Tuesday, December 27, 2011

2012: Fırtınanın merkezinde

26 Aralık 2011 -

Geçen hafta, ekonomik krizin 2012’de yeniden hızlanacağını düşündüren gelişmelere dikkat çekmiştim. Yıl boyunca gelişen siyasi kriz dinamiklerinin de önümüzdeki aylarda hızlanacağı anlaşılıyor. Bu iki sürecin kesişerek 2012 yılında, çok kritik “siyasi-askeri” fırtınaları tetikleme olasılığı giderek artıyor.

“Kemer sıkma” önlemlerine, finans kapitale karşı “demokrasi” mücadeleleri bağlamında Avrupa Birliği’nin, ABD-Çin dengeleri ve Kuzey Kore bağlamında Güneydoğu Asya’nın, İran ve Suriye bağlamında Ortadoğu’nun bu “fırtınaları” yaşamaya aday bölgeler olduğu kolaylıkla söylenebilir. Ancak, geçen iki hafta içinde yaşanan gelişmeler, olasılıklar yelpazesi içinde öncelikle Ortadoğu’yu, tetikleyici etken olarak da Irak’ı işaret ediyordu.

‘Büyük Satranç Tahtası’nda son durum 
Ekonomik ve kriz dinamiklerinin “fırtına” yaratma kapasitelerini anlamaya çalışırken ABD hegemonyasının gerileme, yeni güçlerin yükselme dinamiklerinin, Brzezinski’nin ünlü kavramını ödünç alırsak “Büyük Satranç Tahtası”nda gündeme getireceği olası hamleleri düşünerek başlamak gerekiyor.

Bu bağlamda, Brzezisnki’nin, Council on Foreign Relations’un yayımladığı Foreign Affaires dergisinin 90. yıl özel sayısında (Ocak/Şubat 2012) yer alan “Doğu’yu Dengelemek, Batı’yı Yenilemek” (Balancing the East, Upgrading the West) başlıklı denemesi, bize yardımcı olabilir. Derginin, ABD için yeni bir “Büyük Strateji” arayışı olarak sunduğu bu denemede, Prof. Klare’nin daha önce bu köşede aktardığım (12 Aralık Pazartesi) “Yeni Soğuk Savaş” savına temel oluşturan varsayımlar etrafında yazılmış: ABD’nin dikkati giderek artan ölçüde Çin’i dengeleme paradigması, ekonomik siyasi kaynakları Uzakdoğu’ya kaydırma hesapları üzerinde yoğunlaşıyor. Bu bağlamda, Brzezinski, öncelikle Batı ittifakının, Rusya ve Türkiye’yi de içerecek biçimde, Japonya’ya ve Güney Kore’ye kadar uzanacak biçimde, geliştirilerek genişletilmesini öneriyor. İkincisi, ABD’nin Uzakdoğu’da kendisine, büyük güçler arasında, uzlaştırıcı ve dengeleyici bir konum inşa etmesi gerektiğini düşünüyor. Brzezinski, denemesinde ABD’nin, bu süreci, ideolojik olarak Çin’i doğrudan hedef almadan “yapıcı işbirliği” kavramına uygun biçimde yönetebilmesinin olanaklarını tartışıyor.

Brzezinski’nin bu denemesi üzerinde daha fazla durmak istemiyorum; bir başka yazıda tekrar döneriz. Benim için bu noktada önemli olan, bu denemenin, ABD’de bir “Yeni Büyük Strateji” arayışlarına ilişkin tartışmalarda, Uzakdoğu’nun önemine yapılan vurgular artarken Ortadoğu’nun öneminin azalmakta olduğunu vurgulayan savları destekler nitelikte olması.

Bu saptamalardan sonra, ABD Irak’tan “çıkarken”, Avrasya’nın hemen altında, bir stratejik enerji kaynakları bölgesi olarak Ortadoğu’nun kendi kaderine terk edilmesinin söz konusu olamayacağı varsayımından hareketle kimi sorular sorarak düşünmeye devam edebiliriz: Bu bölgede, güçler dengesine ilişkin nasıl bir “denklem” ABD’nin ve “Genişletilmiş Batı”nın çıkarlarını korumaya devam etmesine izin verebilir? Bu çıkarlar en genelde nasıl tanımlanabilir?

Düşünce sürecimize maddi bir zemin sağlaması açısından önce ikinci sorudan başlarsak, bu çıkarları “Bölgenin, başta enerji olmak üzere doğal kaynaklarının, piyasalarının Batı’nın kullanımına, etkilerine ekonomik, siyasi, kültürel olarak açık kalması” olarak tanımlayabiliriz.

