Oyak Bank’ın ING Grubuna satılması ilginç bir tartışmaya yol açtı. Görüşlerine çok önem verdiğim iki ekonomist Mustafa Sönmez ve Erinç Yeldan, bu tartışmaların içinde çok önemli hatırlatmalarda ve uyarılarda bulundular. Bu uyarılara katılmakla birlikte, sermaye ilişkisi ekonomik boyutu/düzlemi aşan bir karmaşıklığa sahip olduğuna ilişkin kısa bir not düşmek istiyorum.
Mustafa Sönmez şöyle diyor “Ordunun holdingi olarak lanse edilen OYAK'ın, bankası Oyakbank'ı, ING Grubuna satması, orduyu ulusalcı. OYAK'ı da ulusal sermaye görenlerin ezberini bozdu... bazıları da fena halde hayal kırıklığı yaşadı” ve devam ediyor ... "OYAK, ordu mensuplarının birikimlerini değerlendiren bir anonim sermaye... Sermaye dediğiniz şey bir ilişkidir. Onun kime ya da kimlere, bir aileye mi, binlerce küçük ortağa mı, devlete mi ait olduğu önemli değildir. Sermaye, sermaye olarak yola çıkıp kar ve birikim sağlama amacıyla harekete geçtiğinde onun OYAK mı olduğu Koç mu olduğu artık fark etmez....” ...”Marks'ın dediği gibi, Biriktir, biriktir, Musa da bu peygamberler de.. Bu basit ama çok temel gerçeği unutanlar, zaman zaman sermayeyi sınıflandırıp ona ulusalcı, işbirlikçi, yeşil, kızıl gibi sıfatlar takıp o özelliklerine göre saf tutarlar.... Umalım, bu satış birilerine sermaye üstüne biraz daha düşünme, sermayenin vatanı, dini, imanı, rengi olup olmadığı sorusunu sordursun, düşündürtsün....”
Erinç Yeldan’da Sönmez’le aynı görüşleri paylaşıyor: “Bu nedenle, Tüpraş'ta öncelikle kâr elde etme amacıyla çalışacak olan özel sermayenin 'ulusal' ya da 'uluslararası' nitelikte olması önemli bir ayrıcalık göstermez. Sonuçta her türlü biçimiyle özel sermaye, 'kâr amacıyla' çalışacaktır ve kâr elde etmek için 'ne gerekirse onu yapacaktır' . Piyasa koşullarının dalgalanmaları altında, temel amaç olarak kâr elde etme güdüsüne dayalı işletmecilik anlayışı her zaman 'ulusal çıkarlar' ile uyuşmayabilir ve sosyal fayda ilkeleriyle çelişebilir.” Ve haklı olarak ekliyor “Öte yandan, şu ya da bu kriter ile ' ulusal' niteliğe sahip bir özel sermaye grubunun piyasanın değişen koşulları altında dahi ileride de bu konumunu muhafaza edeceğini kim garanti edebilir?"
Gerçekten de sermayeye, siyasi, bir özneye ilişkin bir tutumu ifade eden bir kavramı kullanarak “ulusalcı” sıfatını eklemek doğru olmaz. Sermaye bir şey olduğu kadar hatta daha fazla bir ilişkidir, ama bir özne, insan değildir. Bu anlamda, tercihi sermaye değil, sermayeden aldığı sinyallerle, sermayeyi yöneten, onun üzerinde mülkiyet sahibi, kontrol sahibi olan (mülkiyet ve/veya kontrol sahibi olmak görmezden gelinecek kategoriler değildir, özellikle kısa dönem tercihler söz konusu olduğunda) bireyler yaparlar.
Bu nedenle sermaye ile onu yöneten, ona hizmet eden onu taşıyan bireyleri, sermaye ile sermaye sınıfını ve bu sınıfın üyelerini birbirine karıştırmamak, İkincisinin zaman zaman ideolojik kültürel nedenlerle üçüncüsünün de ek olarak etik, varoluşçu, hatta “ulvi” nedenlerle, sermayenin salt ekonomik kısa dönemli devinimlerine indirgenemeyen kararlar alabileceğini, davranışlar gösterebileceğini, bunlara bağlı olarak sorumlu tutulabileceğini, yargılanabileceğini, cezalandırılabileceğini görmek gerekir.
