Tuesday, June 30, 2009

Kapitalizm 3.0

Bir taraftan, sanki krizden çıkmaya başlıyoruz, ama öbür taraftan, ideolojik, kültürel kargaşa derinleşmeye devam ediyor. Baksanıza, eski ABD Merkez Bankası Başkanı Alan“Maestro” Greenspan, Karl Marxgibi konuşmaya başladı; “Sistem çapında bir çöküş riski, piyasa ekonomilerinin kaçınılmaz bir özelliğidir” diyor (Wall Street Journal, 19/06/09). Böylece, kapitalizmin ideolojik dünyasının her zaman bastırmaya çalıştığı, ekonomistlerin nefret nesnesi“gerçek”, kapitalizmi bizzat yönetmiş biri tarafından dile getirilmiş oluyor. Bu tür“gariplikler” de, yeni bir “model”arayışının hızlandığını gösteriyordu.

Bu bağlamda, Prof. Dani Rodrik’in London Schools of Economics’te 16 Haziran’da yaptığı “Kapitalizm 3.0” başlıklı sunuşu sizlerle paylaşmaya hazırlanıyordum ki, İran olayları patlak verdi. İran’da gelişmeler hiç de hayra yorulamayacak bir biçimde yavaşlarken, ben de krizle ilgili tartışmalara geri dönelim diye düşündüm.

“Kriz”de son durum

Piyasalarda, krizden çıkmaya başladığımıza ilişkin bir mutabakat oluştu. ÖrneğinGeorge Soros, krizin en kötü aşamasının geride kaldığını düşünüyor. İngiltere’de ekonomi yönetimi, “toparlanmanın yeşil filizleri” kavramını kullanmaya başladı. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Trichet “üretim düşüşünün yavaşlamaya başladığını” söylüyor. Ancak,OECD, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların raporları, görüntünün henüz belirginleşmediğini düşündürüyor. Bu yüzden kimi yorumcuların, örneğin Prof.Roubini’nin, 2010-2011 döneminde iki dipli, “W” biçimi bir resesyon riskinin artmaya başladığına ilişkin uyarılarını hemen, “kötümserlik” diyerek bir kenara koymamak gerekiyor.

Dünya Bankası, 22 Haziran açıklamasında, resesyon daha önce öngörülenden çok daha derin olacak, diyor. Banka, dünya ekonomisinin 2009’daki daralma oranına ilişkin öngörüsünü, yüzde 1.7’den, yüzde 2.9’a yükseltti.

Kredi krizi gelişmiş ekonomileri sarsarken, gelişmekte olan ekonomiler de bir kredi daralması sıkıntısı yaşıyorlar. Gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye hareketleri 2007 yılında 1.2 trilyon dolar iken bu yıl 363 milyar dolara gerilemiş. Banka, ekonomik büyüme dinamikleri dış kaynak girişine bağımlı ülkelerin krizi çok sert yaşamakta olduklarına işaret ediyor.

Çarşamba günü Cenevre’de konuşan Dünya Ticaret ÖrgütüBaşkanı Pascal Lamy’nin, “Ne yazık ki henüz iyi bir haber yok, dünya ticareti bu yıl daha önce öngörülen daha fazla, yüzde onun üstünde daralacak” uyarısı, gelişmekte olan ülkelerin iki ateş arasında kaldığını, dış krediye ve ihracata dayalı ekonomik modelin tükendiğini gösteriyordu.

24 Haziran’da açıkladığıEkonomik Durum raporunda“ekonomik yavaşlanmanın dibine ulaşılmakta olduğunu” ileri süren OECD, Dünya Bankası’na göre daha iyimser. Rapora göre bu yıl sırasıyla yüzde 4.8 ve yüzde 2.8 gerileyecek olan AB ve ABD ekonomileri, gelecek yıl yüzde sıfır büyüme hızıyla dibe vurmuş olacaklar. OECD, kendi bölgesi dışındaki ülkelerde, özellikle BRIC grubunda ekonomik toparlanmanın başladığına inanıyor. Çin bu yıl yüzde 7.8, gelecek yıl yüzde 9.9 büyüyecek. Bu öngörüler yüzde olarak,Brezilya için -0.8 ve 4, Rusya için -6.8 ve 3.7, Hindistan için 5.9 ve 7.2. Ancak, dünya hasılası içindeki payı yalnızca yüzde 14.5, üstelik ihracat bağımlılıkları ortalama yüzde 35 dolayında seyreden BRIC ülkelerinin krizden çıkışa önderlik etmesi çok zor. Örneğin, Asya ekonomilerinin bölgesel ticaretinin yüzde 60’ı, son aşamada ABD ve AB pazarlarına giden ürünlerin girdileri üzerinden gerçekleşiyor. Buna karşılık dünya hasılası içindeki toplam payı yüzde 54 dolayında olan ABD-AB blokunda işsizlik artmaya, ekonomi, dolayısıyla ithalat talebi daralmaya, korumacılık riski artmaya devam ediyor. Krizin ilk dalgasını atlatmaya yönelik devlet harcamalarının getirdiği mali yük de ekonomik toparlanmanın hızını kesmeye aday… Financial Times’tan Philip Stephens de, krizden henüz çıkılmamış olmasına karşın, krizin ilk dalgasının atlatılmasıyla birlikte uluslararası eşgüdüm çabalarının çözülmeye başladığına kaygıyla işaret ediyordu.

Yeni modeli ararken...