Bu çıkarları koruyacak denklemi düşünmeye başlayınca, andaki “durum” içinde üç fonksiyon hemen öne çıkıyor: 1) Toplumsal muhalefet dalgasının, devrimci atılımların, durdurulması ya da önceki paragrafta değindiğim “amaç” doğrultusunda saptırılması. 2) Bu amacın güvenceye alınmasını engelleyebilecek güçlerin bölgede hegemonya kurmasının engellenmesi. 3) İsrail’in güvenliğinin sağlanması.


Büyük Ortadoğu – ‘Büyük Oyun’ 
Amacım, tabii ki ABD’nin “Büyük Strateji” arayışı tartışmalarına katkı yapmak değil. Ama ‘Büyük Ortadoğu’ alanındaki ana öğelere bakınca olası bir “Büyük Strateji”yi şu senaryolar bağlamında düşünebiliyorum:

Toplumsal muhalefet dalgasının ve devrimci atılımların açtığı kapıdan, bölgedeki en örgütlü, “postkolonyal” (Batı/emperyalizm yapıntısı) devletlerle uzlaşmaya hazır, kapitalizmle barışık güç olan Sünni-Müslüman Kardeşler akımının (Suudi parasının, Körfez ülkelerinin askeri desteğinin de yardımıyla) geçerek siyasi iktidarı almasıyla birinci fonksiyon yaratılabilir.

İkinci fonksiyonun inşa edilebilmesi için öncelikle, ABD’nin Irak işgalinin yan ürünü olarak yükselen İran’ın etkisinin kırılması, bu ülkenin Batı projelerini aksatıcı bir parametre olmaktan çıkarılması gerekir. İkinci aşamada, İran etkeni giderilirken birlikte davranan güçlerden birinin, İran’ın geriletilmesiyle oluşacak boşluğun doldurulmasına fırsat vermemek gerekir. Bu amaçların gerçekleşmesine olanak sağlayacak fonksiyonun, bir Sünni-Şii kamplaşması üzerinden, İran-Suriye-Hizbullah eksenine karşı Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler “enternasyonalizmi”, Türkiye ekseni üzerinden kurulabilir.

İran geriletildikten sonra oluşacak boşluğu bu üç güçten birinin doldurmasını engelleyecek güçler dengesi, Sünni-Selefi ekseniyle, Müslüman Kardeşler arasındaki çelişkiler, Türkiye-Mısır rekabeti, Kürt sorununun Türkiye Devleti üzerindeki etkileri, Suudi Kırallığı’nın Türkiye ekonomisi içindeki mali etkisi, “Yeni Osmanlı projesi”nden rahatsızlığı üzerinde kurulabilir.

İsrail’in güvenliğinin sağlanmasına gelince; aslında 1 ve 2 numaralı fonksiyonların işlemeye başlamasıyla bölgede hızlanan dinamikler, hem İsrail üzerindeki basıncı azaltacak hem de ona Arap dünyası içinde, geçici de olsa yeni ilişkiler kurma olanağı sağlayacaktır.


Fay hattının üzerindeki ülke: Irak 
ABD çıkarken Irak’ta patlayan bombalar, sömürgecilik tarihinin, jenosit ve yıkımdan sonraki en tipik dinamiğinin yine işlemekte olduğunu gösteriyor. Yine bir sömürgeci güç, çıkarken arkasında parçalanmış, parçaları birbiriyle savaş halinde bir ülke enkazı bırakıyor.

Sünni-Şii bloklarının arasındaki fay hattı, Irak’ın temelinden geçiyordu. ABD işgalinin bir aşamasında, direniş bu fay hattının enerjisi devşirilerek bir iç savaş senaryosu bağlamında etkisizleştirilmişti. Şimdi ABD “çıkarken” bu fay hattı bu kez ülkeyi üç parçaya bölecek biçimde enerji üretmeye başlıyor. Böylece Irak, yukarıda değindiğim üç fonksiyonun, İran’ın geriletilmesi çabalarının, İran’ın yerine aday güçler arası rekabetin yaşanacağı sahne haline geliyor.

Dahası Irak, bu özelliğiyle Suudi Arabistan’ı, Müslüman Kardeşler’i (ve Hamas’ı), Lübnan’ı (Hizbullah), Suriye’yi, İran’ı, Türkiye’yi, “Büyük Kürt Coğrafyası”nı birbirine bağlayan bir düğüm noktası olarak karşımıza çıkıyor.

