(Cumhuriyet, 29/10/07)
Başımız çok kalabalık olduğundan, belki pek farkında değiliz ama, bu arada Avrupa’da ilginç gelişmeler var. Irak savaşından sonra, “eski”, “yeni” Avrupa ayrımıyla, Anayasanın referandumlarda ret edilmesiyle, Polonya’nın Avrupa-Rusya ilişkilerine sürekli çomak sokmasıyla oluşan “tıkanıklık” açılmaya başladı.
“Anayasa” sorunu aşıldı
Üye devletlerin ulusal yasaları karşısında bağlayıcı bir güce sahip, neoliberal ekonomi yönetimini yasalaştırmayı, birliği ekonomik ve siyasi yönde derinleştirmeyi ve hızlandırmayı amaçlayan Anayasa AB sürecinin en önemli eşiğiydi. 1983’de kurulduktan sonra tüm AB komisyonlarına egemen olan Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) AB sürecini ve Anayasayı, neoliberal bir hegemonya projesi olarak yönetiyor, onaylanması için büyük çaba gösteriyordu. Ancak, 18 ülkeden, 4,5 milyon işçi çalıştıran yıllık 1.6 milyar Avro cirolu 42 dev şirketin temsilcilerinin oluşturduğu ERT’nin medya üzerindeki etkisi, toplumsal desteği, işçilerin köylülerin, ulusal düzeyde çalışan küçük, orta ölçekli sanayici ve iş adamlarının muhalefetini aşmaya yetmedi. 2005 yılında, Anayasa, Fransa ve Hollanda referandumlarında ret edildi. Kamu oyu yoklamaları bu sonucun diğer ülkelerde de tekrarlanacağını gösterince süreç tıkandı.
O zaman, bizimde aktardığımız gibi, ikili bir çözüm gündeme geldi. “İktidar Brüksel’den alınıp üye ülkelere veriliyor”, söylemiyle neoliberal reformları uygulama ve ilerletme görevi, AB ağır toplarına direnme şansı olmayan ulusal hükümetlere devredildi. Böylece ERT projesi uygulanacak ama AB süreci, Brüksel vatandaşların nefret nesnesi olmaktan kurtulacaktı . İkincisi, Anayasanın içindekiler, referandum gerektirmeyen, hükümetlere tek tek kabul ettirilebilecek, mecliste oylanarak uygulamaya konulabilecek sıradan bir anlaşma biçiminde yeniden gündeme gelecekti.
Ekim’in 18’inde Lizbon’da, AB üyesi ülkelerin liderleri tarafından son derecede karmaşık, her aşamada öteki anlaşmaların maddelerine gönderme yapan, ancak en “kaşarlanmış” EU bürokratlarının anlayacağı dilde, hazırlanarak benimsenen anlaşmanın, Anayasayı arka kapıdan içeri sokma görevini başardığı söylenebilir.
O kadar ki, AB Anayasa taslağının baş mimari Valéry Giscard D’Estaing, gelişmeyi Le monde’a değerlendirirken, “alet çantasının içindeki aletler tümüyle aynı, yalnızca yerleri değişti, çanta da eski bir model kullanılarak üç gizli bölmeyle içindekini saklayacak biçimde yeniden dekore edildi”(26/10) diyecekti.
Lizbon anlaşması, AB oy verme sistemini basitleştirerek, üyelerin nüfus büyüklüklerini yansıtacak biçimde düzenliyor. 2014-2017 arasında devreye girecek olan değişikliklere göre Bakanlar Konseyindeki kararlar, üyelerin %55’i ve Birliğin toplam nüfusunun %65’ini temsil eden bir çoğunlukla kabul edilecek. Halen oy birliği prensibi uygulanan, göçmenlik ceza yasası gibi bir çok önemli alanda, oy çokluğu uygulamasına geçiliyor. Avrupa Mahkemesi de büyük yetkiler elde ediyor. Ulusal veto haklarından vazgeçme karşılığında İngiltere ve İrlanda, bazı uygulamalardan muafiyet talep edebilecekler.
