Demokrasinin geleceğine ilişkin tartışmalar yeni bir boyut kazanıyor
Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, liberal demokrasinin ve bireysel özgürlüklerin sınırları bu ikisi arasındaki ilişki ve çelişkilerin boyutları üzerine eski bir tartışma, gelişmiş kapitalist ülkelerde yeniden gündeme geldi. Ancak bu dizi gelişmiş ülkelerle sınırlı.
13 Eylül 2022 Salı, 04:00
Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, liberal demokrasinin ve bireysel özgürlüklerin sınırları, bu ikisi arasındaki ilişki ve çelişkilerin boyutları üzerine eski bir tartışma gelişmiş kapitalist ülkelerde yeniden gündeme geldi. Gelişmekte olan ülkelerde bu tartışma her zaman vardı. Türkiye seçimlere giderken bu tartışma daha da büyük bir önem kazanıyor. Ancak bu dizi gelişmiş ülkelerle sınırlı.
Yeniden canlanan tartışmanın genel eğilimi, liberal demokrasinin geleceğinin parlak olmadığına hatta “artık bittiğine” ilişkin. Liberal demokrasinin “liberal” yanının demokratik yanıyla, “serbestliklerin” (liberty) demokrasiyle uyuşmadığına “demokrasinin serbestlikleri boğmaya başladığına” ilişkin bir korku var. ABD, İngiltere gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde son yıllarda finansal kriz, pandemi, iklim krizi bağlamında tanık olunan gelişmeler, kapitalist üretim tarzının ve teknolojik gelişmelerin iyice belirginleşen kimi özellikleri bu korkuyu güçlendiriyor.
DEMOKRASİ YALNIZCA BİR AN MIYDI?
Demokrasinin geleceğine ilişkin yakın tarihte izleyebildiğim en ilginç örneklerden biri Robert Kaplan’ın 1997 yılında The Atlantic dergisinde yayımlanan “Demokrasi yalnızca bir an mıydı?” başlıklı denemesiydi. O denemede Kaplan, ülkeleri demokrasiyle yönetmenin giderek zorlaşacağını savunuyordu. Kaplan’ın savını desteklemek üzere ileri sürdüğü ekonomik, toplumsal ve ekolojik gerekçeler o günden bugüne daha da belirginleşti.
Francis Fukuyama, 1989’da National Interest dergisinde yayımlanan “Tarihin Sonu” başlıklı denemesinde, Kaplan’dan çok farklı bir savı ileri sürüyordu. Fukuyama’nın, faşizmden sonra “nihayet” komünizmin de yıkılmış olmasıyla birlikte insanlığın siyasi gelişme tarihinin de sonuna geldiğini, bundan sonra tek geçerli rejimin liberal demokrasi olduğunu savunan denemesi çok yaygın biçimde okundu tartışıldı, benimsendi.
Demokrasi tartışması ABD’de G. W. Bush başkanlığında savunma ve dışişleri bakanlıklarına yerleşen neo-con akımın, 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının ertesinde ileri sürdüğü “ABD artık bir imparatorluk oldu” iddialarıyla ve Fukuyama’nın denemesindeki saptamalarla da uyumlu olarak dünyanın kimi bölgelerinin öncelikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun “demokratikleştirilmesi”, seri rejim değişiklikleri projeleri bağlamında devam etti.
Ne ki başarısız savaşlar, İslam içinden terörist bir kanadın yükselmesi, 2007-2008 finansal krizinden sonra, “büyük durgunluk” içinde gelişen sağ popülist-yeni faşist akımlar, 2010-11 yıllarında kısa bir süre yükseldikten sonra bir sonuç alamadan gerileyen “Arap isyanları”, Gezi Parkı olayı gibi sonuçsuz demokratikleşme çabaları, tarihin Fukuyama’nın savlarını desteklememiş olduğunu düşündürüyor.
