Tuesday, December 27, 2011

2012: Fırtınanın merkezinde

26 Aralık 2011 -

Geçen hafta, ekonomik krizin 2012’de yeniden hızlanacağını düşündüren gelişmelere dikkat çekmiştim. Yıl boyunca gelişen siyasi kriz dinamiklerinin de önümüzdeki aylarda hızlanacağı anlaşılıyor. Bu iki sürecin kesişerek 2012 yılında, çok kritik “siyasi-askeri” fırtınaları tetikleme olasılığı giderek artıyor.

“Kemer sıkma” önlemlerine, finans kapitale karşı “demokrasi” mücadeleleri bağlamında Avrupa Birliği’nin, ABD-Çin dengeleri ve Kuzey Kore bağlamında Güneydoğu Asya’nın, İran ve Suriye bağlamında Ortadoğu’nun bu “fırtınaları” yaşamaya aday bölgeler olduğu kolaylıkla söylenebilir. Ancak, geçen iki hafta içinde yaşanan gelişmeler, olasılıklar yelpazesi içinde öncelikle Ortadoğu’yu, tetikleyici etken olarak da Irak’ı işaret ediyordu.

‘Büyük Satranç Tahtası’nda son durum 
Ekonomik ve kriz dinamiklerinin “fırtına” yaratma kapasitelerini anlamaya çalışırken ABD hegemonyasının gerileme, yeni güçlerin yükselme dinamiklerinin, Brzezinski’nin ünlü kavramını ödünç alırsak “Büyük Satranç Tahtası”nda gündeme getireceği olası hamleleri düşünerek başlamak gerekiyor.

Bu bağlamda, Brzezisnki’nin, Council on Foreign Relations’un yayımladığı Foreign Affaires dergisinin 90. yıl özel sayısında (Ocak/Şubat 2012) yer alan “Doğu’yu Dengelemek, Batı’yı Yenilemek” (Balancing the East, Upgrading the West) başlıklı denemesi, bize yardımcı olabilir. Derginin, ABD için yeni bir “Büyük Strateji” arayışı olarak sunduğu bu denemede, Prof. Klare’nin daha önce bu köşede aktardığım (12 Aralık Pazartesi) “Yeni Soğuk Savaş” savına temel oluşturan varsayımlar etrafında yazılmış: ABD’nin dikkati giderek artan ölçüde Çin’i dengeleme paradigması, ekonomik siyasi kaynakları Uzakdoğu’ya kaydırma hesapları üzerinde yoğunlaşıyor. Bu bağlamda, Brzezinski, öncelikle Batı ittifakının, Rusya ve Türkiye’yi de içerecek biçimde, Japonya’ya ve Güney Kore’ye kadar uzanacak biçimde, geliştirilerek genişletilmesini öneriyor. İkincisi, ABD’nin Uzakdoğu’da kendisine, büyük güçler arasında, uzlaştırıcı ve dengeleyici bir konum inşa etmesi gerektiğini düşünüyor. Brzezinski, denemesinde ABD’nin, bu süreci, ideolojik olarak Çin’i doğrudan hedef almadan “yapıcı işbirliği” kavramına uygun biçimde yönetebilmesinin olanaklarını tartışıyor.

Brzezinski’nin bu denemesi üzerinde daha fazla durmak istemiyorum; bir başka yazıda tekrar döneriz. Benim için bu noktada önemli olan, bu denemenin, ABD’de bir “Yeni Büyük Strateji” arayışlarına ilişkin tartışmalarda, Uzakdoğu’nun önemine yapılan vurgular artarken Ortadoğu’nun öneminin azalmakta olduğunu vurgulayan savları destekler nitelikte olması.

Bu saptamalardan sonra, ABD Irak’tan “çıkarken”, Avrasya’nın hemen altında, bir stratejik enerji kaynakları bölgesi olarak Ortadoğu’nun kendi kaderine terk edilmesinin söz konusu olamayacağı varsayımından hareketle kimi sorular sorarak düşünmeye devam edebiliriz: Bu bölgede, güçler dengesine ilişkin nasıl bir “denklem” ABD’nin ve “Genişletilmiş Batı”nın çıkarlarını korumaya devam etmesine izin verebilir? Bu çıkarlar en genelde nasıl tanımlanabilir?

Düşünce sürecimize maddi bir zemin sağlaması açısından önce ikinci sorudan başlarsak, bu çıkarları “Bölgenin, başta enerji olmak üzere doğal kaynaklarının, piyasalarının Batı’nın kullanımına, etkilerine ekonomik, siyasi, kültürel olarak açık kalması” olarak tanımlayabiliriz.

Bu çıkarları koruyacak denklemi düşünmeye başlayınca, andaki “durum” içinde üç fonksiyon hemen öne çıkıyor: 1) Toplumsal muhalefet dalgasının, devrimci atılımların, durdurulması ya da önceki paragrafta değindiğim “amaç” doğrultusunda saptırılması. 2) Bu amacın güvenceye alınmasını engelleyebilecek güçlerin bölgede hegemonya kurmasının engellenmesi. 3) İsrail’in güvenliğinin sağlanması.


Büyük Ortadoğu – ‘Büyük Oyun’ 
Amacım, tabii ki ABD’nin “Büyük Strateji” arayışı tartışmalarına katkı yapmak değil. Ama ‘Büyük Ortadoğu’ alanındaki ana öğelere bakınca olası bir “Büyük Strateji”yi şu senaryolar bağlamında düşünebiliyorum:

Toplumsal muhalefet dalgasının ve devrimci atılımların açtığı kapıdan, bölgedeki en örgütlü, “postkolonyal” (Batı/emperyalizm yapıntısı) devletlerle uzlaşmaya hazır, kapitalizmle barışık güç olan Sünni-Müslüman Kardeşler akımının (Suudi parasının, Körfez ülkelerinin askeri desteğinin de yardımıyla) geçerek siyasi iktidarı almasıyla birinci fonksiyon yaratılabilir.

İkinci fonksiyonun inşa edilebilmesi için öncelikle, ABD’nin Irak işgalinin yan ürünü olarak yükselen İran’ın etkisinin kırılması, bu ülkenin Batı projelerini aksatıcı bir parametre olmaktan çıkarılması gerekir. İkinci aşamada, İran etkeni giderilirken birlikte davranan güçlerden birinin, İran’ın geriletilmesiyle oluşacak boşluğun doldurulmasına fırsat vermemek gerekir. Bu amaçların gerçekleşmesine olanak sağlayacak fonksiyonun, bir Sünni-Şii kamplaşması üzerinden, İran-Suriye-Hizbullah eksenine karşı Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler “enternasyonalizmi”, Türkiye ekseni üzerinden kurulabilir.

İran geriletildikten sonra oluşacak boşluğu bu üç güçten birinin doldurmasını engelleyecek güçler dengesi, Sünni-Selefi ekseniyle, Müslüman Kardeşler arasındaki çelişkiler, Türkiye-Mısır rekabeti, Kürt sorununun Türkiye Devleti üzerindeki etkileri, Suudi Kırallığı’nın Türkiye ekonomisi içindeki mali etkisi, “Yeni Osmanlı projesi”nden rahatsızlığı üzerinde kurulabilir.

İsrail’in güvenliğinin sağlanmasına gelince; aslında 1 ve 2 numaralı fonksiyonların işlemeye başlamasıyla bölgede hızlanan dinamikler, hem İsrail üzerindeki basıncı azaltacak hem de ona Arap dünyası içinde, geçici de olsa yeni ilişkiler kurma olanağı sağlayacaktır.


Fay hattının üzerindeki ülke: Irak 
ABD çıkarken Irak’ta patlayan bombalar, sömürgecilik tarihinin, jenosit ve yıkımdan sonraki en tipik dinamiğinin yine işlemekte olduğunu gösteriyor. Yine bir sömürgeci güç, çıkarken arkasında parçalanmış, parçaları birbiriyle savaş halinde bir ülke enkazı bırakıyor.

Sünni-Şii bloklarının arasındaki fay hattı, Irak’ın temelinden geçiyordu. ABD işgalinin bir aşamasında, direniş bu fay hattının enerjisi devşirilerek bir iç savaş senaryosu bağlamında etkisizleştirilmişti. Şimdi ABD “çıkarken” bu fay hattı bu kez ülkeyi üç parçaya bölecek biçimde enerji üretmeye başlıyor. Böylece Irak, yukarıda değindiğim üç fonksiyonun, İran’ın geriletilmesi çabalarının, İran’ın yerine aday güçler arası rekabetin yaşanacağı sahne haline geliyor.

Dahası Irak, bu özelliğiyle Suudi Arabistan’ı, Müslüman Kardeşler’i (ve Hamas’ı), Lübnan’ı (Hizbullah), Suriye’yi, İran’ı, Türkiye’yi, “Büyük Kürt Coğrafyası”nı birbirine bağlayan bir düğüm noktası olarak karşımıza çıkıyor.

Özetle, ABD stratejik dikkatini, Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya kaydırırken bu bölgede giderek genişleme potansiyeli taşıyan bir yangın ve parçalanma süreci yeniden hızlanıyor. Türkiye’nin de bu sürecin, dolayısıyla fırtınanın, merkezine çok yakın olduğu görülüyor.

Tuesday, December 20, 2011

2012: Krizde bocalamaya devam

19 Aralık 2011 -

Dünyayı iyi bir yıl beklemiyor. Avrupa ekonomisi yeniden resesyonda. ABD ekonomisi yeniden yavaşlıyor. Gelişmekte olan ülkelerde, Çin’de ekonomik büyüme hızları düşüyor. Morgan Stanley ekonomistlerine göre, Türkiye 2012 yılında ekonomik büyüme hızı en çok düşen ülke olmaya aday.

Amerika ve Avrupa’da, ekonomi politikaları alanında devam eden başarısızlık, belirsizlik, yalnızca, 2012 yılında dünya ekonomisinde büyüme hızının yeniden resesyon alanına girmesine ilişkin beklentileri değil, 2030’lardan önce bir iyileşme beklemeyen “uzun depresyon” savlarını da destekliyor.

Dört yıl sonra hâlâ...
Lehman Borthers’in batmasının üzerinden üç yıl geçti, Lehman’ı batıran koşulları düşününce, rahatlıkla en az dört yıldır krizdeyiz diyebiliriz. Hâlâ ortada öngörülebilir bir zaman dilimi içinde krizden çıkılabileceğine ilişkin bir belirti yok. Krizle birlikte başlayan borçları temizleme çabası, bu sırada yükün özel sektörden devlete devredilmesi, devletin yükü halkın üzerine transfer etme çabaları, kredi piyasalarındaki çöküşün, üretim ve tüketim kapasitelerinde başlattığı yıkım hâlâ devam ediyor. Bu bağlamda, hemen tüm ekonomik analizler, IMF’ninkiler de olmak üzere 2012 yılı için beklentilerini aşağı doğru çekmeye devam ediyor.

Geçen hafta IMF Başkanı, uluslararası işbirliğinin önemini vurguluyor, ülkelerin liderlerini, küresel ekonominin, korumacılık, içine kapanma eğilimlerini güçlendirecek yeni bir gerileme olasılığıyla karşı karşıya olduğunu vurgulayarak uyarıyor. Bu uyarının yapıldığı günlerde Fransa ve İngiltere arasında patlak veren, “aslında senin ekonomin benimkinden kötü, önce senin kredi notun düşmeli” tartışması, kıvrımları açılmaya başlayan dönemin özellikleri hakkında hiç de hoş olmayan işaretler veriyordu.

Dünya ekonomisinde koşulların bozulmakta olmasına ilişkin verilere örnek olarak Morgan Stanley analistlerinin yorumlarına bakabiliriz. Bankanın Baş Küresel Ekonomist’i Joachim Fels’e göre Avrupa yeniden bir resesyona girdi. Fels, AB bölgesine ilişkin 2012 yılı büyüme öngörülerimizi, “yüzde 0.5’ten yüzde -0.2’ye çektik” diyor. ABD’deki büyüme, o da, Kongre’nin bu yılkı mali desteğin 2012 yılında da devam etmesine izin vermesi halinde, yüzde 2 düzeyinde kalacak. Mali desteğin süreceğine ilişkin varsayım gerçekleşmezse ABD büyüme hızı yeniden eksiye geçebilecek. Fels gelişmekte olan ülkelerin ufkunun da kararmakta olduğunu düşünüyor. Bu ülkelere ilişkin ekonomik büyüme beklentisini, Banka yüzde 6.1’den 5.7’ye çekiyor.

Bankanın Bartsch, Antonucci, Bizimana, Karitter, Pietrzak, Aksoy gibi ekonomistleri Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesinin 2012 ekonomik performansı konusunda oldukça kötümser bir resim sunuyorlar. Almanya’nın bile olası bir resesyondan kurtulmasının olanaksız olduğunu düşünen analistler Rusya belki de olumlu bir büyüme performansı sergileyen tek ülke olacak derken Türkiye’de ekonomik büyüme hızının yüzde 2 düzeylerine gerilemesini bekliyor (Global Economic Forum, 15/12/11).

Perşembenin gelişi, çarşambadan...
Aslında bu, özellikle Avrupa’ya ilişkin öngörüler şaşırtıcı değil; 2012 yılında yaşanacak olanları, 2010-11 yıllarında uygulanan, büyümeye değil bankaların alacaklarını tahsil etmeye odaklı ekonomi politikaları haber veriyordu. Bu politikalar gereğince kemer sıkma önlemleri yoluyla tüm kaynaklarını borç ödemeye ayırmaya zorlanan İrlanda ve Yunanistan’ın son durumuna bakmak sanırım yeter.

İrlanda İstatistik Merkezi’nin geçen hafta yayımladığı III. üç aylık büyüme verilerine göre İrlanda ekonomisi, reform ve kemer sıkma politikalarından yararlanmak bir yana bir önceki döneme göre yüzde 2 oranında gerilemiş. Kemer sıkma politikalarının daraltıcı etkisinin ihracatla aşılabileceğine ilişkin hayaller de böylece boş çıkmış (Wall Street Journal. 16/12). Gelecek yıl AB ekonomilerinin, ihracat pazarlarının daralacak olması İrlanda’da resesyonun daha da derinleşeceğine işaret ediyor.

Yunanistan yönetimi 2009 Aralık ayından bu yana kemer sıkma politikalarını, sokakları dolduran protesto eylemlerine karşın uygulamaya devam ediyordu. Geçen hafta yayımlanan bir IMF raporu, Yunanistan’ın bütçe açığının, kemer sıkma politikalarına karşın arttığını saptıyor. IMF, Yunanistan ekonomisinin 2012 yılında da küçülmeye devam etmesini bekliyor (The Guardian 16/12).