Anlaşma, üye ülkelerin liderlerini temsil edecek bir Başkanlık kurumu ve halen dış işlerine bakan iki görevi birleştirerek bir dışişleri sorumlusu yaratıyor. Anlaşma temel Haklar Beratına da yasal bir güç kazandırıyor. Böylece The Economist’in deyimiyle Lizbon Anlaşması, hep birlikte aynı konularla uğraşacak, bir üçüz (Konsey Başkanı, Komisyon Başkanı ve dış işleri sorumlusu) doğurmuş, iddiaya göre karar sürecini karmaşıklaştırmış oluyor (25/10). Yine de, Anayasa sorununun şimdi, büyük ölçüde aşılmış olduğu söylenebilir.
Daha Etkin bir AB
Birlik süreci aksarken, AB’ni uluslararası gelişmeleri etkileme kapasitesinde de, Irak savaşından bu yana önemli tıkanıklıklar yaşanıyordu. AB, ABD yanlısı Doğu Avrupa ülkelerinin, Rumsfeld’in deyimiyle “yeni Avrupa’nın”, İtalya, İspanya’nın yanı sıra savaşı desteklemesiyle, tüm dünyanın gözünde, iktidarsız bir “merkez” konumuna düşmüştü.
AB, bu süreci İspanya ve İtalya’da liderliklerin değişmesiyle büyük ölçüde aştı. Ancak, Polonya, hem Anayasa sürecinde ulusal çıkar, hem de, AB Rusya ilişkilerindeki gelişmelerde Rusya düşmanlığı bağlamında, engeller koyarak, tarihsel Almanya düşmanlığını sürdürerek sorun çıkarıyordu. Polonya AB enerji tedariki politikalarında, Rusya karşıtı tavır sergileyerek, ABD’nin füze kalkanı ünitelerini topraklarına koymasına izin vererek, AB-Rusya ilişkilerini, yakınlaşma fırsatlarını adeta sabote ediyordu.
Geçen hafta sonuçlanan Polonya genel seçimleri, Polonya sorununun da aşılmakta olduğunu gösteriyor. İktidardaki, muhafazakar milliyetçi, Kazyinski ikizlerinin yönetiminde Hak ve Adalet Partisi karşısında seçimleri, kazanan Sivil Platform partisi, hem iş çevrelerine hem de Avrupa projesine çok daha yakın. Le Monde ve The Economist, partinin lideri Donald Tusk’in Rusya ile ilişkileri düzeltmeye öncelik vereceğini, AB sürecinde çok daha uyumlu bir tutum alacağını, Irak’tan çekilmek istediğini, füze kalkanı projesine çok sıcak bakmadığını aktarıyorlar. ABD yanlısı muhafazalar, The Daily Telegraph (İngiliz) ise Tusk’ın Füze kalkanını engelleyerek ABD-AB ortak savunma sürecine büyük zarar vermesinden korktuğunu yazıyordu.
Avrupa’nın uluslararası etkinliğini arttırmaya yardımcı olacak bir diğer gelişme, Avrupa Uluslararasi İlişkiler Konseyinin (ECRF) kurulmasıydı. Kuruluşu, Avrupa Birliği “derin diplomasi” kadrolarından, Finlandiya Eski Başkanı, Kriz Yönetme İnisiyatifi’nin, kurucusu, Güney Afrika Hakikat ve Barışma Komisyonu üyesi, BM Kosova eski temsilcisi ve daha bir çok uluslararası barış sürecinde belirleyici düzeyde yer almış Martti Ahtisaari ve Almanya eski Dişileri bakanı Joschka Fischer’in imzaladıkları bir yazıyla Financial Times’da kamu oyuna duyurulan ECFR’nin amacı Avrupa’nın uluslararası alanda daha etkin olmasını sağlamak. Berlin, Londra, Madrid, Paris, Roma, Varşova ve Sofya’da şubeleri olan ECFR’nin başına, İngiltere’nin AB yanlısı dış politika entelektüellerinden Mark Lenoard getirildi. Londra’daki Avrupa Reformu Merkezi ve Dış Politika Merkezi kuruluşlarının başkanlığını yapmış olan Lenonard’ı, benim de aktardığım, Why Europe Will Run the 21st Century (Neden 21 Yüzyılı Avrupa yönetecek) kitabından tanıyoruz.
