan sürecin başlatıcısı oldu: 12 Eylül rejimini, kendi ulusuna ihanet etmekle de suçlamak gerekir.

Aç ve teslim et...

1970'lerde, bir yapısal ekonomik krize giren Batı kapitalizmi, krizi gelişmekte olan ülkelere sermaye ihracı (borç ve yatırım) yoluyla aşmaya çalıştı. Ancak, 1970'lerin sonuna doğru, çevre ülkelerde, bu ihraç edilen sermayeyi emebilecek alanlar tükenmeye, ithal ikameci pazarlar doymaya başladı. Belli ki, çevre ülkelerin ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel mekânları, merkezden gelen sermayeyi, yeterli hızda emecek özelliklere sahip değildi. Bu ülkelerin ekonomik, yasal, kurumsal mekânlarının yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. 12 Eylül rejimi sayesinde, Türkiye bu yeniden düzenlenme operasyonun, Şili'den sonra en önemli örneklerinden biri oldu. Bu yeniden düzenleme, tüm toplumsal süreçleri, hatta uygarlığı, ekonomik boyutuna (aslında piyasa ilişkilerine) indirgeyen, toplumu bu prizmadan gören bir ideolojinin ( J. R. Saul, The Collapse of Globalism, 2005) altında ve IMF/Dünya Bankası programlarıyla gerçekleştirildi.

Ülkenin bağımsızlığının imhasına, emperyalizme, bu insana düşman politikalara karşı çıkacak tüm sesler (sağda ve solda) kısıldıktan, sermayeye direnecek işçi örgütleri, 12 Eylül rejimi tarafından imha edildikten sonra, geniş çaplı bir ''mekânsal düzenleme'' süreci başladı. Bu düzenlemenin genel çerçevesi önce Yapısal Uyum Kredileri yoluyla çizildi. Bundan sonra Sektörel Uyum Kredileri, tarım, enerji, mali sektörlerde, ama eğitim, sağlık ve yerel yönetimleri de etkileyecek biçimde ayrıntıya girmeye başladılar. Ülke, yabancı sermayenin kullanımına, mülk edinmesine, sektör bazında açılıyordu.

Bu süreçte, özelleştirmeler, yeni mali sistem, borçlandırma, devletin gelirlerini, ekonomi üzerindeki etkisini azalttı, kamu alanlarını tasfiye etmeye başladı. ''Fonlar'' , sonra ''üst kurullar'' aracılığıyla, sermayenin etkisine tümüyle açık, yeni bir yürütme mekanizması oluşturuldu. Bunları, devletin merkezi otoritesini zayıflatırken (sermayenin talepleri karşısında pazarlık gücü devlete göre zayıf olan) yerel yönetimleri güçlendiren idari ''reformlar'' izledi. (Bu özet, Birgül Ayman Güler 'in çalışmalarından). 2000'li yıllara geldiğimizde artık devlet, sermaye karşısında göreli bağımsızlığını tümüyle kaybetmiş, Dünya Ticaret Örgütü ve tahkim anlaşmaları da yerel ve yabancı sermaye ayrımını ortadan kaldırmıştı.

Bu dönemde bir şey daha oldu. 1970'lerin egemen sınıflar bloku içindeki ve onunla ''destek sınıfları'' arasındaki ''mutabakata'' ilişkin siyasi/ekonomik bölüşüm ilişkileri, 1980'lerden başlayarak bozuldu. Bu bozulmanın yarattığı sürtüşmenin sınıflar matrisi üzerindeki etkileri, siyasal İslamın ve Kürt hareketinin kitleselleşmesi için gereken enerjiyi sağladı. Özetle: 12 Eylül rejimi sayesinde, Türkiye, uluslararası sermayenin, denetimsiz kullanımına uygun biçimde yeniden düzenlendi; bu süreçte ülkenin kaynakları talan edildi; bölüşüm ilişkileri, egemen sınıfların iktidar blokunu çok daha dar, dolayısıyla çok daha istikrarsız, dış basınca dayanıksız bir zeminde oluşmaya zorladı; ülkenin merkezi yapısı idari olarak zayıflatılırken bu yapıyı hedef alan iki siyasi akım, siyasal İslam ve ''etnik ayrılıkçılık'' kitleselleşti.