REKABETÇİ OTORİTERLİK
Şimdi, Çin’in otoriter rejimiyle dünyanın ikinci büyük kapitalist ülkesi konumuna yükselmesi, ABD ve İngiltere’de Trump ve Johnson’un, Hindistan’da Modi’nin, Türkiye’de siyasal İslamın, Macaristan’da Orban rejimlerinin pratikleri, İtalya’da bir yeni-faşist koalisyonun iktidara gelme hazırlıkları demokrasinin geleceğine ilişkin resmi şekillendiriyor. Bu resmin içinde, tartışmalar, “illiberal demokrasi”, “rekabetçi otoriterlik”, yeni ve aslında tanımlanması çok zor, “Acaba, 21. yüzyılın özellikleriyle biçimlenerek yükselen, ‘süreç olarak faşizm’ olgusu karşısında liberal demokrasi umudunu canlı tutmayı mı amaçlıyorlar?” diye düşündürten kavramlarla giderek daha da karamsar bir ton ile devam ediyor.
"BİR KANDIRMACA"
Demokrasinin geleceğine ilişkin tartışmalarda bir ilginç yaklaşım da teknolojik gelişmelerin etkileriyle ilgiliydi. The Nation dergisinde 13 Mayıs 2014’te yayımlanan, Thomas Meaney-Yascha Monk imzalı, “Demokrasi neydi?” başlıklı deneme, son iki yüz yıldır anlatılan “Demokrasi halk için halk tarafından yönetimdir” iddialarının, bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin ışığında tam “bir kandırmaca” olduğunun ortaya çıktığını savunuyordu. Yazarlara göre bilişim teknolojilerindeki gelişmeler doğrudan demokrasiyi olanaklı kılmasına karşın, halkın karar süreçlerine katılmasına ilişkin iddiaların kofluğunu da sergiliyorlardı. “Bir zamanların konforlu huzur verici kurgusu demokrasi, artık içinde barınılamaz bir mekândı.”
GÖZETLEME KAPİTALİZMİ
Soshana Zuboff’un “Gözetleme Kapitalizmi Çağı” (The Surveillance Capitalism-2019) başlıklı kitabı da bir diğer ilginç tartışmaya ışık tutuyor. Başlangıçta özgürleştirici eşitleyici, siyasilerin yalanları saklamasını olanaksızlaştıran bir gelişme olarak sevinçle karşılanan internet ve sosyal medya platformları zamanla büyük şirketlerin elinde bir karşılık ödemeden el koydukları “büyük veri”den kâr elde eden bir kapitalizme, giderek devletlerin vatandaşlarını yakından izlemesini, manipüle etmesini kolaylaştıran, otoriter rejimleri besleyen araçlara dönüşmüşler. Bu bağlamda, seçmenin bilgilenme özgürlüğü ve oy verme süreçleri anlamsızlaşmaya başlamış.
Bir başka çarpıcı analiz de kapitalizmin aşıldığına ilişkin. Sağ kanatta Joel Kotkin’in “Yeni feodalizm geliyor: Küresel Orta Sınıfa Bir Uyarı” (2020) başlıklı kitabı, solda Yanis Varufakis’in “Tekno feodalizm kapitalizmin yerine geçiyor” başlıklı denemesi (2022), teknolojik gelişmelerin üzerinde yeniden şekillenen egemen sınıfların feodalleştiğini dolayısıyla artık kapitalizmden çıkmaya, feodalizme benzeyen baskıcı bir düzene geçmeye başladığımızı ileri sürüyorlar. Bu savlar da ister istemez liberal demokrasinin geleceği olmadığı sonucuna varıyor.
Demokrasi daralıyor süreç faşizme evriliyor
Liberal demokrasinin istikrarı, verimli işleyen bir “güçler ayrılığının”, “ikili yapı” (seçilmişler ve atamışlar) ve “bağımsız” bir medyanın gözetiminde, “çokluğun” iradesinin, hakların ve özgürlüklerin anayasada belirlenmiş sınırların içinde tutulmasına bağlıdır.
