“Tarihin sonu”na gelmediğimizi biliyorduk, ama sanırım şimdi Yunanistan’da, İtalya’da yaşananları gördükten sonra, “demokrasi”nin sonuna geldiğimizi düşünmeye başlayabiliriz. Halbuki, Avrupa Birliği bir “uygarlık projesi”, demokrasinin beşiği, Kopenhag Kriterleri, ülkeleri sivil asker bürokrasilerin elinden kurtaran bir demokratikleştirme aracı değil miydi?
Demokrasi yalnızca bir an mıydı?
Françis Fukuyama, “Doğu Bloku” çöktüğünde, “tarihin sonu”na gelindiğini açıklamıştı. Burada önümüzde “serbest piyasa”, dolayısıyla liberal demokrasi, dolayısıyla refah, istikrar, toplumsal olarak güvenlikli bir çağ açılıyordu. Bunun bize faturası en fazla, olaysız ve can sıkı bir yaşam olacaktı.
Ancak tarih savaşlarla, mali krizlerle, dinci akımların yükselişiyle, devrim, komünizm kavramlarını yeniden ortaya çıkaran toplumsal hareketlerle yoluna devam etti; “tarihin sonu” savının aslında, ABD hegemonyasını destekleyen fantezi olduğunu gösterdi.
Bir başka muhafazakâr Amerikan yazarı Robert Kaplan ise 1997’de küreselleşmenin ilk mali krizi yaşanırken ve ilk karşı tepkiler ortaya çıkmaya başlarken The Atlantic Monthly’de “Demokrasi yalnızca bir an mıydı” diye soruyordu. Kaplan’a göre Batı’nın büyük siyasi başarısı olan “demokrasi” giderek bürokratik oligarşiye dönüşüyordu.
Kaplan, o zaman, bu dönüşümün kökeninde esas olarak dört önemli eğilim görüyordu. Birincisi, ekonomik alandaki muazzam güç yoğunlaşmasıydı; dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 50’sini dev şirketler oluşturuyordu. En büyük 200 şirket dünyanın toplam istihdamının binde 25’ini, ama ekonomik etkinliğin yüzde 28’ini gerçekleştiriyordu. En büyük 500 şirketse dünya çıktısının yüzde 70’ini üretiyordu. İkincisi, bu kutuplaşmaya bağlı olarak seçkinler topluma hesap vermekten giderek daha çok uzaklaşıyor, kendilerini daha az sorumlu hissediyorlardı. Buna karşılık kitleler de adeta tüketen, üreten “koyunlara” dönüşüyor, siyasete ilgilerini kaybediyorlardı. Üçüncüsü, egemen sınıfların ideolojisi de bizzat seçkinler içinde tutarlılığını kaybederken kitleler üzerindeki etkisi zayıflıyordu. Dördüncüsü, diktatörlüklerin egemen olduğu Tunus gibi ülkelerde genel seçimlerin, demokrasiye düşman akımları iktidara getirme olasılığı giderek artıyordu.
Sonuç olarak Kaplan’a göre demokrasi olanaksızlaşırken yerini bürokratik oligarşik, otoriter rejimlere bırakmaya başlıyordu. Kaplan bunları yazarken tarihin gündeminde 11 Eylül, Irak savaşı, mali kriz “büyük durgunluk”, Tahrir’den Wall Street’e yeni bir devrimci dalga vardı. Diğer bir deyişle liberal demokrasiyi bürokratik oligarşiye doğru dönüştüren eğilimleri güçlendirecek, halk “pasif koyunluktan” çıkmaya başladıkça da kapitalist toplumun demokrasiyle, ‘halk rızasıyla’ yönetilmesini daha da zorlaştıracak gelişmeler gündeme gelmek üzereydi.
Şimdi tüm bu gelişmelerin ürünlerini vermeye başladığı bir noktadayız. Bunun için halen Arap devrimci dalgasının, ABD ve Batı’nın yardımıyla Müslüman Kardeşler’i iktidara taşıması bir yana, gelin “demokrasinin beşiği”, bir “uygarlık projesi” AB’nin iki üyesi Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş başbakanlardan alınıp görevin “hesaplayan makinelere”, AB kurumlarının ekonomik uzmanlarına, teknokratlara (Financial Times, 09/11) verilmesine kısaca bakalım.