Krizden gerçekten çıkmaya başladığımızın bir göstergesi de yeni bir ekonomi düzenleme modelinin şekillenmesi olacak. Ne yazık ki, Prof. Rodrik’in sunuşunda önerdiği modelin de gösterdiği gibi, henüz ortada yeni bir şey yok.

Prof. Rodrik kapitalizmin tarihini dört aşamada değerlendiriyor. Birinci aşama, “Kapitalizm 1.0.”olarak adlandırdığı 19. yüzyıl modeli: Piyasalar kendi kendine dengeye gelir, devlet savunma, mülkiyetin korunması ve adalet sisteminin yönetilmesi dışında ekonomiye karışmaz. Karışırsa dengeleri bozar.

Kapitalizm 2.0: Piyasalar kendi kendilerine dengeye gelmez, istikrara kavuşamaz ve kendi varlıklarını meşrulaştıramazlar. Bu yüzden çok çeşitli, düzenleyici, yeniden dağıtıcı, çelişkileri, çatışmaları düzenleyici kurumlardan oluşan bir yapının içinde işlemeleri gerekir. Bu bildiğiz ulusal Keynesçilik denen II. Dünya Savaşı Sonrası model. Bundan sonra Kapitalizm 2.1geliyor. Rodrik’e göre bugünkü krizin kökleri de bu modelde yatıyor: Dünya ticaretinde ve mali piyasalarında, gereken kurumsal yapıların oluşmasını beklemeden, serbestleştirmeyle birlikte hızlı bir entegrasyon atılımı. Bu atılımın ulusal ekonomilerin yapıları üzerinde olumsuz bir etki yapmayacağına ilişkin inanç. Sonuç olarak, mali, ekonomik hatta meşruiyet krizi.

Prof, Rodrik, çare olarakKapitalizm 2.0’ın uluslararası, kurallara, standartlara dayalı bir yönetişimle küreselleştirilmesi düşünülebilir ama, bu pratikte gerçekleştirilemez diyor. Birincisi bir uluslararası liderlik sorunu oluşmuş durumda. İkincisi, istenen bir şey değil; çünkü farklı ülkelerin farklı ulusal öncelikleri var. Rodrik küreselleşmenin hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler üzerindeki sınırlayıcı, olumsuz etkilerini saydıktan sonra, kendi önerisi olanKapitalizm 3.0’ı özetlemeye başlayınca karşımıza hiç de ilginç olmayan bir “orta yol” modeli çıkıyor.

Piyasalar ulusal önceliklere göre şekillenmiş kurumsal bir yapılar içine alınmalı. Ulusal ekonomilerin uluslararası ticaret ve mali hareketler karşısında kendi önceliklerini oluşturmalarına olanak sağlanmalı. Ticaret ve mali piyasaların ulusal düzeyde denetleneceği kabul edilmeli. Bu arada hızla bütünleşmeye devam etmek isteyenler olursa onlar yollarına devam etmeli. Entegrasyonun istenir ya da olanaklı olmadığı koşullarda uluslararası “trafik kuralları”oluşturulmalı.

Özetle, Rodrik, küreselleşmeye ara verelim, ulus devletler yeniden güçlensin, serbest piyasa anlayışından vazgeçelim, diyor.

İlk anda makul görünen bu yaklaşım, bir kapitalizm modelinden öbürüne geçişin nedenlerini (krizi), yeni modelin seçilmesinde yaşanan siyasi süreçleri düşünmeye olanak sağlamıyor. İkincisi, sermayenin, krize yol açan çelişkilerini uluslararası alan yansıtma eğiliminin, ulus devletlere bölünmüş bir siyasi coğrafyada ürettiği hegemonya, emperyalizm, gibi olguları, görmezden geldiği için, Prof. Rodrik’in bu modeli kime önerdiği de belli olmadan ortada kalıyor.

Thursday, June 25, 2009

Öznesini Arayan ‘Olay’

İran’da 19-21 Haziran arasında bir “şey” oldu. Ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Çünkü olanı “tanımlayacak” “özne” henüz şekillenmedi. Muhalefetin “lideri” Musavi, İran şimdi bir dönüm noktasında diyerek, durumun ağırlığının bilinciyle “şehit olmaya hazır” olduğunu açıklıyor. Sokaktakiler ise ondan şehit olmasını değil olayın “öznesi” olmasını bekliyorlar.

Devrimler, gerçekleşmeden önce, dışarıdan bakanlara tümüyle olanaksız görünürler. Gerçekleştikten sonraysa, geriye doğru bir bakış, aslında kaçınılmaz olduklarını “ortaya koyar”. Bu yüzden yarın ne olacağını bilmek olanaksız, ama neyin olamayacağını bilmek de...

20 Haziran ‘olayı’

Yirmi haziran günü bir “şey” olduğunu, bana şu üç gelişme düşündürtüyor. Birincisi, İran İslam Cumhuriyeti’ni tanımlayan “ikili egemenliği” (Hak ve halk) kimliğinde birleştiren dini lider Hamaney, 19 Haziran’da, bir günlüğüne camiye çevrilen Tahran Üniversitesi’nde kürsüye çıktı, İslam Cumhuriyeti’nin (Şii ruhban sınıfının iktidarının) meşruiyetinin kaynağı olan iradeyi, sokakların iradesinin karşısına koyarak rekabete soktu. Hamaney bu rekabeti, 20 Haziran Cumartesi günü, devlet televizyonuna göre 10 kişinin yaşamını yitirdiği çatışmalarda kaybetti.