14 Eylül 2022 Çarşamba, 04:00
Dizimizin ilk bölümünde, liberal demokrasinin “liberal” yanının “demokratik” yanıyla, “serbestliklerin” (liberty) “demokrasiyle” uyuşmadığına, “demokrasinin serbestlikleri boğmaya başladığına” ilişkin bir korkuya işaret etmiş, demokrasinin geleceğine ilişkin kimi tartışmaları aktarmıştım.
KAVRAMIN İKİ BOYUTU
Kültür endüstrisi, liberal demokrasiyi, insanlığın siyasi toplumsal gelişmesinin son durağı (Fukuyama), bütün ülkelerin, bütün sınıfların, bireylerin arzulaması gereken rejim olarak sunuyor. Liberal demokrasi sık sık, ABD hegemonyasının, “düzenleyici ilkesi” konumuna da yükselebiliyor. Demokrasi üzerine konuşurken Atina gibi Yunan sitelerinin özgür ve eşit vatandaşlarının (köleler ve kadınlar dışında) doğrudan (temsili olmayan) seçimler yoluyla öz yönetimi olduğunu anımsayarak o ünlü “Kimin için” sorusunu sormak gerekiyor. Bugün eşitlik ve özgürlüğün, kapitalist üretim tarzında aldığı biçime göre şekillenmiş bir demokrasiden söz ediyoruz. Bu bağlamda demokrasi kavramı hem bir devlet biçimini betimliyor ve cumhuriyet kavramı ile var oluyor hem de kapitalist toplumda, bireysel özgürlüklerin ve hakların “konuşulabilir olanın” sınırlarının genişlemesine veya daralmasına ilişkin bir süreç olarak karşımıza çıkıyor.
Birincisinde, bir devlet biçimi olarak demokrasiyi, kapitalizmi aşan bir komünist süreçte giderek devletle birlikte yok olmak bekliyor. İkincisinde, demokrasi, hakların ve özgürlüklerin, “konuşulabilir olanın” sınırlarının genişlemesi süreci olarak ilerledikçe, kapitalizmin koyduğu sınırları aşmaya, kapitalist sınıflar da o sınırları, “özgürlükler” karşısında “serbestliği” (liberty) korumak için davranmaya başlıyor.
Birinci boyut, 20. yüzyılın ilk yıllarındakinden farklı olarak, bugün yalnızca geleceğe ilişkin bir arzu olarak var, bu yazıdaki tartışmaların dışında kalıyor.
İkinci boyut ise yaşamsal düzeyde güncel. Hakların, özgürlüklerin, “konuşulabilir olanın” sınırları, günümüzde, hemen her yerde, işçi sınıfının uzun mücadeleler içinde elde ettiği kazanımları, etnik-dini toplulukların, LGBTQ+ bireylerin “çoğunluğunkinden” farklı yaşam tarzlarını tehdit edecek düzeyde sert pazarlıkların konusudur.
HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER
Feodal düzen dağılırken doğan kapitalist sınıfın öz yönetim taleplerinin ürünü olarak şekillenen liberal demokrasinin dört kanaldan ilerlediğini söyleyebiliriz.
Birincisi, kralın/sultanın ve ruhban sınıfının devletinin, yeni sınıfın haklarına ve özgürlüklerine, arzularına karışma yollarını tıkamaya, giderek din ve devlet-hukuk işlerini birbirinden ayırmaya, “konuşulabilir olanın” sınırlarını yeniden çizmeye ilişkindi. Bu, sarayın, ruhban sınıfının haklarının ve özgürlüklerinin kısıtlanması, kapitalist sınıfın özgürlüklerinin genişlemesi, “konuşulabilir olanın” bilimsel ve seküler olanı kapsamaya, basının ve yayımcılığın, eleştirinin konularının devletten ve dini otoriteden bağımsızlaşarak özgürleşmeye başlaması demekti: Bunu laiklik olarak tanımlıyoruz.