ECFR’nin ilk girişimlerinden birinin Gallup kamu oyu araştırması şirketine, 52 ülkeden, 57.000 kişinin katıldığı bir araştırma yaptırarak, dünya vatandaşlarının, ABD gibi “etobur” “sert güce” dayalı merkezlere değil, AB gibi “ot obur”, “yumuşak güce” merkezlere daha olumlu baktığını sergilemesi de çok anlamlıydı. Mark Leonard kitabında AB tarzı liderliğin dünyada giderek daha çok kabul gördüğünü savunurken, Ahtisaari ve Fischer de yazılarında, “Angela Merkel’in iklim değişikliği alanındaki liderliği, Prodi’nin Lübnan’ı stabilize etme çabaları, Brown’ın yoksul ülkelerin borçlarının tasfiyesi inisiyatifi, Sarkozy’nin İran’a karşı güçlü demeçleri” daha etkin bir dış politika liderliğinin şekillenmekte olduğuna işaret ediyorlardı. Leonard’ın kitabında da, AB çok merkezli, ama eş güdümlü ve çok esnek, bu anlamda rakipleri tarafından etkisizleştirilmesi çok güç bir iktidar yapısı, hegemonya bloğu olarak tanımlanıyor.
Bu Sırada Avrupa'da...(II)
(Cumhuriyet, 31/10/07)
Pazartesi günü, Avrupa Birliği sürecinin, Lizbon anlaşmasıyla, Polonya seçimlerini AB yanlısı bir liderin kazanmasıyla önemli tıkanıklıkları aşmaya başladığını, uluslararası alanda daha etkin davranabilmesine yardımcı olabilmesi için bir de Avrupa Dış İlişkileri Konseyi (ECFR) kurulduğunu aktarmıştım. Bu anlamda AB sürecinde yeniden bir iyimserliğin oluştuğu söylenebilir. AB'nin dünya ekonomisi içindeki göreli konumuna ilişkin son veriler de bu iyimserliği destekliyor.
ECFR amaç deklarasyonu
ECFR'nin internet sitesinde imzaya açtığı amaç deklarasyonunda (www.onevoiceforeurope.eu)
"Avrupa ülkeleri, günümüzün büyük güçler ve geleceği yükselen devleri karşısında, tek tek yaklaştıklarında, dünyayı yeterince etkileyemediklerini görüyorlar. Ancak eğer tek bir sesle konuşabilirsek Avrupa Birliği dünyayı şekillendirmemize yardımcı olabilir" saptaması yapıldıktan sonra, AB ülkelerinin birlikte hareket etmeleri durumunda, iklim değişikliklerinden yoksulluğu azaltmaya, insan haklarını tanımlamaktan soykırımları engellemeye, ölümcül silahların yayılmasını önlemekten "şiddete dayalı aşırı düşüncelerin" nedenlerine eğilmeye kadar ortak çıkarlarını etkin bir biçimde savunabileceklerine işaret ediliyor.
ECFR'ye göre bu amaca yönelik olarak "AB dış politikasının Avrupa'nın tüm ekonomik, siyasi, kültürel ve nihayet askeri gücüyle desteklenmesi gerekiyor". ECFR deklarasyonunda "Güçlü ve etkili çok taraflı kurumlara (multilateral-E.Y) bağlılığımız, AB'nin onlar içindeki etkinliğinin artırılmasıyla birlikte ilerlemelidir" saptaması yapılıyor. Böylece ECFR, çok kutuplu (ABD hegemonyasına dayanmayan) bir dünyadan yana olduğunu, hegemonyanın, esas olarak "yumuşak gücüyle" tanımlanan ekonomik, siyasi, kültürel modelinin diğer ülkeler tarafından benimsenmesine dayanan bir liderlikle kurulmasını amaçladığını açıklamış oluyor.