İkincisi, cumartesi günü rejim özgüvenini de kaybetti. Pazar ve pazartesi günleri sokaklar sakinleşmiş, muhalefet bir bekleme dönemine girmiş olmasına karşın, güvenlik güçleri, “Besic” milisleri, bu durgunluktan yaygın bir yıldırma operasyonu tezgâhlamak için yararlanamadılar. Başlangıçta Ahmedinejad’ı destekleyen muhafazakâr lider Ali Laricani’nin, seçim hileleri iddialarını inceleyecek tarafsız (!) bir komisyon kurulmasına ilişkin öneriyi destekleyen demeci, yalnızca Hamaney’in iradesinin en üst düzeyde sorgulanmakta olduğunu değil, Şii ruhban sınıfının iktidarını dayandığı “blokun” çatlamakta olduğunu da gösteriyordu.

Üçüncüsü, olaylardan sonra, durgunluk sırasında muhalefet liderliğinin verdiği demeçler, İslam Cumhuriyeti’nin, İran halkına bir gelecek vaat etme kapasitesini tümden yitirdiğini gösteriyordu. Bir gelecek projesi öneremeyen Musavi, Rafsancani gibi muhalefet liderleri, İslam Cumhuriyeti’ne karşı çıkmıyor, eleştirilerini, rejimi Ahmedinejad’la sınırlıyorlar, taraftarlarını, bir geçmiş güzel günler” fantezisi etrafında birleştirmeye çalışıyorlardı. Musavi İslam devrimi eskiden olduğu gibi olmalıdır, olması gerektiği gibi olmalıdır…” diyordu

‘Eskiden olduğu gibi...’

Musavi’nin, Şii bürokrasisinin en üst tabakasından geldiğini, seçimlere girmesine “izin verilecek kadar” güvenilen biri olduğunu bir an için kenara koysak bile, bu sözleri, onun bir “özne” işlevi üstlenmesinin olanaksızlığını sergiliyordu.

Musavi’nin “eskiden olduğu gibi” diyerek gönderme yaptığı, geri dönmeyi özlediği, hatta vaat ettiği dönem, 1981-1989 arasını kapsıyor. Diğer bir deyişle Musavi, İran halk devriminin öldüğü dönemi özlüyor, Humeyni’nin başbakanı olarak devrimi bizzat öldürdüğü dönemi…

Daha açık koymak gerekirse, Musavi, bireysel özgürlüklerin, siyasi muhalefetin imha edildiği, devrimin ilk dalgasında öne çıkan mülksüzler hareketinin konut, toprak sorununun çözümüne, kapitalizmin ufkunun aşılmasına ilişkin kamulaştırma girişimlerinin yarattığı tüm kazanımlarının zorla geri alındığı, sendikal hakların iptal edildiği, şeriat mahkemelerinde kadınların taşlanarak, eşcinsellerin asılarak öldürüldüğü bir dönemi özlüyor… Irak Savaşı’nda, en son model silahlara karşı dalga dalga insan bedenlerinin yığıldığı dönemi…

Görünen o ki, sokaktakiler bir şey istiyor, muhalefetin liderliğini üstlenmiş görünenler başka bir şey. Onlar, Şii iktidarının en tepesindeki pazarlıkların içinden geçerek, sokağın sırtından, rejimin meşruiyetini restore ederek, egemen sınıftan alacakları temsil kapasitesiyle, kendilerine yer açmaya çalışıyorlar.

Stratfor’un editörü George Friedman, MOSSAD Başkanı Meir Dagan gibi istihbarat çevreleri, Amir Taheri, M. K. Bhadrakumar gibi deneyimli analistler, gösterilerin bir devrime yol açmadan söneceğine inanıyorlar. Bir an için haklı olabileceklerini düşünerek cumartesi olan “şey”e dönersek, “öznesini” bulamadan kalsa bile, daha şimdiden hem rejimde hem de katılanlarda yadsınamaz izler bıraktığını kesinlikle söyleyebiliriz. İrlandalı şair,W.B. Yates’in, “1916 Paskalya” ayaklanması üzerine yazdığı şiirdeki gibi, Her şey değişti, değişti tamamen / Korkunç bir güzellik doğdu”, bu kez İran’da 20 Haziran 2009 günü...

Monday, June 22, 2009

İran Devrimi (Yeniden)

İran’da başkanlık seçimlerinden sonra başlayan, hafta boyunca yaygınlaşan, güçlenen, protesto gösterilerinin, dini lider Hamaney’in tehditlerine rağmen cumartesi günü de güvenlik güçleriyle çatışmayı göze alarak devam etmesi, özel bir “durumla” karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Artık “Batı kışkırtması”, rejim içi çatışma, orta sınıf tepkisi gibi yorumlara sığmayan bu “durum”, aklıma Walter Banjamin’in “Her devrimin, bir öncekini kurtaran (hatalarından arındıran-E.Y) tekrarı” (Illuminations’dan, aktaran Zizek, Paralax View, sf. 78) olduğuna ilişkin sözlerini getirdi.

İran devriminin (1978-79), bu kez, halkın eşitlikçi ve özgürlükçü taleplerinin gerçekleşmesine olanak verecek birtekrarıyla karşı karşıya olabilir miyiz?

Bir devrimden öbürüne

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle İran devrimini kısaca anımsamak yararlı olabilir. Cumhuriyet’te özetlemeye çalıştığım gibi (Dizi, 26-28 Mart 2009) İran’da 1979’da aslında iki devrim yaşandı: Biri sosyalist potansiyeller de içeren bir demokratik halk devrimi, diğeri de bu devrime sonradan katılan Siyasal İslamın karşıdevrimi.