İkincisi, kapitalist sınıf bireysel mülkiyeti “yüce”, dokunulmaz nesne konumuna yükseltirken yeni sınıfın bireylerinin, aile, cinsellik, eğitim gibi yaşam alanlarını yeniden düzenliyor, piyasa ilişkisi, kralın ve genel olarak devletin müdahalelerinden kurtarılıyordu. Bunu da “serbestlik” olarak tanımlıyoruz.
Üçüncü kanal, siyasi ve dini otoritenin baskısından kurtularak “özgürleşmeye” başlayan bireylerin, emekçilerin ve kadınların oluşturacağı bir “çokluğun” iradesinin doğrudan ya da seçimler yoluyla yaratabileceği risklerden kaynaklanan bir “çoğunluk” korkusuyla ilgiliydi: Özel mülkiyet, serbest piyasa düzeni (serbestlik) “çokluğun” doğrudan ya da seçimlerde ifadesini bulan taleplerinden “korunmalıydı”. Liberal demokraside, haklara ve özgürlüklere, “konuşulabileceklerin sınırlarına” ilişkin pazarlıklar, kapitalist sınıfın gereksinimlerine endeksliydi; diğer sınıfların ve tabakaların, kadınların özgün hakları ve özgürlükleri, sesleri, bu pazarlık alanının dışında kalıyordu. Liberal demokrasi daha başından, “çokluğun” özgürlüklerini sınırlama kaygısıyla birlikte gelişti.
LİBERAL DEMOKRASİNİN İSTİKRARI
Bu amaçla, genel seçimlere katılım, daha mülk sahiplerini, erkekleri aşarak tüm vatandaşları kapsayacak biçimde genişlemeden, seçimlerin olası etkileri bir anayasa ile sınırlandı. Anayasa, düzenin kalıcı ilkelerini belirlerken “çokluğu” temsilen seçilecek olanların hareket alanını da sınırlıyordu. Temsilciler meclisi ve kurulacak hükümetlerin günlük yasama ve yürütme faaliyetleri, Platon’un “Cumhuriyet” kitabında betimlediği “koruyuculara” benzer, eğitilmiş bir sivil-askeri bürokrasi ve uzmanlardan oluşan bir yargı sistemi tarafından denetlenecekti. Bu devlet ve yargı bürokrasisi kapitalist bireylere, siyasi partilere eşit mesafede duracak, tarafsız” kalacak, elini “akçeli işlere” bulaştırmayacak, görevini ekonomik kazanç için kullanmayacak, popüler deyişle “yolsuzluk” yapmayacaktı. Yasama, yürütme, yargının birbirinden bağımsız olması durumuna da güçler ayrılığı diyoruz.
Kısacası, liberal demokrasinin istikrarı, verimli işleyen bir “güçler ayrılığının”, “ikili yapı” (seçilmişler ve atamışlar) ve “bağımsız” bir medyanın gözetiminde, “çokluğun” iradesinin, hakların ve özgürlüklerin anayasada belirlenmiş sınırların içinde tutulmasına bağlıdır. Bu sınırlar daralmaya başladığında süreç faşizme doğru, genişlemeye başladığında serbest piyasa ve kapitalist mülkiyet ilişkilerini tehdit etmeye doğru ilerler.
Emekçi-egemen sınıflar arasındaki gelir dağılımı öfke yaratacak düzeyde derinleşmemeli
Düne değin tek yönetim ideolojisi liberalizm olan, Avrupa Birliği’nde, İngiltere, Almanya, Fransa, hatta ABD gibi merkez ülkelerde, devletin, dolayısıyla bürokrasinin, ekonomiye ve piyasa ilişkilerine müdahale etme, hatta “kutsal’ mülkiyet hakkını sınırlama eğilimi zorunlu olarak seçenekler arasına giriyor, grev hakkını sınırlama eğilimi de yeniden canlanıyor.
