ABD medyasında, laik seçkinler/askerler ve demokratik/ılımlı İslamcı AKP olarak tanımlanan kamplaşmanın içinde seçimleri AKP'nin kazanması, Cumhurbaşkanlığını da alması, ABD'de sevinçle karşılandı. Jackson Diehl' in Washington Post 'ta "Müslüman Demokrasi" başlıklı yorumunda, "ABD karşıtı olan laik Türk politikacılarının ve Türklerin çoğunluğundan farklı olarak, ABD dostu bir siyasetçinin devlet başkanı olması neden iyi karşılanmayacaktı ki" diyordu. Gelin bu "dostluğu" , geçen hafta yayımlanan dört ilginç yazıyı kullanarak irdelemeye çalışalım.
IV. Dünya savaşı ve Türkiye...
Finansal konularda uzman Frederic Kempe 'nin, finansal analiz sitesi Bloomberg 'de (ilginç değil mi?) yayımlanan " Türkiye IV. Dünya Savaşı'nın ön safının merkezinde" başlıklı yazısı, neo-con çevrelerin, 11 Eylül'den sonra bir IV. Dünya Savaşı' nın başladığına ilişkin savlarıyla, Richard Holbrooke 'un "Dün soğuk savaşı içinde Almanya'nın ulusal güvenliğimiz açısından konumu ne idiyse, bu gün Türkiye'nin konumu da o" ... "O, ön saftaki yeni ülkemizdir" saptamasıyla başlıyor; Afganistan Maliye Bakanı'nın " Türkiye, zamanımızın üç kritik fay hattının kesiştiği yerde" sözleriyle devam ediyor. Kempe'ye göre Irak bir iç savaşa sürüklenirken, nükleer silahlı Pakistan giderek istikrarsızlaşırken, İran nükleer bomba yapmaya çalışır, Hamas Gazze'yi alır, Hizbullah Lübnan'ı tehdit ederken, bu fay hatları daha da kırılganlaşıyormuş.
Diğer bir deyişle, Holbrooke'un, bir sahiplenme vurgusuyla, "ülkemiz" diye tanımladığı Türkiye, dünyanın en büyük enerji kaynaklarının ve yollarının bulunduğu Orta Asya ve Ortadoğu coğrafyasının kıyısında. Bu coğrafyadaysa, hem bölgesel hem de küresel çapta çok boyutlu bir devletler arası rekabet yaşanıyor..
Küresel boyuttan başlarsak, I. ve II. Dünya savaşlarında, İngiltere, hegemonyasını korumaya çalışmış, koruyamayınca da ABD'ye transfer etmişti. "Soğuk Savaş" ise iki blokun genişletme çabaları üzerinde kurulmuş bir hegemonya dengesine ilişkindi. Peki, IV. Dünya Savaşı neyin nesi? IV. D.S , ABD'nin üstünlüğünü, hegemonya (liderliğini, diğer devletlere, salt askeri değil, daha çok siyasi, kültürel, mali araçlarla kabul ettirmeye dayalı ) modeliyle koruyamayacağını gördükçe, imparatorluk modeline geçme çabasına ilişkin: İmparatorluk modeli kabule değil, ABD'nin çıkarlarını dayatma kapasitesinin, dünyada askeri alanda "ful spektrum" bir üstünlükle, diğer ülkeleri, ulusal bağımsızlıklarını zayıflatarak, yönetimlerini kendine tabi, askeri yapılarını kendi ordusunun uzantısı haline getirerek küresel çapta genişletilmesine dayanıyor. Ancak, "Tek kutuplu dünya", "terorizme karşı savaş", "demokratikleştirme" gibi isimlerle tanımlanan bu süreç dünyada tepki çekiyor.. özellikle, ABD'nin Irak fiyaskosundan sonra.
Büyük rekabet
Örneğin, yükselen iki büyük güç, Rusya ve Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü (SİÖ) aracılığıyla siyasi, ekonomik ve askeri boyutlu bir bölgesel ittifak inşa etmeye çabalıyorlar. Andrew Kuchins'in National Interest 'te yayımlanan "Etat terrible" başlıklı yorumu, Pekin Mutabakatı (PM) modelinin, ABD'nin uluslararası modeline (neo-liberal demokrasi- Washington mutabakatı ) karşı yükselen muhalefetin, saflarında bir karşıt seçenek olarak belirmeye başlamasına dikkat çekiyordu.
PM, ulusal devletler arası eşitliğe dayanan bir ekonomik ilişkiler modeli öneriyor; küreselleşmeye değil, ekonomik büyümeye, refah düzeyine vurgu yapıyor. Siyasi olarak bağımsız devletler arası ilişkilere dayalı, "ulusal projeyi" , dünya devlet sistemi içinde var olmaya olanak sağlayan göreli bir bağımsızlığı öngören bu yaklaşım, gelişmekte olan ülkelerde giderek taraftar buluyor. Çünkü, "ulusal proje" tam bağımsızlık getirmiyor (kapitalist dünya ekonomisi içinde bu olanaklı değil) ama, bağımlılık biçimlerini ve düzeyini denetlemeye olanak sağlıyor.