Demokratik halk devrimi, üniversite öğrencilerinin aydınların tepkisiyle, çeşitli sol örgütlerin inisiyatifiyle başladı, kent orta sınıflarının katılımıyla genişledi, işçi sınıfının katılmasıyla Şah rejimini devirecek güce ulaştı. Bu aşamada devrime, dini duyarlıkları güçlü kır ve kent yoksullarının da katılmaya başladığını gördük. Bu noktadan sonra toplumsal hareket, o zamanın en örgütlü, mali kaynakları en güçlü kesimini oluşturan Şii bürokrasinin hegemonyası altına girmeye başladı. Şii bürokrasisinin (ruhban sınıfının) liderliği ele geçirmesinde, Humeyni’nin yalnızca siyasal İslamı kapsayan özgürlükçü söylemlerine kanarak uzlaşmacı bir tutum alan, programlarından taviz veren sosyalistlerin, demokratların, büyük bir katkısı oldu. Şii bürokrasisinin, İran devriminin liderliğini ele geçirirken Şah rejiminin ordusuyla gizli anlaşmalar yaptığını, ardından, sosyalist demokratik muhalefeti imha etmeye başladığını,demokratik halk devriminin de dinci totaliter bir düzenin doğuş spazmları içinde öldüğünü gördük.

12 Haziran seçimlerinden sonra başlayan protesto gösterileri içinde özgürlükçü, demokratik taleplerin yine öncelikle öğrencilerin, orta sınıfların inisiyatifiyle harekete geçirildiğini görüyoruz. Ancak iki gözlem, bu kez işçi sınıfının harekete daha baştan katılmaya başladığını düşündürüyor. Bunlardan birincisi, geçen 20 yılda gerçekleşen ekonomik teknolojik dönüşümlerle ilgili. Bugün, gelir düzeyine, yaşam tarzına bakarak “orta sınıf” olarak algıladığımız kesimlerin büyük bir kısmının, aslında geleneksel orta sınıflardan çok farklı özellikler sergilediğini, söz konusu ekonomik teknolojik gelişmelere paralel olarak bilişim, hizmet sektörlerinde başlayan bir işçi sınıfı şekillenmesininparçası olduğu söylenebilir. İkincisi, Tahran’dan bir gözlemci, kentin yeni demografik yaşamının iyi anlaşılamamasının protesto gösterilerinde orta sınıf egemenliğinin abartılmasına yol açtığını yazıyordu (The New York Times, 17/06/09). İran’da nüfusun yüzde 70’i kentlerde yaşıyor, bunun yüzde 75’i 25 yaşın altında. Geçen 10-15 yılın iç göçleri, dünün orta sınıf yaşam alanlarını bugün artık düşük gelirli, çalışanlar kategorisine girecek insanların yaşam alanı haline dönüştürmüş.

Umutlar ve korkular

Bugün yaşananlarla, I. Iran devrimi arasında paralellik kurmak açısından iki gözlem daha yapılabilir. Birincisi umutlara, ikincisi korkulara ilişkin…

Umutlardan başlarsak, sokak gösterilerine katılanların I. devrimin mirasını fena halde hissettiğini, 1979 sloganlarını yeniden canlandırdıklarını, özellikle kadınların bu kez özgürlüklerini kimseye kaptırmaya niyetli olmadıklarını görüyoruz. Bu umutlar, imkânsızı, rejiminin demokratikleştirilmesini istiyor. Rejimin demokratikleşmesi için ikili (Tanrı’nın ve halkın) egemenliğin, tekil (halkın) egemenliğe, dönüşmesi, Şii ruhban sınıfının “devlet makinesini”tahliye etmesi gerekiyor.

Ne yazık ki bu koşulların, ülkenin, iktidarı taşıyan sınıflar matrisi, devlet makinesinin totaliter özellikleri yüzünden, deyim yerindeyse “barışçı bir geçişle” gerçekleşmesi olanaklı değil. Dini lider Hamaney’in iradesinin hiçe sayılması, 1979’dan kalma “diktatöre ölüm” sloganları siyasal İslamın hegemonyasının kırılmaya, iktidarda kalabilmek için, cumartesi günü olduğu gibi giderek daha çok şiddete başvurmak zorunda kalacağını düşündürüyor. Bu yüzden, başarısız totaliter (teknik yetersizliklerinden dolayı “total” bir egemenlik kuramamış) rejim hızla yıkılamadığı takdirde, bildiğimiz türden bir askeri yarı-faşist bir rejime dönüşebilir.

Korkulara gelince; dünya medyasında yazarların, yorumcuların büyük çoğunluğunun ısrarla hareketin orta sınıf özelliklerini abartmaları, tüm kahramanlığına, haklılığına karşın kazanma sansı olmadığını, çatışmaların aslında rejimin seçkinleri arasında yaşandığını, halkın piyon olduğunu, adeta “timsah gözyaşlarıyla”, tekrar tekrar vurguladıklarını görüyoruz. Küreselleşmenin krizinin içinde, İran’da bir halk devriminin başlamasından dünyanın efendileri çok korkuyor. Tabii, siyasal İslamın seçkinleri de... Böyle bir devrim 30 yıllık ivmeyi kırarak bu beylerin emperyalizmle pazarlık gücünü bir anda sıfıra indirebilir.