15 Eylül 2022 Perşembe, 04:00
Liberal demokrasi her ne kadar halkın, kendisi için kendi yönetimi olarak sunulsa da özünde, “çokluğun” özgürlükleriyle çelişir. “Liberal” (serbestlik) ile “demokrasi” (haklar ve özgürlükler) arasındaki çelişki aşılamaz ama, verimli işleyen bir “güçler ayrılığı”, “ikili yapı” ve “bağımsız” bir medyanın katkılarıyla, hakların ve özgürlüklerin sınırlarını, verili vatandaşlık hakları çerçevesinde tanımlayan, toplumda genel kabul görmüş (toplumsal sözleşme) bir anayasa altında toplumsal istikrarı koruyacak biçimde yönetilebilir.
Yukarıda değindiğim çelişkinin yönetilebilmesi için:
1- Liberal demokrasinin dayandığı kapitalizm (üretim bölüşüm ilişkileri) işçi sınıfının temel gereksinimlerini karşılamaya, orta sınıfların yaşam koşullarını iyileştirmeye devam etmelidir.
2- Emekçi sınıflarla, egemen sınıflar arasındaki gelir dağılımı/refah uçurumu, ikincisinin toplumu ve ekonomiyi yönetme becerilerini sorgulatacak, öfke yaratacak düzeyde derinleşmemelidir.
3- Egemen ideoloji, “toplumsal sözleşmeyi” destekleyebilmeli, yeniden üretebilmelidir. Vatandaşlar, egemen sınıflarla aynı “gerçekliği” paylaştıklarını düşünmelidirler.
CANLANMAYA BAŞLADI
Demokrasi ve “serbestlik” arasındaki çelişkiyi yönetmek için gerekli olan bu koşullar gelişmiş kapitalist ülkelerde, ilk kez 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kapitalizmin bir yapısal krizi döneminde hızla aşınmış, bir toplumsal kutuplaşma içinde hem faşizme hem de devrimci durumlara yol açmıştı. 21. yüzyıla girerken yine demokrasi ile serbestlik arasındaki çelişkiyi düzenleyen koşullar liberal demokrasinin, en istikrarlı örnekleri olarak bilinen ülkelerde bile hızla aşınıyorlar, demokrasi-serbestlik çelişkisini yönetmek giderek zorlaşıyor. “Süreç olarak faşizm” yeniden canlanmaya başladı.
AŞINMANIN EKONOMİ POLİTİĞİ
Credit Suisse’in yıllık küresel servet raporu, dünya nüfusunun on yıllardır yaklaşık yüzde 8-10’unun, toplam küresel servetin yüzde 85’ini edinmeye devam ettiğinin gösteriyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bile gelir dağılımının biteviye bozulması (Thomas Piketty), kapitalizmin “özüne” ilişkin bir özelliğidir; bozulma kriz dönemlerinde daha da hızlanır.
Son 30 yılda neoliberal küreselleşmenin etkileri altında dünyanın yoksul ve toplumları istikrarsız, devletleri başarısız bölgelerinde yaşam koşullarının yıpranmasındaki hızlanma, merkez ülkelere, ABD ve Avrupa’ya sığınmacı akımlarını güçlendirdi, ekonomik krize bir de “göçmenler krizi” eklendi.
Kapitalist sınıf yeni gelenlerin ucuz iş gücünden yararlanıyor ama, yerel halk yeni farklı kültürle karşılaştığında, bu toplumlarda, emperyalist, sömürgeci tarihlerinden gelen yapısal bir ırkçılığın derinleşmesi için yeni, verimli bir zemini de oluşuyor, “süreç olarak faşizm” güçleniyor.
TEKNOLOJİNİN GETİRDİĞİ
Yeni iletişim teknolojileri üzerinde başlangıçta birer özgürlük alanı olma umuduyla hızla gelişen sosyal medya platformları, Zeynep Tüfekçi’nin dikkat çektiği gibi Google’un, YouTube’un algoritmaları ne yazık ki ırkçı ideolojinin faşist propagandanın yayılmasını, QAnon gibi paranoyak grupların komplo teorileriyle derinleşmesini kolaylaştırıyor.
