Obama’nın Kahire’de yaptığı konuşma haftalar önceden gündeme alınmış, ABD halkla ilişkiler makinesi çalışmaya başlamıştı. Hep birlikte, büyük bir beklenti içine itildik. HattaStjepan Meštrovic’in,“Postemtional Society” (1997),kitabının savlarını kanıtlarcasına, dinledikten sonra neler hissetmemiz gerektiği de bize öğretildi. “Çok önemli bir açılım yapılacak; siz, ‘nihayet bizi anlayan biri’ diye düşünerek çok mutlu olacak, kızgınlıklarınızı unutmaya, ABD’yi daha çok sevmeye başlayacaksınız”.
Konuşma düş kırıklığı yaratmadı. Neredeyse mükemmel bir halkla ilişkiler etkinliği olarak gerçekleşti. Bir aşamada, sanırım, “İslam dünyasını”,geleneğini ve mirasını övdüğü bir yerde, gözlerimi nemlendirmeyi bile başardı. Ankara konuşması, çocuk yerine konuyormuşum hissi uyandırarak beni kızdırmıştı. Kahire konuşmasını dinlerken haz almaya başladığımı fark ettim.“Tanınmış”, “hakkı verilmiş”olmanın hazzıydı bu. Kaygı verici bir durum…
Ama iki saniye sürdü… Neticede,Obama’nın Kahire konuşması da, Ankara konuşması gibiydi. Wall Street Journal başyazısında, The New Republic’te Crowley,Esquire’da Thomas Barnett, El Cezire’nin aktardığına göre,Hassan Abu Nimah, (Ürdün, Kraliyet Dinler Arası Çalışmalar Enstitüsü Direktörü), The Weekly Standart’dan Max Boot gibi çeşitli yorumcular konuşmanın retorik olarak zengin, içerik olarak zayıf olduğunu, Bush dönemine göre köklü bir dış politika değişikliği getirmediğini düşünüyorlardı, ama Bush dönemi politikaları bu kez “güzel paketlenmişti”, “iyi satılıyordu”.
Gerçekten de, Obama, eski“mazrufu” yeni, daha çekici bir“zarfta” sunmayı başardı. Bundan sonra söz her ülkedekiÇandar, Cemal türü yazarlara,Zaman gibi gazetelere düşüyor. İşlevlerini doğru dürüst yerine getirebilirlerse Obama’nın konuşması, amacına ulaşma şansına sahip olabilecek…
Bağlamına oturtmak gerekiyor
Peki, Obama “Tüm bunları söylüyordu, ama aslında ne diyordu?” Bu soruya cevap vermek için konuşmayı önce bağlamına oturtmak gerekir.
Bush dönemi ABD hegemonyası açısından tam bir felaket oldu. ABD’nin rakipsiz ateş gücünün yıkmaya yeterken, yapmaya gelince etkisizliğini, tüm zaaflarını gözler önüne serdi. Dahası, dostlarını kızdırdı, rakiplerini birbirine yakınlaştırdı, ABD’nin liderlik ve kabul ettirme kapasitesi adeta dibe vurdu.
Tam bu konjonktürde, ABD egemen sınıfının, askeri sınai kompleksin yönetici seçkinlerinin, dış politika duayenlerinin Obama’nın arkasına geçmiş olmaları bir rastlantı değil. Obama gibi biri gerekiyordu onlara, özellikle küresel bir mali kriz başlarken: Afrika kökenli, adı dahil, Müslümanlıkla bağları var, çok iyi bir konuşmacı, tüm kişisel siyasi tarihi uzlaşma yaratma, karşıtlarıyla orta yol bulurmuş gibi yaparak ‘yapının’ içine çekme becerisine dayanıyor… Birhegemonya restorasyonu projesiiçin adeta “biçilmiş kaftan”. Diğer bir deyişle Obama’nın konuşmasının bağlamını, ABD hegemonyasının tarihsel koşullardaki “durumu”oluşturuyor: Gerileyen ekonomi, kültürel çekicilik, “yükselen üçler”, kaynak (enerji, su, gıda) savaşları…
Bu yüzden yine karşımızda bir bölge halkına nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyen, önlerine bir talepler listesi koyan“Oryantalist” bir yaklaşım var:“İnanın bana, valla biz emperyalist bir ülke değiliz; tüm bunlar aslında sizin iyiliğiniz için…”.
