21 Kasım 2011 -
Geçen hafta mali kriz, Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin kaygılar derinleşir; Avusturya, Hollanda, Finlandiya ve Fransa, İtalya’da faizler yükselir; ABD, İtalya, Yunanistan’da muhalefet yine sokaklara dökülürken, 2011 yılını bu olayların merceğinden değerlendirmeye başlayan tartışmalarda öne çıkan temalar, beni “Tarih kendini tekrarlıyor mu” gibi tatsız bir soruya getirdi.
Bir küreselleşmeden diğerine
Anımsarsanız Avrupa Birliği, aslında küreselleşme sürecinin bir prototipini, hatta en gelişmiş örneğini, belki de gelecekte alacağı biçimi ifade ediyordu. Şimdi AB’nin iki farklı bölgeye bölünmesi (ayrışması) hatta belki de toptan dağılması olasılıkları konuşuluyor. Bu konuşmalar bana, Prof. Jeffery Williamson’un (daha önce de birkaç kez aktardığım) 1996’da yazılmış, 2002’de geliştirilerek revize edilmiş bir tebliğini anımsattı: “Küreselleşmenin 200 yılı boyunca kazananlar ve kaybedenler” (2002).
Williamson, biri 19. yüzyılın son çeyreğinde, diğeri de 20. yüzyılın ikinci yarısında olmak üzere iki hızlı büyüme ve ekonomik benzeşme (küreselleşme), bir de 1914-1950 arasında yavaş büyüme ve dağılma dönemi saptıyor. Sonra da 1914-1950 döneminden, bu kez küreselleşmenin bir dağılmaya yol açmaması için yapılması gerekenlere ilişkin dersler çıkarmaya çalışıyor. Bu derslerden iki tanesi çok önemli; bugünlerde yoğunlaşmakta olan tartışmalarla da yakından ilgili. Ülkelerin içinde ve ülkeler arasında eşitsizliklerin derinleşmesi, yabancılara ve göçmenlere karşı tepkileri, dış ticarette korumacı talepleri gündeme getiriyor. Siyasetçiler bu taleplere dayanarak geliştirdikleri politikalarla 1915-1950 döneminin dağılma koşullarını hazırlamışlar.
Geçen hafta aktardığım denemesinde de Dani Rodrik, Harvard’dan Prof. Jeff Frieden’e atıfla 1915-50 döneminde “küreselleşmeye karşı tepkilerin iki özgün siyasi radikalizmi, komünizmi ve faşizmi beslediğini” vurguluyordu.
“Eşitlik ve ekonomik bütünleşme (küreselleşme) arasında bir seçim yapmak durumunda kalanlar komünizme, radikal toplumsal reformlara, kendi kendine yeterli ekonomik yapılar kurmaya yönelmişler. Ulusal irade ve küreselleşme arasında tercih yapmak durumunda kalanlar Nazizme faşizme, ulusu yeniden inşa etme projelerine yönelmişler.”
Diğer bir deyişle kapitalizm, “demokratik” bir rejim için gerekli iki koşulu, orta sınıflar için sakin, istikrarlı bir burjuva yaşamı, işçi sınıfı için de çalışma, istikrarlı bir aile yaşamı sürdürme olanağını sunamaz duruma gelince, her iki tabaka da kendi özelliklerine uygun siyasi hareketlere yönelmişler.
İkinci kez komedi olmayacak...
Bugünlerde yoğunlaşan tartışmalarda öne çıkan konular, 19. yüzyılın, yukarıda değindiğim koşullarını korkutucu bir biçimde anımsatıyor. Ama, tarih sanırım bu kez Marx’ınsözündeki gibi bir komedi olarak tekrarlanmayacak. Yine bir trajedi olasılığı söz konusu.