Özetle, ABD stratejik dikkatini, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya kaydırırken bu bölgede giderek genişleme potansiyeli taşıyan bir yangın ve parçalanma süreci yeniden hızlanıyor. Türkiye’nin de bu sürecin, dolayısıyla fırtınanın, merkezine çok yakın olduğu görülüyor.

Tuesday, December 20, 2011

2012: Krizde bocalamaya devam

19 Aralık 2011 -

Dünyayı iyi bir yıl beklemiyor. Avrupa ekonomisi yeniden resesyonda. ABD ekonomisi yeniden yavaşlıyor. Gelişmekte olan ülkelerde, Çin’de ekonomik büyüme hızları düşüyor. Morgan Stanley ekonomistlerine göre, Türkiye 2012 yılında ekonomik büyüme hızı en çok düşen ülke olmaya aday.

Amerika ve Avrupa’da, ekonomi politikaları alanında devam eden başarısızlık, belirsizlik, yalnızca, 2012 yılında dünya ekonomisinde büyüme hızının yeniden resesyon alanına girmesine ilişkin beklentileri değil, 2030’lardan önce bir iyileşme beklemeyen “uzun depresyon” savlarını da destekliyor.

Dört yıl sonra hâlâ...
Lehman Borthers’in batmasının üzerinden üç yıl geçti, Lehman’ı batıran koşulları düşününce, rahatlıkla en az dört yıldır krizdeyiz diyebiliriz. Hâlâ ortada öngörülebilir bir zaman dilimi içinde krizden çıkılabileceğine ilişkin bir belirti yok. Krizle birlikte başlayan borçları temizleme çabası, bu sırada yükün özel sektörden devlete devredilmesi, devletin yükü halkın üzerine transfer etme çabaları, kredi piyasalarındaki çöküşün, üretim ve tüketim kapasitelerinde başlattığı yıkım hâlâ devam ediyor. Bu bağlamda, hemen tüm ekonomik analizler, IMF’ninkiler de olmak üzere 2012 yılı için beklentilerini aşağı doğru çekmeye devam ediyor.

Geçen hafta IMF Başkanı, uluslararası işbirliğinin önemini vurguluyor, ülkelerin liderlerini, küresel ekonominin, korumacılık, içine kapanma eğilimlerini güçlendirecek yeni bir gerileme olasılığıyla karşı karşıya olduğunu vurgulayarak uyarıyor. Bu uyarının yapıldığı günlerde Fransa ve İngiltere arasında patlak veren, “aslında senin ekonomin benimkinden kötü, önce senin kredi notun düşmeli” tartışması, kıvrımları açılmaya başlayan dönemin özellikleri hakkında hiç de hoş olmayan işaretler veriyordu.

Dünya ekonomisinde koşulların bozulmakta olmasına ilişkin verilere örnek olarak Morgan Stanley analistlerinin yorumlarına bakabiliriz. Bankanın Baş Küresel Ekonomist’i Joachim Fels’e göre Avrupa yeniden bir resesyona girdi. Fels, AB bölgesine ilişkin 2012 yılı büyüme öngörülerimizi, “yüzde 0.5’ten yüzde -0.2’ye çektik” diyor. ABD’deki büyüme, o da, Kongre’nin bu yılkı mali desteğin 2012 yılında da devam etmesine izin vermesi halinde, yüzde 2 düzeyinde kalacak. Mali desteğin süreceğine ilişkin varsayım gerçekleşmezse ABD büyüme hızı yeniden eksiye geçebilecek. Fels gelişmekte olan ülkelerin ufkunun da kararmakta olduğunu düşünüyor. Bu ülkelere ilişkin ekonomik büyüme beklentisini, Banka yüzde 6.1’den 5.7’ye çekiyor.

Bankanın Bartsch, Antonucci, Bizimana, Karitter, Pietrzak, Aksoy gibi ekonomistleri Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinin 2012 ekonomik performansı konusunda oldukça kötümser bir resim sunuyorlar. Almanya’nın bile olası bir resesyondan kurtulmasının olanaksız olduğunu düşünen analistler Rusya belki de olumlu bir büyüme performansı sergileyen tek ülke olacak derken Türkiye’de ekonomik büyüme hızının yüzde 2 düzeylerine gerilemesini bekliyor (Global Economic Forum, 15/12/11).