Bu nedenlerle sermaye ilişkisi salt üretim sürecini değil, kurumsal, hukuki, siyasi, kültürel yapıları, uygun öznellikleri içeren bir yeniden üretim sürecini de içerir.
Tüm bu özelliklere birlikte, sermaye ilişkisi üzerinde, bir başka sosyal sınıfı ve sınıfları (işçi sınıfı, genelde halk) denetim altında tutmak zorunda olan, bir sosyal sınıfın yaşadığını da düşündüğümüzde, sermaye ilişkisinin aslında salt bir ekonomik ilişki değil aynı zamanda bir “siyasi iktidar”, kültürel hegemonya ve güç ilişkisi olduğunu da görebiliriz (İtirazlarımı saklı tutarak, Jonathan Nitzan ve Shimson Bichler’in katkılarını burada anmak zorundayım). Sermaye biriktiren güç biriktirir. Elinde güç olan, bu güce dayanarak ve onu daha da arttırmak için, daha fazla sermaye biriktirme şansına sahip olur (aristokrasinin kapitalistleşmesi, devlet eliyle sermayedar yaratma olarak anlatılan süreç vb… bürokratların, askerlerin bu ilişkilerini kullanarak sermaye ilişkisine atlamaları ve birikim yaratmaya başlamaları vb…)
Bu açıdan bakınca, sermaye üzerinde var olan sosyal sınıfın genel olarak ve üyelerinin tek tek, kendi varlıklarını (canlarını, mülkiyetlerini), ellerindeki güç ilişkilerini koruyabilmek için üzerinde var oldukları sermayenin yayılma alanlarını, bağlantılarını, yeniden üretim ilişkilerindeki biçimleri değiştirmeye kalkmaları, diğer bir değişle sermayedar olmaktan vazgeçmeden, bağımsız/belirleyici tavır göstermeleri bize o kadar uzak bir olasılık olarak gözükmemeye başlayacaktır.
“Öznel-rasyonalizmle” yapıştırılan etiketlere karşı (ulusalcı sermaye filan gibi..) uyanık olmaya çalışırken, kaba materyalizme düşmekten de kaçınmakta, en azından çaba göstermekte yarar var diye düşünüyorum.
Sermaye için "ulusalcı" kavramı kullanılamaz ama ulusal kavramı belli koşullarda kullanılabilir diye düşünüyorum. Diğer taraftan, Ulusal kavramını kullanamıyorsak, galiba, uluslararası ve küresel kavramlarını da kullanamayız. Ama kullanmadan edemiyoruz çünkü bu kavramları içeren belli farklılıklar var oluş biçimleri söz konusu.
Sermaye için ulusal kavramı, ulusun hangi ekonomik coğrafyayı kapsadığı belirtildikten sonra, sermayenin yeniden üretimi için gerekli yapısal “iç uyumun” (kurumlar, politikalar ve siyasi yapı da dahil) ve duyarlılıkların (structured coherence and structured sensibilities-David Harvey) bu ulusal coğrafyaya ve bu coğrafyada yaşayan insanların duyarlıklarına ne kadar bağlı/bağımlı olduğuyla ilgili olarak düşünülebilir.
Bu bağlamda kabaca (çok kabaca, çünkü bu - Harvey ve Arrighi’nin ilk adımları dışında teorisi henüz tatmin edici bir biçimde yapılmamış bir alandır) şöyle bir sınıflandırmayı deneyebiliriz.