Klasik bir ‘durum’

Bunlar haklı korkular. Çünkü İran’da, klasik bir devrimci süreç başladı. Birincisi, hemen hiç kimse “yarın” ne olacağını kestiremiyor, tarafların talepleri, liderlikleri belirgin değil. İkincisi, İran’da yönetenler eskisi gibi yönetemiyor.Yönetilenlerin çok dinamik ve ekonomik, kültürel olarak etkin ve giderek tüm ulus adına konuşmaya niyetli bir kesimieskisi gibi yönetilmek istemiyor.

Ancak, bu, devrimci sürecin mutlaka bir devrimci “duruma”, bu “durumun” da bir devrim “olayına” yol açacağı anlamına gelmiyor.

Birincisi, sürecin “devrimci duruma” dönüşebilmesi için, bir taraftan, bugün hareket eden toplumsal kesimlerin, ekonominin, toplumsal iletişimin “sinir merkezlerini”, etkilemeye başlamaları, diğer taraftan rejimin kendi içindeki hesaplaşmanın, iktidar blokunu dağıtmaya başlaması gerekiyor. Bu “devrimci durumdan” bir devrim çıkabilmesiyse tümüyle öznel koşullara bağlıdır. Çeşitli sınıf ve tabakalardan oluşan devrimci dalganın içinde bir siyasi liderliğin kristalleşmesi, bunun da totaliter rejimin şiddet aygırlarına karşın ayakta kalmayı başarması gerekiyor.

Bunları beklerken bir gözlem daha yapabiliriz. Toplumsal yapının seçkinleri, ne kadar farklı siyasi görüşlere sahip olurlarsa olsunlar kitleleri koyun sürüsü gibi görme noktasında birleşiyorlar. Dün “Nisan Mitingleri” karşısında, bir taraf “darbeciler yaptı” derken darbeci olmakla suçlanan kimi kesimler de bu kalabalıkların gerçekten kendilerine ait olduğunu sanıyorlardı. Şimdi, seçkinler İran’a da benzer bir biçimde yaklaşıyor. Bir taraf, sokaklardakileri emperyalizmin destabilizasyon politikalarının ürünü olarak görürken öbür taraf rejimin iç çatışmalarındaki tarafların araçları olarak görüyor…

Bana gelince, ben İran halkını, Beckett’ten esinlenerek, “tekrar dene, eğer başaramazsan, tekrar tekrar dene, başarısızlığın her seferinde daha muhteşem olsun” diyerek selamlıyorum…

Saturday, June 20, 2009

30. Yılında İran “devrimi” dersleri

Yaşananları anlamaya katkıda bulunmak amacıyla bir anımsatma

Monday, June 15, 2009

AB Seçimlerinden Sonra…

“İyimserler”, ekonomik krizden çıkıyoruz diye seviniyorlarsa da işsizlik artmaya, sınıf çelişkileri, devletlerin mali krizi derinleşmeye, gelir dağılımı bozulmaya devam ediyor;“kaynak krizleri”, büyük güçler arası rekabet yoğunlaşıyor. Tarih, Eric Hobsbawm’ın da The Guardian’da işaret ettiği gibi, bize, böyle koşullarda seçmenin sağ partilere yönelme eğiliminin arttığını gösteriyor. Bu eğilim Avrupa Birliği Parlamento seçimlerine yansıyınca, ortaya karanlık bir tablo çıktı.

‘Sosyal demokrasinin’ iflası

AB seçimlerinde muhafazakâr partiler genelde konumlarını korudular. Sosyal demokrat partiler ise büyük yenilgiler yaşadılar. Almanya’da SPD’nin, İngiltere’de İşçi Partisi’nin, Hollanda’da İşçi Partisi’nin aldıkları oy, tarihsel olarak görülmemiş düzeylere geriledi. Sosyal demokrasinin solundaki, sosyalist ve radikal akımlar, ekonomik krizin emekçi sınıflarda, hatta orta sınıflarda yarattığı kızgınlıklardan yeterince yararlanamadılar, ama çaplarına göre iyi sonuçlar aldılar. Örneğin, İrlanda’da Sosyalist Parti’nin adayı oyların yüzde 12’sini alarak AB Parlamentosu’na seçildi, Almanya’da Die Linke’nin oy oranı2004’te yüzde 6.1’den bu seçimlerde yüzde 7.2’ye yükseldi. Portekiz’de Radikal Sol Blok payını yüzde 4.9’dan yüzde 10.7’ye yükseltti. Fransa’da yeni kurulan Sol Cephe yüzde 6.3,Anti-Kapitalist Parti yüzde 4.8 oranında oy aldılar. Yeşiller de Avrupa Parlamentosu’ndaki iskemle sayılarını 43’ten 54’e yükselttiler.

Seçimlerden en çok ırkçı, milliyetçi (faşist) partiler kazançlı çıktı. İngiltere’de BNP bir milyona yakın oy aldı. Bu özellikle Müslüman düşmanı partinin Avrupa’daki bağlaşığı faşist ve aşırı sağ partiler, İtalya’da, Avusturya’da, Macaristan’da, Slovakya’da, Hollanda’da, Danimarka’da, Romanya’da Yunanistan’da Bulgaristan’da oy oranlarını arttırdılar, Avrupa Parlamentosu’nda, 25 üyelik bir grup kurarak siyasi partilere verilen yaklaşık 25 milyon Avro’luk ödenekten pay alabilecek konuma ulaştılar.

