“İyimserler”, ekonomik krizden çıkıyoruz diye seviniyorlarsa da işsizlik artmaya, sınıf çelişkileri, devletlerin mali krizi derinleşmeye, gelir dağılımı bozulmaya devam ediyor;“kaynak krizleri”, büyük güçler arası rekabet yoğunlaşıyor. Tarih, Eric Hobsbawm’ın da The Guardian’da işaret ettiği gibi, bize, böyle koşullarda seçmenin sağ partilere yönelme eğiliminin arttığını gösteriyor. Bu eğilim Avrupa Birliği Parlamento seçimlerine yansıyınca, ortaya karanlık bir tablo çıktı.
‘Sosyal demokrasinin’ iflası
AB seçimlerinde muhafazakâr partiler genelde konumlarını korudular. Sosyal demokrat partiler ise büyük yenilgiler yaşadılar. Almanya’da SPD’nin, İngiltere’de İşçi Partisi’nin, Hollanda’da İşçi Partisi’nin aldıkları oy, tarihsel olarak görülmemiş düzeylere geriledi. Sosyal demokrasinin solundaki, sosyalist ve radikal akımlar, ekonomik krizin emekçi sınıflarda, hatta orta sınıflarda yarattığı kızgınlıklardan yeterince yararlanamadılar, ama çaplarına göre iyi sonuçlar aldılar. Örneğin, İrlanda’da Sosyalist Parti’nin adayı oyların yüzde 12’sini alarak AB Parlamentosu’na seçildi, Almanya’da Die Linke’nin oy oranı2004’te yüzde 6.1’den bu seçimlerde yüzde 7.2’ye yükseldi. Portekiz’de Radikal Sol Blok payını yüzde 4.9’dan yüzde 10.7’ye yükseltti. Fransa’da yeni kurulan Sol Cephe yüzde 6.3,Anti-Kapitalist Parti yüzde 4.8 oranında oy aldılar. Yeşiller de Avrupa Parlamentosu’ndaki iskemle sayılarını 43’ten 54’e yükselttiler.
Seçimlerden en çok ırkçı, milliyetçi (faşist) partiler kazançlı çıktı. İngiltere’de BNP bir milyona yakın oy aldı. Bu özellikle Müslüman düşmanı partinin Avrupa’daki bağlaşığı faşist ve aşırı sağ partiler, İtalya’da, Avusturya’da, Macaristan’da, Slovakya’da, Hollanda’da, Danimarka’da, Romanya’da Yunanistan’da Bulgaristan’da oy oranlarını arttırdılar, Avrupa Parlamentosu’nda, 25 üyelik bir grup kurarak siyasi partilere verilen yaklaşık 25 milyon Avro’luk ödenekten pay alabilecek konuma ulaştılar.
Faşist partilerin başarısı büyük ölçüde seçimlere katılımın çok düşmesine, sosyal demokrat partilerin krizine bağlanabilir. Gerçekten de, muhafazakâr partilerin, geçmişte sosyal demokratlara yönelen seçmeni partilerine geri dönüyor. Buna karşılık sosyal demokratların kapitalizme ve küreselleşmeye ilişkin iyimserliğini paylaşmayan, mali kriz içinde izledikleri politikalar yüzünden büyük düş kırıklığına uğrayan emekçi kesimlerin, düzen partisi olarak gördükleri muhafazakâr veya liberal partiler yerine, bu düş kırıklığıyla diyalog kurabilen,“geleneksel” sola, Yeşiller’e, ama daha çok radikal sağ, ırkçı partilere yöneldiğini gördük. Kimi sosyal demokratlar, ortada yalnızca bir protesto oyu sorunu olduğunu, sandık başına gitmeyen ya da aşırı sağ partilere oy veren kesimleri yeniden geri kazanabileceklerini düşünüyorlar.
Ancak, kamuoyu yoklamaları, Avrupa’da, örneğin İngiltere’de, yabancılara, göçmelere karşı olumsuz duyguların, salt faşist partilere oy verenlerle sınırlı olmadığını, seçmenlerin geri kalan kesimleri arasında da yaygın olduğunu gösteriyor (Telegraph 08/06). İkincisi, sosyal demokrat partilerin neo liberal dönemin ürünü liderlikleri, emekçi kesimleri geri kazanabilecek toplumsal, ekonomik politikaları üretecek durumda değil. Üçüncüsü, tarih, liberal demokrasinin faşist partilerle mücadele etmeye uygun olmadığını gösteriyor. Liberal, sol liberal kesimlerde, faşizme karşı kitlesel eylemi eleştiren, demokrasi ve bireysel özgürlükler adına, faşistlerin ifade özgürlüğünü savunanların sesi daha şimdiden yükselmeye başladı. Liberaller, faşistlerin, ırkçı ve yabancı düşmanı politikaların kamusal alanlarda, medyada ifade etmelerine bir kez izin verilince, egemen ideolojinin, meşruiyet sınırlarının, bugün, siyasi ve ahlaki açılardan dillendirilemeyen birçok şeyi içerecek biçimde genişleyeceğini göremiyorlar.