1- “Yapısal iç uyumu” ve “duyarlılık yapıları” açısından küresel çapta değerlenen, bir çok ulusal ekonomik alanı keserken, yerel uyumlar denemekle birlikte global bir ortak payda üzerinde değerlenmeye çalışan bir sermaye. Bu tanıma uygun bir sermaye bulmak çok zor. Hemen her örnekte karşımıza, aslında, belli bir ulusal ekonomiden kaynaklanan, onun yapısal özelliklerini gittiği yerde üretmeye, genişletmeye böylece kendine varoluş (değerlenme) alanı oluşturmaya çalışan, mülkiyeti de kaynaklandığı ulusal ekonomide yoğunlaşmış sermaye sınıfı tarafından yönetilen gruplara rastlıyoruz. Eski değimiyle emperyalist ülkelerden kaynaklanıyor bu tür sermayelerin büyük çoğunluğu. Ancak “yükselen güçler” denen ülkelerde de bunların yeni örneklerinin şekillendiğini görmek olanaklı
2- Bu uluslararasılaşmış/”global” vb… sermayenin, bir ulusal ekonomik alandan geçerken kendine yapısal uyu oluşturmaya çalıştığı sırada, bu yapısal uyuma eklemlenerek kendi sermaye birikim süreçlerini güçlendirmeye, sürdürmeye çalışan yerel sermaye guruplar (bu tercihi yapan kapitalistler!) söz konusu olabilir, oluyor da. Burada yerel sermaye artık genişleme ve yeniden üretim açısından uluslararası sermayeye bağlanmıştır; ülkede ürettiği artı değeri, yada pay aldığı artı-değeri bu sermaye ile bölüşür, hem ona pay verir hem de onun sayesinde kendi artı-değer üretme ve emme kapasitesini güçlendirir. Burada yeniden üretim açısından bence kritik bir sınır var. Eğer yerel sermaye, artık uluslararası bağlantısı olmadan kendini yeniden üretemez hale geldiyse, bu sermaye üzerinde var olan sosyal grubun (sermaye sınıfının üyelerinin) bu ulusal ekonomiyi çevreleyen toplumsal ilişkileri içinde ve bunlara ilişkin, bağımsız ekonomik, siyasi ve ideolojik karar alma kapasiteleri de ortadan kalkmış olacaktır. Burada işbirlikçi, komprodar vb.. sıfatları kolaylıkla kullanılabilir.
3- Sermaye birikimi için gerekli yapısal iç uyumu ve duyarlılık yapıları (tarihsel, kültürel siyasi olarak) ulusal ekonomiye temellenmiş ondan kaynaklana sermaye grupları eğer sermaye birikimlerini genişletmek için, dışarıya (dünya pazarına/ekonomisine) açılmaya, mal, sermaye ihracı vb.. yapmaya, bunu gerçekleştirmek için de kendilerine yabancı ortaklar bulmaya başlamışlarsa burada karşımızda bir öncekinden farklı bir sermaye grubu var demektir. Bunlar, eğer kendi yeniden üretim kapasitelerini (gerektiğinde daralarak da olsa), dış ilişkilerini kestikleri anda bile sürdürmeye devam edebilecek iseler, kendi varlıkları, içinde bulundukları toplumun ideolojik siyasi alanlarında karar verebilme kapasitelerini koruyabilecekler, hatta iktidar ilişkilerini kullanarak kendilerini savunabilecekler demektir. Bu sermaye grupları denetimindeki sermaye, uluslararası sermayeden, uluslararası sermayeye tümüyle bağlı hale gelmiş sermaye gruplarından farklı bir yeniden üretim dinamiğine kültürel ideolojik siyasi karar verme kapasitelerine, tam bağımlı olanlardan farklı ve daha gen bir olasılıklar yelpazesine sahip olacaklardır.
4- Artık günümüzde çok daha az rastlanan, daha doğrusu büyük çaplı olarak rastlanamayan, tümüyle yerel ilişkilere dayalı, içerden kaynaklanan içerde üreten yalnızca iç pazara satan sermaye grupları da söz konusu olabilir. Tabi bunların karşılarında tüketici talebinin, uluslararasi sermayenin değerlenme süreçlerine bağlı bir kredi mekanizmasıyla karşılanıyor olması bağımsızlıklarını belli ölçülerde sınırlayacaktır. Bu anlamda mali sistemin uluslararası sermaye karşısında korunması 3. ve 4. kategorilerin var olmaya devam, edebilmesi için büyük öneme sahiptir.
Bu ayrımları yaparsak, gelişmiş/emperyalist ülkelerse sermaye birikim, yeniden üretim süreçlerinin, mülkiyet ve güç ilişkilerinin kimi zaman, siyasi kararlar alınarak kıskançlıkla korunmaya çalışmalarının arkasındaki dinamikleri de belki daha kolay anlayabiliriz.
Tartışmaya devam edebilmek umuduyla...
No comments:
Post a Comment