Faşist partilerin başarısı büyük ölçüde seçimlere katılımın çok düşmesine, sosyal demokrat partilerin krizine bağlanabilir. Gerçekten de, muhafazakâr partilerin, geçmişte sosyal demokratlara yönelen seçmeni partilerine geri dönüyor. Buna karşılık sosyal demokratların kapitalizme ve küreselleşmeye ilişkin iyimserliğini paylaşmayan, mali kriz içinde izledikleri politikalar yüzünden büyük düş kırıklığına uğrayan emekçi kesimlerin, düzen partisi olarak gördükleri muhafazakâr veya liberal partiler yerine, bu düş kırıklığıyla diyalog kurabilen,“geleneksel” sola, Yeşiller’e, ama daha çok radikal sağ, ırkçı partilere yöneldiğini gördük. Kimi sosyal demokratlar, ortada yalnızca bir protesto oyu sorunu olduğunu, sandık başına gitmeyen ya da aşırı sağ partilere oy veren kesimleri yeniden geri kazanabileceklerini düşünüyorlar.

Ancak, kamuoyu yoklamaları, Avrupa’da, örneğin İngiltere’de, yabancılara, göçmelere karşı olumsuz duyguların, salt faşist partilere oy verenlerle sınırlı olmadığını, seçmenlerin geri kalan kesimleri arasında da yaygın olduğunu gösteriyor (Telegraph 08/06). İkincisi, sosyal demokrat partilerin neo liberal dönemin ürünü liderlikleri, emekçi kesimleri geri kazanabilecek toplumsal, ekonomik politikaları üretecek durumda değil. Üçüncüsü, tarih, liberal demokrasinin faşist partilerle mücadele etmeye uygun olmadığını gösteriyor. Liberal, sol liberal kesimlerde, faşizme karşı kitlesel eylemi eleştiren, demokrasi ve bireysel özgürlükler adına, faşistlerin ifade özgürlüğünü savunanların sesi daha şimdiden yükselmeye başladı. Liberaller, faşistlerin, ırkçı ve yabancı düşmanı politikaların kamusal alanlarda, medyada ifade etmelerine bir kez izin verilince, egemen ideolojinin, meşruiyet sınırlarının, bugün, siyasi ve ahlaki açılardan dillendirilemeyen birçok şeyi içerecek biçimde genişleyeceğini göremiyorlar.

Liberalizm ve siyasi gericilik

Sosyal demokratların krizi üzerine düşünmeye, sanırım, bir tarihsel, diğeri de yakın döneme ilişkin iki saptamayla başlamak gerekiyor. Sosyal demokrasi, işçi hareketinin, devrimci projeleri terk ederek Eduard Bernstein’in“hareket her şeydir, nihai hedef hiçbir şey” anlayışıyla sosyalizme günlük reformlar yoluyla ulaşmayı amaçlayan kanadından geliyor. Ancak 1950’lerde nihai hedef (sosyalizm) terk edildikten sonra, hareket yönelimini kaybetti; bundan sonra, “soğuk savaş” döneminin de etkisiyle sermaye birikim sürecinin düzenleme gereksinimlerinin dalgalanmalarına tabi olmaya başladı. Bu gereksinimler 1970’lerin sonunda, 1980’lerde emekçilerin haklarının sınırlandırılmasına, refah devletinin tasfiye edilmesine doğru yönelince, sosyal demokrat partilere de bunların peşinden gitmek düştü. SD’ler işçi hareketiyle, geleneksel tabanlarıyla bağlarını hızla kaybettiler; şimdi bu politikalar da iflas edince, emekçilere ihanet etmiş olmanın yanı sıra orta sınıfların desteğini de kaybetmeye başlayan partiler olarak ortada kaldılar.

İkinci saptamaysa, liberalizmin, 1970’lerde yeniden gündeme gelirken postmodernizmin de katkılarıyla geçirdiği evrimle ilgili. Böylece 1980’lerde karşımıza, Aydınlama “olayı” içinde, “eski rejime” karşı mücadele ederken şekillenen eşitlik, özgürlük yanlısı devrimci liberalizmden çok farklı, muhafazakâr, reaksiyoner bir akım çıktı. Bu “liberalizmin” amacı “eski rejime karşı ”mücadele değil, krizin içinde bir “yeni rejimin” yeniden gündeme gelmesini önlemek, olanı, sosyalizme karşı kapitalizmi korumaktı.

Artık, bireysel özgürlükler kapitalizmi, piyasa ilişkilerini sorgulamaya izin vermeyen bir söylemle, genel seçimlere indirgenmiş bir demokrasi kurumuyla sınırlanacaktır. Bu reaksiyoner liberalizm, 1968 olayından (Türkiye’de 1980 darbesinden) büyük bir yılgınlıkla çıkarken hızla “komünist hipotezi”, sınıflara dayanan siyaset paradigmasını terk ederek dünyayı, bireyin hazlarına ve kültürel özgünlüklere indirgeyen (“bedenlerin ve lisanların dışında başka bir şey yoktur”- A. Badiou Logiques des Mondes, 2006) bir tür sol entelijansiyanın postmodernizm projesiyle hemen kesişmeye başlar.

Muhafazakâr mutabakat

Bu ikisi, kapitalizmin ufkuna,“gösteri toplumunun” imajlar dünyasının yardımıyla ve bütünüyle hapsedilmiş bir“demokrasi” üzerinde anlaştılar. Bu anlaşmanın, izlerine, sosyal demokrat partilerin refah devletini tasfiyeye yönelik III. Yol politikalarında, mali oligarşiyle kolaylıkla kaynaşabilme becerilerinde, “uluslararası topluluk”, “liberal emperyalizm”, “terorizme karşı savaş” söylemlerinde, ırkçılığı, emekçi sınıflar içindeki bölünmüşlüğü daha da güçlendiren“çok kültürlülük” politikalarında, Kosova ve Irak savaşlarına verilen desteklerde kolaylıkla görebiliyoruz.