Liberalizm ve siyasi gericilik
Sosyal demokratların krizi üzerine düşünmeye, sanırım, bir tarihsel, diğeri de yakın döneme ilişkin iki saptamayla başlamak gerekiyor. Sosyal demokrasi, işçi hareketinin, devrimci projeleri terk ederek Eduard Bernstein’in“hareket her şeydir, nihai hedef hiçbir şey” anlayışıyla sosyalizme günlük reformlar yoluyla ulaşmayı amaçlayan kanadından geliyor. Ancak 1950’lerde nihai hedef (sosyalizm) terk edildikten sonra, hareket yönelimini kaybetti; bundan sonra, “soğuk savaş” döneminin de etkisiyle sermaye birikim sürecinin düzenleme gereksinimlerinin dalgalanmalarına tabi olmaya başladı. Bu gereksinimler 1970’lerin sonunda, 1980’lerde emekçilerin haklarının sınırlandırılmasına, refah devletinin tasfiye edilmesine doğru yönelince, sosyal demokrat partilere de bunların peşinden gitmek düştü. SD’ler işçi hareketiyle, geleneksel tabanlarıyla bağlarını hızla kaybettiler; şimdi bu politikalar da iflas edince, emekçilere ihanet etmiş olmanın yanı sıra orta sınıfların desteğini de kaybetmeye başlayan partiler olarak ortada kaldılar.
İkinci saptamaysa, liberalizmin, 1970’lerde yeniden gündeme gelirken postmodernizmin de katkılarıyla geçirdiği evrimle ilgili. Böylece 1980’lerde karşımıza, Aydınlama “olayı” içinde, “eski rejime” karşı mücadele ederken şekillenen eşitlik, özgürlük yanlısı devrimci liberalizmden çok farklı, muhafazakâr, reaksiyoner bir akım çıktı. Bu “liberalizmin” amacı “eski rejime karşı ”mücadele değil, krizin içinde bir “yeni rejimin” yeniden gündeme gelmesini önlemek, olanı, sosyalizme karşı kapitalizmi korumaktı.
Artık, bireysel özgürlükler kapitalizmi, piyasa ilişkilerini sorgulamaya izin vermeyen bir söylemle, genel seçimlere indirgenmiş bir demokrasi kurumuyla sınırlanacaktır. Bu reaksiyoner liberalizm, 1968 olayından (Türkiye’de 1980 darbesinden) büyük bir yılgınlıkla çıkarken hızla “komünist hipotezi”, sınıflara dayanan siyaset paradigmasını terk ederek dünyayı, bireyin hazlarına ve kültürel özgünlüklere indirgeyen (“bedenlerin ve lisanların dışında başka bir şey yoktur”- A. Badiou Logiques des Mondes, 2006) bir tür sol entelijansiyanın postmodernizm projesiyle hemen kesişmeye başlar.
Muhafazakâr mutabakat
Bu ikisi, kapitalizmin ufkuna,“gösteri toplumunun” imajlar dünyasının yardımıyla ve bütünüyle hapsedilmiş bir“demokrasi” üzerinde anlaştılar. Bu anlaşmanın, izlerine, sosyal demokrat partilerin refah devletini tasfiyeye yönelik III. Yol politikalarında, mali oligarşiyle kolaylıkla kaynaşabilme becerilerinde, “uluslararası topluluk”, “liberal emperyalizm”, “terorizme karşı savaş” söylemlerinde, ırkçılığı, emekçi sınıflar içindeki bölünmüşlüğü daha da güçlendiren“çok kültürlülük” politikalarında, Kosova ve Irak savaşlarına verilen desteklerde kolaylıkla görebiliyoruz.
Reaksiyoner liberalizmle, postmodernizmin mutabakatına karşı bugün üç tepki var. Birincisi bu mutabakatın terk ettiği, kültürlere göre tanımlayarak böldüğü, emekçi sınıflara, “biz dedelerinizin oy verdiği işçi partileriyiz” sloganıyla yaklaşmaya, kamulaştırma, korumacılık, halkçılık gibi, geleneksel SD politikalarını benimser izlenimi vermeye çalışan faşist partilerin tepkisi. İkincisi, “bedenlerden ve lisanlardan başka bir şey yoktur” iddialarına, hayır, bunların ötesinde “hakikatler” vardır itirazıyla dine, Aydınlanma “olayının” öncesine yönelen nostaljik bir tepki. Bu doğru bir itiraz, ama yanlış yönde bir tepki. Üçüncüsü ise bu doğru itirazla, ama doğru bir yöne, Aydınlanma“olayına” sadık kalarak sosyalist geleneğin içinden yeni bir sol/sosyalist projeyle, daha doğrusu “komünist hipotezi” yeniden tanımlamaya çalışarak karşı çıkmaya çabalayanların tepkisi.
Seçimlerden sonra oluşan karanlık tabloyu düşünmeye bu üçüncü tepkiyi konuşarak başlayabiliriz sanırım.
No comments:
Post a Comment