Bu hegemonya formülünün bileşenlerine baktığımızda, ECFR Başkanı Mark Leonard 'ın AB modeline benzeyen ilişkilerin, Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin çıkarlarına da uygun olduğuna, bu nedenle yaygınlaşacağına ilişkin görüşlerinden hareketle, AB'nin kültürel ve siyasi çekim unsurlarına sahip olduğunu düşünsek bile genel geçer kanının, ekonomik modeli söz konusu olduğunda olumsuz olduğunu biliyoruz. Esasen ABD hegemonyasının bir etkisi olarak şekillenmiş olan bu kanı, AB'nin ekonomik modelinin, neoliberalizmi benimsemediği için üretkenlik, yeni iş yaratma, ekonomik büyüme, uluslararası rekabet gücü, yabancı sermaye çekme kapasitesi vb. gibi ölçütlerle yaklaşıldığında ABD modeline göre çok yetersiz, hatta "hasta" olduğu yönünde. Ancak son veriler çok ilginç bir biçimde, başka bir şey söylüyor.
AB gerçekten hasta mı?
Örneğin IMF, World Economic Outlook içindeki kişi başına gayri safi milli hasıla yıllık ortalama büyüme oranları kesin verileri, geçen 10 yıl içinde AB'nin yüzde 1.8 ile ABD'nin (yüzde 1.6) önünde geldiğini gösteriyor. Neoliberalizmden uzak olduğu var sayılan Almanya için bile bu oran yüzde 1.5. (www.imf.org/external/pubs/ft/weo/2007/02/pdf/tblPartB.pdf)
Washington Post' ta, Steven Hill imzalı bir yazı da AB'nin hasta olduğuna ilişkin genel kanının gerçek olmadığını gösteriyordu (07/10/07). Hill'e göre AB bugün, dünya ekonomisinin yüzde 30'una ulaşan, 16 trilyon dolarlık ekonomisiyle, payı yüzde 27'ye gerileyen ABD'yi geçmiş durumda. Japonya ve Çin'in payları sırasıyla yüzde 9 ve yüzde 6. AB ekonomileri, 2006'dan bu yana ABD'den daha hızlı yeni iş yaratıyor, daha yüksek üretkenlik oranları sergiliyorlar, bütçe dengeleri de daha iyi. İkincisi, dünyanın toplam sabit sermaye yatırımlarının yüzde 50'si AB'ye gidiyor. AB'de yatırım yapan ABD şirketleri diğer bölgelere göre (ABD dahil) daha büyük kârlar yapabiliyorlar. AB'de işsizlik, son 25 yılın en düşük düzeyinde, ama hâlâ ABD'ninkinden yüksek. Ancak, AB'deki işçilerin sosyal hakları, ortalama ücretleri, sigortaları ABD işçilerininkinden çok daha iyi.
"Refah devleti" iş yaşamını sekteye uğratmak bir yana, sosyal barışı, üretkenliği, hatta reformlarla yeni iş olanaklarını destekliyor. World Economic Forum dünya rekabet gücü endeksinde, ilk dört sırayı, ilk 10'un yedisini AB ülkelerinin işgal ettiğini, ABD'nin 6., Çin'in 54. sırada geldiğini görüyoruz.
AB'nin enerji alanında Rusya'ya ve Ortadoğu'ya bağımlı olduğu da tam doğru değil. Rusya'nın da AB'ye ekonomik ve siyasi olarak büyük gereksinimi var. Bu dengeli bir pazarlık için zemin sağlarken AB dünyanın hiçbir yerinde olmadığı hızla enerji verimliliğini artırıyor, yenilenebilirlere yönelerek hidrokarbon bağımlılığını azaltıyor. AB'nin "ekolojik ayak izi" (olumsuz etkisi) ABD'ninkinin yarısı büyüklüğünde. Yine iyimser bir notla bitirmek için ECFR liderliğinin Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediklerine işaret edelim.
No comments:
Post a Comment