Perşembenin gelişi, çarşambadan...
Aslında bu, özellikle Avrupa’ya ilişkin öngörüler şaşırtıcı değil; 2012 yılında yaşanacak olanları, 2010-11 yıllarında uygulanan, büyümeye değil bankaların alacaklarını tahsil etmeye odaklı ekonomi politikaları haber veriyordu. Bu politikalar gereğince kemer sıkma önlemleri yoluyla tüm kaynaklarını borç ödemeye ayırmaya zorlanan İrlanda ve Yunanistan’ın son durumuna bakmak sanırım yeter.

İrlanda İstatistik Merkezi’nin geçen hafta yayımladığı III. üç aylık büyüme verilerine göre İrlanda ekonomisi, reform ve kemer sıkma politikalarından yararlanmak bir yana bir önceki döneme göre yüzde 2 oranında gerilemiş. Kemer sıkma politikalarının daraltıcı etkisinin ihracatla aşılabileceğine ilişkin hayaller de böylece boş çıkmış (Wall Street Journal. 16/12). Gelecek yıl AB ekonomilerinin, ihracat pazarlarının daralacak olması İrlanda’da resesyonun daha da derinleşeceğine işaret ediyor.

Yunanistan yönetimi 2009 Aralık ayından bu yana kemer sıkma politikalarını, sokakları dolduran protesto eylemlerine karşın uygulamaya devam ediyordu. Geçen hafta yayımlanan bir IMF raporu, Yunanistan’ın bütçe açığının, kemer sıkma politikalarına karşın arttığını saptıyor. IMF, Yunanistan ekonomisinin 2012 yılında da küçülmeye devam etmesini bekliyor (The Guardian 16/12).

Bu iki örneğe ek olarak İtalya, İspanya, Portekiz’de de benzer gelişmeler banka alacaklarının tahsil edilmesi adına uygulanan politikaların üretim ve tüketim kapasitelerini imha ederek krizi derinleştirdiğini gösteriyor. Gündemde başka politikalar da olmadığından, bu krizin 1873’ten bu yana en uzun depresyonu oluşturmaya başladığını düşünenlere itiraz etmek zorlaşıyor.

Prof. Krugman, Haziran 2010’da bir yorumunda, G20 grubu ülkelerini etkisi altına alan neoliberal ekonomi politikalarının risklerine dikkat çekiyordu. Krugman, tarihte biri 1873 paniğini, diğeri de 1929-31 finansal krizini izleyen iki depresyon yaşandığına değiniyor, büyük bir olasılıkla bir üçüncüsünün gelişmekte olduğunu savunuyordu. Krugman’a göre, kriz başladığında gündeme gelen sağlıklı tartışmalar giderek sönmüş, neoliberal “denk bütçe” politikaları yeniden öne çıkmaya başlamış, adeta Herbert Hoover’in vergileri arttırarak, harcamalar kısılarak ekonominin büyütülebileceğine ilişkin savları yeniden canlanmıştı. Krugman, “G20 toplantısının sergilediği gibi siyasi liderler hâlâ enflasyona kafayı takmış durumdalar, gerçekte daha güçlü olan deflasyon risklerini görmezden geliyorlar” diyordu. Aradan geçen sürenin Krugman’ı haklı çıkardığını gördük. Bugün depresyon, hem de çok uzun sürecek bir depresyon riski giderek artıyor.

Geçen hafta Finans Sitesi MarketWatch’da, Metthew Lynn bu konuya eğiliyor, 1873-1896 “Uzun Depresyonu”yla, günümüzü karşılaştırarak benzerliklerden hareketle oldukça korkutucu sonuçlara ulaşıyordu: “uzun depresyon” öncesinde de mali piyasalar serbestleştirilmiş, yeni teknolojiler üretimi, iletişimi, mali sermayenin dolaşımını hızlandırmıştı. O sırada yeni bir sınai güç, dünya piyasalarını ucuz mallarla doldurarak yükseliyordu. Almanya yeni bir para sistemi benimsemişti ve Avrupa’yı ucuz krediyle dolduruyordu. Yunanistan, İtalya ve Fransa’yla girmiş olduğu ortak para birliğini ayakta tutmaya çalışıyordu.

Bu dinamikler; 1873’te patlayan bir mali krizin ardından, 23 yıl sürecek olan “uzun depresyon”a yol açtı. 1896’ya gelindiğinde İngiliz hegemonyası yerlerde sürünüyor, yeni yükselen güçler dünyayı yeniden paylaşmak üzere savaşmaya hazırlanıyordu...

“Tarih tekerrür etmez” derler, ama benzerlikleri de unutmamak, üzerinde düşünmek gerekiyor.