Bu iki örneğe ek olarak İtalya, İspanya, Portekiz’de de benzer gelişmeler banka alacaklarının tahsil edilmesi adına uygulanan politikaların üretim ve tüketim kapasitelerini imha ederek krizi derinleştirdiğini gösteriyor. Gündemde başka politikalar da olmadığından, bu krizin 1873’ten bu yana en uzun depresyonu oluşturmaya başladığını düşünenlere itiraz etmek zorlaşıyor.

Prof. Krugman, Haziran 2010’da bir yorumunda, G20 grubu ülkelerini etkisi altına alan neoliberal ekonomi politikalarının risklerine dikkat çekiyordu. Krugman, tarihte biri 1873 paniğini, diğeri de 1929-31 finansal krizini izleyen iki depresyon yaşandığına değiniyor, büyük bir olasılıkla bir üçüncüsünün gelişmekte olduğunu savunuyordu. Krugman’a göre, kriz başladığında gündeme gelen sağlıklı tartışmalar giderek sönmüş, neoliberal “denk bütçe” politikaları yeniden öne çıkmaya başlamış, adeta Herbert Hoover’in vergileri arttırarak, harcamalar kısılarak ekonominin büyütülebileceğine ilişkin savları yeniden canlanmıştı. Krugman, “G20 toplantısının sergilediği gibi siyasi liderler hâlâ enflasyona kafayı takmış durumdalar, gerçekte daha güçlü olan deflasyon risklerini görmezden geliyorlar” diyordu. Aradan geçen sürenin Krugman’ı haklı çıkardığını gördük. Bugün depresyon, hem de çok uzun sürecek bir depresyon riski giderek artıyor.

Geçen hafta Finans Sitesi MarketWatch’da, Metthew Lynn bu konuya eğiliyor, 1873-1896 “Uzun Depresyonu”yla, günümüzü karşılaştırarak benzerliklerden hareketle oldukça korkutucu sonuçlara ulaşıyordu: “uzun depresyon” öncesinde de mali piyasalar serbestleştirilmiş, yeni teknolojiler üretimi, iletişimi, mali sermayenin dolaşımını hızlandırmıştı. O sırada yeni bir sınai güç, dünya piyasalarını ucuz mallarla doldurarak yükseliyordu. Almanya yeni bir para sistemi benimsemişti ve Avrupa’yı ucuz krediyle dolduruyordu. Yunanistan, İtalya ve Fransa’yla girmiş olduğu ortak para birliğini ayakta tutmaya çalışıyordu.

Bu dinamikler; 1873’te patlayan bir mali krizin ardından, 23 yıl sürecek olan “uzun depresyon”a yol açtı. 1896’ya gelindiğinde İngiliz hegemonyası yerlerde sürünüyor, yeni yükselen güçler dünyayı yeniden paylaşmak üzere savaşmaya hazırlanıyordu...

“Tarih tekerrür etmez” derler, ama benzerlikleri de unutmamak, üzerinde düşünmek gerekiyor.

Tuesday, December 13, 2011

Siyasal İslam, “Yeni soğuk savaş”

“Arap Baharı” yerini, bir “Siyasal İslam’ın yükselişi” dalgasına bırakıyor. Bu ortamda, Irak’tan, Afganistan’da çekilmeye başlayan ABD yönetiminin, Batı medyasının, adeta “korkacak  bir şey yok. Ilımlı İslam iktidara geliyor, o kadar” diyen bir yaklaşımı benimsediği görülüyor.

ABD’nin, Siyasal İslam’ın içindeki güçlü Selefi hareketi görmezden gelerek, bundan sonra bölgeyi, uluslararası sermayeye, ABD’nin askeri etkisine açık kalması koşuluyla, Siyasal İslam’ın, daha doğrusu Müslüman Kardeşler hareketinin eline bıraktığı ileri sürülebilir.

Bu madalyonun öbür yüzünde de, Prof. Michael Klare’nin işaret ettiği gibi ABD’nin askeri stratejik konumlanmasını küresel düzeyde yeniden düzenlemeye başlamış olması var.

Devrimlerin yasası...
“Popüler Kültür”de artık “Arap Baharı” olarak adlandırılan “olay” devrimlerin bir ‘yasasını’ bir kez daha kanıtlıyor: İktidar siyasi olarak en örgütlü, ideolojik olarak en etkili kesimin elinde kalır! Siyasal İslam “Arap Dünyası”nda hemen her ülkede, her geçen gün siyasal iktidarı biraz daha etkisi altına alıyor. Tunus’ta hükümet kuruyor, Mısır’da Selefi kanadıyla birlikte seçimlerin ilk turunda oyların yüzde 60’ını alıyor. Fas’ta Kral, hükümet kurma görevini, Siyasal İslam’ın partisinin liderine veriyor. Libya’da yeni hükümet esas olarak Siyasal İslam’ın içine dolduğu Özgürlük, Adalet ve Kalkınma İçin Ulusal Birik hareketinin elinde. Yemen iç savaşında Siyasal İslam muhalefetin en güçlü kanadını oluşturuyor. Suriye’de muhalefet, Batı’nın, Türkiye’nin de yardımıyla Siyasal İslam etrafında yoğunlaşmaya zorlanıyor.

Sonuçta bu dalga yatıştığında tüm bölgede, Batı’nın ve ABD’nin karşısında, Siyasal İslam’ın, daha doğrusu Müslüman Kardeşler’in etkisindeki bir hükümetler zinciri tek muhatap olarak kalmış olacak gibi görünüyor.

Bu olasılık, Siyasal İslam akımını yakından tanıyanlar açısından, Liberal demokrat kesimden sola kadar kaygı verici bir manzara sunuyor. Mısır seçimlerine baktığımızda, daha düne kadar çok sınırlı bir siyasal varlığı olduğuna inanılan Selefi hareketin oyların yüzde 24’ünü aldığını görüyoruz. Wall Street Journal’ın bir yorumuna göre, bu olgu Müslüman Kardeşlerin daha sağa, daha dinci söyleme yöneleceğini gösteriyor.

Mısır’da ekonomik koşullar bozulmaya devam eder, yeni olası bir Müslüman Kardeşler hükümetini ciddi bir ekonomik toplumsal kriz beklerken,  Salefi akımın El Nur Partisi’nin liderinin  “MK ile asla ittifak yapmayacağız” (Reuters 04/11) sözleri, bu akımın adeta pusuya yattığı düşündürüyor. Salefi hareketinin arkasında Suudi devletinin muazzam mali gücünün dolayısıyla etkisinin olduğuna ilişkin veriler (Financial Times. Rachman, 05/12) doğal olarak kaygıları daha da arttırıyor. Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütünün. Liderlerinden Züheyir Selim, KurdWatch sitesine verdiği bir demeçte, “Suriye kimliğinin Allah belasını versin... Biz Suriye’yi tanımıyoruz... Suriye, Sykes-Picot anlaşmasını ürünü, geçici yapılardan biridir” sözleri , tüm bölgesel yapıları, etnik farklılıkları, aşan bir Sünni Arap birliği, bir “Ümmet”, projesine işaret ediyor.

Yine de ABD, İngiliz medya yazarları, bölgenin Batı’ sözcüsü, yorumcuları, Müslüman Kardeşler’in, seçimlerle iktidara geldiğine, liberallerle koalisyon yapmaya eğilimli, Batı’yla birlikte çalışmaktan yana olduğunu vurgulamaya devam ediyor.

ABD’nin yeni kaygıları
Bu gelişmelerin arkasında, “ABD durumu kavramıyor” açıklamasına sığmayan stratejik bir düşünce var. Prof. Klare’nin “Asya’da Yeni bir soğuk savaş mı?” yazısında işaret ettiği gibi, ABD yönetimi stratejik konuşlanmasının ağırlığını, ekonomik koşulların da baskısıyla, ama esas olarak Çin’in yükselmesine karşı Hava ve Deniz güçlerine,  Asya denizlerine, ulaşım yollarına, “gezegenin yeni ağırlık merkezine” doğru kaydırıyor. Çünkü ABD açısından enerji denkleminde Ortadoğu’nun göreli önemi azalırken, hegemonya rekabeti alanında Çin’in önemi artıyor.

Ortadoğu’nun, küresel enerji denkleminde yeri iki açıdan azalıyor. Birincisi, bölgede toplumsal tabanı, dolayısıyla bakmak zorunda olduğu kesimler geniş hükümetler seçimlerle yönetime gelme olasılığı, diktatörlerin iktidarlarını korumak için kitleleri satın alma eğilimi eskiye göre arttı. Bu petrol’ün yerel kullanımını artıracak ve ihracatını olumsuz etkileyecek. İkincisi, teknolojinin de yardımıyla, Kanada, Breziya, Kolombiye petrolleri, Alaska, Meksika Körfezi,  Montana, Kuzay Dakota,  Teksas “şeyl” alanları gibi “zor petrol-Gaz”  kaynaklarının devreye girmeye başladı. Böylece, dünyanın başka bölgelerinde  petrol üretimi gerilerken, ABD Enerji İdaresinin hesaplarına göre, ABD, Kanada ve Breziya’nın toplam günlük petrol üretimi 2009-2035 arasında 10.6 milyon varil artacak, ABD’nin ithalatı içinde Ortadoğu petrollerinin önemi azalacak.

Ancak, unutmamak gerekir ki, Oradoğu’nun önemi enerji denklemi içinde azalırken, ABD açısından bir başka açıdan artıyor. Geçtiğimiz Şubat’ta Abu Dabi’de yapılan silah fuarında, bir İngiliz uzmanın BBC’ye anlattığı gibi, “Iran riski karşısında, bölge devletlerinin silah talebi gittikçe de artıyor”. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri 2010 yılında ABD’den toplam 110 milyar dolarlık silah almışlar (Telegraph, 22/02/011) Gulf News, salı günü Prens El Türki’nin Eşyad’da toplanan bir güvenlik forumunda, İsrail ve İran’ı kitle imha silahlarını terk etmeye ikna edemedikleri için Suudi Arabistan’ın da gelecekte Nükleer silahlara sahip olmak isteyebileceğini söylediğini, Riyad’ın önümüzdeki 20 yıl içinde 80 milyar dolar harcayarak 16 Nükleer santral yapmayı planladığını aktarıyordu.

Silah dengesinden, enerji dengesine dönersek, başta, günlük petrol ithalatı 2008’de 3.8 milyon varilden 2035’de 11.6 milyon varile çıkacak olan Çin olmak üzere, Asya ülkelerinin petrole bağımlılığı daha da artacak. Bu koşullarda, ABD açısından, petrol taşınan yolları kontrol altına almak, Çin’in gelişmesini sınırlamak bölgede yalnızlaştırmaya çalışmak büyük önem kazanıyor.

ABD Avustralya’ya yeni üsler kuruyor. Filipinler’le yeni bir anlaşma yapıyor, Endonezya’ya 24 adet f-16 satıyor, Tayland ve Singapur’la diplomatik ilişkilerini geliştiriyor, Clinton, Burma/Mynamar’ı ziyaret ediyor.

Clinton’a göre “ABD devleti gelecek on yılda Asya Pasifik bölgesinde diplomatik, stratejik ve diğer alanlarda yatırımlarını belirgin biçimde arttırmaya karar vermiş bulunuyor”.

Prof Klare, yazısında, bu gelişmelerden büyük kaygı duyan, Çin, Afrika ve Ortadoğu, hem de Şangay örgütü üyeleriyle ilişkilerini derinleştirir açık deniz filosunu güçlendirirken, bölgede silahlanma yarışının, “Soğuk Savaş” dönemindeki gibi, hızlandığını vurguluyor.

Wednesday, December 07, 2011

500 yıl önce Peru'da

(05 Aralık 2011)

Çarşamba günü, Güney Amerika’nın görkemli İnka İmparatorluğu’nun yıkılmasına ilişkin yerleşik tarihsel bilgileri sorgulayan bir belgesel izledim. Belgeselin ortaya koyduğu bulgularla, bu hafta tartışmayı düşündüğüm, Suriye’de tırmanan iç savaş, Mısır, Fas seçimleri, Müslüman Kardeşler’in yükselişi gibi konular arasında bir paralellik sezince yazımın konusunu değiştirdim.

Tarih ve sorular
İspanyolların Güney Amerika’yı sömürgeleştirme sürecinin çok şiddetli, hunharca yaşandığını biliyoruz. Ama bu süreci anlatan, tek yazılı kaynakta, İspanyol belgelerinde, Mel Gibson’un, “Apocalypto” filminde de Maya uygarlığı bağlamında aktarılan bir “alt metin” vardı: Kıta üstün bir Hıristiyan uygarlıkla, geri Pagan bir uygarlığın karşılaşmasına sahne oluyor. İspanyol komutanı Pizaro ve 200 adamı devasa bir imparatorluğu modern silahlarla, Hıristiyan imanıyla kısa sürede adeta Tanrı’nın gazabı gibi yıkıyor.

Ancak İspanyol kaynaklarının anlattığı öyküler, kimi soruları cevapsız bırakıyor. Pizaro, 200 adamıyla ilerlemeye başladığında, neden görkemli İnka İmparatorluğu’nun orduları harekete geçmemişti? İnka İmparatorluğu binlerce yıllık Güney Amerika uygarlığının en son, en büyük imparatorluğu; bugünkü Peru, Ekvador, Bolivya, Arjantin, Şili, Kolombiya gibi ülkelerin topraklarını kapsayan Roma’sı değil miydi? Maçipuçi, Cusco gibi dev kentler kurmuş, yollar inşa etmiş, imparatorluk çapında askeri idari ağlar kurmuş, yönetmemiş miydi? Tüm bunlar askeri bir beceriye de tanıklık etmiyor muydu?

İspanyolların başarılarını, modern silahlar, savaş teknikleri, Avrupa’dan getirdikleri hastalıklar tek başlarına açıklayabilir miydi? İspanyolların, mutlaka yerli işbirlikçilerinin, destekçilerinin de olması gerekmez miydi?

Pizaro ve adamları, profesyonel asker değildi; ganimet peşinde koşan maceracılardı, okuma yazma bilmiyorlardı. Bu yüzden, işgalin, savaşların öyküleri daha sonra vakanüvisler tarafından, egemen İspanyol kültürünün gereksinimlerine göre yazıldı.