Reaksiyoner liberalizmle, postmodernizmin mutabakatına karşı bugün üç tepki var. Birincisi bu mutabakatın terk ettiği, kültürlere göre tanımlayarak böldüğü, emekçi sınıflara, “biz dedelerinizin oy verdiği işçi partileriyiz” sloganıyla yaklaşmaya, kamulaştırma, korumacılık, halkçılık gibi, geleneksel SD politikalarını benimser izlenimi vermeye çalışan faşist partilerin tepkisi. İkincisi, “bedenlerden ve lisanlardan başka bir şey yoktur” iddialarına, hayır, bunların ötesinde “hakikatler” vardır itirazıyla dine, Aydınlanma “olayının” öncesine yönelen nostaljik bir tepki. Bu doğru bir itiraz, ama yanlış yönde bir tepki. Üçüncüsü ise bu doğru itirazla, ama doğru bir yöne, Aydınlanma“olayına” sadık kalarak sosyalist geleneğin içinden yeni bir sol/sosyalist projeyle, daha doğrusu “komünist hipotezi” yeniden tanımlamaya çalışarak karşı çıkmaya çabalayanların tepkisi.

Seçimlerden sonra oluşan karanlık tabloyu düşünmeye bu üçüncü tepkiyi konuşarak başlayabiliriz sanırım.

Monday, June 08, 2009

‘Mazruf’a Değil, Lütfen‘Zarfa’ Bakınız

Obama’nın Kahire’de yaptığı konuşma haftalar önceden gündeme alınmış, ABD halkla ilişkiler makinesi çalışmaya başlamıştı. Hep birlikte, büyük bir beklenti içine itildik. HattaStjepan Meštrovic’in,“Postemtional Society” (1997),kitabının savlarını kanıtlarcasına, dinledikten sonra neler hissetmemiz gerektiği de bize öğretildi. “Çok önemli bir açılım yapılacak; siz, ‘nihayet bizi anlayan biri’ diye düşünerek çok mutlu olacak, kızgınlıklarınızı unutmaya, ABD’yi daha çok sevmeye başlayacaksınız”.

Konuşma düş kırıklığı yaratmadı. Neredeyse mükemmel bir halkla ilişkiler etkinliği olarak gerçekleşti. Bir aşamada, sanırım, “İslam dünyasını”,geleneğini ve mirasını övdüğü bir yerde, gözlerimi nemlendirmeyi bile başardı. Ankara konuşması, çocuk yerine konuyormuşum hissi uyandırarak beni kızdırmıştı. Kahire konuşmasını dinlerken haz almaya başladığımı fark ettim.“Tanınmış”, “hakkı verilmiş”olmanın hazzıydı bu. Kaygı verici bir durum…

Ama iki saniye sürdü… Neticede,Obama’nın Kahire konuşması da, Ankara konuşması gibiydi. Wall Street Journal başyazısında, The New Republic’te Crowley,Esquire’da Thomas Barnett, El Cezire’nin aktardığına göre,Hassan Abu Nimah, (Ürdün, Kraliyet Dinler Arası Çalışmalar Enstitüsü Direktörü), The Weekly Standart’dan Max Boot gibi çeşitli yorumcular konuşmanın retorik olarak zengin, içerik olarak zayıf olduğunu, Bush dönemine göre köklü bir dış politika değişikliği getirmediğini düşünüyorlardı, ama Bush dönemi politikaları bu kez “güzel paketlenmişti”, “iyi satılıyordu”.

Gerçekten de, Obama, eski“mazrufu” yeni, daha çekici bir“zarfta” sunmayı başardı. Bundan sonra söz her ülkedekiÇandar, Cemal türü yazarlara,Zaman gibi gazetelere düşüyor. İşlevlerini doğru dürüst yerine getirebilirlerse Obama’nın konuşması, amacına ulaşma şansına sahip olabilecek…

Bağlamına oturtmak gerekiyor

Peki, Obama “Tüm bunları söylüyordu, ama aslında ne diyordu?” Bu soruya cevap vermek için konuşmayı önce bağlamına oturtmak gerekir.

Bush dönemi ABD hegemonyası açısından tam bir felaket oldu. ABD’nin rakipsiz ateş gücünün yıkmaya yeterken, yapmaya gelince etkisizliğini, tüm zaaflarını gözler önüne serdi. Dahası, dostlarını kızdırdı, rakiplerini birbirine yakınlaştırdı, ABD’nin liderlik ve kabul ettirme kapasitesi adeta dibe vurdu.

Tam bu konjonktürde, ABD egemen sınıfının, askeri sınai kompleksin yönetici seçkinlerinin, dış politika duayenlerinin Obama’nın arkasına geçmiş olmaları bir rastlantı değil. Obama gibi biri gerekiyordu onlara, özellikle küresel bir mali kriz başlarken: Afrika kökenli, adı dahil, Müslümanlıkla bağları var, çok iyi bir konuşmacı, tüm kişisel siyasi tarihi uzlaşma yaratma, karşıtlarıyla orta yol bulurmuş gibi yaparak ‘yapının’ içine çekme becerisine dayanıyor… Birhegemonya restorasyonu projesiiçin adeta “biçilmiş kaftan”. Diğer bir deyişle Obama’nın konuşmasının bağlamını, ABD hegemonyasının tarihsel koşullardaki “durumu”oluşturuyor: Gerileyen ekonomi, kültürel çekicilik, “yükselen üçler”, kaynak (enerji, su, gıda) savaşları…

Bu yüzden yine karşımızda bir bölge halkına nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyen, önlerine bir talepler listesi koyan“Oryantalist” bir yaklaşım var:“İnanın bana, valla biz emperyalist bir ülke değiliz; tüm bunlar aslında sizin iyiliğiniz için…”.