Tuesday, December 13, 2011

Siyasal İslam, “Yeni soğuk savaş”

“Arap Baharı” yerini, bir “Siyasal İslam’ın yükselişi” dalgasına bırakıyor. Bu ortamda, Irak’tan, Afganistan’da çekilmeye başlayan ABD yönetiminin, Batı medyasının, adeta “korkacak  bir şey yok. Ilımlı İslam iktidara geliyor, o kadar” diyen bir yaklaşımı benimsediği görülüyor.

ABD’nin, Siyasal İslam’ın içindeki güçlü Selefi hareketi görmezden gelerek, bundan sonra bölgeyi, uluslararası sermayeye, ABD’nin askeri etkisine açık kalması koşuluyla, Siyasal İslam’ın, daha doğrusu Müslüman Kardeşler hareketinin eline bıraktığı ileri sürülebilir.

Bu madalyonun öbür yüzünde de, Prof. Michael Klare’nin işaret ettiği gibi ABD’nin askeri stratejik konumlanmasını küresel düzeyde yeniden düzenlemeye başlamış olması var.

Devrimlerin yasası...
“Popüler Kültür”de artık “Arap Baharı” olarak adlandırılan “olay” devrimlerin bir ‘yasasını’ bir kez daha kanıtlıyor: İktidar siyasi olarak en örgütlü, ideolojik olarak en etkili kesimin elinde kalır! Siyasal İslam “Arap Dünyası”nda hemen her ülkede, her geçen gün siyasal iktidarı biraz daha etkisi altına alıyor. Tunus’ta hükümet kuruyor, Mısır’da Selefi kanadıyla birlikte seçimlerin ilk turunda oyların yüzde 60’ını alıyor. Fas’ta Kral, hükümet kurma görevini, Siyasal İslam’ın partisinin liderine veriyor. Libya’da yeni hükümet esas olarak Siyasal İslam’ın içine dolduğu Özgürlük, Adalet ve Kalkınma İçin Ulusal Birik hareketinin elinde. Yemen iç savaşında Siyasal İslam muhalefetin en güçlü kanadını oluşturuyor. Suriye’de muhalefet, Batı’nın, Türkiye’nin de yardımıyla Siyasal İslam etrafında yoğunlaşmaya zorlanıyor.

Sonuçta bu dalga yatıştığında tüm bölgede, Batı’nın ve ABD’nin karşısında, Siyasal İslam’ın, daha doğrusu Müslüman Kardeşler’in etkisindeki bir hükümetler zinciri tek muhatap olarak kalmış olacak gibi görünüyor.

Bu olasılık, Siyasal İslam akımını yakından tanıyanlar açısından, Liberal demokrat kesimden sola kadar kaygı verici bir manzara sunuyor. Mısır seçimlerine baktığımızda, daha düne kadar çok sınırlı bir siyasal varlığı olduğuna inanılan Selefi hareketin oyların yüzde 24’ünü aldığını görüyoruz. Wall Street Journal’ın bir yorumuna göre, bu olgu Müslüman Kardeşlerin daha sağa, daha dinci söyleme yöneleceğini gösteriyor.

Mısır’da ekonomik koşullar bozulmaya devam eder, yeni olası bir Müslüman Kardeşler hükümetini ciddi bir ekonomik toplumsal kriz beklerken,  Salefi akımın El Nur Partisi’nin liderinin  “MK ile asla ittifak yapmayacağız” (Reuters 04/11) sözleri, bu akımın adeta pusuya yattığı düşündürüyor. Salefi hareketinin arkasında Suudi devletinin muazzam mali gücünün dolayısıyla etkisinin olduğuna ilişkin veriler (Financial Times. Rachman, 05/12) doğal olarak kaygıları daha da arttırıyor. Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütünün. Liderlerinden Züheyir Selim, KurdWatch sitesine verdiği bir demeçte, “Suriye kimliğinin Allah belasını versin... Biz Suriye’yi tanımıyoruz... Suriye, Sykes-Picot anlaşmasını ürünü, geçici yapılardan biridir” sözleri , tüm bölgesel yapıları, etnik farklılıkları, aşan bir Sünni Arap birliği, bir “Ümmet”, projesine işaret ediyor.

Yine de ABD, İngiliz medya yazarları, bölgenin Batı’ sözcüsü, yorumcuları, Müslüman Kardeşler’in, seçimlerle iktidara geldiğine, liberallerle koalisyon yapmaya eğilimli, Batı’yla birlikte çalışmaktan yana olduğunu vurgulamaya devam ediyor.