İspanyol kaynaklarının, Pizaro’yla adamlarını, kendilerinden sayıca çok üstün güçler karşısında büyük zaferler kazanan kahramanlar olarak sunarken, yerli işbirliği olgusunu hep ikinci plana attığını, önemsizleştirdiğini biliyoruz. Belgesel, bu yerli işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu, savaşları çoğu kez aslında İspanyollar adına yerli işbirlikçilerin kazandığını ortaya koyuyordu.

Poruçuko Mezarlığı 
İnkalar dini inançları gereği, ölülerini düzenli aralıklarla açılmış çukurların içine güneşe bakar biçimde, çömelmiş pozisyonda gömüyorlar. Lima kenti varoşlarında İnka döneminden kalma Poruçuko Mezarlığı’nda yapılan kazılarda, bu geleneğe uymayan tarzda, toprağın yüzeyine yakın, düzensiz aralıklarla adeta telaşla gömülmüş 70 iskelet bulunca, arkeologlar olağanüstü bir tarihsel olayın izleriyle karşılaştıklarını düşünmüşler. Belgesel bu arkeologların bulgularının anlamlandırılması sürecini anlatıyordu.

Arkeologlar üç nokta üzerinde odaklanıyorlar. Birincisi, bu iskeletlerin gömülme tarzı. İkincisi, şiddet içeren biçimde öldüklerini gösteren, kırıklar, çatlaklar. Üçüncüsü, iskeletlerden ikisinin kafatasında görülen, kare ve daire biçimindeki delikler.

Arkeologlar, bu delikleri kriminoloji uzmanlarına inceletiyorlar. Kare biçimindeki delikler İspanyolların kullandığı mızrakların metal ucuna uyuyor. Daire biçiminde deliğin çeperinde, buna uyan kemik parçasının üzerinde bulunan mikroskobik demir parçacıklarıysa, deliğe İspanyolların kullandığı, arkebüz tüfeklerinin atığı bir misketin yol açtığını gösteriyor. Bu iki bulgu, hem İspanyol sömürgecilerin cinayetlerine ait ilk arkeolojik verileri, hem de Güney Amerika tarihinin en eski mermi yarasını, elektron mikroskobu gibi en son teknolojiyi kullanarak belgeliyor. Bu delikler Güney Amerika tarihine, 500 yıl önce Lima’da İspanyollarla İnkalar arasında yaşanan bir savaşa da ışık tutuyor.

Lima savaşı 
Pizaro ile 200 adamı 1532’de Peru’ya geldiklerinde, yüzyıl önce, Cusco yerleşim merkezinde kurulduktan sonra güneye ve kuzeye doğru, yerli kabileleri kendine bağlayarak genişlemiş olan İnka İmparatorluğu, taht savaşlarıyla sallanıyordu. On milyon nüfuslu imparatorluğu oluşturan kabilelerin, İnka’nın baskıcı, acımasız egemenliğine karşı tepkileri giderek artıyordu.

Pizaro, geldiğinin ilk haftalarında bir baskınla bir günde binden fazla insanı kılıçtan geçirerek, Kral Attahualpa’yı tutsak aldı. Serbest bırakılmasına karşılık talep edilen fidye ödenmesine karşın Attahualpa’nın öldürülmesi İnka İmparatorluğu’nda büyük sarsıntı yarattı. Pizaro ve adamları kısa sürede Cusco’ya ulaşıp ele geçirdiler. Cusco’nun düşmesini izleyen aylarda İnka İmparatorluğu çöktü. Ama nasıl? İspanyol tarihçilerinin aktardığı gibi mi, yoksa bu öykünün bir başka yanı daha var mı? Poruçuko Mezarlığı’nda bulunan iskeletler öykünün işte bu yanına ışık tutuyor.

Cusco’nun düşmesinden dört yıl sonra İnka kabileleri İspanyollara karşı “Büyük İnka isyanı”nı başlatıyorlar. Bu isyanın önemli savaşlarından biri, henüz kurulmuş olan İspanyol yerleşim merkezi Lima’da yaşanıyor.

Savaşın İspanyol versiyonu şöyle: İnka generali Kiyo Paki on binlerce askeriyle Lima’yı kuşattı. O sırada Lima’da bulunan Pizaro “Tanrı bize acısın” diyordu. Durum umutsuzdu. İspanyollar, son çare olarak, kahramanca bir süvari saldırısı başlattılar, İnka saflarını yararak Kiyo’ya ulaştılar ve hemen öldürdüler. On binlerce askerlik İnka ordusu darmadağın oldu.

Ancak, Pizaro ailesinin İspanya kralından, Lima’yı korumanın yüksek maliyetine karşılık tazminat isteğiyle açılan bir davanın tutanaklarında savaşı yaşamış yerli şahitlerin ifadeleri, Lima’da “o gün” gerçekten neler olduğunu ortaya koyuyordu. İnka ordusu on binlerle değil binlerle ifade edilecek bir büyüklükteymiş. Suvari saldırısı, büyük çaplı çatışmalar olmamış. Pizaro’nun yerli cariyesi (Pizaro’nun işbirlikçisi Veylas kabilesinden prenses) Kisveysisa, annesinden yardım istemiş. Veylas kabilesinden gelen askerler, İnka ordusuna karşı, İspanyolların yanında savaşmışlar. Yapılan incelemelerin, mezarlıkta bulunan kafataslarının ikisi dışında geri kalanlarının yerlilerin topuzlarının darbeleriyle kırılmış olduğunu kanıtlaması, savaşın esas olarak yerliler arasında yaşandığını İspanyol güçlerinin etkisinin marjinal kaldığını gösteriyor. Böylece, 200 İspanyolun büyük İnka İmparatorluğu’nu bir yılda darmadağın edebilmesinin arkasındaki gerçek de ortaya çıkıyor: Birçok kabile, İnka’nın baskısından kurtulmak için Pizaro ile işbirliği yapmış. Bu işbirlikçilerin payına düşen de tarihte sömürgecilerle, daha sonra emperyalistlerle işbirliği yapanlarınkinden farklı olmamış. Bunlar, akıllarınca, servet, ikbal, özgürlük beklerken, soygun, baskı, sömürü ve katliamla “ödüllendirilmişler”. Sömürgeciler, tarihi yazarken bu katkıları anımsamak bile istememişler.

Tuesday, November 29, 2011

Süper varlık - Süper sınıf

(28 Kasım 2011)

Uzun yıllardır, neo-liberal restorasyon altında adeta tartışılması tabu haline gelen, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimleri, bunların ekonomik zenginliğin ve siyasi gücün dağılımıyla bağlantısı, mali krizle birlikte yeniden gündeme gelmeye başladı, özellikle bu yıl toplumsal muhalefette görülen kabarmayla birlikte... “Biz yüzde 99’u oluşturuyoruz” sloganı tam da bu durumun çok güzel bir ifadesi değil mi?

Sermayenin yeni sınıf yapılanmaları 
Kapitalizmin halen devam etmekte olan yapısal krizinin, sermayenin merkezden çevreye doğru kriz eğilimlerini dışlaştırmaya başladığı 1970’ler, aynı zamanda çokuluslu (ulus ötesi) şirketler konusunun da büyük ilgi çekmeye başladığı yıllardı. Ancak, bu alanda emperyalizm kavramıyla da bağlantılı olarak başlayan canlı tartışmalar, 1980’li yıllarda ve özellikle 1989’dan sonra, “Tek yol kapitalizm” dogmasını yerleştiren neo-liberal restorasyon döneminde (1980-1999) giderek arka plana itildi ve çalışmalar çok az sayıda “inatçı” araştırmacının çabalarıyla sınırlı kaldı.

Halbuki sermaye uluslararasılaşması hızlanır, yeni biçimler üretmeye başlarken, kimi araştırmacıların da işaret ettiği gibi eski biçimler, örneğin “finans-kapital” (sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesinin ifadesi), bu kez uluslararasılaşmış bankalar ve sanayi tekellerinin birleşmesiyle uluslararası finans-kapital olarak geri geliyordu. (örneğin, V. Andreff, Capital and Class No. 22, 1984).

Sermayenin uluslararasılaşmasının, Avrupa Birliği sürecinin, sermaye üzerinde yaşayan sınıf yapılarında gündeme getirdiği olası dönüşümler, yeni sınıf şekillenmeleri, az sayıda araştırmacı arasında da olsa ilgi çekmeye başlıyordu. Kees van Der Pjil, 1984’te, Atlantik Egemen Sınıfının Oluşması çalışmasını yayımladı (bu çalışma 2002’de genişletildi). William I. Robinson ve Jerry Harris’in “Küreselleşme ve ulus ötesi kapitalist sınıf” (Science & Society, Bahar, 2000) makalesi, Leslie Sklair’in Ulus Ötesi Kapitalist Sınıf (2000) ve daha yeni bir çalışma olarak William Carrol’un, Ulus Ötesi Kapitalist Sınıfın Oluşumu (2010) kitapları da tartışmalara önemli katkılar yaptı.

Ancak bu araştırmaların hemen hepsi, şu veya bu biçimde kapitalizme eleştirel yaklaşan, Marksist eğilimli yazarlar tarafından gerçekleştirilmişti. Bu yüzden geçen ayın sonunda sonuçları yayımlanan ve New Scientist dergisinde de aktarılan araştırma ayrı bir öneme sahip. İsviçre’nin Zürih kentindeki Federal Teknoloji Enstitüsü’nden, “sistem analizi” alanında uzmanlaşmış üç bilim insanının (S. Vitali, J. B. Glattfelder ve S. Battiston) The network of global corporate control (Şirketlerin küresel denetim ağı) çalışması, Londra Üniversitesi’nden makro ekonomi uzmanı, John Driffil’in vurguladığı gibi, az sayıda insanın küresel ekonomiyi denetleyebildiğini göstermeyi değil, küresel sistemin daha istikrarlı bir hale getirilmesi için gereken bilgileri oluşturmayı amaçlıyor. Ama araştırma, aslında tam da bu güç yoğunlaşmasını ortaya koyuyor. Araştırmanın yazarlarından Glattfelder’in News Scientist yazarlarına söylediği gibi, ulus ötesi şirketlerin yüzde biri, tüm ulus ötesi şirketler ağının yüzde 40’ını denetleyebiliyor. (The New Scientist, 24 Ekim 2011)

Sermayenin küresel ağları ve ‘süper sınıf’ 
Vitali, Glattfelder ve Battiston bulgularını şöyle özetliyorlar: “Ulus ötesi şirketlerin dev bir boyunbağı yapılanması (dar ilişkiler geliyor, bir düğüm oluşturuyor ve genişleyerek, açılarak devam ediyor - E.Y) oluşturduklarını gördük. Denetim ilişkilerinin büyük bir kısmı aralarındaki ilişkiler çok sıkı örülmüş mali kurumların oluşturduğu çekirdeğe akıyor. Bu çekirdeği bir ‘süper varlık’ olarak görebiliriz.” Yazarlara göre bu “süper varlık” gerek araştırmacılar gerekse de politika yapıcılar açısından yeni ve önemli sorunları gündeme getiriyor.

Araştırma, ekonomik veri toplayan Orbis’in, 2007 veri bankasında bulunan 194 ülkeden 37 milyon ekonomik varlık arasında OECD’nin ulus ötesi varlık (TNC) tanımına (birden fazla ülkede yerleşik olmakla birlikte bir eşgüdüm içinde, içlerinden birinin egemenliği altında ekonomik faaliyetlerini gerçekleştiren yapılar) uyan 43 bin 60 şirket saptayarak, bunların dünya üzerindeki etkilerini ve mülkiyet yapılarındaki yoğunlaşmayı soruşturuyor. (Rapor: http://arxiv.org/PS_cache/arxiv/pdf/1107/1107.5728v2.pdf)

Bu TNC yapıları, 116 ülkede yerleşik bulunuyor; 1318 bağlantı noktası (stratejik düğüm oluşturan yapılanma) oluşturuyorlar, iştirakler yoluyla 1 milyon 6 bin 987 firmayı kontrol ediyorlar.

Bu TNC’ler içinde en büyüklerinden oluşan yüzde 36’sının 47 bin 819 hissedarı (karar almaya etki yapacak büyüklükte hisseye sahip olanlar), 399 bin 696 iştiraki var. TNC’lerin yüzde 36’sını oluşturan en büyük 15 bin 491 şirket TNC’lerin oluşturduğu ağın küresel “işletme gelirlerinin” yüzde 94’ünü denetliyor. Stratejik bağlantı noktası oluşturan 1318 şirket, TNC’lerin küresel işletme gelirlerinin yüzde 20’sini, sahip oldukları dev sanayi şirketleri aracılığıyla da toplam küresel gelirlerin yüzde 60’ını ediniyorlar.

Bu 15 bin 491 büyük şirket içinde 737 şirket tüm TNC’lerin toplam varlıklarının yüzde 80’ini elinde tutuyor. Bunların içinden 147 “süper varlık”ın payıysa yüzde 40. Bu “süper varlıkların” dörtte üçünü de Barclays Bank, Goldman Sachs gibi mali kuruluşlar oluşturuyor.
Mülkiyet dağılımındaki yoğunlaşmaya bakınca, 190 ülkeden 47 bin 819 hisse sahibinin 83 ülkede yerleşik, mülkiyetlerini de 38 ülkede yoğunlaştırmış TNC’lerde pay sahibi olduğu görülüyor.

Bitirirken, bu verilere toplumsal bir boyut eklemek için “süper varlık” kavramından, David Rothkopf’un 2008’de yayımlanan kitabının başlığını oluşturan “süper sınıf” kavramına geçebiliriz.

Rothkopf karşımıza, ilk elde, tüm mali piyasalardaki işlemlerin yüzde 95’ini denetleyen 14 büyük firma (aile) koyuyor. Bu 14 aileyi de içeren 50 büyük yapılanmanın toplam varlıkları 50 trilyon doları geçiyor. Açıyı biraz genişletirsek bu süper sınıfın “yerleşkesi” en büyük 2 bin şirket, 500 milyon insan çalıştırıyor, 100 trilyon varlığı kontrol ediyor. Rothkopf, bu “süper sınıfın” üyelerinden Blackstone grubunun CEO’su Stephen Scwarzman’ın, “dünyada hemen her sanayi dalında veya sektörde, 20-30 insan gelişmeleri belirliyor” dediğini de aktarıyor. Rothkopf, 1970-2008 arasında ABD’de CEO gelirlerinin en az 10 kat arttığına dikkat çekiyor. Bu nedenle, “yüzde 99 yüzde 1’e karşı” sloganıyla ayaklananlar haksız mı? Böyle adaletsiz ve üstelik dünyayı bir uygarlık krizine taşıyan bu ekonomik modeli terk etmek gerekmez mi?