Bir küreselleşme prototipi olarak AB’ye dönersek. Faşist özellikler taşıyan sağ partilerin, halkın ekonomik siyasi seçkinlere, küreselleşmeye (Avrupa Birliği’ne), yabancılara (göçmenlere) yönelik tepkilerini göz önüne alarak “çokkültürlülüğe”, uluslararası kapitalizme (finansa), ulusal sınırların aşınmasına, ulusal paraların ortadan kalkmasına karşı çıkan programlar oluşturarak başarılı olmaya, bulundukları ülkelerin siyasi iklimlerini güçlü bir biçimde etkilemeye başladıkları görülüyor (Gideon Rachman, Financial Times, 14/11).
Hollanda’da, katılım olmadan hükümet kurulamayan anahtar parti konumuna yükselen aşırı sağcı Özgürlük Partisi propagandasının ağırlığını, Müslüman karşıtlığından, AB karşıtlığına, Brüksel seçkinlerine yönelik eleştirilere, Avro öncesi nostaljisine kaydırıyor. Başkan seçilirse Fransa’yı AB’den çıkaracağını söyleyen Marine Le Pen’in, kazanma şansı olmasa bile 2012 seçimlerinde büyük etki yapması bekleniyor. Avusturya’da Özgürlük Partisi, göçmenlere ve AB’ye karşı propagandayla, iktidar partisinin oy oranına yakın bir düzeye yükselmiş durumda. Finlandiya’da Hakiki Finler Partisi’de AB ve göçmen karşıtı propagandayla oylarını yüzde 20’ye yükseltti. İsveç’te bile Neonazi - İsveç Demokrasi partisi geçen yıl yüzde 6 oy alıp parlamentoya girdi.
‘Ütopyacılar’ ve ‘Gerçekçiler’
Liberal demokrasinin merkez partilerinin, finans kapitalin programına saplanıp kalarak bu yükselişe bir çare üretmek bir yana adeta yangına körükle gittiği görülüyor: Bir taraftan “kemer sıkma politikaları” krizin ortasında işsizliği, yoksulluğu daha da arttırıyor; orta sınıf yaşamını yıkıyor; genç kuşakları umutsuzluğa sürüklüyor. Diğer taraftan, bir “uluslararası irade”(?) adeta halkla alay eder gibi, bu kemer sıkma politikalarını uygulatmak için, seçilmiş hükümetleri devirerek yönetimi Trilateral-Komisyon’danBilderberg’den (aşırı sağın, “Siyonist dünya hükümeti kuruluyor” paranoyalarının nesneleri) Goldman Sachs gibi uluslararası sermayeden topladığı, Papademos, Monti, Draghi gibi tiplerin eline veriyor.
“Küresel finans” kesimi, dar fraksiyon çıkarını savunarak tüm kapitalizmi tehlikeye atarken bir zamanlar Margaret Thatcher’e danışmanlık yapmış, Prof. John Gray’in işaret ettiği gibi, düşünsel düzeyde tam anlamıyla ütopyacı bir anlayış, “Piyasalar kendi kendilerine dengeye gelir, dolayısıyla piyasaların taleplerine öncelik vermek gerekir”derken piyasaların dağılmakta olduğunu göremiyor.
Krize, küreselleşmeye karşı sol tepki, insanlığın “komünist refleksini” temsil eden “meydan işgalleri” hareketi de, genelde hayalcilikle, belirgin bir programa sahip olmamakla ne yaptığını bilememekle suçlanıyor. Ancak, John Gray’e göre aslında gerçekçi olan, bu hareket. Çünkü var olan durumun sorunlarına ışık tutuyor, bu durumun böyle devam edemeyeceğini vurguluyor, toplum yararına çözümler arıyor.
Ancak, faşist gelenek bu küreselleşme tepkilerine uyum sağlayarak kendi klasik tabanı bağlamında yararlanmaya başlarken, komünist gelenek yeni durumdan aynı oranda yararlanamıyor.
Komünist gelenek açısından sorun belki de yeni duruma uyum sağlama sorunu olarak ortaya çıkıyor. Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluşması bu durumun bir göstergesi: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu gözlemler, andaki gerçeği yansıtıyor olabilir. Ama Tarık Ali gibi eski tüfeklerin, komünist partilerin de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da bir başka gerçeği yansıtıyor: Bu yeni dalga yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor!
No comments:
Post a Comment