ABD’nin yeni kaygıları
Bu gelişmelerin arkasında, “ABD durumu kavramıyor” açıklamasına sığmayan stratejik bir düşünce var. Prof. Klare’nin “Asya’da Yeni bir soğuk savaş mı?” yazısında işaret ettiği gibi, ABD yönetimi stratejik konuşlanmasının ağırlığını, ekonomik koşulların da baskısıyla, ama esas olarak Çin’in yükselmesine karşı Hava ve Deniz güçlerine,  Asya denizlerine, ulaşım yollarına, “gezegenin yeni ağırlık merkezine” doğru kaydırıyor. Çünkü ABD açısından enerji denkleminde Ortadoğu’nun göreli önemi azalırken, hegemonya rekabeti alanında Çin’in önemi artıyor.

Ortadoğu’nun, küresel enerji denkleminde yeri iki açıdan azalıyor. Birincisi, bölgede toplumsal tabanı, dolayısıyla bakmak zorunda olduğu kesimler geniş hükümetler seçimlerle yönetime gelme olasılığı, diktatörlerin iktidarlarını korumak için kitleleri satın alma eğilimi eskiye göre arttı. Bu petrol’ün yerel kullanımını artıracak ve ihracatını olumsuz etkileyecek. İkincisi, teknolojinin de yardımıyla, Kanada, Breziya, Kolombiye petrolleri, Alaska, Meksika Körfezi,  Montana, Kuzay Dakota,  Teksas “şeyl” alanları gibi “zor petrol-Gaz”  kaynaklarının devreye girmeye başladı. Böylece, dünyanın başka bölgelerinde  petrol üretimi gerilerken, ABD Enerji İdaresinin hesaplarına göre, ABD, Kanada ve Breziya’nın toplam günlük petrol üretimi 2009-2035 arasında 10.6 milyon varil artacak, ABD’nin ithalatı içinde Ortadoğu petrollerinin önemi azalacak.

Ancak, unutmamak gerekir ki, Oradoğu’nun önemi enerji denklemi içinde azalırken, ABD açısından bir başka açıdan artıyor. Geçtiğimiz Şubat’ta Abu Dabi’de yapılan silah fuarında, bir İngiliz uzmanın BBC’ye anlattığı gibi, “Iran riski karşısında, bölge devletlerinin silah talebi gittikçe de artıyor”. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri 2010 yılında ABD’den toplam 110 milyar dolarlık silah almışlar (Telegraph, 22/02/011) Gulf News, salı günü Prens El Türki’nin Eşyad’da toplanan bir güvenlik forumunda, İsrail ve İran’ı kitle imha silahlarını terk etmeye ikna edemedikleri için Suudi Arabistan’ın da gelecekte Nükleer silahlara sahip olmak isteyebileceğini söylediğini, Riyad’ın önümüzdeki 20 yıl içinde 80 milyar dolar harcayarak 16 Nükleer santral yapmayı planladığını aktarıyordu.

Silah dengesinden, enerji dengesine dönersek, başta, günlük petrol ithalatı 2008’de 3.8 milyon varilden 2035’de 11.6 milyon varile çıkacak olan Çin olmak üzere, Asya ülkelerinin petrole bağımlılığı daha da artacak. Bu koşullarda, ABD açısından, petrol taşınan yolları kontrol altına almak, Çin’in gelişmesini sınırlamak bölgede yalnızlaştırmaya çalışmak büyük önem kazanıyor.

ABD Avustralya’ya yeni üsler kuruyor. Filipinler’le yeni bir anlaşma yapıyor, Endonezya’ya 24 adet f-16 satıyor, Tayland ve Singapur’la diplomatik ilişkilerini geliştiriyor, Clinton, Burma/Mynamar’ı ziyaret ediyor.

Clinton’a göre “ABD devleti gelecek on yılda Asya Pasifik bölgesinde diplomatik, stratejik ve diğer alanlarda yatırımlarını belirgin biçimde arttırmaya karar vermiş bulunuyor”.

Prof Klare, yazısında, bu gelişmelerden büyük kaygı duyan, Çin, Afrika ve Ortadoğu, hem de Şangay örgütü üyeleriyle ilişkilerini derinleştirir açık deniz filosunu güçlendirirken, bölgede silahlanma yarışının, “Soğuk Savaş” dönemindeki gibi, hızlandığını vurguluyor.