Tuesday, November 22, 2011

Tarih kendini tekrarlıyor mu?

21 Kasım 2011 -



Geçen hafta mali kriz, Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin kaygılar derinleşir; Avusturya, Hollanda, Finlandiya ve Fransa, İtalya’da faizler yükselir; ABD, İtalya, Yunanistan’da muhalefet yine sokaklara dökülürken, 2011 yılını bu olayların merceğinden değerlendirmeye başlayan tartışmalarda öne çıkan temalar, beni “Tarih kendini tekrarlıyor mu” gibi tatsız bir soruya getirdi.

Bir küreselleşmeden diğerine
Anımsarsanız Avrupa Birliği, aslında küreselleşme sürecinin bir prototipini, hatta en gelişmiş örneğini, belki de gelecekte alacağı biçimi ifade ediyordu. Şimdi AB’nin iki farklı bölgeye bölünmesi (ayrışması) hatta belki de toptan dağılması olasılıkları konuşuluyor. Bu konuşmalar bana, Prof. Jeffery Williamson’un (daha önce de birkaç kez aktardığım) 1996’da yazılmış, 2002’de geliştirilerek revize edilmiş bir tebliğini anımsattı: “Küreselleşmenin 200 yılı boyunca kazananlar ve kaybedenler” (2002).

Williamson, biri 19. yüzyılın son çeyreğinde, diğeri de 20. yüzyılın ikinci yarısında olmak üzere iki hızlı büyüme ve ekonomik benzeşme (küreselleşme), bir de 1914-1950 arasında yavaş büyüme ve dağılma dönemi saptıyor. Sonra da 1914-1950 döneminden, bu kez küreselleşmenin bir dağılmaya yol açmaması için yapılması gerekenlere ilişkin dersler çıkarmaya çalışıyor. Bu derslerden iki tanesi çok önemli; bugünlerde yoğunlaşmakta olan tartışmalarla da yakından ilgili. Ülkelerin içinde ve ülkeler arasında eşitsizliklerin derinleşmesi, yabancılara ve göçmenlere karşı tepkileri, dış ticarette korumacı talepleri gündeme getiriyor. Siyasetçiler bu taleplere dayanarak geliştirdikleri politikalarla 1915-1950 döneminin dağılma koşullarını hazırlamışlar.

Geçen hafta aktardığım denemesinde de Dani Rodrik, Harvard’dan Prof. Jeff Frieden’e atıfla 1915-50 döneminde “küreselleşmeye karşı tepkilerin iki özgün siyasi radikalizmi, komünizmi ve faşizmi beslediğini” vurguluyordu.

“Eşitlik ve ekonomik bütünleşme (küreselleşme) arasında bir seçim yapmak durumunda kalanlar komünizme, radikal toplumsal reformlara, kendi kendine yeterli ekonomik yapılar kurmaya yönelmişler. Ulusal irade ve küreselleşme arasında tercih yapmak durumunda kalanlar Nazizme faşizme, ulusu yeniden inşa etme projelerine yönelmişler.”

Diğer bir deyişle kapitalizm, “demokratik” bir rejim için gerekli iki koşulu, orta sınıflar için sakin, istikrarlı bir burjuva yaşamı, işçi sınıfı için de çalışma, istikrarlı bir aile yaşamı sürdürme olanağını sunamaz duruma gelince, her iki tabaka da kendi özelliklerine uygun siyasi hareketlere yönelmişler.

İkinci kez komedi olmayacak...
Bugünlerde yoğunlaşan tartışmalarda öne çıkan konular, 19. yüzyılın, yukarıda değindiğim koşullarını korkutucu bir biçimde anımsatıyor. Ama, tarih sanırım bu kez Marx’ınsözündeki gibi bir komedi olarak tekrarlanmayacak. Yine bir trajedi olasılığı söz konusu.

Bir küreselleşme prototipi olarak AB’ye dönersek. Faşist özellikler taşıyan sağ partilerin, halkın ekonomik siyasi seçkinlere, küreselleşmeye (Avrupa Birliği’ne), yabancılara (göçmenlere) yönelik tepkilerini göz önüne alarak “çokkültürlülüğe”, uluslararası kapitalizme (finansa), ulusal sınırların aşınmasına, ulusal paraların ortadan kalkmasına karşı çıkan programlar oluşturarak başarılı olmaya, bulundukları ülkelerin siyasi iklimlerini güçlü bir biçimde etkilemeye başladıkları görülüyor (Gideon Rachman, Financial Times, 14/11).

Hollanda’da, katılım olmadan hükümet kurulamayan anahtar parti konumuna yükselen aşırı sağcı Özgürlük Partisi propagandasının ağırlığını, Müslüman karşıtlığından, AB karşıtlığına, Brüksel seçkinlerine yönelik eleştirilere, Avro öncesi nostaljisine kaydırıyor. Başkan seçilirse Fransa’yı AB’den çıkaracağını söyleyen Marine Le Pen’in, kazanma şansı olmasa bile 2012 seçimlerinde büyük etki yapması bekleniyor. Avusturya’da Özgürlük Partisi, göçmenlere ve AB’ye karşı propagandayla, iktidar partisinin oy oranına yakın bir düzeye yükselmiş durumda. Finlandiya’da Hakiki Finler Partisi’de AB ve göçmen karşıtı propagandayla oylarını yüzde 20’ye yükseltti. İsveç’te bile Neonazi - İsveç Demokrasi partisi geçen yıl yüzde 6 oy alıp parlamentoya girdi.

‘Ütopyacılar’ ve ‘Gerçekçiler’
Liberal demokrasinin merkez partilerinin, finans kapitalin programına saplanıp kalarak bu yükselişe bir çare üretmek bir yana adeta yangına körükle gittiği görülüyor: Bir taraftan “kemer sıkma politikaları” krizin ortasında işsizliği, yoksulluğu daha da arttırıyor; orta sınıf yaşamını yıkıyor; genç kuşakları umutsuzluğa sürüklüyor. Diğer taraftan, bir “uluslararası irade”(?) adeta halkla alay eder gibi, bu kemer sıkma politikalarını uygulatmak için, seçilmiş hükümetleri devirerek yönetimi Trilateral-Komisyon’danBilderberg’den (aşırı sağın, “Siyonist dünya hükümeti kuruluyor” paranoyalarının nesneleri) Goldman Sachs gibi uluslararası sermayeden topladığı, Papademos, Monti, Draghi gibi tiplerin eline veriyor.

“Küresel finans” kesimi, dar fraksiyon çıkarını savunarak tüm kapitalizmi tehlikeye atarken bir zamanlar Margaret Thatcher’e danışmanlık yapmış, Prof. John Gray’in işaret ettiği gibi, düşünsel düzeyde tam anlamıyla ütopyacı bir anlayış, “Piyasalar kendi kendilerine dengeye gelir, dolayısıyla piyasaların taleplerine öncelik vermek gerekir”derken piyasaların dağılmakta olduğunu göremiyor.

Krize, küreselleşmeye karşı sol tepki, insanlığın “komünist refleksini” temsil eden “meydan işgalleri” hareketi de, genelde hayalcilikle, belirgin bir programa sahip olmamakla ne yaptığını bilememekle suçlanıyor. Ancak, John Gray’e göre aslında gerçekçi olan, bu hareket. Çünkü var olan durumun sorunlarına ışık tutuyor, bu durumun böyle devam edemeyeceğini vurguluyor, toplum yararına çözümler arıyor.

Ancak, faşist gelenek bu küreselleşme tepkilerine uyum sağlayarak kendi klasik tabanı bağlamında yararlanmaya başlarken, komünist gelenek yeni durumdan aynı oranda yararlanamıyor.

Komünist gelenek açısından sorun belki de yeni duruma uyum sağlama sorunu olarak ortaya çıkıyor. Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluşması bu durumun bir göstergesi: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu gözlemler, andaki gerçeği yansıtıyor olabilir. Ama Tarık Ali gibi eski tüfeklerin, komünist partilerin de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da bir başka gerçeği yansıtıyor: Bu yeni dalga yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor!

Wednesday, November 16, 2011

Bir şeyin sonu, ama tarihin deği

14 Kasım 2011 -

“Tarihin sonu”na gelmediğimizi biliyorduk, ama sanırım şimdi Yunanistan’da, İtalya’da yaşananları gördükten sonra, “demokrasi”nin sonuna geldiğimizi düşünmeye başlayabiliriz. Halbuki, Avrupa Birliği bir “uygarlık projesi”, demokrasinin beşiği, Kopenhag Kriterleri, ülkeleri sivil asker bürokrasilerin elinden kurtaran bir demokratikleştirme aracı değil miydi?

Demokrasi yalnızca bir an mıydı? 
Françis Fukuyama, “Doğu Bloku” çöktüğünde, “tarihin sonu”na gelindiğini açıklamıştı. Burada önümüzde “serbest piyasa”, dolayısıyla liberal demokrasi, dolayısıyla refah, istikrar, toplumsal olarak güvenlikli bir çağ açılıyordu. Bunun bize faturası en fazla, olaysız ve can sıkı bir yaşam olacaktı.

Ancak tarih savaşlarla, mali krizlerle, dinci akımların yükselişiyle, devrim, komünizm kavramlarını yeniden ortaya çıkaran toplumsal hareketlerle yoluna devam etti; “tarihin sonu” savının aslında, ABD hegemonyasını destekleyen fantezi olduğunu gösterdi.

Bir başka muhafazakâr Amerikan yazarı Robert Kaplan ise 1997’de küreselleşmenin ilk mali krizi yaşanırken ve ilk karşı tepkiler ortaya çıkmaya başlarken The Atlantic Monthly’de “Demokrasi yalnızca bir an mıydı” diye soruyordu. Kaplan’a göre Batı’nın büyük siyasi başarısı olan “demokrasi” giderek bürokratik oligarşiye dönüşüyordu.

Kaplan, o zaman, bu dönüşümün kökeninde esas olarak dört önemli eğilim görüyordu. Birincisi, ekonomik alandaki muazzam güç yoğunlaşmasıydı; dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 50’sini dev şirketler oluşturuyordu. En büyük 200 şirket dünyanın toplam istihdamının binde 25’ini, ama ekonomik etkinliğin yüzde 28’ini gerçekleştiriyordu. En büyük 500 şirketse dünya çıktısının yüzde 70’ini üretiyordu. İkincisi, bu kutuplaşmaya bağlı olarak seçkinler topluma hesap vermekten giderek daha çok uzaklaşıyor, kendilerini daha az sorumlu hissediyorlardı. Buna karşılık kitleler de adeta tüketen, üreten “koyunlara” dönüşüyor, siyasete ilgilerini kaybediyorlardı. Üçüncüsü, egemen sınıfların ideolojisi de bizzat seçkinler içinde tutarlılığını kaybederken kitleler üzerindeki etkisi zayıflıyordu. Dördüncüsü, diktatörlüklerin egemen olduğu Tunus gibi ülkelerde genel seçimlerin, demokrasiye düşman akımları iktidara getirme olasılığı giderek artıyordu.

Sonuç olarak Kaplan’a göre demokrasi olanaksızlaşırken yerini bürokratik oligarşik, otoriter rejimlere bırakmaya başlıyordu. Kaplan bunları yazarken tarihin gündeminde 11 Eylül, Irak savaşı, mali kriz “büyük durgunluk”, Tahrir’den Wall Street’e yeni bir devrimci dalga vardı. Diğer bir deyişle liberal demokrasiyi bürokratik oligarşiye doğru dönüştüren eğilimleri güçlendirecek, halk “pasif koyunluktan” çıkmaya başladıkça da kapitalist toplumun demokrasiyle, ‘halk rızasıyla’ yönetilmesini daha da zorlaştıracak gelişmeler gündeme gelmek üzereydi.

Şimdi tüm bu gelişmelerin ürünlerini vermeye başladığı bir noktadayız. Bunun için halen Arap devrimci dalgasının, ABD ve Batı’nın yardımıyla Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıması bir yana, gelin “demokrasinin beşiği”, bir “uygarlık projesi” AB’nin iki üyesi Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş başbakanlardan alınıp görevin “hesaplayan makinelere”, AB kurumlarının ekonomik uzmanlarına, teknokratlara (Financial Times, 09/11) verilmesine kısaca bakalım.

Oligarşinin zamanı - demokrasinin zamanı 
Yunanistan’da Başbakanı Papandreu, Almanya-Fransa ekseninin (“Merkozy”) mali yardım karşılığında dayattığı ekonomik kemer sıkma paketini, referanduma sunmaya, diğer bir deyişle kendisini seçen halka sormaya kalkınca istifaya zorlandı. Papandreu ve Sosyalist Parti hükümetinin yerini Avrupa Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yapmış Papademos ve bir ulusal birlik hükümeti alıyor. Bu “darbe”de Merkozy-IMF basıncının yanı sıra Yunanistan’ın egemen sınıfları da etkin rol oynadı. Financial Times’ta Misha Glenny’nin aktardığı gibi asla vergi vermeyen, Balkanlar üzerinden yapılan yakıt kaçakçılığından yılda üç milyar Avro kaldıran, Yunanistan’da yaptıkları paraları dışarıya, İngiltere gayrimenkul piyasasına kaçıran, yapılacak özelleştirmelerde kamu varlıklarını yok pahasına kapatmak için pusuda bekleyen oligarşinin, denetimindeki medya aracılığıyla yürüttüğü karalama kampanyası Papandreu’nun devrilmesinde belirleyici oldu. (Financial Times, 07/11) Papademos hükümetinin ilk görevi “kemer sıkma paketini” halka sormadan meclisten geçirmek.

Benzer bir sürecin, İtalya’da seçilmiş hükümetin devrilerek bir teknokratlar hükümetiyle, Berlusconi’nin İtalyan ve AB oligarşisinin muteber bürokratı, Cizvit okullarının yetiştirmesi Mario Monti ile değiştirilmesi sırasında izleyebiliyoruz...