Oryantalizm ve diğer tuhaflıklar
Oryantalizmin bir başka özelliği de “tanıma” zorluğudur: Baktığı halkları, coğrafya, sınıf, dil, siyasi yapı gibi farkları yadsıyarak, kendi amaçlarına uygun bir ortak paydada eşitleyerek tanımlar. Müslümanlar şöyledir, Araplar duygusaldır, pohpohlanmaya dayanamaz; Türkler seks düşkünüdür, Arnavutlar aksidir, Çinliler sinsi…
Obama’nın Kahire’de “Müslüman Dünyası”na seslenmeye kalkmasını da birçok yazar bu bağlamda değerlendirdi. Dahası,“Müslüman dünyası” kavramı; El Kaide’den Müslüman Kardeşler’e kadar siyasal İslamın birçok temsilcisinin, dünyadaki tüm Müslümanları bir gün, tek bir liderlik (Halife) ve siyasi yapı altında birleşmesi kaçınılmaz tek bir “dünya” olarak görme eğilimine de uygun bir ifadeydi. Gerçekteyse 1.65 milyarlık Müslüman nüfusun 460 milyonu Afrika’da, 1.1 milyarı Asya’da yaşıyor. Obama’nın Müslümanlara hitap etmek için kendine uygun bir yer olarak seçtiği bölge (Ortadoğu) aslında Müslümanların çoğunluğunun yaşadığı bir yer değil. Obama’nın konuşmasının merkezindeki Arap - İsrail sorunu, İran’ın nükleer silah programı, Asya’daki, Afrika’daki Müslümanları, ne kadar ilgilendiriyor? Türkiye ve Suudi Arabistan “Müslümanlar”diyerek birlikte sayılabilir mi? Obama, “Müslüman dünyası”kavramıyla, aslında tüm Müslümanları tek bir coğrafyaya ve halka (Araplara) indirgemiş olmuyor mu? Bu emperyalist bir programın, “kaynak savaşlarının”bakış açısı değil mi?
Oryantalizm burada da bitmiyor, hedef coğrafyanın haklarına yukarıdan bakışın izleri de vardı Obama’nın konuşmasında. Konuşma ABD-İsrail-Araplar üçgeninde bir ortak zemin tanımlamayı, İsrail ve Arapların bir türlü göremedikleri (?) ortak zemini, onlara göstermeyi amaçlıyordu: Sizin şu sorununuz var ve haklısınız. Ama bize de şunlar oldu. Onlar da bu konuda haklı vb… Ancak gerçek dünya Harvard tartışma kulüplerine çok az benzediğinden konuşmanın bölgenin gerçek durumunun, ortak “zeminin” imkânsızlıklarına takılarak herkesi birden incitmesi, daha da kötüsü, “oyunu” gözler önüne sermesi de olanaklıydı. Öyle de oldu.
Obama İsrail ve Filistin haklarının birbirlerini anlamalarına yardımcı olacak bir empati alanı kurmaya çalışırken ikisini de aşağılamayı başardı: Bir taraftan, İsrail halkı bir soykırım yaşadıktan sonra nihayet bir vatana sahip olmuştu, buna tarihsel hakkı vardı. Öbür taraftan, Filistin halkı da bir vatan toprağına sahip olmak istiyordu haklı olarak.
Birincisi, Filistin halkının 1948’den önce zaten bir vatanı vardı, oradan 1948 yılında sürülmüşlerdi. Konuşma Obama’nın Filistin halkının“gerçeğini” kavramadığını gösteriyor, bir empati eksikliğine, küçümseme durumuna işaret ediyordu.
İkincisi, altı milyon insanın, ayrıntılı bir planla, en son teknolojiyle imha edildiği Yahudi soykırımı olayını, 1948’de bir savaşın içinde gerçekleşen bir sürgün ve etnik temizlikle kıyaslamaya kalkmak, İsrail halkının özgün durumuna ve bundan kaynaklanan duyarlılıklarına yabancılığa, yine bir empati eksikliğine işaret ediyordu. Gerçekteyse, hem Filistinliler, hem Museviler aynı toprak parçasını kendi tarihsel ve ruhani ana- vatanı olarak görüyor ve yalnızca kendileri için istiyorlar. Bu durumu tüm boyutlarıyla birlikte masanın üzerine koymadan yol almak olanaklı değil…
Diğer taraftan, konuşma ABD açısından, petrol, jeopolitik ve İran sorunu bağlamında Sünni Arapları yönlendirmenin öncelik kazandığı, Müslümanlığın, siyasi gericiliğin bu bağlamda kullanılacağı anlaşılıyor. Bu yeni durum hem İsrail’i zorlayacak, hem de bölgedeki, laik, demokratik, sosyalist akımlara, pahalıya patlayacak gibi geliyor bana… Filistin sorununda, vitrin düzenlemenin ötesinde, herhangi bir gelişmenin olmasınıysa hiç beklemiyorum.
No comments:
Post a Comment