Bir diğer direnç de, bu "ulusal projeyle" , ABD etkilerine karşı Latin Amerika'da yükselen halkçı/bağımsızlıkçı ( Bolivarcı ) rejimlerle ilgili. Üstelik, burada da, hem ŞİÖ üyelerinden Rusya ve Çin'in, hem de ŞİÖ'ye girmeye çalışan İran'ın, başta Venezüella olmak üzere Latin Amerika ülkeleriyle gittikçe gelişen ilişkileri, ABD'nin bölgesel etkisini erozyona uğratıyor.
Özetle dünyada, ABD'nin imparatorluk projesine direnen, ulusal egemenliğe/projeye öncelik veren güçler var. Türkiye, bu güçlerin ABD'yle hem küresel çapta, hem de yerel olarak karşılaştığı coğrafyada yer alıyor.
Seçenek sorunu
ABD Ortadoğu'daki enerji kaynaklarını ele geçirmek, Orta Asya'dakileri de Rusya'nın etki alanı dışına çıkarmak istiyor. Bu bağlamda, en kritik ülke, ABD'nin Irak fiyaskosu sayesinde bölgesel etkinliği artan İran. Lenore G. Martin, Boston Globe 'daki "Körfez güvenliğindeki eksik oyuncu" başlıklı yorumunda, ABD'nin İran'ı dengelemek için Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerine 20 milyarlık silah satmayı kabul ettiğine, halbuki bölgede NATO üyesi stratejik bir müttefikinin, Türkiye'nin varlığına işaret ediyor, "Ne yazık ki" diyor, "yönetimin politikaları Türkiye'yi, ABD'nin güvenlik ağının içine sağlam bir biçimde yerleştirmek yerine, İran'a doğru itiyor" . Yazar, Bush yönetiminin Türkiye'nin Kuzey Irak'taki askeri kaygılarına, PKK ile ilgili taleplerine cevap veremediğine, buna karşılık PKK'ye ve PJAK'a karşı Ankara ve Tahran arasında yaşanan askeri işbirliğine, dolayısıyla Türkiye'deki yürütmenin askeri ve siyasi kanatlarının farklı eğilimlerine dikkat çekiyor.
CIA ilişkili, analiz sitesi Stratfor 'un 29/08 tarihli yorumunda da, yeni AKP hükümetinin dış politika seçenekleri, oluşmaya başlayan Suudi önderliğinde Sünni ve İran önderliğinde Şii kamplaşması bağlamında irdeleniyordu. Stratfor'a göre en önemli sorun şuydu: AKP hükümeti hangi kampta yer alacak? Yoksa, ulusal çıkarına indeksli nötr bir tutumu mu benimseyecek? Bu kamplaşmanın Sünni tarafının ABD inisiyatifiyle şekillendiğini düşünürsek, Stratfor'un aslında, yeni AKP hükümeti döneminde Türkiye'nin ABD'ye bağımlı kalma derecesini irdelediğini görebiliriz.
Stratfor, AKP'nin devlet üzerindeki kontrolünü daha da arttıracağını, bu etkiyi, ülkenin laik karakterini yeniden yorumlamakta kullanacağını, ama bir aşamada, ister istemez İslamcı önceliklerle, ulusalcı öncelikler arasında tercih yapmaya zorlanacağını düşünüyor. Stratfor'a göre ulusalcı öncelikler Kuzey Irak'a müdahaleyi, gerektiğinde İran'la işbirliğini içerirken, İslamcı öncelikler Sünnilerle birlikte İran'a karşı konuşlanmayı (yani ABD tarafında kalmak) gerektiriyor. Zaten birçok Arap yorumcu da, örneğin Al Hayat' tan Zouheir Kseibati , "ABD'nin Mezopotamya'dan çekilmesiyle oluşacak boşluğu, İran'ın doldurma çabasının karşısına dikilmeye en büyük adayın Gül 'ün Türkiye'si olduğu öyle büyük bir sır değil" diye düşünüyorlar.
Türkiye'de siyaseti, Laik-Asker-seçkinlerle, demokratik-ılımlı-İslamcılar parantezine alma çabasına dönersek: Bu, ABD'nin, bölgesel, küresel politikalarıyla çelişebilecek, çok geniş bir siyasi yelpazenin ( "ulusal proje" yanlısı seçkinler, anti-emperyalist, demokratik, halkçı, sosyalist akımlar) direniş olasılıklarını, yakın tarihi darbelerle kirlenmiş, Kuzey Irak'ı işgale "pek hevesli" bir askeri seçkinler grubuyla özdeşleştirerek zayıflatırken, Türkiye'nin "emporiumun" içinde kalmasını garantiye alacak bir siyasi bloku (sağ-sol liberaller, artı siyasal İslam ) yaratmakla ilgiliydi... Başarılı da oldu!
(Cumhuriyet, 03.09.2007)
No comments:
Post a Comment