Monti’nin adı öne çıkar, Berlusconi’nin gideceği belli olurken İtalyan büyük sermayesinin organı Confindustria’nın gazetesi “Acele Edin” başlığıyla çıkıyor, yorumunda “politikanın (demokrasinin) zamanının çok yavaş işlediğini, mali krizlerin zamanıyla çok uyumlu olmadığını” anlatıyordu. Monti’yi destekleyen medyanın önde gelen gazetelerinden Corsair’de, De Bortoli’nin genel müdürü, “tarafsız olmak, halk tarafından sevilmemeye yol açtığından, sevimsiz seçenekler, halk tarafından seçilen görevlerle uyuşmadığından, partiler dışı bir teknokratın gerekli olduğunu” anlatıyordu. (Il Manifesto, 11/11)

Confindustria’nın gazetesinin aksine, Yunanistan’da yayımlanan Eleftherotypia gazetesinin yazarlarından Aristeas Bougatsa’ya göre, yaşananlar “politikanın zamanıyla” son derecede uyumluydu, uluslararası sermayenin ve seçkinlerin politikasının zamanıyla...

Papandreou’nun yerine geçen Papademos’un ve Berlusconi’nin yerine geçecek olan Monti’nin ortak özellikleri, yaşamları boyunca sermayenin kurumlarında görev almış olmanın yanı sıra yıllarca, ‘Trilateral Komisyon’ üyeliği yapmış olmalarıydı. İki dönem Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapan Monti halen, Trilateral Komisyon’da Avrupa’yı temsil eden iskemlede oturuyormuş. “Bildiğiniz gibi” diyor, Bougatsa, “Trilateral Komisyon ABD, Avrupa ve Asya sermayesinin, küreselleşmeyi ve uluslararası kapitalizmin çıkarlarını savunacak liderler yetiştiren bir kurumudur; bir komplo örgütü değil, uluslararası sermayenin yönetim aygıtlarından biridir. Papademos hükümetinde Papademos gibi Bilderberg üyesi de olan başka isimlerin olduğunu da aktarıyor Bougatsa (11/11).

Cumartesi günü La Stampa’nın bir yorumcusu, “sağda ve solda demokrasi elden gidiyor zilleri çalındığını”, “yorumcuların, krize çözüm bulma konusunda demokratik bir mutabakat oluşturulamadığından yakındıklarını” aktardıktan sonra, “aslında bu kaygıların yersiz olduğunu” iddia ediyordu; “Her hükümet meclisten onay almak durumundaydı... Monti de zaten kendini tüm uluslararası topluluk önünde kanıtlamış biriydi.” “Buna karşılık politikacılar, üstelik salt İtalya’da da değil, genelde, ekonominin ve uluslararası mali sermayenin araçlarını yönetmekte yeteneksiz olduklarını göstermişlerdi.”

Tüm bunlar, sermaye partileri sermayenin programına demokratik koşullarda halkın rızasını alamadığı için oluyor ve “İşçi sınıfının sermayenin iktidarına başkaldırması, devletin biçiminde bir krize yol aşıyor” (Aktaran: Galip Yalman, Transition to Neoliberalizm: The Case of Turkey in the 1980’s, İstanbul 2009, sf. 299) “Yeni rejim demokratik görüntüsünü koruyor, ama devletin biçiminde ciddi değişiklikler yaşanıyor.”

Tüm bunlar, yakın zamana kadar, medyada Alman Marshall Fonu gibi kurumlar için yazdıkları denemelerde “Türkiye’de demokratikleşme için AB çapasının ne kadar gerekli olduğunu” anlatan yerli malı tiplere ders olur mu desem, bana yazık...

Wednesday, November 09, 2011

Yunanistan’da ‘darbe’

(7 Kasım 201)
Yunanistan Başbakanı Papandreu, ordu üst kademesini görevinden aldı, ama kendini bir “darbe”nin kurbanı olmaktan kurtaramadı. Belli ki o da darbeleri askerlerin yaptığına inananlardandı; gerektiğinde orduları da kullanan iktidarın aslında başka yerlerde olduğunun ayırdında değildi...

‘Demos Cratos’ mu dediniz? 
Yunanistan’da siyasetten konuşunca, Platon’un, Aristotales’in demokrasiye ilişkin kaygılarını anımsamamak olanaksız: Demokrasi yoksulların iktidarıdır; başı boş bırakılırsa zenginleri servetlerinden edebilir. Otokrasiyle demokrasi arasındaki alanda pratikte ideal olana en yaklaşanlar, zenginlerin servetini koruyan, yoksullara da kararlara bir yere kadar katılım olanağı vererek düzeni kabul etmelerini kolaylaştıran, değişik oranlarda oligarşi ve demokrasi karışımı rejimlerdir (1293a32). Ama Aristotales’in VI Kitap’ta demokrasinin türlerini tartışırken, “En İyi (istikrarlı) Demokrasi” başlığı altında, devlet hazinesinden yoksullara mali yardım yapılmasını; ama bu yardımın sadaka olarak değil, onların toprak alarak, iş kurarak yoksulluktan kurtulmalarına olanak sağlayacak biçimde verilmesine ilişkin öğütlerini de (1320b8) unutmamak gerekiyor.

Yunanistan’da (ABD ve AB’de de) üç yıldır yaşananlara bu gözlükle bakınca, “yoksulların” neden sokaklarda olduğunu ve “gerçek demokrasi” istemeye başladığını anlamak hiç de zor değil. Bırakın devlet hazinesinden yoksullara kaynak aktarmayı, devlet hazinesinden zenginlere aktarılan kaynağın yarattığı açığı kapamak için yoksulların elindekini de almaya çalışan; iş kurma, geçinme olanaklarını yok eden “demokrasilerle” karşı karşıyayız. Bu koşullarda, Avrupa’da, özellikle de Yunanistan’da rejimlerin, hızla “demokrasi”den uzaklaştığını, oligarşik özelliklerinin güçlendiğini söyleyebiliriz.

Platon ve Aristotales zamanında, yoksulların iradesinin devlete yansımasına olanak sağlayan, genel oy hakkının, kapitalist toplumlarda bir düzeni onaylama mekanizmasına dönüşmüş olduğunu, çoktandır biliyoruz. Öyle ki, daha ortada “kültür endüstrisi”, “medya makinesi” yokken ünlü anarşist düşünürlerden Emma Goldman (1869-1940), “Eğer gerçek bir değişiklik yaratacak olsaydı, genel oy hakkını da yasaklarlardı” diyordu (aktaran Mike Hume, Spike, 03/10). Bugün bu onaylama mekanizmasının çok daha güçlü ve etkin bir hale gelmiş olduğunu söylemek olanaklı. Bu yüzden, geçen hafta Yunanistan’da patlak veren referandum tartışmasının ortaya koyduğu gibi, bu hakkın bile askıya alınması, “zenginlerin” (uluslararası mali sermaye) yoksulların onayına başvuramayacak bir noktada olduklarını, demokrasiden vazgeçmeye hazır bir duruma geldiklerini gösteriyor.

Papandreu, iki yıldır neoliberal kemer sıkma paketlerini uygulayarak Yunanistan kapitalizmini ayakta tutmaya çalışıyor, bu sırada kriz derinleşiyor; toplumsal muhalefet, “yoksulların sesi” giderek yükseliyordu. AB yönetimi, geçen ay yeni bir kurtarma paketi, yeni kemer sıkma programıyla gelince, Papandreu, ayaklanmalarla, genel grevlerle sarsılan ülkede, yeni bir kemer sıkma paketinin riskini tek başına üstlenemeyeceğini, bu paketi referandum yoluyla halka onaylatırsa uygulama şansının artacağını düşündü.

Böylece Papandreu, genel seçimlere gitmeyerek hem muhalefetin yeni düzeyini yansıtacak bir meclisin oluşmasını engelliyor, hem de “kemer sıkma paketiyle AB üyeliğini özdeşleştirerek” orta sınıflara şantaj yapmayı, muhalefeti bölmeyi, medyanın, devletin etkisini de kullanarak kemer sıkma paketini onaylatmayı planlıyordu.

İlk anda çok kurnaz bir taktik gibi görünen bu adım, ortalığı karıştırdı. Belli ki ne Almanya-Fransa bloku neoliberal politikaları ne de gelinen noktada Yunan kapitalizmi AB ilişkisini bir referandumla halka onaylatabileceğine güveniyordu. Genelde AB’de, özelde Yunanistan’da kapitalizmin istikrarı, toplum üzerindeki etkisi o kadar zayıflamıştı ki, bir halkoylaması beklenmedik sonuçlar yaratabilirdi. Uçurumun kenarında dururken “demos cratos” oyunu oynamanın âlemi yoktu...


‘Darbe’ ve ‘U’ dönüşleri 
Yunan muhafazakâr basını, Yeni Demokrasi Partisi “hain”, “deli” çığlıkları atmaya başlarken Papandreu, Alman Şansölyesi Merkel ve Fransa Devlet Başkanı Sarkozy tarafından apar topar G20 toplantısına çağrıldı. Orada, Merkel ve Sarkozy, Yunanistan’ın AB’den çıkma olasılığını gündeme getirerek Papandreu’ya, referandumdan vazgeçirmek için baskı yaptılar. Papandreu direnince de baskılar referandumun içeriği üzerinde yoğunlaştı; kemer sıkma paketi değil, AB üyeliği oylanmalıydı. Bunun üzerine Yunanistan Maliye Bakanı Venizelos, “Üyelik Yunanistan’ın tarihsel hakkıdır, oylanamaz” açıklamasını yaptı. Muhalefetteki Yeni Demokrasi Partisi lideri Antonis Samaras da aynı düşüncedeydi. IMF, istikrar paketi meclisten geçmezse para yok, dedi. Bu basınçlara dayanamayan Papandreu da referandumdan vazgeçti.

Papandreu cuma gecesi, partisi PASOK’tan iki milletvekili, Kaili ve Panariti’nin olumsuz açıklamalarından sonra, mecliste kaybetme olasılığı çok yüksek bir güvenoylamasıyla yüzleşmeye hazırlanırken artık teknokratlardan (Eleftherotypia gazetesine göre çoğu bankacılardan) oluşan bir “ulusal birlik” hükümetinin kurulmasının gerekliliğinden, başına da Avrupa Merkez Bankası eski başkan yardımcısı Lucas Papademos’un geçmesinden söz ediliyordu (Athens News, 04/11). Samaras’ın “teknokratlar hükümeti” önerisiyse, Khatimerini yorumcularından, Versendaal’ın deyişiyle, “Yunanistan’da politikacıların artık çözümün değil, sorunun parçası haline geldiğinin itirafıydı.”

Cuma gecesi yapılan güvenoylamasını Papandreu, PASOK temsilcilerini yeni bir koalisyon hükümeti oluşturma vaadiye ikna ederek 145’e 153 oyla kazandı.

Cumartesi günü, “U” dönüşü yapma sırası Yeni Demokrasi Partisi’ne gelmişti. Parti, önce koalisyon hükümetine karşı olduğunu açıkladı, hemen genel seçimlere gidilmesini istedi. Papandreu, önce gerekirse bir başkasının başbakanlığında bir koalisyon kurulmasını, bunun da paketi onaylamasını, bunlar gerçekleşmeden seçimlerin söz konusu olamayacağını açıkladı (Athens News, 05/10).

YD Partisi lideri Samas, yine pozisyon değiştirerek Yunanistan’ın AB üyeliğini korumak için, ülkeyi en kısa sürede genel seçimlere taşıyacak bir koalisyonu tartışmaya, Papandreu’nun istifa etmesi koşuluyla açık olduklarını, daha önce onaylamayı reddettikleri kemer sıkma paketini de onaylayacaklarını açıkladı (Khatimerini, 05/11).

Evet, belki Yunanistan’da askeri bir “darbe” gerçekleşmedi, ama Almanya ve Fransa’nın verdiği “muhtıra” ülkenin siyasi yapısını kökünden sarstı. PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi müthiş bir “U” dönüşle kemer sıkma paketini halkoylamasına sunmadan meclisten geçirmeyi, bunun için bir “ulusal birlik” hükümeti kurmayı, başbakan da istifa etmeyi kabul etti.

Böylece, bir AB üyesi olarak Yunanistan’ın seçilmiş siyasi liderlerinin özgürce karar alamayacağı; halkın yaşamını etkileyen kararların halkın onayına sunulmasına izin verilmeyeceği; iktidarın, üye ülkelerin hükümetlerinde değil, bir hegemonya inşa etmekte olan Almanya-Fransa ekseninde yoğunlaşmakta olduğu gözler önüne serildi. Franz Fanon’un “ulusal mekânda ötekinin iktidarı” tanımından hareket edersek, Yunanistan’ın da neredeyse bir sömürge statüsüne indirgendiğini de...

Tuesday, November 01, 2011

Kurtarma paketi - Alman tankları

(31 Ekim 2001)

Avrupa Birliği liderleri, perşembe günü sabah 04.00’te, Yunanistan’ın iflasını, Avro’nun çöküşünü, küresel bir mali krizi önleyecek yeni bir kurtarma paketi üzerinde anlaştıklarını açıkladılar. O gün mali piyasalar uzun zamandır görülmeyen bir hevesle ileri atıldılar. Ancak, ihtiyatlı bir Wall Street Journal başyazısının işaret ettiği gibi, piyasalar, Brüksel’den sabaha karşı gelen haberlere daha önce de böyle heyecanlı tepkiler vermemişler miydi?

Gerçekten de cuma günü, Wolfgan Müncahu Financial Times’da, “Belki bir gün AB liderleri krizi aşacak bir paketle gelecekler, ama bugün o gün değil” yorumunu yaparken, piyasalar, kurtarma paketinin ilk anda sandıkları kadar parlak olmayabileceğinin ayırdına vararak hız kesiyorlardı.

Pakete ilişkin kaygıları kabaca iki başlık altında toplamak olanaklıydı. Birincisi, paketin sonuç alabilmesi için, halk deyişiyle bir “olsayla bulsa bir araya gelse” durumu söz konusuydu. İkincisi, tüm bu “olsalar ve bulsalar” sonunda “bir araya gelseler” bile paket mali krizin aşılması için gerekli temel koşulu, ekonomik büyümeyi teşvik edecek gibi görünmüyordu.

Bu ekonomik kaygıların yanı sıra bir de süreci iyice zorlaştıracak gibi görünen bir kaygı daha giderek öne çıkıyordu. La Stampa’da Enrico Rusconi’nin perşembe günü vurguladığı gibi, bu kaygı “ulusal egemenlik” konusuyla ilgiliydi: Mali krize müdahale süreci ilerledikçe Almanya’nın egemenliği ve AB üzerindeki hegemonyası güçlenirken, yalnızca Yunanistan, Portekiz gibi görece küçük ülkelerin değil, AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya’nın bile ulusal egemenliği giderek zayıflıyordu...