Oligarşinin zamanı - demokrasinin zamanı
Yunanistan’da Başbakanı Papandreu, Almanya-Fransa ekseninin (“Merkozy”) mali yardım karşılığında dayattığı ekonomik kemer sıkma paketini, referanduma sunmaya, diğer bir deyişle kendisini seçen halka sormaya kalkınca istifaya zorlandı. Papandreu ve Sosyalist Parti hükümetinin yerini Avrupa Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yapmış Papademos ve bir ulusal birlik hükümeti alıyor. Bu “darbe”de Merkozy-IMF basıncının yanı sıra Yunanistan’ın egemen sınıfları da etkin rol oynadı. Financial Times’ta Misha Glenny’nin aktardığı gibi asla vergi vermeyen, Balkanlar üzerinden yapılan yakıt kaçakçılığından yılda üç milyar Avro kaldıran, Yunanistan’da yaptıkları paraları dışarıya, İngiltere gayrimenkul piyasasına kaçıran, yapılacak özelleştirmelerde kamu varlıklarını yok pahasına kapatmak için pusuda bekleyen oligarşinin, denetimindeki medya aracılığıyla yürüttüğü karalama kampanyası Papandreu’nun devrilmesinde belirleyici oldu. (Financial Times, 07/11) Papademos hükümetinin ilk görevi “kemer sıkma paketini” halka sormadan meclisten geçirmek.
Benzer bir sürecin, İtalya’da seçilmiş hükümetin devrilerek bir teknokratlar hükümetiyle, Berlusconi’nin İtalyan ve AB oligarşisinin muteber bürokratı, Cizvit okullarının yetiştirmesi Mario Monti ile değiştirilmesi sırasında izleyebiliyoruz...
Monti’nin adı öne çıkar, Berlusconi’nin gideceği belli olurken İtalyan büyük sermayesinin organı Confindustria’nın gazetesi “Acele Edin” başlığıyla çıkıyor, yorumunda “politikanın (demokrasinin) zamanının çok yavaş işlediğini, mali krizlerin zamanıyla çok uyumlu olmadığını” anlatıyordu. Monti’yi destekleyen medyanın önde gelen gazetelerinden Corsair’de, De Bortoli’nin genel müdürü, “tarafsız olmak, halk tarafından sevilmemeye yol açtığından, sevimsiz seçenekler, halk tarafından seçilen görevlerle uyuşmadığından, partiler dışı bir teknokratın gerekli olduğunu” anlatıyordu. (Il Manifesto, 11/11)
Confindustria’nın gazetesinin aksine, Yunanistan’da yayımlanan Eleftherotypia gazetesinin yazarlarından Aristeas Bougatsa’ya göre, yaşananlar “politikanın zamanıyla” son derecede uyumluydu, uluslararası sermayenin ve seçkinlerin politikasının zamanıyla...
Papandreou’nun yerine geçen Papademos’un ve Berlusconi’nin yerine geçecek olan Monti’nin ortak özellikleri, yaşamları boyunca sermayenin kurumlarında görev almış olmanın yanı sıra yıllarca, ‘Trilateral Komisyon’ üyeliği yapmış olmalarıydı. İki dönem Avrupa Komisyonu Başkanlığı yapan Monti halen, Trilateral Komisyon’da Avrupa’yı temsil eden iskemlede oturuyormuş. “Bildiğiniz gibi” diyor, Bougatsa, “Trilateral Komisyon ABD, Avrupa ve Asya sermayesinin, küreselleşmeyi ve uluslararası kapitalizmin çıkarlarını savunacak liderler yetiştiren bir kurumudur; bir komplo örgütü değil, uluslararası sermayenin yönetim aygıtlarından biridir. Papademos hükümetinde Papademos gibi Bilderberg üyesi de olan başka isimlerin olduğunu da aktarıyor Bougatsa (11/11).
Cumartesi günü La Stampa’nın bir yorumcusu, “sağda ve solda demokrasi elden gidiyor zilleri çalındığını”, “yorumcuların, krize çözüm bulma konusunda demokratik bir mutabakat oluşturulamadığından yakındıklarını” aktardıktan sonra, “aslında bu kaygıların yersiz olduğunu” iddia ediyordu; “Her hükümet meclisten onay almak durumundaydı... Monti de zaten kendini tüm uluslararası topluluk önünde kanıtlamış biriydi.” “Buna karşılık politikacılar, üstelik salt İtalya’da da değil, genelde, ekonominin ve uluslararası mali sermayenin araçlarını yönetmekte yeteneksiz olduklarını göstermişlerdi.”
Tüm bunlar, sermaye partileri sermayenin programına demokratik koşullarda halkın rızasını alamadığı için oluyor ve “İşçi sınıfının sermayenin iktidarına başkaldırması, devletin biçiminde bir krize yol aşıyor” (Aktaran: Galip Yalman, Transition to Neoliberalizm: The Case of Turkey in the 1980’s, İstanbul 2009, sf. 299) “Yeni rejim demokratik görüntüsünü koruyor, ama devletin biçiminde ciddi değişiklikler yaşanıyor.”
Tüm bunlar, yakın zamana kadar, medyada Alman Marshall Fonu gibi kurumlar için yazdıkları denemelerde “Türkiye’de demokratikleşme için AB çapasının ne kadar gerekli olduğunu” anlatan yerli malı tiplere ders olur mu desem, bana yazık...
No comments:
Post a Comment