Oryantalizm ve diğer tuhaflıklar

Oryantalizmin bir başka özelliği de “tanıma” zorluğudur: Baktığı halkları, coğrafya, sınıf, dil, siyasi yapı gibi farkları yadsıyarak, kendi amaçlarına uygun bir ortak paydada eşitleyerek tanımlar. Müslümanlar şöyledir, Araplar duygusaldır, pohpohlanmaya dayanamaz; Türkler seks düşkünüdür, Arnavutlar aksidir, Çinliler sinsi…

Obama’nın Kahire’de “Müslüman Dünyası”na seslenmeye kalkmasını da birçok yazar bu bağlamda değerlendirdi. Dahası,“Müslüman dünyası” kavramı; El Kaide’den Müslüman Kardeşler’e kadar siyasal İslamın birçok temsilcisinin, dünyadaki tüm Müslümanları bir gün, tek bir liderlik (Halife) ve siyasi yapı altında birleşmesi kaçınılmaz tek bir “dünya” olarak görme eğilimine de uygun bir ifadeydi. Gerçekteyse 1.65 milyarlık Müslüman nüfusun 460 milyonu Afrika’da, 1.1 milyarı Asya’da yaşıyor. Obama’nın Müslümanlara hitap etmek için kendine uygun bir yer olarak seçtiği bölge (Ortadoğu) aslında Müslümanların çoğunluğunun yaşadığı bir yer değil. Obama’nın konuşmasının merkezindeki Arap - İsrail sorunu, İran’ın nükleer silah programı, Asya’daki, Afrika’daki Müslümanları, ne kadar ilgilendiriyor? Türkiye ve Suudi Arabistan “Müslümanlar”diyerek birlikte sayılabilir mi? Obama, “Müslüman dünyası”kavramıyla, aslında tüm Müslümanları tek bir coğrafyaya ve halka (Araplara) indirgemiş olmuyor mu? Bu emperyalist bir programın, “kaynak savaşlarının”bakış açısı değil mi?

Oryantalizm burada da bitmiyor, hedef coğrafyanın haklarına yukarıdan bakışın izleri de vardı Obama’nın konuşmasında. Konuşma ABD-İsrail-Araplar üçgeninde bir ortak zemin tanımlamayı, İsrail ve Arapların bir türlü göremedikleri (?) ortak zemini, onlara göstermeyi amaçlıyordu: Sizin şu sorununuz var ve haklısınız. Ama bize de şunlar oldu. Onlar da bu konuda haklı vb… Ancak gerçek dünya Harvard tartışma kulüplerine çok az benzediğinden konuşmanın bölgenin gerçek durumunun, ortak “zeminin” imkânsızlıklarına takılarak herkesi birden incitmesi, daha da kötüsü, “oyunu” gözler önüne sermesi de olanaklıydı. Öyle de oldu.

Obama İsrail ve Filistin haklarının birbirlerini anlamalarına yardımcı olacak bir empati alanı kurmaya çalışırken ikisini de aşağılamayı başardı: Bir taraftan, İsrail halkı bir soykırım yaşadıktan sonra nihayet bir vatana sahip olmuştu, buna tarihsel hakkı vardı. Öbür taraftan, Filistin halkı da bir vatan toprağına sahip olmak istiyordu haklı olarak.

Birincisi, Filistin halkının 1948’den önce zaten bir vatanı vardı, oradan 1948 yılında sürülmüşlerdi. Konuşma Obama’nın Filistin halkının“gerçeğini” kavramadığını gösteriyor, bir empati eksikliğine, küçümseme durumuna işaret ediyordu.

İkincisi, altı milyon insanın, ayrıntılı bir planla, en son teknolojiyle imha edildiği Yahudi soykırımı olayını, 1948’de bir savaşın içinde gerçekleşen bir sürgün ve etnik temizlikle kıyaslamaya kalkmak, İsrail halkının özgün durumuna ve bundan kaynaklanan duyarlılıklarına yabancılığa, yine bir empati eksikliğine işaret ediyordu. Gerçekteyse, hem Filistinliler, hem Museviler aynı toprak parçasını kendi tarihsel ve ruhani ana- vatanı olarak görüyor ve yalnızca kendileri için istiyorlar. Bu durumu tüm boyutlarıyla birlikte masanın üzerine koymadan yol almak olanaklı değil…

Diğer taraftan, konuşma ABD açısından, petrol, jeopolitik ve İran sorunu bağlamında Sünni Arapları yönlendirmenin öncelik kazandığı, Müslümanlığın, siyasi gericiliğin bu bağlamda kullanılacağı anlaşılıyor. Bu yeni durum hem İsrail’i zorlayacak, hem de bölgedeki, laik, demokratik, sosyalist akımlara, pahalıya patlayacak gibi geliyor bana… Filistin sorununda, vitrin düzenlemenin ötesinde, herhangi bir gelişmenin olmasınıysa hiç beklemiyorum.