‘Olsayla bulsa...’
Perşembe günü açıklanan kurtarma paketinin içeriğini üç başlık altında özetleyebiliriz. (1) Yunanistan’dan alacağı olan bankalar, bu alacaklarının yüzde 50’sini gönüllü olarak silecekler. Böylece Yunanistan’ın borçlarının GSMH’ye oranı 2020 yılına kadar yüzde 160’tan yüzde 120’ye (Mali İstikrar Paktı’nın koyduğu yüzde 60 sınırının iki katı) inecek. (2) Avrupa Finansal İstikrar Fonu (EFSF) 440 milyar Avro’dan, 1 triyon Avro’ya yükselecek. Bu, miktar konuyu yakından izleyen yorumcuların gerekli gördüğü büyüklüğün ancak yarısına ulaşıyor (The Times, Le Monde, 28/10/011). (3) Bankalar Haziran 2012’ye kadar sermaye tabanlarını güçlendirmek için toplam 106 milyar Avro yeni kaynak bulacak, rezerv oranlarını yüzde 9’a yükseltecekler.

Paketle ilgili ilk sorun bu “gönüllü” kavramından kaynaklanıyor. Bu kavram Yunanistan’ın iflas ettiğini gizleyerek CDS denen kredi sigorta sorumlulukları zincirinin devreye girmesini önlemeyi amaçlıyor. Ancak CDS’leri kullanmak bazı bankalar için daha avantajlı olabiliyor. Bankaları gönüllü olarak borç silmeye Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) ikna edecek. Ne kadar başarılı olacağı henüz belli değil. Diğer taraftan, bankaların bu borç silme operasyonunu gerçekleştirmeden önce, sermaye tabanlarını güçlendirmek için gereken 106 milyar doları nereden bulacakları da henüz belli değil.

EFSF’nin 440 milyar Avro’dan 1 triyon Avro’ya yükseltilmesine gelirsek... Birincisi, halen Fon’da yalnızca 220 milyar Avro var. Bunu trilyona yükseltmek için gerekli kaynak, AB üye ülkeleri “vergi mükelleflerine” yeni yük getirilmeyeceği ısrarla vurgulandığına göre, esas olarak başta Çin olmak üzere kimi rezervleri kuvvetli ülkelerin devlet fonlarından sağlanacak. Bunun ışık tuttuğu jeopolitik görüntü bir yana, bu ülkelerin bu yatırım karşılığında dayatacakları ekonomik, özellikle de siyasi koşulların AB için kabul edilir olmasına bağlı (Spiegel, 28/10/011).

Paketin bu aşaması da başarıyla tamamlansa, Yunanistan’ın borcunun yarısı silinse bile geride kalan miktar, sürdürülebilirliği sağlamak, daha uygun koşullarla da olsa yeni borçlanmaları gerektirecek. Borçların büyümeye devam etmemesi için Yunanistan ekonomisinin kaynak yaratması; diğer bir deyişle büyümeye başlaması gerekiyor. Yunanistan hükümeti, harcamaları keser, işten çıkarmalara devam eder, varlıklarını satarken toplumsal muhalefet meydanlarla genel grevler arasında gidip gelirken, bu büyüme nasıl sağlanacak? Cumartesi günü Berlusconi “Avro’ya kimse güvenmiyor” derken, Financial Times’a göre “piyasalar artık İtalya’ya güvenmiyordu.” La Reppublica da “krizin İtalya ve İspanya’ya bulaşma olasılığının IMF’yi alarma geçirdiğini” bildiriyordu.

‘Avrupa’da egemenlik kimde?’
Açıklanan kurtarma paketinin ayrıntılarını, özellikle de bu paketin içeriğinin hazırlanma koşullarını düşünürken, tartışmalar aniden adeta başa, Avro’nun ilk yaratıldığı sırada gündemde olan, “Arkasında siyasi bir egemenlik olmayan bir para yaşayabilir mi” sorusuna geri döndü. Bu soruya geri dönen tartışmaların en ilgincine İtalyan gazetesi La Stampa’da rastladım.

Enrico Rusconi, yorumunda, sorunu çok berrak bir biçimde koyuyordu: “Bugün Avrupa’da egemenlik nerede bulunuyor?” Rusconi, olası cevapların sonuçları üzerinde düşünmeye devam ederken muhafazakâr Alman hukuk ve siyaset teorisyeni Carl Schmitt’in “egemen olan, olağanüstü koşulun (sıkıyönetim anlamına da geliyor-E.Y) uygulanması konusunda karar alabilendir” tanımına başvuruyor. Bugün Avrupa’da bir “olağanüstü koşullar” uygulaması var. Bu ortamda Berlin ve Roma’nın durumlarını karşılaştırırsak diye devam ediyor... Alman parlamentosu Bundestag, Merkel’in raporunu dikkatle dinliyor; Merkel’i, Avro’yu koruma, işin gerekenleri yapmak konusunda yetkilendiren kararı alıyor.

Merkel bu kararı uygulamaya başladığında “diğer üye ülkelerin hükümetlerine bu karar doğrultusunda yeniden şekillenmek düşüyor”. Rusconi’ye göre bu olgu, “egemenliğin Bundestag’da olduğunu”, diğer, “parlamentosu felç olmuş, siyasetinde iktidarsızlık yaşayan İtalya gibi AB ülkelerinin bir egemenlik kaybı yaşadığını gösteriyor”.

Bu yoruma Fransa’nın muhafazakâr gazetesi Le Figaro da katılıyordu. Le Figaro, “Merkel ile Berlusconi arasında seçim yaparken tereddüt edecek değiliz” dedikten sonra ekiyordu: “Almanya’nın egemenliği doğmakta olan mimarinin bir unsurudur. Bu Avrupa projesini yeniden Almanya ile el ele inşa etme konusunda bizi motive etmelidir”(Le Figaro, 26/10/011).

Yunan gazetelerine kısaca bir göz atınca, bu “yeniden inşaya” katılma bağlamında motive olmayan tek ülkenin İtalya olmadığını görüyoruz. Örneğin, Eleftherotypia paketin açıklandığı gün “İçi Alman tanklarıyla dolu” başlığıyla çıkarken, yazarlarından Moses Lychees cumartesi günü, “Bankaların saçı biraz kesilse ne olur? Biz Yunanlılar, Portekizliler, İspanyollar, İtalyanlar... çalışma ve toplumsal haklarımız söz konusu olduğunda koyun gibi kırkıldık” diye yazıyordu. Prof. Nikou Kotza, “Avrupa’da borçlandırma yoluyla bir imparatorluk kurulduğundan”... “otoriter demokrasiye doğru ilerlendiğinden” söz ediyordu.

Kathimerini gazetesine bir yorumuyla katılan Handelsblatt (Almanya’nın finans gazetesi) editörü Steingart, dayatılan ekonomi politikasını, Rusya’da uygulanan “şok terapiye” benzetiyor. “Dr. Şok demokrasinin düşmanıdır”... “Ben Yunanistan’da yaşıyor olsam bir gözüm ordunun üzerinde olurdu” diyor.

Wednesday, October 26, 2011

Biz geldik, gördük, o öldü (24 Ekim 2011)

Bunlar, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, Muammer Kaddafi’nin öldürüldüğünü öğrendiğinde, kahkahalarla gülerken söyledikleri. Kaddafi, haftalardır aralıksız süren NATO bombardımanıyla neredeyse yerle bir olan Sirte kentinden kaçmaya çabalıyordu. Konvoyu Fransız uçakları ve ABD “dronları” tarafından bombalanınca, yaralı olarak isyancıların eline düştü ve hemen orada infaz edildi.

Bağımsızlık ve kalkınma diye başlayıp, ailesiyle birlikte halkının başına çöreklenmiş, giderek emperyalizmin işbirlikçisi ve alay konusu olmuş bir diktatörün arkasından gözyaşı dökecek değilim. Ama, bu ölümün Libya “devrimi” denen saçmalığa çok uygun olduğunu da düşünmeden edemiyorum.

İsyancılarla Kaddafi rejimi arasında başlayan çatışmalarda, sivilleri koruma savıyla devreye giren NATO ve ABD’nin AfriCom güçleri, kısa sürede, “bir rejim değişikliği” projesini yaşama geçirmeye, sivilleri de bombalamaya başlamış, yönetimine, Kaddafi rejiminin eski “kasaplarından” ve El Kaide artıklarından oluşan işbirlikçileri getirdikleri “isyancıların” hava gücüne dönüşmüşlerdi. Bu noktadan sonra, NATO ve AfriCom, Kaddafi güçlerini, elindeki kentleri bombalayarak isyancıların yolunu açmış, onlara “zaferi”, adeta tepside hediye etmişti. Associated Press Ajansı, ABD’nin ilk kez, Clinton’ın ağzından, “ölü ya da diri, artık yakalanması gerekiyor” dediğini aktarmıştı. İki gün sonra Kaddafi, NATO ve AfriCom tarafından bombalandı, yaralanarak savunmasız duruma düşürüldü, “isyancılar” tarafından öldürüldü.

Şimdi demokrasi zamanı... 
Ya Kaddafi mahkemeye çıkarılsaydı, orada, dün elini öpen Berlusconi’nin, develeriyle, 40 “bakire” korumasıyla Elize Sarayı’nın önüne çadır kurmasını izin veren Sarkozy’nin, öpüşüp kucaklaştığı Blair’ın işlerini ortaya dökmeye, ABD’ye terorizme karşı savaşta sunduğu hizmetleri anlatmaya başlasaydı, kitle imha silahları programını Batı’ya teslim ederken kendisine verilen sözleri anımsatsaydı? Sanırım bu olasılıklar ortadan kalktığı için, Clinton haberi alınca kahkahalarla gülmüş, sonra, ABD’yi de Roma’nın mirasçısı olarak gördüğünden olacak, Sezar’ın sözlerini anımsamıştı...

Söz Roma’dan açılmışken, Roma’nın düşmanları kadar, onun desteğine dayalı hesaplar yapan “çevre” ülkelerin de sonunda Roma’ya yem olduğunu anımsamak yararlı olabilir.

Diktatör devrildiğine, hatta infaz edildiğine göre, artık Libya’ya demokrasi gelebilir. Ama sanırım şöyle bir sorun var. Demokrasi Libya’ya geldiğinde büyük bir olasılıkla yerleşecek bir ülke bulamayacak. Üstelik, bu benim kuruntum değil; uluslararası basında, diplomatik çevrelerde son haftalarda, özellikle de Kaddafi infaz edildiğinden beri, daha da yoğunlaşan bir tartışmanın ana konusu.

“Geçiş döneminde” (Nereye geçilecekse?..) başbakanlığı üstlenmiş olan Mahmut Cibril’e göre, Libya’da durum bu günlerde “ulusal mücadeleden bir kaosa doğru ilerliyor”. Batı’da yetişmiş bir bürokrat olan Cibril “Siyasi mücadele mali kaynak, örgüt, silah ve ideoloji gerektirir. Bunlar da bende yok” diyerek istifa etmek istediğini açıklamış (Time, 20/10/2011). Bunların bugün kimde olduğu henüz belli değil. Ayaklanmaya katılanların hepsi silahlı, mali kaynak Batı’dan geliyor. Örgütlenme ve ideoloji konularıysa çok sorunlu. Örneğin ideoloji söz konusu olduğunda ortada adı anılacak tek akım El Kaide artığı ya da şubesi Selefi gruplar.

Hemen tüm gözlemciler, Kaddafi ve klanı yönetimi tek elden sıkı sıkıya kontrol etmiş olduğundan, bunlar gidince geride, restore edilebilecek, modern anlamda bir devlet aygıtı kalmadığını iddia ediyorlar. Bir ölçüde haklı olduklarını düşünüyorum. Gerçekten de, savaş sürecinde, idari yapı yerel düzeyde birbirinden çok farklı, siyasi, askeri odakların elinde kalmaya başladı.

Libya toplumu, karmaşık bir aşiretler ve yerellikler üzerinde yükseliyor. Aşiret yapılarının yanı sıra, Kaddafi döneminde, bu yerelliklerin, aşiret kimliklerinin üzerinde bir vatandaşlık kurumu gelişmemiş olduğundan Libyalılar, kendilerini, Foreign Policy’de Jason Pack’in işaret ettiği gibi, Libyalı olarak değil, öncelikle, aşiret kimlikleriyle ya da bu kimliklerin bir uzantısı olarak, Trabluslu, Misratalı, Bingazili, Zintanlı olarak yerel kimlikleriyle tanımlıyorlar.

Peki, bir merkezi devleti bir arada tutacak çimento, “vatandaşlık” kurumu, bundan sonra gelişemez mi? Bu soruya olumlu bir cevap vermek zor. Çünkü birçok analistin işaret ettiği gibi, tüm bu yerel güçler, aşiret güçleri, Selefi gruplar kendilerini birleştiren ortak düşman ortadan kalkınca, bulundukları yerlerde iktidarlarını konsolide etmeye, kurulacak yeni devlette yer kapma yarışına girişmiş görünüyorlar. Şimdi bu yarışın daha da hızlanacağı kolaylıkla söylenebilir. Kısacası, Libya’da önümüzdeki dönemde, demokrasi bir yana, bir merkezi devlet kurma olasılığı zayıf görünüyor, Cibril’in kaos beklentisi gerçekleşeceğe benziyor.

Bu kadar kan boşuna mı aktı?
Libya’ya demokrasinin gelmesi şüpheli ama, bir şeylerin geleceği kesin. Örneğin, petrol, maden çıkarma şirketleri, bankalar, müteahhitlik firmaları, hatta süpermarket zincirleri de Libya’ya gelecektir. Ayrıca, 30 yıldır inşası süren dev “yapay nehir” geçen yıl tamamlanarak Libya’yı, Afrika’nın ekmek teknesi konumuna yükseltecek bir tarımsal Rönesans’ın eşiğine getirmişti. Dünya piyasalarında gıda fiyatlarının arttığı bir dönemde, “yeni Libya” bu açıdan da dev “agri-business” şirketlerine büyük olanaklar sunuyor.

Libya’da istikrarlı bir merkezi idare yapısının kurulması uzun süreceğinden, özel güvenlik şirketlerinin de Libya’ya doluşmasını bekleyebiliriz. Ama Libya’ya geleceklerin içinde bence en önemlisi, Kaddafi’nin onay vermeyi reddettiği AfriCom olacaktır.