Bu yeni teknolojiler, özellikle gelişmiş ülkelerde, pandemi döneminde de izlediğimiz gibi, devletlerin vatandaşlarını izleme, hareketlerini denetleme, dolayısıyla hakların ve özgürlüklerin, “konuşulabilir olanın sınırlarını” belirleme kapasitelerini artırmakta çok etkin biçimde kullanılabiliyorlar.
Bu süreçlere ek; pandeminin, iklim krizinin ve Ukrayna savaşının etkileriyle derinleşen gıda, enerji krizlerine bağlı olarak “geçim sıkıntısı krizi” halkları ezerken, enerji ve teknoloji sektörü şirketlerinin müstehcen kârları, müdürlerine verdikleri ikramiyeler büyük öfke yaratıyor. Medya, pandemi sırasında insanlar ölürken milyarderlerin servetinin yüzde 70 oranında arttığını, özellikle, Amazon, Google, Apple, Microsoft, Alphabet gibi teknoloji sektöründe en zengin 10 adamın, servetini ikiye katladığını aktarıyor. Kapitalizmin, bu servet kutuplaşması ve teknolojik gelişmeler üzerinde yeni bir tür feodalizme doğru evrildiğine ilişkin gözlemler de bu tür gelişmelerden kaynaklanıyor.
KIŞ KORKUSU
Bu yıl, işçi sınıfında, ama orta sınıflarda da “Bu kış nasıl ısınacağız, besleneceğiz?” korkusu, haklarını savunma refleksi, devletlerin önlem almasına ilişkin beklentiler hızla artıyor. Almanya, İngiltere, Fransa gibi Avrupa’nın merkez ülkelerinde, medya, kışın, devleti yönetenlere yönelik toplumsal öfkenin, tepkilerin aşırı sağ ve sol gruplar tarafından kullanılabilecek protesto eylemlerine dönüşme olasılığından söz ediyor.
“Geçim sıkıntısı krizinin” etkilerini hafifletmenin, öfkeyi ve olası tepkileri yatıştırmanın yollarını ararken uzmanlar, siyasetçiler, enerji ve teknoloji, hatta gıda tedarik şirketlerinin kârlarına ek vergiler getirmeyi, fiyatları dondurmayı, kimilerini kamulaştırarak kaynak yaratmayı tartışıyorlar. İngiltere’de Muhafazakâr Parti’nin taraftarlarının yaklaşık yarısının enerji sektörü şirketlerinin kamulaştırılmasından yana olduğu aktarılıyor. Son araştırmalar ABD’de bile uzun yıllardır ilk kez, halkın yüzde 55’inin sendikalara olumlu baktığını gösteriyor.
Grevler artarken sermaye sınıfı ile iç içe olan hükümetler özellikle muhafazakâr partilerin, sermaye sınıfı ile iyi ilişkileri korumaya kararlı sosyal demokrat partilerin liderlikleri, kendilerini “iki arada bir derede” buluyorlar; yönetici seçkinlerin beceriksizlikleri, iktidarsızlıkları halkların gözünde daha da belirginleşiyor.
"KUTSAL MÜLKİYET"
Bu ortamda, düne kadar tek yönetim ideolojisi liberalizm olan, Avrupa Birliği’nde, İngiltere, Almanya, Fransa, hatta ABD gibi merkez ülkelerde, devletin, dolayısıyla bürokrasinin, ekonomiye ve piyasa ilişkilerine müdahale etme, hatta “kutsal” mülkiyet hakkını sınırlama eğilimi zorunlu olarak seçenekler arasına giriyor, grev hakkını sınırlama eğilimi de yeniden canlanıyor.
