(Cumhuriyet 19.09.2005)
12 Eylül rejiminin mirası salt baskı, zulüm ve kan olmadı. O Türkiye'yi, sömürge bir ülkeye benzetecek olan sürecin başlatıcısı oldu: 12 Eylül rejimini, kendi ulusuna ihanet etmekle de suçlamak gerekir.
Aç ve teslim et...
1970'lerde, bir yapısal ekonomik krize giren Batı kapitalizmi, krizi gelişmekte olan ülkelere sermaye ihracı (borç ve yatırım) yoluyla aşmaya çalıştı. Ancak, 1970'lerin sonuna doğru, çevre ülkelerde, bu ihraç edilen sermayeyi emebilecek alanlar tükenmeye, ithal ikameci pazarlar doymaya başladı. Belli ki, çevre ülkelerin ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel mekânları, merkezden gelen sermayeyi, yeterli hızda emecek özelliklere sahip değildi. Bu ülkelerin ekonomik, yasal, kurumsal mekânlarının yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. 12 Eylül rejimi sayesinde, Türkiye bu yeniden düzenlenme operasyonun, Şili'den sonra en önemli örneklerinden biri oldu. Bu yeniden düzenleme, tüm toplumsal süreçleri, hatta uygarlığı, ekonomik boyutuna (aslında piyasa ilişkilerine) indirgeyen, toplumu bu prizmadan gören bir ideolojinin ( J. R. Saul, The Collapse of Globalism, 2005) altında ve IMF/Dünya Bankası programlarıyla gerçekleştirildi.
Ülkenin bağımsızlığının imhasına, emperyalizme, bu insana düşman politikalara karşı çıkacak tüm sesler (sağda ve solda) kısıldıktan, sermayeye direnecek işçi örgütleri, 12 Eylül rejimi tarafından imha edildikten sonra, geniş çaplı bir ''mekânsal düzenleme'' süreci başladı. Bu düzenlemenin genel çerçevesi önce Yapısal Uyum Kredileri yoluyla çizildi. Bundan sonra Sektörel Uyum Kredileri, tarım, enerji, mali sektörlerde, ama eğitim, sağlık ve yerel yönetimleri de etkileyecek biçimde ayrıntıya girmeye başladılar. Ülke, yabancı sermayenin kullanımına, mülk edinmesine, sektör bazında açılıyordu.
Bu süreçte, özelleştirmeler, yeni mali sistem, borçlandırma, devletin gelirlerini, ekonomi üzerindeki etkisini azalttı, kamu alanlarını tasfiye etmeye başladı. ''Fonlar'' , sonra ''üst kurullar'' aracılığıyla, sermayenin etkisine tümüyle açık, yeni bir yürütme mekanizması oluşturuldu. Bunları, devletin merkezi otoritesini zayıflatırken (sermayenin talepleri karşısında pazarlık gücü devlete göre zayıf olan) yerel yönetimleri güçlendiren idari ''reformlar'' izledi. (Bu özet, Birgül Ayman Güler 'in çalışmalarından). 2000'li yıllara geldiğimizde artık devlet, sermaye karşısında göreli bağımsızlığını tümüyle kaybetmiş, Dünya Ticaret Örgütü ve tahkim anlaşmaları da yerel ve yabancı sermaye ayrımını ortadan kaldırmıştı.
Bu dönemde bir şey daha oldu. 1970'lerin egemen sınıflar bloku içindeki ve onunla ''destek sınıfları'' arasındaki ''mutabakata'' ilişkin siyasi/ekonomik bölüşüm ilişkileri, 1980'lerden başlayarak bozuldu. Bu bozulmanın yarattığı sürtüşmenin sınıflar matrisi üzerindeki etkileri, siyasal İslamın ve Kürt hareketinin kitleselleşmesi için gereken enerjiyi sağladı. Özetle: 12 Eylül rejimi sayesinde, Türkiye, uluslararası sermayenin, denetimsiz kullanımına uygun biçimde yeniden düzenlendi; bu süreçte ülkenin kaynakları talan edildi; bölüşüm ilişkileri, egemen sınıfların iktidar blokunu çok daha dar, dolayısıyla çok daha istikrarsız, dış basınca dayanıksız bir zeminde oluşmaya zorladı; ülkenin merkezi yapısı idari olarak zayıflatılırken bu yapıyı hedef alan iki siyasi akım, siyasal İslam ve ''etnik ayrılıkçılık'' kitleselleşti.