Gerçekten de Afrika, ABD açısından giderek önem kazanıyor, yeni bir yayılma alanı olarak öne çıkıyor. 10 Mayıs 2010’da ABD Kongresi Kuzey Uganda Kurtarma Akti’ni yasalaştırdı. Bu yasa, o bölgede faaliyet gösteren “Tanrının Direniş Ordusu” (TDO) aslı örgütün varlığına son vermeyi ve lideri Joseph Konyi’yi yakalamayı amaçlıyordu. Önceki cuma günü, Obama, bu amaçla Uganda’ya 100 Özel Harekât Personeli gönderdiğini Kongre’ye bildirdi.

TDO, Kongo, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kamerun topraklarında da etkin olduğundan ABD, benzer yardımları bu ülkelere de yapacak (Reuters 14/10). Geçen hafta, New York Times, ABD’nin büyük bir konsolosluk ve askeri varlık bulundurduğu Kenya’nın askerleri birliklerinin yeniden Somali’ye girdiğini de bildiriyordu.

ABD, Çin’in Afrika’daki yayılmasının bir aşamasında getirmeye başlayacağı askeri yapılanmaları karşılayacak bir konumda olmak için (örneğin, Holslag, Parameters, yaz 2009) kurduğu AfriCom’un merkezini de Libya’ya getirebilir. Bu bağlamda Libya, ABD’ye, halen Cibuti’deki 1300 personel kapasiteli askeri üsse ek olarak paha biçilmez yeni olanaklar sunabilecektir. Böylece önümüzdeki dönemde ABD’nin Afrika’ya girişinin, Libya üzerinden yeni bir ivme kazanmasını bekleyebiliriz

Thursday, October 20, 2011

Gündemde yine savaş mı var? (17. 10. 2011)

Geçen hafta gazeteleri meşgul eden iki önemli gelişme aklıma 2000’li yılların başında, Irak savaşı öncesinde yaşananları getirdi; anlığımda bir analojiyi tetikledi. “Gündemde yine büyük bir savaş mı var?” diye düşünmeden edemedim.

İki gelişme, bir analoji
Hafta ortasında ABD yönetimi İran’ı, Suudi Arabistan’ın Washington Elçisi’ne suikast düzenlemeye kalkmakla suçladı. Başkan Obama, “İran bu tehlikeli, pervasız girişimin hesabını mutlaka verecektir” dedi. “Uluslararası topluluk”tan, İran’ın bu girişimiyle ilgili olarak ABD’nin önlerine koyduğu kanıtlara güvenilmesini istedi.

Bankalar ve piyasa ekonomisine karşı New York’un mali merkezi Wall Street’te geçen ay başlayan protesto eylemi hafta sonunda 951 kentte yankılanarak tüm dünya ekonomisine yayıldı, 10 yıl sonra yeniden bir küresel başkaldırı dalgasıyla karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü.

Bunlar aklıma, 1999 Seattle olaylarından sonra gelişmiş kapitalist ülkelerin büyük kentlerine yayılmaya başlayan “küreselleşme karşıtı” protestoları, Dünya Toplumsal Forumu’nu getirdi. O zaman da bir borsa krizi yaşanmıştı; “depresyon” olasılığından söz ediliyordu. Dünya medyası gittikçe güçlenen, yayılan, sertleşmeye başlayan protestoları tartışıyor, kimileri eylemcilerin haklılığından söz açarken kimileri de olmadık hakaretler yağdırıyordu. Yine “kapitalizmin üzerinde dolaşan hayaletten” bahsediliyordu.

O sırada ABD’de başkanlık seçimleri yapıldı. Seçimlerden muhafazakâr parti, neo-con siyasi ekip zaferle çıktı. Seçimler öncesinde yoğunlaşan “yeni savunma stratejisi tartışmaları”, küreselleşmenin, serbest piyasa düzeninin ABD’nin yaşamsal çıkarları kategorisine girdiğinde, ancak ABD hegemonyasının ekonomik-kültürel zemininin zayıfladığında hemfikir oluyordu.

Bu koşullarda, önce 11 Eylül 2001’de ABD toprağında insan aklını zorlayan vahşette bir terörist eylem gerçekleşti. Batı ülkeleri hemen ABD’nin etrafında toplandılar. ABD bu iklimden yararlanarak, “Yeni Savunma Stratejisi”ni açıkladı, Taliban hükümetinin görüşme çabalarını bir kenara iterek Afganistan’a saldırdı. İkinci adım olarak ABD “Irak’ta kitle imha silahları var” iddiasıyla Batı ittifakını arkasına alarak Irak’ı işgal etmeye hazırlandı. Ancak inandırıcı olamadığı için de bu işi İngiltere’yle birlikte üstlenmek durumunda kaldı.

2001-2003 arasında, dünya ekonomisi (neo-liberal model) küreselleşme karşıtı savları doğrulayan bir depresyonun eşiğine gelmiş olmasına karşın 11 Eylül ve savaşlar, tartışma iklimini değiştirdi; küreselleşme karşıtı hareket “savaş karşıtı harekete” dönüşmeyi denedi ama başarılı olamadı, giderek söndü. Bu sırada merkez bankaları tarihte görülmemiş çapta bir parasal genişlemeye giderek depresyon tehlikesini ötelediler. Ama finansallaşma gelişmeye devam ettiğinden, bastırılan kriz eğilimleri 2007’de daha büyük bir güçle geri geldi. Bu sırada ABD’nin “imparatorluk” atılımı fiyaskoyla sona erdi, hegemonyasının gerileme süreci yeniden üstelik ivme kazanarak hızlandı.

Yaklaşık bir yıldır dünya ekonomisinde bir muhalefet hareketi yükseliyor. Bu hareket en çarpıcı örneklerini önce Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da verdiği için, birçok yorumcu, özellikle jeopolitik gözlüğüyle bakanlar, hareketin evrensel boyutunu kavrayamadılar; Avrupa’daki protesto eylemleriyle ilişkisini kuramadılar.

Ancak “Wall Street işgali” eylemi, hafta sonunda eylemin dünya çapında yayılarak yankılanması, dalganın evrenselliğini kesinlikle kanıtlamış oldu. Bu dalga, küreselleşme karşıtı dalgaya benzemekle birlikte, kapitalist ekonomiyi, liberal demokrasiyi hedef alarak, daha önce görülmemiş eylem ve örgütlenme biçimleri sergileyerek, sanırım daha hızlı gelişiyor.

Bu sırada, Marx’ın “ilk kez trajedi, ikinci kez komedi” sözlerini kanıtlarcasına yine ABD toprağında bir terörist eylem (bu kez yalnızca girişimi) iddiasıyla karşı karşıyayız. 11 Eylül saldırısını Irak’a kadar uzatan çevreler bu kez, bir süredir gözlerini diktikleri İran’ı suçluyor, “uluslararası topluluğu” İran’a karşı harekete geçirmek için kollarını sıvıyor.

Ve bir komedi
ABD yönetiminin İran’ın Suudi Arabistan elçisine yönelik suikast girişimine ilişkin iddiaları Adalet Bakanı Eric Holder’in ağzından açıklaması, iddiaların ağırlığına işaret ediyordu. Ancak, FBI Başkanı Robert Muller’in, “Harekât Kızıl Koalisyon” kod adı ile gerçekleştirilen operasyonda ele geçirdikleri bilgilerle ilgili açıklamasındaki, “adeta bir Hollywood senaryosu gibi” ifadeleri, anında tartışmaların tonunu belirledi.

Washington Post’tan Ignatius’un, Karla’ya (Le Carre’nın ünlü romanındaki olağanüstü zeki, tecrübeli KGB şefi) benzettiği Kasım Süleyman’ın yönetimindeki, doğrudan “yüce lider” Hamaney’e bağlı Kudüs Kuvvetleri’nden Golam Şakuri adlı biri, Texas’ta ikinci el otomobil satan İran asıllı Amerikalı Mansur Arbabsiar’la ilişki kurmuş, Suudi Arabistan’ın Washington Elçisi’ni öldürmek üzere bir kiralık katil ayarlamasını istemiş. Bu iş için Arabsiar’ın Amerika’daki banka hesabına, İran’dan (!),100.000 dolar transfer edilmiş. Arabsiar, Meksika uyuşturucu kartellerinin katilleriyle ünlü Zeta örgütüyle ilişkiye geçiyorum zannıyla, aslında bir FBI ajanıyla temas kurmuş.

Arbabsiar, kartelin aracısı sandığı ajana, Tahran’da bir üst düzey yetkilinin yeğeni olduğunu da anlatarak bu iş karşılığında 1.5 milyon dolar ve ABD Afganistan’dan çekildikten sonra (!) sınırsız miktarda afyona erişme olanağı teklif etmiş. Gerçekten Hollywood senaryolarını andırıyor, ama kimsenin filme çekmek istemeyeceği kadar kötü...

Ama burası ABD-Ortadoğu kavşağı; olayı anlayabilmek için bazen görünenin tam aksini düşünmek gerekebilir. Örneğin, casusluk, istihbarat konularında uzmanlaşmış yorumcular, geçmişte son derecede başarılı suikastlara imza atmış İran’ın, bu kadar kötü bir senaryo ile yola çıkacağına inanmanın çok zor olduğunu düşünüyor, bu senaryonun bir ABD tezgâhı olabileceğini ima ediyorlar. Bu konuda kesin bir yargıya varmamıza yardım edecek bilgilere sahip değiliz.

Ama bu “suikast girişimi” sayesinde ABD’nin birden fazla kuşu vurmayı başardığı kolaylıkla söylenebilir: (1) İran’ı başkalarının toprağında suikastlar düzenleyen bir “haydut” ülke olarak niteleyip “uluslararası topluluğun desteği” sağlanarak daha sert, giderek doğrudan bir savaşa açılacak uygulamalarla İran tecrit edilebilir. (2) ABD, “Arap Baharı” sırasında Suudi Arabistan’la zayıflayan dostluğunu yeniden güçlendirebilir. (3) Suudi Arabistan’la İran arasındaki “soğuk savaş” bölgesel rekabet, sıcak savaşa doğru tırmandırılabilir. (4) Bu tırmanma, İsrail’in güvenliğini arttırmanın yanı sıra İsrail’in Sünni Arap eksenine eklenmesini getirebilir. (5) Son dönemde, nükleer programıyla ilgili 5+1 grubuyla yeni görüşmeler için yeni girişimleri gündeme getirmeye başlayan İran’ın önü kesilerek İsrail’in bölgedeki “nükleer bomba tekelini elinden kaçırma” korkusuna cevap verilmiş olur.

Sonuç olarak, ABD merkezli neo-liberal düzene (ABD hegemonyasının kalbini hedef alan) karşı küresel bir toplumsal muhalefet dalgası yükselirken komplo senaryolarını içeren karışık olayların gündeme gelmeye başlaması hiç de hayırlı bir işaret değil.

Tuesday, October 11, 2011

Bu havada malını satamazsan firmanı satarsın




10 Ekim 2011 -  

Description: http://www.sendika.org/images/pixel.gif
Uluslararası sistemin alması olası yeni biçimler üzerine tartışmalarda, yine bir yoğunlaşma var. Bu tartışmalara konu olan eğilimlerin giderek birbiriyle kesişmeye, birbirlerini güçlendirmeye başlamasıysa, uluslararası ilişkilerde “havanın” giderek sertleşeceğini düşündürüyor.

Bu sırada Türkiye ile ilgili haberlerde öne çıkan kimi olgular, “AKP hükümeti, ‘gemiyi’ bu havada nasıl su yüzünde tutmayı başaracak?” sorusunu akla getiriyor. Belki bu soruyu birbiriyle kesişerek güçlenmeye devam eden eğilimlerin içine katarak değerlendirmek gerekiyor.

‘En kötü mali kriz...’ 
Perşembe günü, İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, “Dünya bütün zamanların, en azından 1930’lardan bu yana, en kötü mali krizini yaşıyor” diyor, ekonomiye 75 milyar sterlin basacağını açıklıyordu. Cuma günü Financial Times, “Merkez bankaları işe koyuldu” başlıklı yorumunda, Avrupa çapında yeni bir parasal genişleme dalgasının haberini veriyordu.

Bu sırada, ABD Senatosu Çin’e yönelik korumacı uygulamalara izin verecek, hatta bunları zorunlu kılacak bir yasa tasarısını oylamaya başlıyordu. Medyayı meşgul etmeye başlayan bir diğer gelişme de ABD’de, uzun yıllardan bu yana ilk kez yükselmeye, yayılmaya başlayan toplumsal muhalefet olaylarıydı. Geçen ay Wall Street’te genel olarak bankalara, özel olarak yoksullaşmaya, işsizliğe karşı başlayan protesto hareketi, hafta sonunda Philadelphia, New Orleans, Washington, Tampa, Dallas, Houston, Austin’in yanı sıra 100 kente yayılmış, başlangıçta sayıları onlarla anılabilecek protestocular, perşembe günü 15 bin kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenleyebilmişlerdi. En son haberler, sendikaların giderek artan oranda harekete destek vermeye başladığını gösteriyor.

Böylece, “Wisconsin”, “uvertürü”nden sonra, Wall Street İşgal Hareketi, sendikaları toplumun diğer hoşnutsuz kesimleriyle birleştirmeye başlarken İngiltere kasım ayında gerçekleşecek, çok büyük işçi hareketlerine hazırlanıyor. Avrupa’da kriz merkeze doğru yayılıyor...

Bu durumda hükümetlerin klasik tepkisini, ikiye ayırabiliriz. Birincisi, parasal genişlemeyle sorunları, 2002-2006 arasında olduğu gibi, sonrasını düşünmeden, ertelemeye çalışmak. İkincisi, “Yüksek işsizliğin sorumlusu kim?” sorusuyla dikkatleri dış ticarette rekabet koşullarına yönlendirerek, yerli egemen sınıfların üzerinden uzaklaştırmak. Kaygı veren şu ki, bugün bu tepkiler kesişerek, büyük siyasi krizlere zemin hazırlamaya başlamış gibi görünüyorlar.

...En büyük siyasi krizlere zemin hazırlıyor... 
Parasal genişlemelerin, serbest piyasa sistemi içinde, genişlemeye giden ülkenin ekonomisini değil, rekabet gücü daha yüksek ekonomileri destekleme olasılığı çok kuvvetli oluyor. Böylece, ithalat artmaya, yerli sanayi iş kaybetmeye, ama halk genişlemenin mali yükünü üstlenmeye devam edebiliyor. Bu süreç, eninde sonunda, artan dış ticaret açığı, işsizlik üzerinden dikkati, öfkeyi parasal genişlemeden yararlanan ülkeler üzerinde yoğunlaştırıyor.