Devrim yapma alışveriş yap

12 Eylül'ün mirası salt bunlarla sınırlı olsaydı, yeni bir hükümet bu süreci geri çevirebilecek ekonomik ve idari bir programı yaşama geçirebilir, vatandaşlık ortak zeminini yeniden güçlendirerek toplumsal barışı sağlayabilirdi. Ancak 12 Eylül rejimi, bu ülkeye ilk anda göründüğünden çok daha büyük bir zarar verdi: Neo-liberalizm, uygulandığı ülkelerde görüldüğü gibi, salt ekonomik, siyasi yapıyı değiştirmekle kalmıyor, kültürel yapıyı da yeniden şekillendiriyor; eski öznellikleri yıkarak yenilerini yaratmaya başlıyor. Çünkü ülkeye hızla girmeye başlayan yeni mallar ve mali enstrümanlar, başlayan kurumsal hukuki değişim, bunları benimseyecek yeterli sayıda insanı, uygun piyasayı gerektiriyor. 1950-60 döneminde Amerika'da, sonra Avrupa'da reklamcıların keşfettiği gibi, bu tür hızlı metalaşma atılımlarına uyum sağlamak açısından en uygun kesim gençlik; en uygun araç da ''gençlik kültürü'' ve ''gençlik kültü'' (gençler yaşlanır, ama gençliğe özenmeye devam edebilir). Gençliğin iki önemli özelliği, kimlik arayışı ve özgürlük arzusu onu yeniye açık, geçmişe tavırlı hale getiriyor ( Tom Frank , Le Monde Diplomatique, 05/2001)

12 Eylül rejimi bu alanda da neo-liberalizme büyük hizmetler sundu. 12 Eylül rejiminin baskısı, getirdiği yeni eğitim sistemi, okul düzeni, özgürlük arzusu ve kimlik arayışı eğilimlerinin içeriği piyasa mekanizmasına uymayan 70'ler gençliğini, onların ''liderlerini'' (rol modellerini) imha ederek yıldırdı; yeni yetişmeye başlayan gençliğin, geçmişle bağını koparttı, onları neo-liberalizmin ''gençlik kültürü'' , ''gençlik kültü'' yaratma sürecine teslim etti. Boşuna mı, tam da o dönemde, medyada da bir yeniden yapılanma başlamıştı. Bu yeni medya, yaşanan süreci, yeni, devrimci bir atılım, bireyciliği geçmişe karşı tepki olarak sunar; metaları, markaları, tüketimi, ''köşe dönmeyi'' yüceltirken aynı anda geçmişin özverili muhalefetini, ''gençlik kültürünü'' , gerici, muhafazakâr olarak karaladı. Dün özgünlüğün kaynağı sanat ve siyasi eylemdi; 12 Eylül sonrasında, belli markalı malları edinme olmaya başladı. Kişilerin örnek alarak kimliklerini kurdukları, ''özdeşleşme nesneleri'' toplumsal amaçlardan, mallara, markalara, ''şöhretlere'' dönüştü, ''toplumsal ilerleme'' arzusunun yerini ''dekadan'' yaşam özlemi aldı. Böylece bir başka ülkede üretilen, oranın duyarlılığını taşıyan mallar (markalar), bu duyarlılıkları, kültürel normları, hatta dili benimseye uygun yeni bir pazar oluşturmaya başladılar: Türkiye'de ''gençlik kültürü'' pazarı doğdu. Bu cep telefonu olduğu için kendini özgür, belli bir spor ayakkabısını giydiğinde çekici, belli bir marka ''jean'' giydiğinde kendini toplumla uyumsuz addeden bir gençlikti. Şimdi devrimcilik, eski tarza (metalarda) karşı çıkmaya, ''yeniyi'' (metalarda) benimsemek, bireysel özgünlük, belli markaları izlemek, belli ''şöhretlere'' benzemek olmuştu.

Dahası, bir taraftan yeniden yapılanmanın baş döndürücü hızı, diğer taraftan, medyanın, sayıları hızla artan dergilerin, markaların sponsor ettiği müzik festivallerinin, TV müzik programlarındaki estetiğin, reklam endüstrisinin etkisi, gençliğin dikkat yoğunlaştırma süresini, hafızasını kısaltıyordu. Bu altüst oluş onu, kısa döneme kilitliyor, hazlarını anında tatmin etme arzusuna programlıyor , dolayısıyla, cinselliğe, alışverişe, uyuşturucuya yönlendiriyordu, düzene yönelik eleştiri reflekslerini felç ediyordu.

Geçen 25 yılda ülke giderek her alanda ''sömürgeleştirildi'' , insanı, artık kendisinde başka bir şey, bir ''başkasının'' kötü kopyası olmaya başladı. İşte 12 Eylül mirasının en ağır yanı da bu: Bağışıklık sistemleri hızla zayıflayan, kendini tedavi yetisini kaybetmekte olan bir toplum yaratmak?