Wednesday, December 07, 2011

500 yıl önce Peru'da

(05 Aralık 2011)

Çarşamba günü, Güney Amerika’nın görkemli İnka İmparatorluğu’nun yıkılmasına ilişkin yerleşik tarihsel bilgileri sorgulayan bir belgesel izledim. Belgeselin ortaya koyduğu bulgularla, bu hafta tartışmayı düşündüğüm, Suriye’de tırmanan iç savaş, Mısır, Fas seçimleri, Müslüman Kardeşler’in yükselişi gibi konular arasında bir paralellik sezince yazımın konusunu değiştirdim.

Tarih ve sorular
İspanyolların Güney Amerika’yı sömürgeleştirme sürecinin çok şiddetli, hunharca yaşandığını biliyoruz. Ama bu süreci anlatan, tek yazılı kaynakta, İspanyol belgelerinde, Mel Gibson’un, “Apocalypto” filminde de Maya uygarlığı bağlamında aktarılan bir “alt metin” vardı: Kıta üstün bir Hıristiyan uygarlıkla, geri Pagan bir uygarlığın karşılaşmasına sahne oluyor. İspanyol komutanı Pizaro ve 200 adamı devasa bir imparatorluğu modern silahlarla, Hıristiyan imanıyla kısa sürede adeta Tanrı’nın gazabı gibi yıkıyor.

Ancak İspanyol kaynaklarının anlattığı öyküler, kimi soruları cevapsız bırakıyor. Pizaro, 200 adamıyla ilerlemeye başladığında, neden görkemli İnka İmparatorluğu’nun orduları harekete geçmemişti? İnka İmparatorluğu binlerce yıllık Güney Amerika uygarlığının en son, en büyük imparatorluğu; bugünkü Peru, Ekvador, Bolivya, Arjantin, Şili, Kolombiya gibi ülkelerin topraklarını kapsayan Roma’sı değil miydi? Maçipuçi, Cusco gibi dev kentler kurmuş, yollar inşa etmiş, imparatorluk çapında askeri idari ağlar kurmuş, yönetmemiş miydi? Tüm bunlar askeri bir beceriye de tanıklık etmiyor muydu?

İspanyolların başarılarını, modern silahlar, savaş teknikleri, Avrupa’dan getirdikleri hastalıklar tek başlarına açıklayabilir miydi? İspanyolların, mutlaka yerli işbirlikçilerinin, destekçilerinin de olması gerekmez miydi?

Pizaro ve adamları, profesyonel asker değildi; ganimet peşinde koşan maceracılardı, okuma yazma bilmiyorlardı. Bu yüzden, işgalin, savaşların öyküleri daha sonra vakanüvisler tarafından, egemen İspanyol kültürünün gereksinimlerine göre yazıldı.

İspanyol kaynaklarının, Pizaro’yla adamlarını, kendilerinden sayıca çok üstün güçler karşısında büyük zaferler kazanan kahramanlar olarak sunarken, yerli işbirliği olgusunu hep ikinci plana attığını, önemsizleştirdiğini biliyoruz. Belgesel, bu yerli işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu, savaşları çoğu kez aslında İspanyollar adına yerli işbirlikçilerin kazandığını ortaya koyuyordu.

Poruçuko Mezarlığı 
İnkalar dini inançları gereği, ölülerini düzenli aralıklarla açılmış çukurların içine güneşe bakar biçimde, çömelmiş pozisyonda gömüyorlar. Lima kenti varoşlarında İnka döneminden kalma Poruçuko Mezarlığı’nda yapılan kazılarda, bu geleneğe uymayan tarzda, toprağın yüzeyine yakın, düzensiz aralıklarla adeta telaşla gömülmüş 70 iskelet bulunca, arkeologlar olağanüstü bir tarihsel olayın izleriyle karşılaştıklarını düşünmüşler. Belgesel bu arkeologların bulgularının anlamlandırılması sürecini anlatıyordu.

Arkeologlar üç nokta üzerinde odaklanıyorlar. Birincisi, bu iskeletlerin gömülme tarzı. İkincisi, şiddet içeren biçimde öldüklerini gösteren, kırıklar, çatlaklar. Üçüncüsü, iskeletlerden ikisinin kafatasında görülen, kare ve daire biçimindeki delikler.