İkincisi, işsizlik konusunda suçlu aranınca gözler dışarıya, örneğin, bugün ABD’de, Çin’le olan 278 milyar dolarlık ticaret açığına dönüyor (Wall Street Journal, 07/10) ve bu açığın bir hesaplamaya göre, ABD ekonomisine 2001- 2010 arasında 2.8 milyon, bir başka hesaplamaya göre 1990-2007 arasında yaklaşık 1 milyon iş kaybına mal olduğuna ilişkin savlar siyasi bir önem kazanıyor (Washington Post, 06/10). Bu savlar da, mali kriz sırasında, üç yılda 8.5 milyon kişinin işini kaybettiği görmezden gelinerek, ABD ekonomisini Çin’e karşı (bankerlere karşı değil) korumak gerektiği sonucuna götürüyor. Üstelik, bu korumacılığın ithalat yoluyla gelen ve esas olarak düşük gelirliler tarafından tüketilen malların fiyatlarını yükselterek yoksullaşmayı daha da arttıracağını bilerek. Bu miyopluk dünya ekonomisini, kaçınılmaz olarak, bir ticaret savaşları eksenine oturtuyor.

‘Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü’ 
Dahası bu süreç “ticaret savaşlarının” sınırlarını aşan dinamikleri de içeriyor. Örneğin, Çin’e karşı korumacılık tartışmaları, Çin’in serbest ticaret sistemine (ABD merkezli ekonomik modele) yönelik bir tehdit oluşturduğuna ilişkin savlara (WSJ, Tom Danilon, 05/10), Çin’in artan jeopolitik etkilerinin askeri kapasitelerinin tartışılmasına (Boston Globe, Kurtlanzick, 24/09), Çin’i stratejik düşman konumuna yükseltmesine yol açıyor.

Buna karşılık, Çin, tarihçi Paul Kennedy’nin Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü yapıtında dile getirdiği “ekonomik canlılığı azalmış bir ülkenin askeri ve güvenlik üstünlüğünü korumaya devam edebildiği asla görülmemiştir” saptamasına uygun olarak, ABD’nin ekonomik canlılığının daha da azalmasını beklerken, her fırsatta diğer güçlerle birlikte, örneğin son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında ABD’yi bloke ediyor, gerilemeyi, daha bir görünür kılarak hızlandırıyor. Şam’daki Kalamoon Üniversitesi’nden, uluslararası ilişkiler uzmanı, Dr. Marvan Kabalan’ın Gulf News’teki yorumunda vurguladığı gibi “ABD’de buna karşı bir şey yapamıyor”.

Paul Kennedy’nin saptamaları, Türkiye ekonomisiyle ilgili haberlerle birleşerek kaygı verici bir resim oluşturmaya başlıyor. Türkiye’nin dış politikası, “sıfır sorun” niyetiyle yola koyuldu, ülkeyi uzak yakın tüm komşularıyla sorun çıkararak, yalnızlaştıran bir noktaya taşıdı. Ama olsun, bir büyük gücün desteğine dayanarak bölgede güç yansıtma projesi “hamdolsun” tıkır tıkır işliyordu. Ekonomi son derecede canlıydı, Türkiye yükseliyordu... Cari açık büyüyordu, ama ihracat artmıyor muydu?

Geçen hafta, Merkez Bankası TL’nin değerini korumak için hamle yapınca, birden kaşlar havaya kalktı. Bu büyümenin, yükselmenin büyük bir kredi köpüğü üzerinde yüzdüğünü söyleyenler haklı olabilir miydi? Finans medyasının ekranlarına düşmeye başlayan, “Merkez Bankası bu zayıf rezervlerle, TL’yi uzun süre koruyamaz”, (Bloomberg,. Reuters) gibisinden yorumları da hayra alamet değildi.

Bunları izlerken, Meral Tamer’in, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi toplantısındaki izlenimlerini anlattığı yazıyı gördüm. Tamer, üç ayda yüzde 20 devalüasyon olunca, kimlerin ne kadar büyük döviz açıklarıyla “yakalanmış” (peki bunların akılları neredeymiş?) olduklarını aktarıyordu. Moraller çok bozukmuş.

Tesadüf bu ya, aynı gün, Bloomberg, Türkiye’nin 2008’den bu yana şirket edinmelerde en parlak dönemini yaşadığını, hızla büyüyen ekonominin, yükselen piyasaların hepsinden daha çok yabancı sermaye çektiğini bildiriyordu. Diageo PLC’den Goldman Sachs’a, G. P Morgan’dan Cerberus Capital Management’e kadar dev şirketler bu canlı ekonomiden yararlanmak için geliyorlarmış. Kimi yerli yatırım uzmanlarına göre 2012, Türkiye için edinme, birleşme yılı olacakmış.

Neden olmasın? Yüzde 20 devalüasyon, arkası da gelecek gibi, sanayinin devleri, borca batmış durumda, dış pazarlar da daralıyor, mal satamazlarsa firmalarını satarlar...

Osmanlı ruhu bu olsa gerek: Ekonomide, gırtlağına kadar borca batarken, politikada, gerilemekte olan bir büyük gücün eteğine yapışarak, büyüklük hayalinin peşinde, hiç anlayamadıkları bir dünyada oradan oraya sürüklenmek... Sakın bunlar arasında bir bağlantı olmasın?

Tuesday, September 27, 2011

Piyasalar yine...


26 Eylül 2011 -  
Yaz tatilinden sonra, ilk pazartesi yazısı için topladığım verilere bakınca garip bir duyguya kapıldım. Adeta, 22 Ağustos tarihli “Piyasalar yine ‘kalp krizi’ geçirdi” yazısını yazıyordum:

En son veriler dünya ekonomisinde başladığı varsayılan toparlanmanın geleceğine ilişkin korkuları güçlendirmiş, piyasalar, siyasi otoritenin çaresizliğinin ayırdına varmıştı. Perşembe günü borsalar şiddetle sarsılmış, adeta bir ‘kalp krizi’ geçirmişti. Siyasi irade, güven vermek için “inşallah maşallah gerekeni yaparız, ufukta resesyon yok” filan diyor, piyasalar, çaresiz bu açıklamaları satın alıyor, cuma günü ortalık biraz yatışıyordu; yeni bir “kalp krizine” kadar...

Ancak bu “kalp krizlerinin” giderek şiddetlendiğini düşündüren belirtiler de yok değil.

Kötü perşembe
Geçen hafta perşembe günü borsalar yine şiddetle sarsıldı, Dow Jones Sanayi Endeksi yüzde 3.5, Avrupa ve Asya borsaları yüzde 3.2’den (FT 100) ile yüzde 5.2’ye (CAC 40) varan oranlarda düştü. Cuma günü borsalar sakinleşir gibi oldu. Ancak hafta kapandığında, “Ekim 2008’den bu yana en kötü hafta” olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Dahası borsalarda 2009’da başlayan toparlanmanın zirve yaptığı temmuz ayından bu yana yaşanan gerileme yüzde olarak Dow Jones’ta 14.5, FT 100’de 15.4, Dax ve Cac 40’ta 30’a ulaşıyordu.

Mali piyasaların, akıldışı, sürü refleksiyle davrandığını, yüksek frekanslı işlemlerin (high frequency trading) dalgalanmaları büyüttüğünü biliyoruz, ama bu gerilemeler ve korku yersiz değil. ABD Federal Reserve Başkanı Bernanke’nin, Dünya Bankası Başkanı Zoellick’in, IMF Başkanı Lagarde’ın ve Dünya Ticaret Örgütü Lamy’nin geçen hafta medyada aktarılan demeçlerine bakmak yeterli.

Bernanke “Riskler belirgin biçimde arttı” dedi, 400 milyar dolarlık uzun dönemli Hazine tahvili satın alacağını açıkladı. Kaygıyla beklenen III. Parasal Genişleme nihayet geliyordu. Öyleyse durum çok kötü olmalıydı. Bernanke “belirgin” sözcüğünü en son 2008’de kullanmıştı. Bundesbank direktörü Andreas Dümbert de perşembe günü “büyüme karşıtı riskler belirgin biçimde arttı” saptamasıyla Bernanke’ye katıldı.

Zoellick’e göre “küresel ekonomi tehlikeli bölgeye girmişti”; “İkinci bir resesyonun gerçekleşmeyeceğine ilişkin inancım her gün biraz daha zayıflıyor” diyordu. IMF, Dünya Ekonomisinde Durum raporunu yayımladıktan sonra, bir basın toplantısı yapan Lagarde, “ekonomik toparlanmaya giden yolun, 2008’e göre daha da daraldı”, “dünya ekonomisi tehlikeli bir safhaya girdi” dedi. IMF raporu, dünya ekonomisinin büyüme hızının düştüğünü, Avro Bölgesi’nin resesyonun eşiğinde olduğunu gösteriyordu. IMF’nin aşırı iyimser bir kuruluş olduğunu bilen piyasalar bu verilerden gereken dersi çıkarttı.

Lamy, dünya ticaretinin 2009’dan bu yana ilk kez ve “belirgin bir biçimde” yüzde 6.5’ten yüzde 5.8’e gerilediğini açıkladığı basın toplantısında, korumacılık eğilimlerine karşı uyarıyordu. Hollanda Ekonomi Politikası Çözümleme Bürosu, dünya ticaretinin 2008-09’dan bu yana ilk kez daralmaya başladığını ileri sürüyordu. Bu sırada, Brezilya, bazı ülkelerdeki atıl kapasiteye, damping risklerine karşı “seçici korumacılık” uygulamayabilmek için DTÖ’ye başvuruyordu.

İkinci resesyonun ABD’de çoktan başlamış olduğuna inanan George Soros, Avro krizine, ülke iflasları olasılığına göndermeyle “Bugün durum Lehman Brothers’ın iflasından çok daha tehlikeli” diyordu.

Yine “Titanic” metaforu, 1930’lar anımsanıyor, Roubini siyasi otoritenin 1930’ların hatalarını tekrarladığını, depresyon riskinin çok arttığını ileri sürüyordu (Emerging Markets, 24/09). Geçen hafta emtia ve altın fiyatları da “yere çakılıyordu”. MarketWatch analistlerinden, Mark Hubert de 1932’de başlayan beş yıllık borsa yükselişine göndermeyle “Nerde o şans” diyordu; ardından gelenleri düşünmeden...

IMF, Dünya Bankası, piyasalar küresel çapta, kolektif bir müdahalenin gerekli olduğunda anlaşıyorlar. Ancak böyle bir olasılığın gerçekleşebileceğine inanç, alacağı biçim konusunda bir mutabakat yok. Nitekim, Lagarde’ın önerileri, G20’nin cuma günü piyasaları rahatlatmak için yaptığı açıklamalar, piyasalarda, “çok soyut”, “yeni bir şey yok” saptamalarıyla karşılandı.

Dünyanın en büyük bono yatırımcısı, PIMCO’nun CEO’su El-Erian’ın “Adeta iki bölümden oluşan, birbirinden farklı parçaları çalmaya çalışan bir orkestra var. Her iki bölüm de orkestra şefine bakıyor ama o ortada yok” saptaması (Emerging Markets, 23/9) durumu çok iyi betimliyor.

Artık, dünya ekonomisi iki parçadan oluşuyor. “Batı” resesyonda, hatta çalışanlar, gelirler, kimi kritik sektörler açısından depresyonda. Buna karşılık dünya ekonomisinin yarısını, nüfusunun çoğunu oluşturan gelişmekte olan ülkeler, 2007’den bu yana, “kriz boyunca” yüzde 10’a varan hızlarda büyümeye devam ediyorlar. Buna karşılık egemen ekonomik model, siyasi, asker, iktidarın dağılımı hâlâ Batı’nın damgasını taşıyor onun çıkarlarına öncelik veriyor. Bu durumda, bu kurallar çerçevesinde krizden çıkmak Batı’nın egemenliğinin korunması anlamına geliyor. “Orkestranın bir bölümü” bu “parçayı” çalmak istemiyor. Krizden çıkarken güçler dengesinin, yeniden düzenlenmesi, oyunun kurallarının değişmesi gerekiyor. Ama nasıl?

Acaba savaş...
Bu soru ne zaman gündeme gelse, söz de dönüp dolaşıp savaş konusuna geliyor. Harvard Üniversitesi, Kennedy School of Government’dan, dış politika alanında etkin isimlerden Prof. Stephen M. Walt da Foreign Policy’deki yorumunda “Ya dünya ekonomisi bir eksiksiz fırtınaya toslarsa?” diye sorduktan sonra, “Ben ekonomist değilim, eksiksiz fırtına senaryosu ne kadar olası bilmiyorum” diyerek ekliyordu, “ama unutmayalım ABD’yi, Büyük Depresyon’dan II. Dünya Savaşı çıkarttı... Gündemde kazanılacak bir savaş vardı. ABD halkı bütçe açığına, bütçenin yüzde kırkının savunmaya gitmesine itiraz etmedi. Fedakârlıklara katlandılar, partizan tartışmalar yatıştı. Devasa Keynesgil harcama ekonomiyi krizden çıkarttı”

Evet, Walt ekonomist değil. O yüzden savaş başladığında, ABD’de, yeni bir sermaye birikim rejiminin temel unsurlarının (Taylorizm, bant sistemi, kitlesel üretim, kitlesel tüketim) bazı öncü sektörlerde, örneğin otomotivde çoktan ortaya çıkmış olduğunun ayırdında değil. Savaş sırasında bunlar başka sektörleri de etkileri altına alarak egemen hale gelmeye başladı. ABD’nin askeri kapasitesinin arkasında bu yeni rejimin unsurlarının üretkenlikte yaptığı sıçrama yatıyordu. Savaştan sonra kurulan ABD hegemonyasının, bu hegemonya altında krizden çıkışın temelinde de hem bu askeri kapasite hem de bu yeni sermaye birikim rejiminin (Fordizm) tüm kültürel bileşenleriyle birlikte dünyanın geri kalanında (Batı’da) benimsenmeye başlamış olması vardı.

Bugün ortada yeni bir sermaye brikim rejiminin şekillenmeye başladığına ilişkin belirtiler yok. Bu yüzden olası bir savaş, ekolojik ve insani faturası bir yana, kapitalizmi yapısal krizinden çıkaramaz, yalnızca yıkım, sömürgecilik, totaliter rejimler, daha derin krizler anlamına gelir.