Devrim yapma alışveriş yap
12 Eylül'ün mirası salt bunlarla sınırlı olsaydı, yeni bir hükümet bu süreci geri çevirebilecek ekonomik ve idari bir programı yaşama geçirebilir, vatandaşlık ortak zeminini yeniden güçlendirerek toplumsal barışı sağlayabilirdi. Ancak 12 Eylül rejimi, bu ülkeye ilk anda göründüğünden çok daha büyük bir zarar verdi: Neo-liberalizm, uygulandığı ülkelerde görüldüğü gibi, salt ekonomik, siyasi yapıyı değiştirmekle kalmıyor, kültürel yapıyı da yeniden şekillendiriyor; eski öznellikleri yıkarak yenilerini yaratmaya başlıyor. Çünkü ülkeye hızla girmeye başlayan yeni mallar ve mali enstrümanlar, başlayan kurumsal hukuki değişim, bunları benimseyecek yeterli sayıda insanı, uygun piyasayı gerektiriyor. 1950-60 döneminde Amerika'da, sonra Avrupa'da reklamcıların keşfettiği gibi, bu tür hızlı metalaşma atılımlarına uyum sağlamak açısından en uygun kesim gençlik; en uygun araç da ''gençlik kültürü'' ve ''gençlik kültü'' (gençler yaşlanır, ama gençliğe özenmeye devam edebilir). Gençliğin iki önemli özelliği, kimlik arayışı ve özgürlük arzusu onu yeniye açık, geçmişe tavırlı hale getiriyor ( Tom Frank , Le Monde Diplomatique, 05/2001)
12 Eylül rejimi bu alanda da neo-liberalizme büyük hizmetler sundu. 12 Eylül rejiminin baskısı, getirdiği yeni eğitim sistemi, okul düzeni, özgürlük arzusu ve kimlik arayışı eğilimlerinin içeriği piyasa mekanizmasına uymayan 70'ler gençliğini, onların ''liderlerini'' (rol modellerini) imha ederek yıldırdı; yeni yetişmeye başlayan gençliğin, geçmişle bağını koparttı, onları neo-liberalizmin ''gençlik kültürü'' , ''gençlik kültü'' yaratma sürecine teslim etti. Boşuna mı, tam da o dönemde, medyada da bir yeniden yapılanma başlamıştı. Bu yeni medya, yaşanan süreci, yeni, devrimci bir atılım, bireyciliği geçmişe karşı tepki olarak sunar; metaları, markaları, tüketimi, ''köşe dönmeyi'' yüceltirken aynı anda geçmişin özverili muhalefetini, ''gençlik kültürünü'' , gerici, muhafazakâr olarak karaladı. Dün özgünlüğün kaynağı sanat ve siyasi eylemdi; 12 Eylül sonrasında, belli markalı malları edinme olmaya başladı. Kişilerin örnek alarak kimliklerini kurdukları, ''özdeşleşme nesneleri'' toplumsal amaçlardan, mallara, markalara, ''şöhretlere'' dönüştü, ''toplumsal ilerleme'' arzusunun yerini ''dekadan'' yaşam özlemi aldı. Böylece bir başka ülkede üretilen, oranın duyarlılığını taşıyan mallar (markalar), bu duyarlılıkları, kültürel normları, hatta dili benimseye uygun yeni bir pazar oluşturmaya başladılar: Türkiye'de ''gençlik kültürü'' pazarı doğdu. Bu cep telefonu olduğu için kendini özgür, belli bir spor ayakkabısını giydiğinde çekici, belli bir marka ''jean'' giydiğinde kendini toplumla uyumsuz addeden bir gençlikti. Şimdi devrimcilik, eski tarza (metalarda) karşı çıkmaya, ''yeniyi'' (metalarda) benimsemek, bireysel özgünlük, belli markaları izlemek, belli ''şöhretlere'' benzemek olmuştu.
Dahası, bir taraftan yeniden yapılanmanın baş döndürücü hızı, diğer taraftan, medyanın, sayıları hızla artan dergilerin, markaların sponsor ettiği müzik festivallerinin, TV müzik programlarındaki estetiğin, reklam endüstrisinin etkisi, gençliğin dikkat yoğunlaştırma süresini, hafızasını kısaltıyordu. Bu altüst oluş onu, kısa döneme kilitliyor, hazlarını anında tatmin etme arzusuna programlıyor , dolayısıyla, cinselliğe, alışverişe, uyuşturucuya yönlendiriyordu, düzene yönelik eleştiri reflekslerini felç ediyordu.
Geçen 25 yılda ülke giderek her alanda ''sömürgeleştirildi'' , insanı, artık kendisinde başka bir şey, bir ''başkasının'' kötü kopyası olmaya başladı. İşte 12 Eylül mirasının en ağır yanı da bu: Bağışıklık sistemleri hızla zayıflayan, kendini tedavi yetisini kaybetmekte olan bir toplum yaratmak?
No comments:
Post a Comment