Siyasi-kültürel karşıtlıklar artarken egemen ideoloji verimliliğini kaybediyor
Dizinin bir önceki bölümünde, düne kadar tek yönetim ideolojisi liberalizm olan Avrupa Birliği’nde, İngiltere, Almanya, Fransa hatta ABD gibi merkez ülkelerinde, devletin, dolayısıyla bürokrasinin, ekonomiye ve piyasa ilişkilerine müdahale etme hatta “kutsal” mülkiyet hakkını sınırlama eğiliminin seçenekler arasına girmeye başladığına işaret etmiştim.
16 Eylül 2022 Cuma, 04:00
Diğer bir deyişle, halkların hoşnutsuzluğu, sendikaların eylemleri, hak ve güvenlik talepleri, bizzat kapitalist devletlerin hükümetlerinde, bürokratlarında, medyasında düzenin geleceğine ilişkin kaygıları artırıyor. Hükümetler, toplumsal istikrarı ve kapitalizmin uzun dönemli çıkarlarını korumak adına, kısa dönemde sermayenin serbestliklerini sınırlayacak önlemler üzerinde düşünmeye başlıyor. Bu düşüncelerin karanlık yüzünde de grevleri, protesto gösteri haklarını, ifade özgürlüğünü sınırlama eğilimleri var.
Bu basıncın etkisiyle, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, “enerji fiyatlarının yükselme eğilimini bastırmaya kararlı olduklarını” açıklıyor, “piyasalara acil müdahaleden”, “yeni bir piyasa modeli arayışından” söz ediyor. Belçika Enerji Bakanı Tinne Van der Straeten, “piyasaların işlemediğini, acil reform gerektiğini” söylüyor. Fransa’da hükümet elektrik dağıtım şirketi EDF’yi devletleştiriyor. Bu devletleştirmeye karşın, AB yönetimi, Fransa’yı destekleyerek bu tekelin parçalanmasını talep etmeyeceğini açıklıyor.
İngiltere’de, Thatcher zamanında yapılan su özelleştirmelerini, bizzat yapanlardan biri “dolandırıcılık” olarak niteliyor. Su arıtma tesislerinden denize dökülen atıkların milyonlarca insan tarafından paylaşılan video klipleri, enerji, taşımacılık sektörlerinin patronlarının müstehcen maaşları, ikramiyeleri, bu kış ortalama işçi maaşını aşması beklenen enerji faturaları, ulusal sağlık sisteminde, kanserli hastaların bile aylara uzanan bekleme süreleri, tüm bu sektörlerin kamulaştırılmasına, sermayenin vergilerinin artırılmasına ilişkin taleplerin halk arasında giderek güçlenmesine yol açıyor. Bu ortamda, günlük yaşamı aksatan grevler halk arasında destekleniyor, koordine bir fiili genel grev olasılığı bile anlayışla karşılanıyor.
Gıda fiyatları krizi karşısında, ekonomiye devlet müdahalesi talebi, küresel tahıl ticaretinin yüzde 70 ila 90’ını kontrol eden dört dev şirketi The Archer-Daniels, Bunge, Cargill ve Louis Dreyfus da üzerlerine bir kerelik büyük vergi konması talebiyle hedef alınıyor.
Kısacası, “demokrasi” ve “serbestlikler” arasındaki denge bozulmaya, çelişki yönetilemez bir faza geçmeye başlıyor.
HIZLA SAĞA KAYIŞ
“Demokrasi” ve “serbestlikler” arasındaki denge bozulmaya, çelişki yönetilemez bir faza geçmeye, eğer verimli işleyen bir “güçler ayrılığı”, “ikili yapı”, “bağımsız” bir medya ve bunları güvenceye alan bir anayasa olsa bile ekonomik, kültürel kutuplaşma derinleşmeye devam ediyorsa, bu noktadan sonra iki olasılıktan söz edilebilir: Ya süreç serbestliği korumaya kararlı kapitalist sınıfların da desteğiyle hızla sağa kaymaya ve “süreç olarak faşizme” dönüşmeye başlar ya da haklar ve özgürlükler genişlemeye “serbestliği” sınırlamaya devam eder. Bu son durumda da iki olasılık var: Ya süreç ivme kazanarak daha önce işaret ettiğim gibi kapitalizmin ötesine geçmeye başlar. Ya da kapitalist sınıf ve halk sınıfları arasında demokrasiyle serbestlikler arasındaki çelişkiyi, bu yeni durumda (belki yeni bir sermaye birikim rejimi üzerinde) düzenlemeye olanak veren yeni bir mutabakat oluşur.