Arkeologlar, bu delikleri kriminoloji uzmanlarına inceletiyorlar. Kare biçimindeki delikler İspanyolların kullandığı mızrakların metal ucuna uyuyor. Daire biçiminde deliğin çeperinde, buna uyan kemik parçasının üzerinde bulunan mikroskobik demir parçacıklarıysa, deliğe İspanyolların kullandığı, arkebüz tüfeklerinin atığı bir misketin yol açtığını gösteriyor. Bu iki bulgu, hem İspanyol sömürgecilerin cinayetlerine ait ilk arkeolojik verileri, hem de Güney Amerika tarihinin en eski mermi yarasını, elektron mikroskobu gibi en son teknolojiyi kullanarak belgeliyor. Bu delikler Güney Amerika tarihine, 500 yıl önce Lima’da İspanyollarla İnkalar arasında yaşanan bir savaşa da ışık tutuyor.

Lima savaşı 
Pizaro ile 200 adamı 1532’de Peru’ya geldiklerinde, yüzyıl önce, Cusco yerleşim merkezinde kurulduktan sonra güneye ve kuzeye doğru, yerli kabileleri kendine bağlayarak genişlemiş olan İnka İmparatorluğu, taht savaşlarıyla sallanıyordu. On milyon nüfuslu imparatorluğu oluşturan kabilelerin, İnka’nın baskıcı, acımasız egemenliğine karşı tepkileri giderek artıyordu.

Pizaro, geldiğinin ilk haftalarında bir baskınla bir günde binden fazla insanı kılıçtan geçirerek, Kral Attahualpa’yı tutsak aldı. Serbest bırakılmasına karşılık talep edilen fidye ödenmesine karşın Attahualpa’nın öldürülmesi İnka İmparatorluğu’nda büyük sarsıntı yarattı. Pizaro ve adamları kısa sürede Cusco’ya ulaşıp ele geçirdiler. Cusco’nun düşmesini izleyen aylarda İnka İmparatorluğu çöktü. Ama nasıl? İspanyol tarihçilerinin aktardığı gibi mi, yoksa bu öykünün bir başka yanı daha var mı? Poruçuko Mezarlığı’nda bulunan iskeletler öykünün işte bu yanına ışık tutuyor.

Cusco’nun düşmesinden dört yıl sonra İnka kabileleri İspanyollara karşı “Büyük İnka isyanı”nı başlatıyorlar. Bu isyanın önemli savaşlarından biri, henüz kurulmuş olan İspanyol yerleşim merkezi Lima’da yaşanıyor.

Savaşın İspanyol versiyonu şöyle: İnka generali Kiyo Paki on binlerce askeriyle Lima’yı kuşattı. O sırada Lima’da bulunan Pizaro “Tanrı bize acısın” diyordu. Durum umutsuzdu. İspanyollar, son çare olarak, kahramanca bir süvari saldırısı başlattılar, İnka saflarını yararak Kiyo’ya ulaştılar ve hemen öldürdüler. On binlerce askerlik İnka ordusu darmadağın oldu.

Ancak, Pizaro ailesinin İspanya kralından, Lima’yı korumanın yüksek maliyetine karşılık tazminat isteğiyle açılan bir davanın tutanaklarında savaşı yaşamış yerli şahitlerin ifadeleri, Lima’da “o gün” gerçekten neler olduğunu ortaya koyuyordu. İnka ordusu on binlerle değil binlerle ifade edilecek bir büyüklükteymiş. Suvari saldırısı, büyük çaplı çatışmalar olmamış. Pizaro’nun yerli cariyesi (Pizaro’nun işbirlikçisi Veylas kabilesinden prenses) Kisveysisa, annesinden yardım istemiş. Veylas kabilesinden gelen askerler, İnka ordusuna karşı, İspanyolların yanında savaşmışlar. Yapılan incelemelerin, mezarlıkta bulunan kafataslarının ikisi dışında geri kalanlarının yerlilerin topuzlarının darbeleriyle kırılmış olduğunu kanıtlaması, savaşın esas olarak yerliler arasında yaşandığını İspanyol güçlerinin etkisinin marjinal kaldığını gösteriyor. Böylece, 200 İspanyolun büyük İnka İmparatorluğu’nu bir yılda darmadağın edebilmesinin arkasındaki gerçek de ortaya çıkıyor: Birçok kabile, İnka’nın baskısından kurtulmak için Pizaro ile işbirliği yapmış. Bu işbirlikçilerin payına düşen de tarihte sömürgecilerle, daha sonra emperyalistlerle işbirliği yapanlarınkinden farklı olmamış. Bunlar, akıllarınca, servet, ikbal, özgürlük beklerken, soygun, baskı, sömürü ve katliamla “ödüllendirilmişler”. Sömürgeciler, tarihi yazarken bu katkıları anımsamak bile istememişler.