Son 30-40 yılınkinden farklı, halkın ve işçi sınıfının, türlü kimliklerin taleplerine bir ölçüde cevap verebilecek, “serbestliği” de koruyabilecek yeni bir liberal demokrasi şekillenebilir.
AŞINMA VE PARÇALANMA
Ne ki liberal demokrasinin örnek ülkelerinde, son yıllarda devlet yapısında, “güçler ayrılığı” sistemi ve devletin “ikili” yapısı (atanmışlarla seçilmişler arasındaki ilişki) hızla aşınıyor. ABD’de Trump, İngiltere’de Johnson yönetimleri, Polonya, Macaristan, Türkiye, Tunus, Mısır gibi az gelişmiş ülkelerde görülen pratikleri benimseyerek yargının ve bürokrasinin bağımsızlığını zayıflatmak için çabaladılar. Johnson hükümeti, meclisi bile askıya almaya kalktı. Her iki politikacının yönetimleri döneminde yalan söylemek, siyasilerin yolsuzluklara karışması, “ahbap çavuş” ilişkileri sıradanlaştı. Her iki siyasetçi, Johnson Brexit referandumu döneminde, Trump seçimlere giderken, toplumsal kutuplaşmaya, karşıtlarını şeytanlaştırmaya yatırım yaptılar. Trump taraftarlarını yalanlarla kemikleştirmek hatta silahlı “kalkışmaya” özendirmek için özel çaba gösterdi. Trump seçimle, Johnson istifaya zorlanarak yönetimden uzaklaştırıldılar. Ancak hem liberal demokratik devletin yapısında onulması zor yaralar açtılar hem de toplumsal realitenin parçalanma sürecini hızlandırdılar.
Şimdi başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok gelişmiş ülkede, siyasi-kültürel kutuplaşma derinleşirken egemen ideoloji verimliliğini kaybediyor, “toplumsal gerçeklikte” yaşanan parçalanma içinde, biri “ötekini” yaşam tarzına bir tehdit, ulusal çıkarla çelişen bir düşman olarak gören siyasi kültürel kamplar oluşuyor.
Bu durumda, demokrasiyle “serbestlikler” arasındaki çelişkiyi yeniden düzenlemeye olanak veren, yeni bir mutabakat oluşması, halkın ve işçi sınıfının haklarını genişletecek, türlü kimliklerin taleplerine bir ölçüde cevap verebilecek, “serbestliği” de koruyabilecek yeni bir liberal demokrasinin şekillenme olasılığı gittikçe uzaklaşıyor. Öyleyse haklar ve özgürlükler için mücadele giderek daha da bir önem kazanıyor.
Bu ortamda, düne kadar tek yönetim ideolojisi liberalizm olan Avrupa Birliği’nde, İngiltere, Almanya, Fransa hatta ABD gibi merkez ülkelerde, devletin, dolayısıyla bürokrasinin, ekonomiye ve piyasa ilişkilerine müdahale etme, hatta “kutsal” mülkiyet hakkını sınırlama eğilimi zorunlu olarak seçenekler arasına giriyor, grev hakkını sınırlama eğilimi de yeniden canlanıyor. Diğer taraftan, bir Oxford Üniversitesi araştırması, Avrupa’da, “bir güçlü lider” arzulayanların oranının gençler arasında, son 20 yılda ikiye katlanarak yüzde 60’a ulaştığını gösteriyor. Belli ki “zamanlar” hızla değişiyor.
- BİTTİ -